28 Temmuz 2023 Cuma

Emekliler sosyal dışlanma kıskacında!

                                    29 Temmuz 2023

İnsan hayatının doğal bir evresi olan yaşlılık, herhangi bir hastalıktan bağımsız olarak yaşamı sürdürmeyi engelleyecek bir tehdit haline gelebilir mi? Kapitalist bir düzende yaşıyorsak bu sorunun yanıtı, “evet”tir!

Mülksüzleştirilerek, üretim araçlarına el konularak geçimini sağlayacak bir ücret karşılığında emek gücünü satmak zorunda bırakılan kitleler için işsiz kalmak, çalışamayacak biçimde sakatlanmak ya da hastalanmak gibi yaşlanmak da yaşamı sürdürebilmek için gereken gelirin elde edilmesini engelleyen önemli bir risktir. Burjuva devrimleri ve kapitalist üretim ilişkileriyle birlikte geleneksel güvence mekanizmalarının işlevsizleşmesi, yaşlanmanın yaşamsal riskini de arttırmıştır.

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren güçlenen işçi sınıfı hareketi, çalışma saatlerinin sınırlandırılması, insanca yaşayacak bir ücret gibi taleplerin yanı sıra sosyal riskleri ortadan kaldıracak talepleri de gündeme getirmiştir. Burjuvazi de işçi sınıfının sosyalist akımlara meyletmesini engellemek için sosyal güvenlik alanında bir takım düzenlemelere gitmiş; bu konuda ilk adımlar sosyalist akımların merkezi durumunda bulunan Almanya’da atılmıştır. Devlete “sosyal” nitelik kazandırmayı amaçlayan bu düzelmeler ile 1883’te hastalık sigortası, 1884’te kaza sigortasının yanı sıra 1889’da yaşlılık (emeklilik) sigortası yürürlüğe konulmuştur.

1917 Ekim Devrimi’nin kapitalist sistemde yarattığı tehdit ve 1929 krizini aşmak üzere benimsenen talep yönlü ekonomi politikalarının uygulandığı II. Dünya Savaşı sonrası yıllarda çalışma standartlarının yanı sıra yaşlılık sigortasını da içeren sosyal güvenlik hakkı, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) aracılığı ile tüm kapitalist ülkelere yaygınlaştırılmıştır. Böylece sosyal güvenlik, bir yurttaşlık hakkı olarak kurumsal bir yapı içinde düzenlenmiş ve bu haklar, evrensel hukuk içinde güvence altına alınarak devlet, sosyal hakların güvencesi olarak “sosyal devlet” kimliğine büründürülmüştür.

Sosyal devlet kapsamında “yaşlılar için devletin sorumluluğu”, yaşamın her alanında yaşlılara güvence sağlanmasıdır. Başka bir ifadeyle sosyal devlet, yaşlıların bakım, gözetim ve korunma gibi ihtiyaçlarının yerine getirilmesi, yaşlılar için bir “hak”, vatandaşı oldukları devlet için ise bir “görev” halini almıştır. Türkiye’de devletin yaşlılara yönelik sorumluluğuna 1961 ve 1982 anayasalarında “sosyal ve ekonomik haklar” başlığı altında yer verilmiş; 1982 Anayasası’nın 60, 61 ve 62. maddelerinde, devletin yaşlılık gibi “sosyal riskleri” engelleyici tedbirler ve koruyucu önlemler almasındaki rolü belirtilmiştir.

Sosyal devlet kapsamında yaşlılara yönelik en yaygın sosyal politika uygulaması yaşlılık (emeklilik) sigortasıdır. Yaşlılık sigortası, “yaşının ilerlemesi nedeniyle fiziki gücünü kaybeden, eskisi gibi verimli çalışamadığı için gelir ve kazanç kaybına uğrama tehlikesi bulunan kişilerin, bu risklerini karşılayarak onlara emekli aylığı bağlamayı amaçlayan bir sosyal sigorta türüdür.”

Yaşlılık (emeklilik) sigortası Türkiye’de ilk kez 1949 yılında çıkarılan ve 1950 yılında yürürlüğe giren “5417 Sayılı İhtiyarlık Sigortası Kanunu” ile gündeme gelmiştir. Aynı yıllarda “5434 Sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanunu” ile çalışandan ve işverenden prim alınmasını öngören “liberal” bir sosyal güvenlik sistemi kabul edilmiştir. 1971’de 1479 Sayılı Kanun”la kurulan Bağ-Kur’un emeklilikle ilgili hükümleri ise 1972’de yürürlüğe girmiştir.

Kapitalizmin 1970’lerin başında içine girdiği krizi aşmak için yaşama geçirdiği neoliberal politikalar, sosyal devletin varlığını krizin nedenlerinden biri olarak görmüş ve sosyal politikaların tümü gibi yaşlılık (emeklilik) sigortası kapsamında ödenen aylıkları ve diğer harcamaları genel bütçe üzerinde “yük” olarak değerlendirmiştir. 1980’lerden buyana IMF, DB, AB, DTÖ vb kapitalizmin düzenleyicisi olan kurumlar Türkiye’ye de bu “yük”ün ortadan kaldırılması yönünde baskıda bulunmaktadır. Bu baskıları karşılayabilmek için 1999 yılında Sosyal Güvenlik Reformu adı altında sosyal güvenlik hakkını önemli ölçüde aşındıran 4447 sayılı yasa gündeme getirilmiştir. 2002’de iktidara gelen AKP de önce 5510 sayılı SSGSS ile emeklilik yaşını ve prim ödeme gününü arttırarak, aylık bağlama oranını düşürmüştür. 15 Temmuz darbe girişimi bahane edilerek çıkartılan OHAL ile ise emeklilik sistemini piyasaya devrederek özelleştiren Bireysel Emeklilik Sigortası’nı (BES) çalışanlar için zorunlu hale getirmiştir.

AKP, iktidarda bulunduğu 21 yıl boyunca emeklilerin haklarını aşındıran politikaları sürdürmektedir. Merkez Bankası’nın yıl sonunda enflasyonu yüzde 58 olarak öngördüğü koşullarda emeklilerin aylıklarına yüzde 25 artış yapılması; emekli aylıklarının -TÜİK’in yaptığı gerçek dışı enflasyon açıklamaları üzerinden yapılan hesaplamalarla bile- açlık sınırının çok altında kalması, AKP’nin emeklilik hakkını gasp ederek, milyonlarca emekliyi “sosyal dışlanma” ile karşı karşıya getirdiğini göstermektedir.

AKP, emeklileri sosyal olarak dışlayarak onların siyasal desteğinden vazgeçmiş değildir. Halkın diğer kesimleri gibi emeklileri de elinde bulundurduğu devlet olanaklarının himmetine ve cemaatlere muhtaç hale getirilerek kendisine mutlak bir sadakat içinde olmalarını amaçlamaktadır.

21 Temmuz 2023 Cuma

Fatura yine halka kesildi!


22 Temmuz 2023

28 Mayıs seçimlerinin ardından Türk parası yüzde 35’in üzerinde değer kaybetti. İğneden ipliğe, buğdaydan nohuta, ilaçtan akaryakıta… hemen hemen tüm ürünlerde dışa bağımlı hale getirilen ekonomide TL’nin değer kaybetmesiyle birlikte son iki yıldır zaten yükselmekte olan fiyat artış hızı (enflasyon) daha da arttı. Gıda başta olmak üzere en temel ihtiyaç maddelerinde artan fiyatlara Temmuz ayıyla birlikte bir de vergi artışları eklendi. Tüm ürünlerde KDV ve ÖTV artışının yanı sıra getirilen ek vergilerle daha da yükselen fiyatlar, zaten açlık sınırının altında yaşayan geniş halk kesimlerinin nefesini iyice kesti.

Çarşı pazarda fiyatların hızla artmasına karşılık TÜİK’in gerçeklerden uzak, aldatıcı enflasyon rakamları dikkate alınarak yapılan ücret artışları, satın alma gücünün azalmasına ve mevcut yoksulluğun derinleşmesine neden oldu. Haziran ayında yüzde 34 artışla 11 bin 402 TL’ye çıkartılan asgari ücret, daha emekçilerin eline geçmeden eridi. Memur ve emeklilere yapılan ücret artışları da TÜİK’in gerçek dışı verilerinin yanı sıra tamamen göz boyamaya dönük seyyanen ücret oyunu ile kamu emekçilerini sefalette eşitlerken, emeklileri ise açlığa terk etmiş oldu. Toplumun önemli bir kesimini oluşturan ücretlilerin satın alma gücünün düşmesi ve artan vergiler küçük üreticiyi, esnafı, çiftçiyi de sefalete ortak etti.

Böylece AKP, yirmi bir yıllık iktidarı boyunca olduğu gibi uyguladığı neoliberal ekonomik programın yarattığı çöküntüyü-bir avuç iktidar yandaşı ve sermaye sahibi dışında kalan- işçi, memur, küçük üretici, esnaf vb halk kesimlerinin üzerine yıkmış oldu.

Burada ironik olan; ekonomik çöküntünün faturası üzerlerine yıkılan ve beslenme, barınma, sağlık gibi en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz hale getirilerek derin bir yoksulluk içine sürüklenenlerin, aynı zamanda AKP’ye yirmi bir yıllık iktidarı boyunca en büyük desteği sağlayan halk kesimleri olmasıdır. Halkı yoksullaştırmakla kalmayıp güvencesizleştiren, gençlerin gelecek umudunu yok eden; pandemide, depremde onbinlerce insanın ölümüne engel olamayan bir parti, iktidarda bulunduğu süreçte yedisi milletvekilliği genel seçimi (2002, 2007, 2011, 7 Haziran 2015, 1 Kasım 2015, 2018, 2023), üçü anayasa  değişikliği referandumu (2007, 2010, 2017), dördü yerel yönetimler seçimi (2004, 2009, 2014, 2019), üçü cumhurbaşkanlığı seçimi (2014, 2018, 2023) olmak üzere 14 kez halkın önüne seçim sandığı getirilmiş; bunların hemen tümünde (7 Haziran 2015 genel seçimleri ve 2019 yerel seçimleri istisna olarak kabul edilebilir.) öyle ya da böyle toplumun geniş kesimlerinin desteğini almıştır.

AKP’nin sefalete sürüklediği kesimlerden aldığı desteği sürdürmesinin en önemli nedeni kuşkusuz, uyguladığı neoliberal politikalarla tasfiye edilen hak temelli sosyal güvence sisteminin yerine dini cemaatler etrafında örgütlenen inanç temelli sosyal yardım düzeneğini koyması ve yoksullaştırıp yardıma muhtaç hale getirdiği kesimler için “tutunacak bir dal” olarak görülmeyi başarmış olmasıdır. Halklar arasında yaratılan düşmanlık sayesinde körüklenen milliyetçilik ile öne çıkartılan dinsel-muhafazakâr kültürün toplum üzerinde tahakküm aracı olarak kullanılması da AKP’nin, iktidarını sürdürmesi için rıza üretmesini sağlamıştır. Öte yandan yirmi bir yılda adım adım inşa edilen otokratik nizam içinde hukuk düzeninden tamamen uzaklaşılması; haber alma hakkından sendikal ve siyasal örgütlenme özgürlüğüne kadar demokrasinin en asgari koşullarının dahi ortadan kaldırılması da AKP iktidarı için “zora dayalı rıza üretilmesine” neden olmuştur. Elbette AKP’nin iktidarı için zorla rıza üretmesi karşısında, halkın önüne alternatif bir çözüm önerisi koyamayan muhalefetin her türlü sefalete rağmen emekçi ve yoksul halkın AKP’ye desteğini sürdürmesindeki katkısını da yabana atmamak gerekir.

Halkın üzerine yıkılan ekonomik çöküntünün faturasından kurtulmasının çaresi, öncelikle -üzerine ölü toprağı gibi serpilmiş olan- milliyetçi ve dinci muhafazakârlıktan kurtulması ve demokratik toplum hedefiyle sınıf perspektifine sahip bir mücadele örgütlemesidir!


7 Temmuz 2023 Cuma

Göçen sağlıkçılar mı sağlığımız mı?

                                   8 Temmuz 2023

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), pandemi sonrasında Avrupa ülkeleri başta olmak üzere birçok ülkede sağlık çalışanlarının yetersizliğinin büyük bir sorun olduğu, önümüzdeki yıllarda bu sorunun daha büyüyerek krize dönüşeceği uyarısında bulundu. Bilindiği üzere sağlık, her kademedeki çalışanın (hekim, hemşire, eczacı, tekniker vs) maliyetli ve uzun süren bir eğitimin sonrasında istihdama katılabildiği bir alan. Birçok ülke bu nedenle, diğer ülkelerden sağlıkçı göçünü teşvik ederek istihdam açığını kapatılmayı en pratik yol olarak benimsemiş durumda.

Örneğin Kanada, pandemiden önce sağlıkta istihdam sorununun farkına vararak 2017’den itibaren sağlık sektöründe çalışmak üzere göçmenlere kapılarını açmış; 2017-2022 yılları arasında 22 bine yakın sağlık çalışanı Kanada’ya göçmen olarak kabul edilmiş. Ancak Kanada hükümeti, yurttaşlarının nitelikli sağlık hizmetine ulaşımını sağlamak için bunu yeterli görmeyerek geçtiğimiz günlerde 2 bin sağlık çalışanına daha göçmen vizesi vermek için kontenjan açma yoluna gitti.

Almanya’da durum daha da çarpıcı: Almanya, sağlık alanında işgücü açığının 200 bini bulduğunu ve bu açığı kapamak için göçmen olarak Almanya’ya gelecek sağlık emekçilerini teşvik edeceğini açıkladı. Buna göre bazı sağlık kurumları işe yeni başlayanlara 8 bin euroya varan ikramiye, uçak biletleri, yeni bilgisayar ve otomobil vermeyi vaat ederek Almanya’da çalışmayı diğer ülkelerdeki sağlık emekçileri için cazip hale getirmeye çalışıyor.

Almanya, Kanada ve sağlık işgücü eksiğini tamamlamak için kapılarını açan benzer ülkelerde çalışmak için en büyük talep Latin Amerika ülkelerinin yanı sıra Türkiye’den geliyor. Türk Tabipleri Birliği (TTB)’nin açıkladığı verilere göre yurtdışında çalışmak için “iyi hal belgesi”ne başvuran hekim sayısı, 2012’de 20 iken 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında OHAL ilan edilen 2016’da 103’e, pandeminin ilk yılı olan 2021’de 553’e, 2022’de 1171’e ve 2023 yılının sadece ilk altı ayında 1361’e yükselmiş. Hekimler dışındaki sağlık emekçileri içinde yurtdışına giden ya da gitmek için girişimde bulunanların sayısı hakkında ulaşabildiğimiz bir veri yok ama her kademeden çok sayıda sağlıkçının yurtdışına gitme çabası içinde olduğunu söyleyebiliriz.

Bir tarafta yurttaşlarına yeterli sağlık hizmeti sunamadığını düşünerek dışarıdan sağlık emekçisi ithal etmeye çalışan ülkeler; diğer taraftan çalışmak için doğduğu, eğitim gördüğü ülkeleri terk ederek “başka ülkelerde çalışmaya can atan” sağlık emekçilerinin ülkeleri… İlk bakışta bu iki grup ülke için şu düşünülebilir: Kimi ülkeler öngörülü davranamamış ve yurttaşlarının sağlık ihtiyacını karşılamakta yetersiz kalmış; kimi ülkeler ise kendi yurttaşlarının ihtiyacından fazla sağlıkçı yetiştirmiş ve diğer ülkelere ihraç eder olmuş…

Birkaç rakam vererek gerçeğin nasıl olduğuna bakalım:

Sağlık çalışanı açığı olduğunu söyleyen ve dışarıdan göçü teşvik eden Almanya’da bin kişiye düşen hekim sayısı 4.5, hemşire sayısı 12, toplam sağlık eğitimi alanların sayısı 75.3. Almanya’da kişi başına düşen sağlık harcaması 8 bin 11 ABD doları. Kanada’da bin kişiye düşen hekim sayısı 2.5, hemşire sayısı 10.3, toplam sağlık eğitimi alan sayısı ise 61.6. Kişi başına sağlık harcaması ise 6 bin 319 ABD doları (OECD, 2021/2022 verileri).

Yetiştirdiği sağlık emekçilerinin diğer ülkelere göçmen olarak gitmek için çabalayan Türkiye’nin ise durumu şöyle: Bin kişiye düşen hekim sayısı 2.2, hemşire sayısı 2.8, toplam sağlık eğitimi almış olanların sayısı ise bin kişide sadece 30. Kişi başına sağlık harcaması ise sadece 1.827 ABD doları. Yani Türkiye’de yurttaşların sağlığa erişimi, yana yakıla sağlıkçı göçmen arayan ülkelerden çok daha kötü durumda. Ama Türkiye’yi yönetenler -bırakın yurttaşlarının sağlık hizmeti alamamasından rahatsız olmayı- onlara “Giderseniz gidin!” diyecek kadar halkına, halkın sağlık gibi en temel gereksinimlerine bile yabancılaşmış!

Sağlıkta emek göçünün özetle gösterdiği şu: Sağlık emekçileri, AKP’nin 21 yıldır uyguladığı “Sağlıkta Dönüşüm Programı”nın bedelini yurtlarından göç ederek ödüyor. Bu ülkenin yoksullaştırılmış yurttaşları olarak bizler ise sağlıkçılar zengin ülkelere göçerken sağlık hakkımızdan her geçen gün daha da uzaklaşıyor; halkı yok sayan sağlık politikalarının bedelini, sağlığımızı hatta yaşamımızı kaybederek ödüyoruz!

Bu durumda bir daha düşünmek gerekiyor: Göçen sağlıkçılar mı sağlığımız mı?


1 Temmuz 2023 Cumartesi

Eğitimin mevsimlik işçisi: Özel Okul Öğretmenleri

                                        1 Temmuz 2023

Eğitim, üzerinden kâr elde edilen bir meta; okul, metalaşan eğitimin alınıp satıldığı bir işletmeye dönüşmüşse eğitim hizmetini sunan emekçinin yani öğretmenin de “emek piyasasında en kötü koşullarda çalıştırılan mevsimlik işçi haline getirilmesi” kaçınılmaz olur.

Eğitim, 365 gün süren bir faaliyet değildir. Okul öncesinden yükseköğretime kadar her kademe eğitim, yılda iki ya da üç ay ara verilerek sürdürülür. Öğrenciler için pedagojik bir ihtiyaç olan bu ara (tatil), bir sonraki eğitim kademesine geçiş için hazırlık olanağı sağlarken öğretmenlere yıllık izinlerini kullanma ve bilgisel (akademik) yeniden üretimini gerçekleştirme imkanı verir.

Eğitimi dışsal fayda sağlayan -sadece eğitim hizmeti alan kişinin değil toplumun genel yararına olan- ve kamusal hizmet olarak sunulan bir faaliyet olmaktan çıkarıp, işletmeye dönüşen eğitim kurumlarını patronların kâr alanı haline getiren piyasacı anlayış, öğretim yılı sonunda verilen aranın (tatilin) öğretmenlerin bilgisel (akademik) yeniden üretimi gerçekleştirme işlevini tamamen göz ardı eder. Özel okul patronları için öğretmen, üzerinden artı değer elde edilen diğer iş ve hizmet kollarındaki işçilerden farksızdır. Dolayısıyla eğitim öğretime ara verilen -kendisine artı değer yaratmadığını düşündüğü- dönemlerde öğretmenin ücret, sigorta vb yükümlülüklerini üstlenmek istemez. Ayrıca genellikle 10 aylık belirli süreli iş sözleşmesiyle istihdam edilen öğretmenin bir yılı dolmadığı için kıdem tazminatı hakkı da gasp edilmiş olur.

Hal böyle olunca özel okul öğretmenleri, sadece eğitim öğretimin gerçekleştiği dönemde -geçici olarak- istihdam edilen, bu sürenin sonunda işine son verilip, 2-3 aylık aranın ardından “patron uygun bulduğu taktirde” yeniden işe alınan işçiler olarak görülür. Patronun öğretmeni “uygun bulup”, bir sonrası öğretim yılında yeniden işe alma kriteri ise genellikle “sendikalı olmaması, çalışma koşulları ve ücret konusunda sorun çıkarmaması”dır.

Esnek ve güvencesiz çalışmanın hakim olduğu özel eğitim işletmelerinde dayatılan örgütsüzlüğün de etkisiyle öğretmen ücretleri genellikle açlık sınırının altında kalan asgari ücret civarında belirlenir. Örneğin asgari ücretin 8 bin 500 TL olduğu 2023’ün ilk altı ayında özel okul öğretmenlerinin ücretleri 9 bin 300 ile 10 bin 850 TL arasında değişmektedir (https://ogretmenhaber.org/bilgi/ozel-okul-ogretmen-maaslari-2/).

Eğitimin piyasalaşması, 80’li yıllardan itibaren neoliberal dönüşüm süreciyle gündeme gelmiş, AKP iktidarı döneminde ise fiilen uygulamaya konularak yaygınlaşmıştır. Özel eğitim kurumlarının tüm eğitim kurum içindeki payı 2022-2023 eğitim öğretim yılında, yaklaşık yüzde 20 iken, 200 bin civarında öğretmen özel eğitim kurumlarında iş ve -yeterli- sosyal güvencesi olmadan, açlık sınırına bile ulaşamayan ücretlerle çalıştırılmaktadır. Benzer koşullarda kamu eğitim kurumlarında sözleşmeli ve ücretli olarak çalıştırılan 100 bin civarındaki öğretmenin durumu da farklı değildir.

Sürekli bir iş sözleşmesi olmadan güvencesiz çalışma; çalışanın vasfına, çalışılan işin hangi sektörde (tarım, sanayi, inşaat, hizmet vs) olduğuna bakılmaksızın sömürünün en derin halini işaret eder. Eğitim emekçisinin bu derin sömürü koşulları içinde asgari yaşam olanaklarından ve bilgisel yeniden üretimini gerçekleştirme imkanından mahrum kalması, işini layıkıyla yerine getirebilmesini engeller. Bu da eğitimin “dışsal fayda” sağlama özelliği nedeniyle diğer pek çok iş alanından farklı olarak önemli “dışsal -toplumsal- zarara” neden olur. Diğer bir ifadeyle, eğitim hizmetini sunan öğretmenin gerekli çalışma ve yaşam koşullarına sahip olmamasının eğitim hizmetinde yarattığı olumsuz etki sadece bu hizmeti alan öğrenciye değil tüm topluma yansır.

Öğretmeni vasıfsız, mevsimlik işçi konumunda gören piyasacı eğitim anlayışı giderek yaygınlaşmakta, bir taraftan özel eğitim kurumlarının toplam eğitim hizmeti içindeki ağırlığı artarken diğer taraftan kamuda da öğretmenler giderek daha güvencesiz ve düşük ücretle istihdam edilmektedir. Böylece öğretmenlerin derin sömürü koşullarında vermek zorunda bırakıldığı eğitim hizmetinin niteliği düşerken yarattığı dışsal zarar artmaktadır. Son birkaç yılda karşılaştığımız pandemi, deprem ve ekonomik krizin yanı sıra toplumda artan gericileşme eğilimleri ve bunların yarattığı ekonomik, siyasal ve sosyal sorunlar, niteliksiz eğitimin yarattığı dışsal zarardan ayrı düşünülemez.