29 Ekim 2010 Cuma

Üniversitede Türban Üzerine…

29/10/2010

ÖZGÜRCE


Türkiye’de hizmet alan bakımından kıyafet sınırlamasının olduğu tek kamu alanı eğitimdir. Yani okul öncesi eğitimden üniversiteye kadar hizmet alan durumunda olan öğrenciler her istedikleri kıyafetle okula gidemezler. Üniversite dışındaki okullarda belirli bir kıyafet giyinme zorunluluğu varken üniversitede dini simge haline gelmiş kıyafetler dışında belirli bir sınırlama yoktur. 12 Eylül referandumu sonrasında yeniden alevlenen tartışmalar, daha önce de olduğu gibi üniversitede dini simge olarak kabul edilen “türban”a yönelik yasağın kaldırılması üzerinde yoğunlaşmaktadır. Hal böyle olunca bir kıyafet biçimi olan türbanı, üniversitenin işlevlerini de dikkate alarak değerlendirmek gerekmektedir. Üniversitede türban üzerine düşüncelerimi, bu konunun daha önce gündeme geldiği 2008 yılında bu köşede yayınlanan “Türban ve Üniversite Üzerine…” başlıklı yazıda ifade etmeye çalışmıştım. 1 Şubat 2008 tarihli bu yazıda yer alan düşüncelerimi konunun güncelliğini göz önünde bulundurarak bir kez daha sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Üniversite, bu köşede birçok kez dile getirmeye çalıştığım gibi bilimsel bilgi üretmesi ve sunması gereken bir kurumdur. Bilimin olmazsa olmaz koşulu ise özgür düşünme ve tartışma ortamının gerekliliğidir. Yani, bilimsel faaliyet içinde bulunacak kişiler (öğrenciler de bu faaliyetin doğrudan içindedir) tamamen dogmalardan uzak düşünmeye ve sorgulamaya açık olmalıdır. Mutlaklaştırılmış kabullerin ötesine geçemeyen itaatin, özgür düşünceyi engellediği de anımsanırsa böyle bir anlayış içerisinde gerçeklikleri anlamak, sorunları çözmek ve toplumsal ilerlemeye katkı sağlamak nasıl mümkün olabilir?


Üniversiteye ilişkin bu genel tanımlamadan sonra gelelim türbana; mademki bir inancın gereği olarak talep edilmektedir, o halde en temel insan haklarından biri olması gereken inanç özgürlüğü bağlamında diğer giyim kuşam şekilleri gibi türbana da karşı olmamak gerekir. Ancak, konu “üniversitede türban” olunca, dini bir simge olan türbanı tercih edenlerin mutlaklaştırılmış kabulleri olduğu ve bu kabuller doğrultusunda itaatin, özgürce düşünme ve sorgulamanın önüne geçeceği kaygıları ortaya çıkmaktadır. İşte bu noktada türban ya da benzeri inanç simgelerini taşıyanların bilimsel faaliyet içinde katkı sağlamaları beklenemez. Dolayısı ile üniversitede türbanı değerlendirirken şekil açısından değil, türbanın altındaki zihniyetin bilim ve üniversitenin işlevleriyle arasındaki çelişki açısından konu ele alınmalıdır.


Burada haklı olarak şu soru akıllara gelecektir: Peki, bilimsel faaliyete engel olacak dogmalar, mutlaklaştırılmış, itaate dayalı düşünceler sadece türbanla mı ortaya çıkar, türbanın yasak olması üniversitelerde düşüncenin özgür olduğu anlamına mı gelir?


Sorunun cevabı elbette “hayır” olacaktır. Başı açık ama beyni örtülü birçok kişi üniversitelerdedir ve zaten üniversitelerin bugün işlevlerini yerine getirmekten uzak olmasının temel nedeni de budur. Ve beyinlerdeki bu örtü sadece dinle sınırlı değildir. Irkçılığı, şovenizmi ve sermayeciliği dogma haline getirmiş, mutlaklaştırmış ve ona itaat eden de önemli bir kesim vardır. Bu kesimin de bilim ve üniversite ile çelişkileri dini dogma haline getirmiş olanlardan daha az değildir.


O halde, öncelikle üniversitede türbanı savunmamak gerekir ama en az türbanla simgeleşen dogmalar kadar üniversitenin işlevlerini engelleyen diğer örtülü beyinlerle de mücadele etmek gerekir. Öte yandan, türban konusunda düşünürken sadece türbana karşı çıkmak yerine, türbanın ve onun temsil ettiği düşüncenin son 30 yılda böylesine yaygınlaşmasının nedenlerine de bakılmalıdır. Zira türban talebinin böylesine yoğunlaşması sadece bir sonuçtur. İnsanları dine yönelten en temel etken bu dünyadan umutların kesilip, diğer dünyadan beklentilerin artmasıdır. Bu dünyada umutları tüketen ise özgürlükçü düşünce ortamının baskılanması ve bu baskı ortamından faydalanılarak toplumun geniş kesiminin haklarını elinden alıp, onları açlığa, yoksulluğa, işsizliğe iten politikalardır. Sermayenin çıkarları doğrultusunda oluşturulan bu politikalar sorgulanmadan Türkiye’de irtica ve de türban konusunda yapılacak tartışmalar lafı güzaftır.”

22 Ekim 2010 Cuma

Yargıdan AKP’ye Büyük ‘Destek’!..

22/10/2010

ÖZGÜRCE


Türban, iktidarda 8 yılını dolduran AKP’nin iç siyasetteki en önemli dayanağı olmuştur. Türban üzerinden yaptığı manevralar sayesinde AKP, “şekli laisizmin” savunucusu CHP’yi de yargı kurumlarını da elimine etmeyi başarmıştır. Öte yandan AKP, çoğu zaman planlı biçimde gündeme getirdiği türban meselesi üzerinden hem gerçek gündemin üzerini örtmüş hem de toplum desteğini kaybedip köşeye sıkıştığında türban nedeniyle hakkında açılan kapatma davalarında büründüğü mazlum rolü sayesinde bu sıkışmışlıktan kurtulmuştur.

Bunun en açık örneği 2008 yılında yasalaştırılmak istenen SSGSS’ye karşı toplumda muhalefetin en üst düzeyde olduğu bir dönemde yaşanmıştır. Emek Platformunun tüm ülkede iki saatlik iş bırakma kararını uygulayacakları 14 Mart 2008 günü AKP’ye kapatma davası açılacağı haberi gündeme bomba gibi düşmüş ve emekçilerin eylemi başarıya ulaşamamıştır. Daha sonra da AKP’nin kapatma davası nedeniyle büründüğü “mazlum” hali Emek Platformunu bölmüş ve emekliliği mezara taşıyan, sağlığı bütünüyle piyasaya terk eden 5510 sayılı SSGSS Yasası Meclisten geçmiştir.

Benzer bir durum bugün de söz konusudur. HSYK seçimleri sonrasında AKP’nin hukuk ve demokrasi anlayışı 12 Eylül referandumunda kendisini destekleyen kesimler tarafından dahi eleştirilmeye başlanmıştır. Öte yandan CHP, “şekli laisizm” anlayışını yumuşatarak, 2008’de AKP’ye kapatma davasına gerekçe olan “Türbanı sadece üniversitede serbestleştirme” formülünü önermiştir. CHP’nin bu hamlesi, AKP’nin iktidarını sürdürmesini sağlayan çok önemli bir kozun elinden alınması anlamına gelmektedir. Bu önemli kozun elinden alınmasını engellemek isteyen AKP, türban hedefini genişletmek ve türban serbestisinin kamusal alanının bütününü kapsayacak biçimde yayılmasını savunmak durumunda kalmıştır. Her ne kadar AKP’nin nihai hedefi türbanın her alanda kullanımının serbestleşmesi olsa da böylesine köklü bir düzenleme, -karşılaşabileceği tepkiler nedeniyle- AKP için de henüz erkendir. Gerek HSYK seçimleri gerekse türban meselesinde atmak zorunda kaldığı adımlar AKP’yi pek çok yönden sorgulanır bir konuma düşürmüş ve köşeye sıkışmasına neden olmuştur.

İşte AKP’nin yine köşeye sıkıştığı bir dönemde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, yeni bir kapatma davası açılabileceğini ima eden bir açıklama yapmıştır. Bu açıklama 2008’deki kapatma davasının açılmasında olduğu gibi AKP’nin halen yargı baskısı altında olduğu söylemiyle yeniden mazlum görüntüsüne bürünmesine yol açacaktır. Böylece HSYK seçimleri ve AKP’nin yargı üzerinde gerçekleştirildiği iddia edilen operasyon ile AKP’nin türban meselesindeki yeni konumu sorgulanmayacak; adil bir hukuk düzeni ve demokrasi adına AKP’yi destekleyen ama son gelişmeler üzerine AKP’yi eleştirenler de yeniden AKP savunuculuğuna devam edecektir.

Sözün özü: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı yine en zor zamanında mazlum rolüne bürünmesini sağlayarak AKP’ye destek olmuştur. Sayın Başbakan, sürekli olarak eleştirdiği Başsavcıya ne kadar teşekkür etse azdır (!)

15 Ekim 2010 Cuma

2011 OVP; Kime Ne Getirir, Kimden Ne Götürür?

15/10/2010

ÖZGÜRCE

2011-2013 dönemini içeren Orta Vadeli Program (OVP) yayınlandı ve hemen ardından da borsa rekor bir yükselişle tarihinin en yüksek düzeyine çıktı. OVP’nin toplumun hangi kesimlerine neler getirip, hangi kesimlerinden neler götüreceğini anlamak için borsanın verdiği bu tepkiye bakmak yeterlidir aslında…

Bilindiği üzere borsa, kağıtları işlem gören şirketlerin kârlarının ya da kâr beklentilerinin artmasıyla yükselir. Şirketlerin kârının yükselmesi de maliyetlerinin düşmesi ve rekabet edebilme kabiliyetlerinin yükselmesiyle olur. Maliyetlerin düşmesi ve şirketlerin pazar paylarının artması ya ihtiyacın yüksek olduğu çok özel bir ürünün piyasaya sürülmesiyle ya da verimliliği olağan üstü düzeyde yükseltecek bir üretim tekniğinin bulunması ve uygulanmasıyla gerçekleşir. Eğer bu özel durumlar dışında bir şirketin kârı ve dolayısıyla hisselerinin değeri yükseliyorsa bunun nedeni emek maliyetinin ve/veya vergi giderlerinin düşürülmesidir.

Devletin izlediği ekonomi politikaları şirketlerin kârlılık düzeyini birçok yönden etkiler. Örneğin bugün Türkiye’de olduğu gibi cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanlar, şirketlerin temsilcisi gibi ülke ülke dolaşır ve bir taraftan bu şirketlerin mal ve hizmetlerini pazarlamaya çalışır veya bu şirketlere yatırım yapacak ortak ararlar. OVP gibi programlar ise hükümetlerin devlet erkini kullanarak uygulanacakları politikaları ve tercihleri belirtir. Bu tür programlarda vergilerin hangi toplum kesiminden alınacağı, bütçeden hangi toplum kesimine daha fazla kaynak aktarılacağı gibi maliye politikalarının yanı sıra uygulanacak sosyal politikalar ve istihdam politikalarıyla da hangi toplumsal sınıfın çıkarlarının korunacağı ortaya konulur.

2009 yılında hazırlanan OVP gibi 2010 yılında hazırlanan ve 2011-2013 dönemini kapsayan OVP’de de “Ekonominin rekabet gücü, kamu harcamalarında etkinlik, iyi yönetişim, devlet yardımları, eğitim sistemi, yargı sistemi, kayıt dışılık, yerel yönetimler ve bölgesel gelişme alanlarında yapısal dönüşüm ihtiyacı devam etmektedir” tespiti yapılmıştır. Söz konusu yapısal dönüşüm, tamamen piyasanın ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olarak neoliberal politikalar çerçevesinde gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.

Bu bağlamda 2010 OVP ile bir taraftan “kamu açıklarının azaltılması…” hedefi ortaya konulmuş, diğer taraftan da “...özel sektörün kullanabileceği kaynakların artırılmasına katkı sağlayacak ve böylece özel sektör öncülüğünde bir büyüme sürecinin gerçekleşmesine yardımcı olacaktır” ifadesi kullanılmıştır. Bunun anlamı, kamu gelirleri arttırılıp, kamu giderlerinin azaltılacağı ama bu yapılırken özel sektörün çıkarları gözetileceğidir. Yani kamu gelirlerini arttırmak için toplumun ödediği dolaylı vergiler artacak, kamu giderlerini azaltmak için de eğitim, sağlık gibi kamu hizmetlerine ayrılan pay düşecektir. Böylece sermaye daha az vergi öderken bütçeden yüklü teşvikler alacaktır.

2010 OVP’de diğer bir hedef de “…işgücü piyasasının esnekliğini ve işgücüne katılımı artıracak politikalara ağırlık verilecektir” ifadesiyle ortaya çıkmaktadır. AKP hükümeti özellikle 2008 yılından buyana ekonomik krizi ve krizle birlikte yükselen işsizliği de bahane ederek istihdama ilişkin bir dizi politikayı uygulamaya koymuştur. Bu politikalar sermayenin üzerindeki emek maliyetini en aza indirmek üzere bir taraftan maliyetin bir kısmını genel bütçenin ve İşsizlik Sigortası Fonunun (İSF) üzerine yıkmak, diğer taraftan da istihdamda esnekliği arttırmaktır. Sosyal güvenlik primlerinin, vergilerin ve kısmi çalışma ödeneği gibi adlar altında ücretlerin genel bütçe ve İSF üzerine yıkılmasıyla sermaye büyük bir yükten kurtulmakta ve bu yük toplumsallaştırılmaktadır. Öte yandan işgücü piyasasının esnekleştirilmeyle birlikte işveren, işçiyi istediği zaman işten çıkartma, istediği süre ve istediği ücretle çalıştırma özgürlüğüne kavuşmaktadır. Bunun emekçiler için anlamı ise daha düşük ücret, daha uzun, daha kötü koşullarda çalışma ve güvencesizlik olmaktadır.

Kısacası, emekçiler için 2010 OVP, yeni zamlar, daha kötü ve daha pahalı kamu hizmeti, daha düşük ücret, daha uzun süreyle daha kötü koşullarda çalışma ve güvencesizlik anlamına gelmektedir. Ama buna karşılık sermaye için OVP, daha az vergi, daha fazla devlet teşviki ve daha ucuz işgücü demektir. İşte bu nedenle borsalar coşmakta ve AKP Hükümetiyle arası açık gibi görünen TÜSİAD’ın ve diğer tüm sermaye kesimlerinin yüzü gülmektedir. Tüm bunlar olurken sendikalar ise sessiz sedasız olan biteni izlemekle yetinmektedir (!)

8 Ekim 2010 Cuma

‘2. Tekel Direnişi’

08/10/2010

ÖZGÜRCE

TEKEL işçisi, iş güvencesi için, ekmeği için kışın en soğuk günlerinde Sakarya Caddesi’nde 78 gün direndi. 78 gün boyunca Türkiye’nin gündemi bu direnişe odaklandı. Direniş sadece TEKEL işçisinin direnişi değildi; Türkiye’de yıllardır işini, ekmeğini kaybetmiş ya da kaybetme tehdidi altındaki milyonlarca emekçinin de direnişiydi. Türkiye’nin her yerinden emekçiler Ankara’ya akın etti, TEKEL işçisinin yanında direnişe katıldı, dünyanın pek çok ülkesinden emekçiler TEKEL işçisiyle dayanışma eylemleri yaptı. Uzun yıllar sonra ilk kez TEKEL direnişiyle birlikte işçi sınıfı halen var olduğunu gösterdi. Direnişte geçen 78 gün, siyasi iktidarın ve sermayenin kabusu olurken, emekçiler için umut oldu.

TEKEL işçisi direnişi boyunca sadece Ankara’nın soğuğu ve iktidarın tehditleriyle değil, sendikal bürokrasinin engellemeleriyle de mücadele etmek zorunda kaldı. Ve sendikal bürokrasinin elbirliği ile sergilediği oyun, direnişin kırılmasında en önemli etken oldu. 22 Şubatta konfederasyonlar TEKEL işçisinin talepleri yerine getirilmezse genel greve -ya da eyleme- gideceklerini vaat ettiler; Tek Gıda-İş Sendikası eylemliliklerin tüm Türkiye’de süreceği sözünü verdi. Ama bu sözlerin, vaatlerin hiçbiri yerine getirilmedi. Son olarak 9 Ağustosta Tek Gıda-İş Genel Merkezi’nden yapılan bir açıklamayla 2 Martta ilan edilen eylem programının iptal edildiği duyuruldu ve işçilerin direnişinin temel gerekçesi olan 4-c kadrosuna geçmeleri istendi. Eylem programının iptaline gerekçe olarak da; “1 Mayıs Taksim Mitingi ve 26 Mayıs Genel Grev uygulamalarında yaşananlar ve Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun ittifakla aldığı karar gereği 4-c’nin Anayasa Mahkemesine gönderilmesi” gösterildi. Sendikadan yapılan bu açıklama TEKEL direnişinin yok sayıldığını ve sendikanın TEKEL işçilerini tamamen gözden çıkarttığını gösteriyordu.

TEKEL işçisinin sendikasından gördüğü bu tavır, 78 gün boyunca direnişi manşetlerinden düşürmeyen, direnişe çok büyük anlamlar ithaf edenler tarafından maalesef görülmedi. Direniş boyunca TEKEL işçisini göklere çıkartanlar artık onları unutmuştu. 78 gün boyunca “Ölmek var dönmek yok” diyen TEKEL işçisi, tamamen yalnızlaştı ve işçilerin büyük çoğunluğu çaresizlik içinde 4-c’yi kabul etmek zorunda kaldı.

TEKEL mücadelesinin sınıf mücadeleleri tarihine “Hazin bir yenilgi” olarak geçeceği düşünülmeye başladığı bir sırada, Türkiye’nin dört bir yanından bir kısım TEKEL işçileri, kendilerine verilen sözlerin tutulmadığını, 4-c’yi kabul edenlerin dahi işbaşı yaptırılmadığını söyleyerek, yeniden kendi yuvalarına Tek Gıda-İş Sendikasına geldiler. Ama ne yazık ki daha önce Türk-İş yönetiminin yaptığını bu kez Tek Gıda-İş Sendikası yaptı ve “Polis gücü kullanarak”, işçileri kendi yuvalarına sokmadı. Sayıları az da olsa TEKEL işçileri haklarını almak için kendi ifadeleriyle “2. TEKEL direnişini” başlattılar ve sendikalarının önünde direnişe geçtiler.

TEKEL işçisinin talebi, sendikayı harekete geçirmek, sendikanın mücadelelerini sahiplenmesini sağlamak ve sendikanın şemsiyesi altında mücadeleyi sürdürmek(!) Sizce TEKEL işçisi çok şey mi istiyor? Eğer bir sendika emekçilerin iş, ekmek mücadelesini sahiplenmeyecekse, emekçilerle arasına polis gücü koyacaksa ona nasıl sendika denir? Emekçileri polis aracılığıyla sendikadan uzak tutmaya çalışan, mücadeleden kaçan sendikacılar var oldukça, emekçilerin sendikalara güvenmesi beklenebilir mi?

1 Ekim 2010 Cuma

Barınma ve Yaşam Hakkını İhlal ya da Bir Sermaye Birikim Hikayesi…

01/10/2010

ÖZGÜRCE

Türkiye’de konut sorunu 1950’lerin sonları 1960’ların başlarıyla birlikte hızlanan köyden kente göçle birlikte ortaya çıkmıştır. Sanayinin yoğunlaştığı büyük şehirlere çalışmaya gelenlerin barınma ihtiyaçlarını karşılamak için devletin tek yaptığı gecekondulaşmaya göz yummak olmuştur. Gecekondulaşmaya göz yumarak, bir taraftan devlet sosyal konutlar yapmak için bütçeden pay ayırmak zorunda kalmamış, diğer taraftan da barınma maliyetinin en düşük düzeyde tutulması sağlanarak, düşük ücretle işçi çalışması olanaklı hale getirilmiştir. 1970’li yıllara gelindiğinde derme çatma gecekonduların yerine emekçiler, -büyük çoğunluğu imar izni de alarak- dişlerinden tırnaklarından ayırdıkları paralarla daha düzenli, kalıcı konutlar yapmışlar ya da müteahhitlerce yapılan apartman daireleri satın almışlardır.

1980’lerle birlikte üretimin büyük fabrika düzeni yerine küçük ve orta ölçekli üretim alanlarına kaymasıyla kentlerde kurulu büyük fabrikaların önce işçi sayısı azalmış, daha sonra da bu fabrikalar kapatılmış ya da kentlerin dışına taşınmıştır. Üretimin kent dışına çıkmasıyla birlikte, emekçilerin de bu üretim alanlarını çevreleyen barınma alanlarında yaşamlarını sürdürmeleri sermaye için bir ihtiyaç olmaktan çıkmıştır. Ayrıca sermaye kesimi, büyük çoğunluğu kentlerin ortalarında, rantın yüksek olduğu bu yerleşim alanlarını kendisine yeni kâr alanı haline getirmek üzere emekçileri buralardan tasfiye edilip, lüks konut ve ticaret merkezleri haline dönüştürme çabası içerisine girmiştir.

Kentsel dönüşüm adı altında yürütülen projelerle kent merkezlerindeki barınma alanlarından “sürgün” edilen emekçiler için kent merkezlerinin dışında, Emlak Bank ve TOKİ aracılığıyla toplulaştırılan araziler üzerine yapılan konutlar yeni barınma alanları olarak gösterilmiştir. Başlangıçta çok düşük gelirli kesimlerin de sahip olabileceği konutlar üretileceği propagandası yapılmışsa da kısa süre içinde lüks konut üretimi ağırlık kazanmış ve konutların aylık taksitleri birçok yerde ortalama gelire sahip bir emekçinin bir yıllık gelirleri düzeyine ulaşmıştır. Böylece geniş emekçi kesimler için kentlerde barınacak bir konut edinebilmek neredeyse imkansız hale gelmiştir. Emekçiler ve sermaye dışındaki diğer kesimlerin barınma hakkını elinden alan konut politikaları, 2001 ve 2008 krizlerinde izlenen, inşaat sektörüne kaynak aktarma yoluyla ekonomiyi canlandırma anlayışının da sonucu olarak Türkiye’de yeni bir sermaye birikimi sağlama aracı olarak kullanılmıştır. Özellikle 2000’li yıllarla hızlanan kentsel dönüşüm, konut politikalarındaki değişimin yarattığı yeni sermayedarlara en iyi örneklerden biri Ağaoğlu Şirketler Grubu’dur.

Dünün müteahhidi bugünün en büyük sermaye sahiplerinden biri olan Ali Ağaoğlu, son günlerde kendi görüntülerinin de yer aldığı sayfa sayfa gazete ilanları ve televizyon reklamlarıyla gündeme gelmiştir. Ali Ağaoğlu’nun “Bu ülkede herkes iyi yaşamayı hak ediyor” sözünün öne çıkartıldığı bu ilan ve reklamlara bir de -emekçilerle dalga geçer gibi- “10 bin peşin daire senin” notu düşülmüştür… 1981 yılında inşaat faaliyetlerine başlayan Ağaoğlu, 1982-2000 arasındaki 18 yılda 208 villa ve 949 daire yapmışken; 2000-2009 yılları arasında 367 villa, 288 konak daire, 1 tarihi konak, 122 ofis ve 8 bin 856 daire inşa etmiştir. 2000 sonrasında inşa edilen dairelerin yüzde 87’si ise 2007-2009 arasında gerçekleştirilmiştir (www.agaoglu.com.tr). Orta düzeyde bir müteahhit olan Ağaoğlu’nun, ekonomik krize de denk gelen son birkaç yıl içinde böylesine ciddi bir büyüme göstermesinde uygulanan kentsel dönüşümün, kamu kaynaklarının inşaat sektörüne aktarılmasının ve orman arazileri de dahil olmak üzere kamu arazilerinin büyük teşviklerle elde etmesinin çok önemli payı olduğuna kuşku yoktur.

Ağaoğlu’nun 1980’lerdeki ilk yatırımlarını gerçekleştirdiği sermayeyi edinme süreci de en az son üç yıldaki hızlı büyüme hikayesi kadar ilginçtir. Ali Ağaoğlu, 17 Ağustos depreminin yıldönümü vesilesiyle Referans gazetesinde yer alan söyleşide aynen şunları söylemiştir: “Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. İstanbul konut inşaat sektörünü en iyi bilen isimlerden biri olarak söylüyorum ki; mevcut yapı stokunun yüzde 70’i deprem açısından güvenli değil. 1970’li yıllarda İstanbul’un Anadolu yakasında yapılan yapıların büyük bir kısmına inşaat malzemesini ben sattım. Kumları Marmara Denizi’nden demirleri hurdadan çektik. O zamanın şartlarında en iyi malzeme buydu. Sadece biz değil tüm firmalar aynı şeyi yapıyordu. Deprem olursa İstanbul’a ordu bile giremez, ölen şanslıdır” (Referans gazetesi, 20.08.2009).

“Bu ülkede herkes iyi yaşamayı hak ediyor” diyerek milyonlarca liralık reklamlar veren bir sermayedarın, bulunduğu yere nasıl geldiği, buraya gelirken en temel insan hakkı olan barınma hakkını ve hatta yaşama hakkını nasıl yok saydığı kendi sözleriyle ortaya çıkmaktadır. Ağaoğlu’nun hikayesi elbette bir istisna değildir. Tüm dünyada sermayedar olarak tanımlanan hemen herkesin buna benzer ve belki bundan çok daha çarpıcı hikayeleri vardır. Ama onların hikayeleri, kendileri açıkça itiraf etmedikleri ve bunu kendilerine soran olmadığı sürece bilinmeyecek ya da bilinse bile hesabı sorulmayacaktır.