30 Ekim 2021 Cumartesi

Yoksulluk ‘araba’ ile örtülür mü?

                              30 Ekim 2021

Bir ülkede yaşam standardını belirlemek için ortalama ücret ile açlık/yoksulluk sınırını ölçü olarak alabilirsiniz. Emekçilerin çok önemli bölümünün asgari ücretin altında bir gelirle yaşamak zorunda olduğu Türkiye’de asgari ücret, ortalama ücret olarak kabul edilebilir. SGK, Temmuz 2021 istatistiklerine göre, işçi ve memur statüsünde çalışanlarla onların bakmakla yükümlü olduğu kişi sayısı 57,6 milyondur (nüfusun yüzde 70’i). DİSKAR’ın 7,9 milyon olarak tespit ettiği geniş tanımlı işsiz sayısı buna eklendiğinde, emeğiyle geçinen ya da geçinmek isteğinde olanların sayısı 65 milyonu aşar ki bu da nüfusun yaklaşık yüzde 79’udur. Bir kaba hesapla ücretlilerin ve işsizlerin yarısının asgari ücret düzeyinde gelirle geçindiği düşünülürse 30 milyonu aşkın kişi bugün geçerli asgari ücret olan 2 bin 825 TL ile geçinmeye çalışmaktadır. Kendi hesabına çalışan küçük esnaf, zanaatkar ve çiftçinin büyük kısmının durumunun farklı olmadığı göz önünde bulundurulduğunda bu sayı tespitimizi de aşmaktadır.

Bir sendika olarak “işçi sınıfının hakları için mücadeleyi örgütleme” işlevini yerine getirmekten çok uzak olsa da Türk İş, açlık ve yoksulluk sınırını belirleme konusunda en düzenli çalışma yapan kurumdur. Türk İş’in Ekim 2021 için belirlediği açlık sınırı (dört kişilik ailenin asgari gıda harcaması) 3 bin 093 TL; yoksulluk sınırı (gıda ile birlikte giyim, kira, elektrik, su, yakıt, ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu harcamalarının toplamı) 10 bin 075 TL; tek başına yaşayan bir emekçinin ‘yaşama maliyeti’ ise aylık 3 bin 772 TL’dir. 

Sayıların net bir şekilde işaret ettiği gibi Türkiye’de emeğiyle geçinmeye çalışan on milyonlar, gıda başta olmak üzere en temel gereksinimini dahi karşılayamadığı gibi milyonlarca işsiz ve kayıt dışı olarak çalıştırılan insan ise bu “açlık ücreti”nden dahi yoksundur.

Sürekli yükselen enflasyon karşısında eriyen ücretler, artan işsizlik, ağırlaşan çalışma koşulları sonucunda yoksulluk ve açlıkla burun buruna yaşayan milyonlarca insanın durumuna ilişkin eleştiriler karşısında 19 yıldır ülkeyi yöneten Erdoğan’ın yanıtı hayli ilginçtir: “Şu anda bakıyorsunuz her evde araba var, kapıcısında araba var. Şu anda 2. el araba yetişmiyor zaten. Böyle bir durum var. Bunları nasıl görmezden geliyorsunuz? Bunu TV ekranlarından vatandaşa anlatır, kandırabilirsiniz. Ama bizi kandıramazsınız. Nerede ne satılıyor, bunları gayet iyi biliyoruz.”


Türkiye nüfusunun ne kadarının emeğiyle geçindiği, bunların ellerine geçen -ya da geçemeyen- ücretin ne kadar olduğu bellidir. Türk İş’in tespit ettiği temel ihtiyaç maddelerinin fiyatları da malumdur. Tüm veriler ortadayken yaşam standardını “araba” satışı ya da sahipliği üzerinden belirlemek, gerçeklerin üzerini örtme çabasından başka bir şey olamaz.

Peki “araba” ya da “cep telefonu” üzerinden geliştirilen söylemler gerçeklerin üzerini örtebilir mi?

Her şeyden önce otomobil, cep telefonu vs satışları, refahın ya da satın alma gücünün yüksek olmasıyla değil, kolay borçlandırma politikasıyla ilişkilendirilmelidir. Düşük kredi ile borçlandırma, talebi arttırmanın yanı sıra emekçileri sisteme bağımlı hale getiren ve üzerlerindeki tahakkümü arttıran bir tuzaktır.

İktidar yandaşlarına çifte maaşların verildiği, usulsüz ihaleler ve ödemelerde bulunulduğu, vergi borçlarının affedildiği, servetlerini yurt dışına çıkarmalarına göz yumulduğu ve nice benzeri haberlerin her geçen gün bir yenisinin gün yüzüne çıktığı bir dönemde sefalete, açlığa terk edilen halkın bu söylemlere itibar edecek kadar körleşmiş olabileceğini düşünmek bile vahimdir!


 

23 Ekim 2021 Cumartesi

TÜSİAD Demokrasisi!

                            23 Ekim 2021

Patronlar kulübü TÜSİAD’ın AKP/saray iktidarını hedef alan sert eleştirilerine bakılırsa “tek adam” rejimi onların da canını sıkmış. Oysa TÜSİAD’ın tarihine bakıldığında askeri darbelerin (12 Eylül, 28 Şubat vb), OHAL’lerle parlamenter sistemin rafa kaldırıldığı, yasama-yürütme-yargının tek elde toplandığı otokratik rejimlerin ardında genellikle kendilerinin bulunduğu görülür. 

Bugün eleştirdikleri AKP/saray rejiminin yapı taşlarını da kendi elleriyle koymuşlardır. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL düzeninde varlık fonu; kiralık işçilik düzenlemeleri; grev ertelemeleri; ballı teşvikler; vergi muafiyetleri; ormanların, derelerin yok edilerek kâr alanı haline gelmesi... Bunlar tüm patronlar gibi TÜSİAD üyelerinin de yüzünü güldürmüştür. “Tek adam” rejimi yaşama geçirilirken yüzlerindeki tebessüm daha da artmıştır; otokrasi kalıcı hale gelmiştir çünkü...

Ama tarihteki her otokrat gibi, TÜSİAD’ın sırtını dayadığı otokratın da “çizmeyi aştığı” düşünülmüş olmalı ki akıllarına demokrasi, hak-hukuk falan gelmiş!

Sözü fazla uzatmayalım. Kapitalist toplumlarda kapitalin (sermayenin) biriktiği yer üretim/hizmet sürecidir. Kapitalist üretim ilişkileri tüm toplumsal ilişkileri belirler. Bu bağlamda kapitalist toplumda demokrasinin, hakkın-hukukun başladığı ve bittiği yer üretim sürecindeki ilişkilerdir. 

Bir örnekle ifade etmek gerekirse üretim sürecinde yani çalışma ortamında emek gücünü kendi iradesiyle kullanamayan, emeği tahakküm altına alınmış olan emekçilerin toplumsal ilişkiler içinde kendisini demokratik olarak ifade edebilmesi mümkün değildir. Üretim süreci üzerinde tahakküm kuran, toplumsal ilişkilerde yani siyasette de tahakküm kuracaktır.    

TÜSİAD’ı oluşturan patronlar, siyasi iktidarları da kullanarak emekçiler üzerinde tahakkümü en üst düzeye çıkartmıştır. Şimdi sözünü ettikleri demokratikleşme, sadece siyasi yapıda liberal demokrasiyi işler hale getirmekten ibarettir. Kapitalist sömürüyü meşrulaştırmaktan öteye gidemeyen liberal demokrasiyi savunan patronlar, servetlerine servet kattıkları fabrikalarda, marketlerde, madenlerde vs... demokrasiyi ağızlarına bile almazlar. 

Örneğin, ITUC (Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu) küresel hak ihlalleri endeksinde yıllardır Türkiye’nin en kötü 10 ülke içinde yer alınmasından rahatsızlık duymaz, bunu eleştirmezler. Zira en kötü 10 ülke içinde yer alınmasına neden olan sendikal hak ve özgürlüklere ilişkin ihlallerin büyük bölümü kendilerine ait olan ya da fasoncu veya taşeron ilişkisi içinde oldukları iş yerlerinde yaşanmaktadır.  Yine özellikle pandemi vesilesiyle evden çalışma, MesSafe gibi emek üzerinde tahakkümü arttırma yöntemleri de yine TÜSİAD üyelerinin iş yerlerinde yoğun olarak uygulanmaktadır. 

Hal böyle olunca, demokrasiden, haktan hukuktan söz eden, otokrasiden rahatsız olduğunu ifade eden TÜSİAD’a “önce sen iş yerlerinde işçi üzerinde tahakküm kurmaya dayanan otokratik düzene son ver” demek gerekiyor. Tabi bu arada eleştirdikleri düzenden yararlanarak doğa talanı ile kâr ve rant sağlamaya bir son vermeleri de anımsatılmalı... 

TÜSİAD, Türkiye burjuvazinin sınıf bilinci en yüksek örgütüdür. Neyi eleştirdiğini ya da savunduğunu çok iyi bilir. Bu nedenle TÜSİAD’ın çıkarlarıyla emekçilerin ve toplumun genel çıkarların örtüşmesi mümkün değildir. 

Toplumda emeğiyle geçinenler AKP/saray iktidarının kurduğu otokratik düzene ancak kendi sınıfının mücadelesiyle karşı koyabilir. TÜSİAD’ın ardına sığınarak emekçilerin ve sermaye dışı diğer kesimlerin herhangi bir kazanımı olamaz!



15 Ekim 2021 Cuma

2022 bütçe ve asgari ücret tartışmaları...

                               16 Ekim 2021

Yılın son aylarına yaklaştıkça 2022 bütçesi ve asgari ücret de gündeme gelmeye başladı. Toplumun geniş kesiminin yaşam koşullarını belirleyecek olan bu iki gündem, geçtiğimiz günlerde açıklanan Sayıştay Raporu ve Pandora Belgeleri’nin gölgesinde tartışılacak. Gerçekleri çarpıtan (TÜİK gibi) kamu kurumları ve olan biteni topluma yansıtmaması için basının baskı altına alınmış olması, bu gölgenin karanlığını daha da koyulaştıracak şüphesiz. 

Bu tartışmalarda sarayın ne diyeceğini tahmin etmek zor değil. Ezberlenmiş bir tekerrürle, sermayenin çıkarları ve saray iktidarının bekâsı neyi gerektiriyorsa onu söyleyecektir yine.

Burada mesele sarayın kelâmı değil, verdiği kararlar karşısında giderek işsizleşen, yoksullaşan, gelecek umudunu kaybeden geniş toplum kesimlerinin ne söyleyeceğidir. Ama toplumun sessiz kalması halinde sarayın dediğinin olması kaçınılmazdır!

Otoriter rejimlerin ayakta kalmasının koşulu halkın otoriteye boyun eğmesidir. Dolayısıyla böylesi rejimler “toplumun sesini kesmek, onları muktedir olanın sadece ‘tek adam’ olduğuna ve hiçbir şeyi değiştiremeyeceklerine ikna etmek için” ellerinden geleni yapacaktır. 

                                                                            ***

Yasama-yürütme ve yargının tek adamda toplandığı bir dönemde yargı organlarından biri olan Sayıştay, yayımladığı raporda birçok bakanlık ile kamu kurum ve kuruluşunda yaşanan usulsüzlükleri, -saray başta olmak üzere- kamu kaynaklarının keyfiyetle nasıl savrulduğunu “cesurca” ortaya koydu. 

Rapordan kısa bir süre sonra Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu (ICIJ) tarafından 117 ülkede 650 gazeteciyle birlikte incelenen Pandora Belgeleri yayımlandı. Çok sayıda ülkede üst düzey devlet yöneticilerinin, siyasetçilerin ve sermaye sahiplerinin off-shore şirketleri aracılığıyla vergi kaçırdıklarını ortaya çıkaran belgede, tahmin edilebileceği gibi Türkiye’den birçok siyasetçi ve iş insanının da ismi yer alıyor. Bunların pek çoğunun iktidara yakın isimler olduğunu belirtmeye gerek yok sanırım.

Son günlerde ortaya saçılan haberlerle kamu kaynaklarının Bilal Erdoğan himayesindeki TÜRGEV, TÜGVA gibi iktidar yanlısı vakıflara aktarılması da yine yollu ya da yolsuz biçimde halkın ekmeğinin, öğrencinin barınma hakkının vs gasp edilmesinin bir başka örneği. 

Demokrasinin, hukuk kurallarının asgari seviyede bile işlediği bir ülkede sadece son bir kaç haftada ortaya dökülen belge ve raporlarla mevcut iktidarlar bulundukları yerde bir gün dahi kalamazdı. Gelin görün ki demokrasi ve adalet yoksunu otokrasiyle yönetilen diğer ülkeler gibi Türkiye’de de halk yoksullukla, açlıkla cebelleşirken iktidar sahipleri ve şürekâsı onların haklarından gasp ettikleriyle lüks içinde yaşamaktan hicap duymuyor! 

                                                                            ***

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana “Türkiye’de demokrasi mücadelelerini baskılamak” bir devlet geleneği halini almıştır. OHAL’le kurulan “tek adam” rejimi ise bu geleneği daha ileriye taşımış, hakkını arayan emekçiye, çiftçiye, öğrenciye, kadına, gence, Kürt’e, Alevi’ye... daha önce görülmedik biçimde baskı uygulamaya başlamıştır. 

Ancak 1923’ten beri yaklaşık yüz yıldır süren baskılara karşı direniş de eksik olmamış, bu topraklarda her şeye rağmen bir mücadele geleneği oluşmuştur. Bugün de aynı gelenekle emekçi, kadın, genç, Kürt ya da Alevi olmaktan, kısacası insan olmaktan kaynaklanan haklar üzerinde tepinen bir iktidara boyun eğmeyecek, aksine tüm bu kesimlerin ortak nefesiyle muktedirin söndüremediği mücadele ateşi daha da harlanacaktır! 

Bir an önce harlanması gereken bu ateş, 2022 bütçesi ve asgari ücret tartışmaları üzerindeki usulsüzlük, yolsuzluk, arsızlık gölgesini de aydınlatacaktır. Bu aydınlık, seçim sürecinin önünün açılması için de bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. 

 

8 Ekim 2021 Cuma

Üniversitede Ölüm Sessizliği

                             9 Ekim 2021

Üniversitelerde yaşananları hayret ve ibretle izliyoruz! Sadece Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananları değil, diğer 206 üniversitede yaşananları ve belki daha fazla yaşanması gerekip de yaşanmayanları...

Boğaziçi Üniversitesi malum olduğu üzere sarayın rektörlüğe kayyum atamasından bu güne, geçen 40 hafta, yaklaşık 280 gündür öğrencisiyle, akademisyeniyle direniyor. Tüm baskılara rağmen kırılamayan direniş,  atanan ilk kayyumun görevden alınmasını sağladı. Ama saray yönetimi otokratik rejimi kanıtlamak istercesine yeni bir kayyum atadı ve direnişe yönelik baskısını daha da arttırdı.

Bu süreçte kimi öğretim elemanları üniversiteden uzaklaştırıldı, birçok öğrenci doğrudan şiddetin muhatabı oldu. Ama -Erdoğan’ın da hedef göstermesiyle- gözaltılarla, tutuklamalarla yoğunlaşan baskılara rağmen direniş tüm kararlılığıyla sürüyor. Boğaziçi Üniversitesi kayyuma karşı direnişinde öğrencisiyle, akademisyeniyle bunca ağır bedelleri ödemesine rağmen mücadelesine devam ederken Türkiye’nin diğer üniversitelerinin öğretim elemanları, öğrencileri ne yapıyor peki?

Merakım, diğer 206 üniversitenin Boğaziçi Üniversitesi için ne yaptığıyla ilgili değil. O malum zaten: Bazı duyarlı öğrenciler dışında Boğaziçi direnişine katkı olarak yaptıkları hiçbir şey yok! Benim sözü getirmeye çalıştığım yer, hayret ve ibretle kendilerini izlememe neden olan, “Türkiye’de kayyum atanan tek üniversite Boğaziçi imiş de diğerlerinde akademik özgürlükler, üniversite özerkliği bakımından her şey olması gerektiği imiş gibi bir havanın olması” hali.

Oysa ülkede sadece Boğaziçi değil, 207 üniversitenin tamamı (üniversite bileşenlerinin -akademisyen, öğrenci, idari ve teknik personel- iradesi yok sayılarak) OHAL fırsatçılığı ile 29 Ekim 2016’da çıkartılan 676 sayılı KHK’dan bu yana  sarayın atadığı kayyumlar tarafından yönetiliyor. Bunun öncesinde de üniversitede demokrasiden, özerklikten söz edilemezdi elbette ama en azından köklü üniversiteler için dayatma bu seviyeye ulaşmamıştı. Var olan antidemokratik uygulamalara karşı ise çok güçlü ve örgütlü ol(a)masa da ciddi sesler çıkarılıyordu.

Görünen o ki, Boğaziçi Üniversitesi ve bazı üniversitelerin kimi birimleri -ODTÜ’de tepeden atılan dekana tepki gösteren İİBF gibi- dışında üniversitelerde özellikle akademik kadrolar bilimsel özerklikten, akademik özgürlüklerden vazgeçmiş otokratik düzeni kabullenmiş durumda. Kendi özerkliğini, özgürlüğünü savunamayan bir akademinin toplumun sorunlarını sahiplenmesi, çözüm üretmesi ise beklenemez elbette.  Uzunca bir süredir ekonomiden dış politikaya, eğitimden sağlığa, ekolojik talandan ırkçılığa kadar toplumun cebelleştiği tüm meselelerde üniversitenin büyük sessizliğinin nedeni budur.

Boğaziçi Üniversitesi direnişi, ölüm sessizliğine bürünmüş Türkiye üniversiteleri için umuttur! Bu umudun yeşermesi, yaygınlaşması ancak örgütlü bir mücadeleyle olur. Eğitim Sen ve SES başta olmak üzere üniversitelerde örgütlü olan ve özerk, demokratik üniversite ilkesini benimseyen tüm yapılara bu konuda önemli sorumluluk düşmektedir.     



 

3 Ekim 2021 Pazar

HDP Deklarasyonu...

                               2 Ekim 2021

HDP’nin “Adalete, Demokrasiye, Barışa Çağrı Deklarasyonu” tıkanan Türkiye siyaseti ve beraberinde giderek artan toplumsal sorunların çözümü için tarihi bir fırsattır. Deklarasyonun emekçilerin, kadınların sorunlarına, doğa talanına ve diğer sorunlara somut çözümler getirmediği doğrudur. Ama böyle bir iddiası yoktur zaten ve bu nedenle de deklarasyonu parti programı veya seçim bildirgesi gibi değerlendirmemek gerekir.

Toplumsal sorunlara somut çözümler üretmemekle birlikte deklarasyon, tüm bu sorunların temel nedeni ve aynı zamanda çözümün önündeki en önemli engel olan otokratik yapıyı kırarak çoğulcu demokrasinin tesis edilmesi için “Demokrasi İttifakı” oluşturma çağrısı yapmaktadır. Bu çağrı ile amaçlanan, barışın toplumsallaşmasıdır. 

2015’te 7 Haziran seçimleri sonrasında yaratılan çatışma ortamı içinde “barış” sözcüğünü kullanmak bile suç haline gelmiş, barış çağrısında bulunduğu için binlerce kişi işinden edilmiş, yargılanmış hatta tutuklanarak özgürlüğünden mahrum bırakılmıştır. Daha vahimi, barış çağrısının dillendirildiği gösterilere yapılan bombalamalarda yüzlerce barış savunucusu yaşamını yitirmiş, yaralanmış, sakat kalmıştır.


Barışı savunmanın bedelinin böylesine ağır olduğu bir ülkede barışın toplumsallaşması demokrasinin, hakkın, hukukun, adaletin olmazsa olmaz koşuludur. Barış olmadan demokrasi olmaz, demokrasi olmadan da ne işçiler emeklerinin karşılığını alabilir ne toplumsal cinsiyet eşitsizliği ortadan kaldırılabilir ne Aleviler inanç özgürlüğüne kavuşabilir ne de Kürt halkı siyasal ve kültürel haklarını edinebilir.

HDP’nin çağrısı, CHP başta olmak üzere Cumhur İttifakı dışındaki partiler tarafından olumlu karşılandı dahası desteklendi. Ancak AKP ve saray rejiminin ülkeyi sürüklediği karanlığın daha da derinleşmemesi ve siyasetteki düğümün çözülerek aydınlığa çıkabilme umudunun yeşerebilmesi için bu desteğin “seçime odaklı bir strateji” olma ihtimali göz ardı edilmemelidir. 

Zira hem geçmişteki samimiyetsiz desteğimsi tavırlarda hem de 2013-2015 arasındaki çözüm sürecinde görüldü ki toplumsallaşmayan barış kalıcı olmuyor!            

Bu nedenle HDP’nin çağrısının muhatabı siyasi partilerle sınırlı kalmamalı, çağrının Türkiye halkları için önemi toplumun tüm kesimlerine anlatılmalı ve onların da desteği alınmalıdır. KESK ve DİSK başta olmak üzere sendikalara, meslek örgütlerine, kadın örgütlerine, çevre örgütlerine, Alevi örgütlerine ve “birlikte barış içinde yaşanır bir ülke” arzusundaki tüm demokratik kitle örgütlerine bu konuda önemli görevler düşmektedir.