23 Eylül 2022 Cuma

Emek ve Özgürlük İttifakı

                                 24 Eylül 2022

Demokrasinin, özgürlüklerin önünde büyük bir engel olarak duran Cumhur İttifakı’nın iktidarı kaybetmesi Türkiye’de demokrasinin, özgürlüklerin tesis edileceği anlamına gelmiyor. Zira olası seçimler yaklaşırken, kendini -en azından şimdilik- muhalefette tanımlayan siyasi yapıların bir kısmı AKP ve MHP ile ırkçılık yarışına girmiş durumda ve milliyetçi, şoven koro içinde seslerini giderek yükseltmekte. Üstelik Millet İttifakı ortaklarından özellikle İyi Parti ve CHP içinden kimileri de bu ırkçı koroya katılıyor. Bu da İslami otokrasinin AKP sonrasında yerini ırkçı otokrasiye bırakacağı kaygılarını arttırıyor. 


Demokrasi ve özgürlükler önünde engel olan Cumhur İttifakı, hızla artan yoksulluk, işsizlik ve emek sömürüsünün de sorumlusu haliyle. Ancak Millet İttifakı’nın ekonomik ve toplumsal çöküntüye dair de ortaya koyduğu farklı bir çözüm önerisi yok. Altılı masada ekonomi yönetiminin DEVA Partisi’nde mi İyi Parti’de mi olacağı tartışılıyor. 2015’e kadar ekonomiyi yöneten Ali Babacan’ın DEVA Partisi de ABD’den gelen bir teknokrat olan Bilge Yılmaz’ın ekonomiden sorumlu olduğu İYİ Parti de AKP’nin 20 yıldır uyguladığı neoliberal politikalara itiraz etmiyor. Aksine AKP’nin neoliberal politikaların gereğini son bir kaç yıldır yerine getiremediğini, kendilerinin daha iyi yöneteceklerini iddia ediyorlar. Oysa bugün yaşanan toplumsal çöküntünün nedeni ekonominin son birkaç yılda kötü yönetilmesi değil, neoliberal politikaların ta kendisi! Dolayısıyla Millet İttifakı’nın iktidara gelmesi halinde emekçi halkın aş, iş ve diğer sosyal sorunlarını çözmek konusunda da umut olabilmesi mümkün değil.


Aynı durum başta sınır ötesinde Kürtlere ve diğer halklara yönelik düşmanca bir yaklaşımla idare edilen dış politika için de geçerli. AKP’nin 2011’den bu yana uyguladığı “Yeni Osmanlıcılık” anlayışının mimarı ve 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra çatışmanın en kanlı olduğu sürecin başbakanı Ahmet Davutoğlu da Gelecek Partisi’nin genel başkanı olarak Millet İttifakı’nın altılı masasında oturmakta.


Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı’ndan ibaret siyaset anlayışı çok partili dönemden bugüne değişmedi. Partilerin, ittifakların ya da koalisyonların adları değişse de Cumhuriyetin kuruluşunda geçerli olan “ulus devleti ırk temelinde inşa etme” anlayışı sürüyor. Yıllar boyunca iktisadi ve siyasi egemenler, bu anlayışla milliyetçiliği körükledi; halklar arasında ayrımcılık yaratarak düşmanlaştırmaya çalıştı; bunun için baskı ve şiddet kullanmaktan çekinmedi. Bu ceberrut politikaların hedefindekiler ise öncelikle Kürtler, sosyalistler ve işçi sınıfı oldu. 


Egemenlerin tüm bu ayrıştırıcı, düşmanlaştırıcı politikalarına karşı baskıya uğrayan, sömürülen, ezilen halkaların birlikte mücadelesinde ilk adım, bir grup Kürt aydının 1961’de TİP içinde siyaset yapmasıyla başladı. 12 Mart darbesiyle TİP’in “bölücülük” yaptığı gerekçesiyle kapatılmasının ardından 1990’ların başına kadar birlikte mücadele olanağı oluşmadı. Kürt siyasi hareketinin temsilcileri 1991 genel seçimlerinde SHP ile seçim ittifakı yaptı ancak 1990lı yılların önemli bölümünde DYP ile iktidar ortağı olan SHP, Kürtlere yönelik baskılar karşısında sessiz kaldı. Bu kötü deneyimin adından Kürt siyasi hareketi 2002, 2007 ve 2011 seçimlerinde kendisini sol, sosyalist olarak tanımlayan siyasi hareketlerle seçim işbirliği yaptı. 


Emek, Barış, Demokrasi Bloku olarak girilen 2011 seçimlerinde önemli bir başarı elde edilerek 36 milletvekili çıkartıldı; 2011 seçimlerinin ardından Kürt siyasal hareketiyle birlikte Türkiyedeki emek ve demokrasi güçleri (Ermeniler, Süryaniler, Aleviler, kadınlar, LGBTİ bireyler, emekçiler, ekoloji mücadelesi yürütenler ve birçok sol, sosyalist siyasi parti ve oluşum) Halkların Demokratik Kongresi (HDK)’de bir araya geldi. 2012’de ise HDKyi oluşturan yapıların önemli bir bölümünün katılımıyla HDP kuruldu. HDP, 7 Haziran 2015’te ilk kez girdiği seçimlerde aldığı yüzde 13’ün üzerinde oyla AKP’nin tek başına iktidar olmasını engelledi; bunun üzerine başlatılan çatışma sürecinde gidilen 1 Kasım seçimlerinde tüm baskılara rağmen yüzde 10 barajını aştı; 2018 seçimlerinde ise parlamentonun üçüncü büyük partisi oldu.


Ezcümle Türkiye’de iktisadi ve siyasi egemenlerin yüz yıllık ayrıştırıcı ve baskıcı politikalarına karşı ötekileştirilen, sömürülen, ezilen halk kesimlerinin birlik olduklarında siyasete yön verecek güce erişebildikleri gün gibi ortadadır. Kuruluşu bugün İstanbul’da yapılacak halk buluşmasıyla ilan edilecek olan Emek ve Özgürlük İttifakı, “ezilen bir ulusun ezen ulusun ezilenleriyle oluşturduğu mücadele ittifakı”nın yeni bir aşamasıdır.


Emek ve Özgürlük İttifakı; Türkiye halklarının kaderinin Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı arasında sıkışıp kalmadığını, üçüncü bir alternatifin de mümkün olduğunu göstermektedir. Kürt hareketi ile emek ve demokrasi güçleri -kesintili olsa da- 60 yılı aşkın geçmişe dayanan ortak mücadele deneyimine sahiptir. Bu deneyimin ışığında Emek ve Özgürlük İttifakı, Türkiye halkları için toplumsal barışın, demokrasinin, refahın ve huzurlu bir geleceğin inşasında önemli bir sorumluluk üstlenmektedir. Yolu açık olsun!  


16 Eylül 2022 Cuma

Osmanlıcı mısınız Cumhuriyetçi mi?

                           17 Eylül 2022

Halkı kutuplaştırmayı iktidarda kalmanın yolu haline getirmiş olan AKP, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyerin 9 Eylül’de yaptığı konuşmadaki Saraylarındaki saltanatı korumak için bütün bir milleti ateşe attılar.” sözünün üzerine “mal bulmuş mağribi” gibi atıldı. AKP cenahı bu konuşmayı “CHPnin ecdada olan kinini kusması” olarak değerlendirdi. Son padişah Vahdettin üzerinde yoğunlaşan tartışmalarda, CHP’liler Vahdettin’i “ülkeyi İngilizlere teslim ederek kaçan bir vatan haini” olarak tanımlarken AKP’liler Vahdettin’in devletin birliği ve beraberliği için İngiliz işgaline göz yumduğu ve ülkeyi terk ettiği”ni iddia ettiler. Erdoğan’da bu tartışmalaraSize binlerce yıllık tarihinizi unutturmaya, size kendi ecdadına sövdürmeye çalışan köksüzlere lütfen kulak asmayın.” sözleriyle katıldı.


Vahdettin hain mi yoksa kahraman mı olduğu üzerinden yürütülen tartışmalar Cumhuriyeti kuranlar için de aynı soruların yöneltilmesine kadar vardı; sonuç olarak mesele Osmanlıcılar ve Cumhuriyetçiler ayrışmasına dönüştü ve halkı kutuplaştırmak isteyenler bir kez daha amacına ulaşmış oldu. Oysa tarihte kişiliklerin önemli bir yeri olduğunu yadsımamakla birlikte tarihin tüm vebali kahramanlık ya da hainlik üzerinden bir veya birkaç kişi üzerine yıkılamaz; Osmanlının yıkılışını Vahdettinin, Cumhuriyetin kuruluşunu ise sadece Mustafa Kemalin kişiliğine bağlayamayacağınız gibi…


Tarih, ezberler üzerinden değerlendirildiğinde “futbol takımı tutar gibi” tartışılması da kaçınılmaz oluyor ve tartışma herhangi bir yere varmıyor haliyle. Aslında -bu son örnekte de olduğu gibi- tarafların tartışmayı bir yere vardırma niyetleri de olmuyor genellikle. Halbuki bir devletin (hiç olmazsa 100. yıl vesilesiyle) kuruluşunda ve geçirdiği yüz yıldaki yanlışlarından ya da doğrularından ders çıkarmak için tarihini ezberlere, dogmalara kapılmadan, aklıselimle masaya yatırılması gerekiyor. 


Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu ekonomik ve siyasal sorunların çok önemli kısmı Osmanlı’dan miras kalan veya Cumhuriyet’in kuruluş nizamından kaynaklanan yapısal sorunlardır ve tarihle hesaplaşmak, bu sorunların çözümü için de elzemdir. Bu bağlamda -tarih üzerine popülist tartışmalarda sürekli göz ardı edilmekle beraber- Osmanlı’nın çöküş süreci de Cumhuriyetin kuruluşu ve yüz yıllık geçmişi de kapitalizmin gelişimiyle doğrudan ilişkilidir. 


Osmanlıyı dağılmaya götüren koşullar, Avrupa’daki diğer birçok imparatorluğun (Avusturya-Macaristan, Prusya vb) dağılmasının da nedeni olan Fransız İhtilali sonrasında yaygınlaşan milliyetçilik akımı ve ulus devletleşme sürecinden ayrılamaz. Öte yandan yine aynı süreçte erken kapitalistleşen ülkelerin, kendileriyle rekabet edemeyen -Osmanlı gibi- çevre ülkeleri pazar, ucuz hammadde ve iş gücü ihtiyacını karşılamak için yarı sömürge haline getirme çabalarını da yine bu çerçevede değerlendirmek gerekir.


Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilip yerini Cumhuriyet’e bıraktığı koşulları eksik ya da hatalı okumak, tüm gayretlerine rağmen (Islahat ve Tanzimat Fermanı vs) Osmanlı’nın kapitalizme eklemlenemediği; Cumhuriyet’in ulus devletleşme ile bu eklemlenmeyi hedefleyen bir burjuva devrimi olduğu gerçeğinin gözden kaçırılmasına da neden olur. Böylece cumhuriyetin hem aydınlanmacı yönü hem de ırkçılığa varan milliyetçiliği ve otoriterliğinin doğru algılanması engellenir ve -şimdi olduğu gibi- her yöne çekilebilir bir hal alır. 


Tarihi doğru okuyup, tartışmaktan kaçınıldığı sürece ne Türkiye’de yaşanan siyasal süreçleri (tek parti dönemi, çok partili döneme geçiş, askeri darbeler, siyasal İslam’ın yükselişi; Kürtler, Aleviler, Ermeni ve Rumların ötekileştirilmesi vb) ne de ekonomik ve sosyal gelişmeleri doğru değerlendirmek mümkün olmaz. İşte o zaman halkı kutuplaştırıp, birbirine düşmanlaştırarak iktidarını korumak ya da iktidara gelmek isteyenlere gün doğmuş olur!


10 Eylül 2022 Cumartesi

Kürt düşmanlığı AKP’ye kazandırır!

                                        10 Eylül 2022

Bir ülke düşünün enflasyon oranlarında, gelir eşitsizliğinde, çalışan yoksulluğunda ve çalışanlara yönelik hak ihlallerinde dünyada ilk sıralarda yer alsın; halkının çoğunluğu açlığa sürüklenmiş, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik sistemleri çökmüş; gençleri, orta yaşlıları, eğitimlileri eğitimsizleri iş bulamadığından ya da insanca çalışma ve yaşama koşulları olmadığından, yurtdışına kapağı atma telaşı içinde olsun ve gün geçmesin ki “devletin en üst kademelerinde yer alanlarla hırsızlık, yolsuzluk, uyuşturucu kaçakçılığı ve bilimum suç şebekeleri arasındaki ilişkiler” ortaya dökülmesin…

Yirmi yıldır tek başına iktidarda olan bir siyasi iradenin yönettiği bir ülkede, bu tablonun o irade dışında bir sorumlusu olabilir mi? Halkın “kendisine tüm bunları yaşatan siyasi iradeyi değiştirmek istemesi”nden daha doğal ne olabilir?

Yukarıdaki tablo -fazlası var eksiği yoktur- bugünün Türkiye’sini resmetmektedir. Bu tablo bir anda değil, onlarca yılda adım adım ortaya çıkmış, ancak bu tablonun ortaya çıkmasını engelleyecek halk iradesi ortaya konulamamıştır. Yüz yıllık cumhuriyet döneminde halka -ideolojik ve baskı aygıtları kullanılarak- devletin bekâsının, kendi iradesinden üstün olduğunun kabullendirilmesi bunun nedenlerinden biridir. Bununla ilişkili diğer bir nedense halkının seçim sandığı dışında iradesini ortaya koyacak mekanizmaları (sokak eylemleri, boykot, genel grev vs) kullanma geleneğinin/becerisinin olmamasıdır. Bugüne kadar siyasi iktidarlar, devlet yönetimiyle birlikte ele geçirdikleri baskı aygıtları, propaganda araçları ve benzerleri aracılığıyla “devletin bekâsının halkın iradesinden üstün olduğu” algısını körüklemiş ve seçim sandığı dışındaki irade beyanı yollarını baskılayarak iktidarlarını devletle de özdeşleştirmiş ve kendi iktidarlarının bekâsı için halkın iradesini yok saymıştır.

Türkiye -erken, zamanında ya da gecikecek de olsa- bir seçim sürecinin içindedir. Yirmi yıldır iktidarda olan ve son beş yıldır otokratik rejimi inşa eden AKP, MHP ile kurduğu ittifak ile kendi bekâsının devletin bekâsıyla özdeş olduğu algısını güçlendirmek istemektedir. Bunun karşısında ise “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” savunusuyla otokratik rejime son vermeyi istediğini iddia eden Millet İttifakı ile demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri parlamenter sistemle sınırlamadan savunan Emek ve Özgürlük İttifakı vardır.

Bu siyasi yapılaşma içinde yaşamın doğal seyrine uygun olan, yukarıdaki tablonun müsebbibi olan AKP’nin ilk seçimde iktidardan uzaklaşmasıdır. Gerek kamuoyu yoklamaları gerekse sokakta açık biçimde görünen, AKP’nin toplumsal desteğini kaybettiği ve toplumun geniş kesimlerinde artık iktidardan uzaklaştırılması konusunda bir ortak düşüncenin oluştuğudur. Ancak son günlerde Millet İttifakı içinde yaşanan tartışmalar, “toplumu ayrıştırarak sağlanabilen” devletin bekâsı anlayışının -geçen yüz yılda olduğu gibi- bugün de halkın iradesini yok saymanın gerekçesi haline getirileceğini göstermektedir.

Bu tartışmaların son örneği, CHP’li Gürsel Tekin’in bir televizyon programında yöneltilen “İktidar olursanız HDP’ye bakanlık verecek misiniz?” sorusuna verdiği “Yasal olarak faaliyet gösteren partileri kafamıza göre lanetleyemeyiz, cüzzamlı muamelesi yapamayız. 7 milyona yakın vatandaşımız oy veriyorsa saygı duyacağız. Elbette HDP’ye bakanlık verilebilir.” yanıtı üzerine yaşandı.

Gürsel Tekin’in bu sözlerine İYİ Parti’den sert tepkiler geldi. Meral Akşener bu tepkiler üzerine “HDP’nin olduğu masada biz olmayız. Bizim olduğumuz masada da HDP olmaz. Bu hassasiyetimiz devam edecek.” dedi. Ancak Akşener’in bu sözleri ikna edici olmamış ki İYİ Parti Yozgat İl Başkanı “’PKK’ya bakanlık verilebilir.’ diyen bir zihniyetle aynı masada olmayı kabullenmem mümkün değildir.” diyerek istifa etti.

CHP Sözcüsü Faik Öztrak, Tekin’in açıklamasını “Kendi kişisel görüşleridir. CHP’nin böyle bir görüşü yoktur. Buna altılı masa karar verecektir. Altılı masada kimler vardır, son derece açık. Dolayısıyla bu meselenin bu kadar tartışılmasını anlamak mümkün değil.” sözleriyle eleştirdi. Kılıçdaroğlu ise bir taraftan “Hiç kimsenin kimliğini, yaşam tarzını, inancını sorgulamadan bu ülkede herkesin 85 milyon insanın huzur içinde yaşayacağı bir Türkiye’yi inşa etmeye çalışıyoruz.” derken diğer taraftan üzerinde çalışıldığını belirterek konuyu yine altılı masaya havale etti.

Görünen odur ki, seçim süreci yaklaştıkça HDP ile yan yana gelme meselesi, Millet İttifakı içindeki gerilimi arttıracak, Kürt düşmanlığı üzerinden ayrımcılığın körüklendiği “devletin bekâsı” anlayışı, bir kez daha halkın iradesini ezmek için kullanılacaktır. AKP halkı açlığa, yoksulluğa sürükleyen; yolsuzluğun arsızlığın ayyuka çıktığı Türkiye tablosundaki sorumluluğunu, Millet İttifakı içinde yaşanan gerilim sayesinde örtbas ederek bunu, otokratik iktidarını sürdürmenin fırsatına dönüştürmeye çalışacaktır. Ama nihai olarak sonucu belirleyecek olan, “körüklenen ayrımcı zihniyet karşısında halkın kendi iradesine ne ölçüde sahip çıkacağı” olacaktır.


2 Eylül 2022 Cuma

Sömürünün sorumlusu sadece AKP mi?

                                 3 Eylül 2022

Muhalefet partileri ekonomi yönetiminin başarısız olduğunu söyleyedursun, TÜİK’in açıkladığı yüzde 7,6’lık ikinci çeyrek büyüme verisinin ardından TOBB, İstanbul Sanayi Odası, Ankara Ticaret Odası, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) ve MÜSİAD temsilcileri başta olmak üzere, sermaye kesimi ekonomi yönetimine methiyeler düzdü. Bu methiyelerin hükümete yakın sermaye grupları tarafından “yağ çekmek” amacıyla yapıldığını düşünenler yanılırlar. Eminim, TÜSİAD gibi hükümetle mesafeli duran sermaye kesimi de -açık olarak ifade etmiyor olsa da- ekonomi yönetiminin icraatları karşısında avucunu ovuşturmaktadır.

Bunu neye dayanarak mı söylüyorum? Şirketlerin enflasyonun üç dört katına ulaşan kârları bunun için yeterli olsa da TÜİK’in büyüme rakamlarıyla birlikte açıkladığı emek ile sermayenin büyümeden aldığı paya ilişkin veriler, sermayenin avuç ovuşmasının nedenlerini daha net açıklıyor.

TÜİK, Nisan-Mayıs-Haziran aylarını kapsayan Gayrisafi Yurt İçi Hasıla (GSYH) ikinci çeyrek verilerini açıkladı. Buna göre GSYH 2022 yılı ikinci çeyreğinde yüzde 7,6 artış gösterirken, 2021’de bir önceki yıla göre yüzde 11,4 artmış. Enflasyondan arındırılmamış verilere göre bir önceki yılın aynı dönemine göre GSYH’daki artış oranı yüzde 114,6 olmuş. Aynı dönemde işgücü ödemeleri -emekçilerin aldığı payındaki artış- yüzde 66,4’te kalırken, net işletme artığı -sermayenin aldığı paydaki artış- yüzde 134,7 oranında artmış. Yine TÜİK verilerine göre, 2020’nin ikinci çeyreğinde emekçilerin aldığı pay yüzde 36,8 iken, 2022’nin ikinci çeyreğinde 11.4 puan (yüzde 30,9) gerileyerek yüzde 25,4 olmuş. Aynı dönemde yüzde 42,9 olan sermayenin payı ise 11.1 puanlık (yüzde 25,9) artışla yüzde 54’e yükselmiş.

Bu verilerin ortaya koyduğu tablo şudur: Türkiye’de sınıflar arası güç dengesi emekçiler aleyhine tamamen bozulmuştur. Pandemi, küresel kriz, kötü ekonomi yönetimi vs derken Türkiye’de emek sömürüsü rekor seviyede artmış, gelir dağılımı kötüleşmiş ve toplumun çok geniş kesimini oluşturan emekçiler daha da yoksullaşmıştır. Buna karşılık toplumun çok küçük bir azınlığını oluşturan sermaye sahipleri emekçilerin alınteri üzerinden kârlarını artırmış, servetlerine servet katmıştır. Hal böyle olunca da ekonomi yönetimini -haklı olarak- yere göğe sığdıramamışlardır.

Sömürü oranlarının -ya da kâr oranlarının- böylesine yükselmesi sadece ekonomi yönetiminin marifeti değildir. Hakkını arayan emekçilerin karşısına biber gazıyla, copuyla dikilerek sendikal hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran; böylece Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun (ITUC) Küresel Hak İhlalleri Raporları’nda yıllardır Türkiye’nin çalışanlar için “en kötü on ülke” içine girmesine neden olan devletin baskı aygıtlarını yönetenlerin de bunda önemli payı vardır.

İktidara geldiğinden bugüne sınıfsal tercihinin sermayeden yana olduğunu ifade etmekten imtina etmeyen, icraatlarıyla da bunu gösteren AKP’nin emek sömürüsünü en üst düzeye çıkarmak için
devletin tüm olanaklarını kullanmasının şaşılacak bir tarafı olmadığı gibi ekonomiyi yönetmekte başarısız olduğunu iddia etmek de, son derece anlamsızdır! Bu bağlamda sınıfsal tercihlerini eleştirmeden AKP’nin ekonomi yönetiminde başarısız olduğunu savunan muhalefet partilerinin iktidara geldiklerinde emek sömürüsünü artırmak için daha da gayretkeş olacaklarını öngörmek hiç de zor değildir.

Zaten egemen sınıfın çıkarlarının temsilcisi partilerden, emek sömürüsü gibi sınıflar arası güç ilişkilerinin belirleyici olduğu bir meselede emekçilerden yana bir tavır beklemek abes olur. Zira işçi sınıfının mücadele araçları “sendikalar, sınıf partileri ve onlarla ittifak içinde demokrasi mücadelesi yürüten parti ve diğer örgütler”dir.

Sömürünün ne kadar derinleştiğinin TÜİK verinde bile tespit edildiği koşullarda sınıfsal tercini emekçilerden yana olmayan iktidar partilerini başarısız diye eleştirmenin de muhalefet partilerinden medet ummanın da gereği yoktur. Sömürü koşullarından kurtulmak için önce işçi sınıfının neden bu kadar güçsüz, mecalsiz kaldığını sorgulamak gerekir! Örneğin Türkiye’de 4 milyon 275 bin emekçinin üye olduğu sendikalar (2 milyon 280 bini işçi, 1 milyon 985 bini kamu emekçi sendikalarına üyedir) sömürünün böylesine somutlaştığı bir süreçte ne yapar?

Sırtını iktidara dayamış, üyelerden gelen aidatlarla yöneticileri saltanat süren sendika müsveddesi 1 milyon 256 bin üyeli Türk İş, 1 milyon 55 bin üyeli Memur Sen, 762 bin üyeli Hak İş’in bu sömürü tablosunda hiç mi sorumlulukları yoktur? Tüm işçi sınıfının ama özellikle üyelerinin bu sendikaların kapısına dayanarak bunun hesabını sorması gerekmez mi?

Bu bağlamda Emek ve Özgürlük İttifakı’nın geçtiğimiz hafta yapmış olduğu açıklamada yer alan, “Emek, barış, özgürlük ve demokrasi değerleri temelinde, halkın egemen olduğu bir toplumsal ve siyasal düzeni kurmanın, ezilen ve sömürülen tüm toplum kesimlerinin gücüyle mümkün olduğunu biliyoruz. Herkesi bu anlayış ve çağrı doğrultusunda ortak ve birlikte mücadeleye davet ediyoruz” ifadesi soygun ve sömürü düzenine karşı mücadele için umut vericidir.

Kapitalizmde üretim süreci de bunun yansıması olan toplumsal ilişkiler de sınıflar arası mücadeleyle belirlenir. TÜİK’in son verileriyle somutlaşan bu sömürü düzeninde bu “mücadelenin safları” çok daha netleşmiştir. Mevcut durumu görmezden gelerek ve mücadelenin örgütlemesini ilke edinmeden sınıflar arası güç dengesini emekçiler lehine değiştirebilmek de, sermaye iktidarlarının despotizminden kurtulmak da mümkün değildir!