30 Aralık 2008 Salı

Krize Karşı (Düzen İçi) Çözüm Olur mu?..





26/12/2008


ÖZGÜRCE


Ekonomi bürokratları ve piyasa ekonomicileri, her gün televizyon ekranlarında krizden çıkışın yollarını arıyorlar. İşleri zor elbette, zira krizden çıkış için çözüm önerileri kapitalist sistemin içinde olmak zorunda. Onun dışına çıktıkları anda bugüne kadar inandıkları, varlıklarını armağan ettikleri sistemi reddetmiş, ideolojik anlamda yenilgiyi kabullenmiş olacaklar. Bu duruma düşmemek, yani “kuyruğu dik tutmak için” çıkış aradıkları batağın içinde debelenip duruyorlar. Maalesef siyasi ve ekonomik egemenlik kendilerinde olduğundan, onların bu “sapkın ideolojileri”, başta emekçiler olmak üzere tüm toplumu da o batağın derinlerine çekiyor. Kapitalizmin krizine yine kapitalizm içerisinde çözüm arayışları içerisindeki liberalizmin katı savunucusu bir kesim, maliye ve para politikalarında katılığı, üretim ve emek sürecindeyse esnekliği savunmaya devam ediyor. IMF’nin de desteklediği bu görüşe göre sermayeye verilmek üzere alınan iç ve dış borçların ve faizlerinin geri ödemesinin tehlikeye atılmaması için devlet harcamalarının daha da kısılması gerekiyor. Aksi halde, Türkiye’nin itibarının azalıp, bundan sonra borç bulamayacağından korkuyorlar. Diğer bir kesim, içinde bulunduğumuz krizin derinliğine işaret ederek bu görüşe karşı çıkıyor, para ve maliye politikalarını esnekleştirmesini, yani devletten kasanın ağzını açmasını istiyor. Çünkü onlara göre talep yaratılmadıkça, borçlanma yoluyla ve toplumun vergilerinden oluşan kaynakların sermayeye aktarılmasıyla kriz çözülemez. Bu kesimdekiler talebin nasıl yaratılacağı konusunda farklı önermeler getiriyor. Bunlardan bir tanesi, emekli maaşlarının (ama sadece emekli maaşlarının) artırılması gerektiğini söylüyor. Gerekçe olarak da emeklilerin hemen tüketim yapacaklarını ve diğer aile efradına bu parayı kullandıracaklarını gösteriyor. Bir başka kesim ise bu görüşe “emekliler paraları yastık altına atar, harcamaz” diyerek karşı çıkıyor. Onlara göre talep yaratmak için çözüm, devletin bayındırlık yatırımlarını hızlandırması (2001 krizi sonrasında da olduğu gibi)... Yani yeni barajlar, yeni yollar yapmak, kaldırım taşlarını yenilemek gibi işler yaratıp bu işler üzerinden ihaleler açıp müteahhitler aracılığıyla piyasaya para aktarmak ve bir ölçüde de olsa istihdam yaratmak. Diğer bir görüş ise talebi, yani tüketimi artırmak için kredi mekanizmasını daha etkin biçimde kullanılması gerektiğini söylüyor. Onlara göre Türkiye’de kredi faizleri çok yüksek, bu yüzden insanlar borçlanmaktan kaçınıyor ve tüketim yapmıyor. O halde faizler düşürülerek ve yeni borçlanma olanakları sağlanarak tüketim, yani talep artırılabilir.Televizyon ekranlarında her gün karşılaştığımız bu tartışmalara katılanların gündeminde; işçinin, memurun, emeklinin, işsizin, köylünün, küçük esnaf ve zanaatkarın karnını nasıl doyurduğu, nasıl barınıp nasıl ısındığı ya da sağlık, eğitim harcamalarını nasıl karşıladığı yoktur. Onlar için toplumun çok büyük bölümünü oluşturan bu kesimler, emek maliyeti olmanın ötesinde hiçbir anlam ifade etmez. Ne zaman ki sistem krize girer, talep ihtiyacı ortaya çıkar, o zaman bu kesimdekilerin birer insan oldukları hatırlanır ki, o da sadece tüketici olma boyutuyla... İşte o zaman da başlarlar ‘bunlara nasıl tükettirsek’ diye… Tüketimi artırmayı isterler istemesine de bu, gerçek ihtiyaçların karşılanmasından çok kâr amacıyla ürettikleri bir sürü lüzumsuz mal ve hizmetin tüketilmesi içindir. Bunun için reklamlar ve akla hayale gelmedik pazarlama stratejileri geliştirirler. Asıl önemli olanı ise tüketimin artmasını sağlarken ücretlerin ve sosyal harcamaların artmamasına da özen gösterirler. Yani insanların ceplerinde olmayan parayla, borçlanarak tüketim yapmasını sağlamaya çalışırlar. Emekçileri borçlandırarak tüketimi artırma stratejisi ile sadece gerekli talep sağlanmaz, bunun yanında emekçi sınıflar, hastalık haline gelen tüketim alışkanlıkları ve borçlanmaları sayesinde sisteme daha da bağımlı hale getirilirler.Emekçilerin daha fazla sömürülmesi ve soyulması üzerinden geliştirilen krizden çıkış önerileri sabah akşam televizyonlara getirilerek, başka bir yolun olmadığı düşüncesi dayatılmaya çalışılmaktadır. Bu dayatmaya karşı kapitalist sisteme mahkum olmayan gerçek çıkış önerilerinin geliştirilmesi ve bu önerilerin çok daha güçlü ve yüksek bir sesle dillendirilmesi gerekir. Krizden çıkış önerilerinin geliştirilmesi için emekten yana sosyalist aydınların çok daha organize bir çalışma yürütmesi gerekir. Bunu sağlama görevi, emekten yana partilerin ve sendikalarındır. Buralardan çıkacak çözüm politikalarının dillendirilmesinde ise emeğin sesi olan az sayıdaki gazete ve televizyonun çok daha etkin biçimde kullanılması gerekir. Ama bundan daha önemlisi, gerekirse kapı kapı dolaşıp sömürüye, soyguna dayanan bu sistemin alternatifsiz olmadığının anlatılması ve bunun yaşama geçmesi için mücadelenin örgütlenmesidir. Bu görev de, yerel düzeyde oluşturulan ve tüm emekçi kesimleri temsil eden platformlara düşmektedir.

Bu Vahşete Son Vermek Gerek!...


23/12/2008 08:14

Kriz dönemleri toplumsal yapının köklü biçimde sorgulandığı bir süreci de beraberinde getirir. Kriz dönemlerinde kapitalizmin ideologları, bu sorgulamanın sistemin bütününe yönelmesini engellemek için krizin uygulanmakta olan sermaye birikim rejiminden kaynaklandığını ileri sürer ve yeni bir birikim rejimi önerir. Böylece kapitalist sistemin sürekliliğinin sağlanması hedeflenir.
Örneğin liberalizmin ve sömürgeciliğe dayalı yaygın birikim rejiminin çökmesiyle birlikte 20. yüzyılın ilk yarısında kapitalizm, içe dönük yoğun birikim rejimine geçmiş; artı değeri emek verimliliği üzerinden sağlamak üzere Fordist üretim sistemini yaygınlaştırmış; devlete sosyal işlevler de yükleyerek talep yönlü ekonomi politikalarını uygulamaya koymuştur. Ancak, 1970’lere gelindiğinde yeniden krize girilmesiyle birlikte tekrar çöken kapitalizm, sorumluluğu yine bir önceki birikim rejimine atmış, aslında bir önceki dönemin üretim sistemini, ekonomi politikalarını velhasıl birikim rejimini “neoliberalizm” adı altından yeniden pişirip ortaya koymuştur.
Kapitalizmin kendi ideologları tarafından “son yüzyılın en büyük krizi” olarak da ifade edilen 2008 krizinden sistemi sıyırmak için yine daha önceki krizler gibi köklü bir değişim beklenebilirdi. Ancak, krize karşı ABD ve diğer ülkelerde bugüne kadar ortaya konan politikalar, krize yol açan politikalardan dönülmesi biçiminde değil de krize yol açan politikaların daha da etkin biçimde uygulanması biçiminde oldu. Bu bağlamda, geniş toplum kesimlerinden alıp sermayeye kaynak aktarmak anlamına gelen arz yönlü ekonomi politikaları firmaların kurtarılması bahanesiyle daha da geniş biçimde uygulanmaya başlandı. Öte yandan, emek maliyetini düşürmek üzere üretim ve emek süreci bütünüyle esnekleştirilerek daha güvencesiz daha düşük ücretle çalışmanın çok daha yaygın hale getirilmesi dayatılmaya başlandı.
Bu tablodan görünen o dur ki; sistemin yönetici ve yönlendiricileri krizi, yeniden yapılanmayı gerektirecek kadar köklü görmemektedir. Tam tersine neoliberal politikaların yeterince uygulanmadığı düşüncesiyle ve krizi de gerekçe göstererek bu politikaların daha etkin biçimde uygulanmasını sağlamaya çalışmaktadır. Dolayısıyla kriz üzerinden sermaye daha da palazlanırken, geniş toplum kesimleri için işsizlik, yoksulluk, açlık daha da derinleşmektedir.
Krizi yaratan politikaların gözü kara biçimde uygulanmaya devam ettirilmesi, tarihteki benzer tepkilerle örtüşmese de beklenmedik bir durum değildir. Zira 20. yüzyılın bundan önceki iki krizinde uygulanan politikalardan keskin dönüşün en temel nedeni; Sovyet bloğunun varlığı yani reel sosyalizmdir. Diğer bir neden ise reel sosyalizmden de güç alan kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının mücadelesidir.
Bugün kapitalizm bu iki tehditten de uzakta dünyayı ve emekçileri daha fazla sömürecek bir düzeni dilediğince uygulayabileceğini düşünmektedir. Bu gidişe bir an önce müdahale edilemezse kapitalizmin dünyaya ve insanlığa vereceği zarar geri dönüşü mümkün olmayan bir boyuta ulaşacaktır. İşte bu nedenle bir an önce kapitalizm vahşetine son vermek için emekçiler ve sermaye dışı diğer toplum kesimlerinin her düzeyde güçlerini birleştirerek mücadeleye yürümesinden başka çare yoktur. Bu yürüyüşün başarısı için yürüyüş sırasında emekçi sınıf içerisinde bu yürüyüşü engellemeye çalışan hainler varsa onların da ayıklanması kaçınılmazdır.

19 Aralık 2008 Cuma

Ne İçin Kimin İçin Üretim?



19/12/2008 ÖZGÜRCE


Emekçiler krizi işsizlik olarak her geçen gün daha fazla hissetmeye başladılar. Kriz karşısında sendikaların ilk refleksi, işyerlerinde üretimin durmasını ve işçi çıkartmalarını engellemeye çalışmak oluyor. Bunun için pek çok sendikanın, ücretlerin düşmesi de dahil olmak üzere çalışanların sahip olduğu birçok haktan vazgeçilmesini kabullendiği görülüyor. Bunun yanında sendikalar, hükümetlerin uygulanmakta olunan arz yönlü politikalar doğrultusunda ardı ardına açıkladıkları sermayeye destek paketlerine karşı olmak bir tarafa, olumlayan bir yaklaşım içerisindeler. İlk bakışta sendikaların istihdamı korumak için işi ve işyerini, diğer bir ifadeyle üretimi korumaya çalışması bir ilk refleks olarak doğal kabul edilebilir. Ancak, krizin gerçek nedenleri de dikkate alındığında, bu yaklaşımın, emekçileri krizden ve krizin faturasını ödemekten gerçek anlamda kurtarıp kurtaramayacağı sorgulanmalıdır.Krizin ve istihdamın daralmasının en temel nedeni, mevcut ürünlere yeterli talebin bulunamamasıdır. Talep olmayınca üretim de durmakta veya yavaşlamakta, dolayısıyla işten çıkartmalar da bunun beraberinde gelmektedir. Talep yetersizliğinin bir nedeni, satın alma gücünün, yani ücretlerin düşüklüğüdür. Diğer bir neden ise üretimin ihtiyacın ötesinde gerçekleştirilmesi, yani aşırı üretimdir. Bugün Türkiye’de ve dünyada sendikaların istihdamı korumak güdüsüyle “ne için kimin için” olduğunu sorgulamadan devamını istedikleri üretim, belki emekçilerin bir süre daha işsiz kalmasını engelleyebilir; ancak, sendikaların bu isteği, aynı zamanda kâr hırsıyla doğayı ve emeği sınırsızca sömüren üretim anlayışının ve bu anlayışın geçerli olduğu sistemin sürmesine de hizmet edecektir. Böylece kısa bir süre içinde ortaya çıkacak yeni bir krizin var olma koşulları, doğrudan emekçiler ve onların örgütleri tarafından hazırlanmış ve desteklenmiş olacaktır. Hele bir de üretim, sermayeye kaynak aktarımı, yani arz yönlü politikalar ile sürdürülecekse (bugün ABD’de, AB ülkelerinde ve Türkiye’de gerçekleşen budur), bu tam da krizin faturasının emekçiye kesildiği anlamına gelir. Zira, devletler aracılığı ile sermayeye aktarılan her kuruş, özellikle sermaye dışı toplum kesimlerinden toplanan vergiler ve toplumun ihtiyaçlarından kısılan kaynaklardan verilmektedir. Dolayısıyla, toplumdan sermayeye kaynak aktarılması, geniş toplum kesimlerini daha da yoksullaştıracak ve satın alma gücünün daha da düşmesine neden olacaktır. Zaten, 1970’lerden bu yana neoliberal politikalar doğrultusunda uygulanan arz yönlü ekonomi politikaları, bugünkü krizin en önemli nedenlerindendir. Krizi çözmek adına bu politikanın uygulanmaya devam etmesi, emekçinin sırtına yüklenen krizi daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Peki, tüm bunların ardından, kapitalizmin iş, aş uğruna dünyayı, insanlığı ve emeği sömüren üretim anlayışından başka çözüm yok mudur? Elbette çözüm vardır. Ancak çözüm için öncelikle “ne için kimin için üretim” sorusunun cevabının, üretim ve kriz bağlantısı da kurularak aranması gerekir. Kapitalizmde üretim sistemi, bugün de kabul gören Klasik İktisat Kuramı’nın “her arz kendi talebini belirler” anlayışı üzerinden hareket eder. Buna göre üretim (arz), ihtiyaca (talep) göre belirlenmez. Tam tersine, önce üretim (arz) gerçekleştirilir, sonra bu üretime ihtiyaç (talep) yaratılmaya çalışılır. Burada arzın, yani üretimin nevî ve miktarını belirleyen ise sermayedarın kâr güdüsüdür. Sermayedar, kârlı gördüğü alanda önce üretimi gerçekleştirir, sonra da buna müşteri bulmaya çalışır. Beklediği düzeyde kâr elde edemediği zaman da krize girer ve işçi çıkartma ya da daha düşük maliyetle işçi çalıştırıp düşen kârını telafi etme yoluna gider.Özellikle 20. yüzyılın ilk çeyreğinde geliştirilen Fordist üretim sistemiyle birlikte gerçekleşen seri üretim, talep gereksinimini en üst düzeye çıkartmış ve bunun sağlanması için özellikle reklamlar kullanılarak, insanların ihtiyaçları yönlendirilmeye ve yeni ihtiyaçlar yaratılmaya çalışılmıştır. Radyo ve televizyon gibi kitle iletişim araçlarının gelişmesi ve yaygınlaşması bu süreci daha da hızlandırmıştır. 1970’li yıllarla birlikte başlayan küresel rekabet ve serbest piyasa düzeni içerisinde esnekleşen üretim ve teknolojinin de katkısıyla çeşitlenen ürünler, ihtiyaç tanımlaması ve tercihlerin çok daha hızla değişmesi ve yönlenmesine neden olmuştur. Kredi kartları ve tüketici kredileri de bu değişen ve yönlenen ihtiyaçların talebe dönüşmesine katkı sağlamıştır. Böylece, yaşamı sürdürmek ve kolaylaştırmak için gerekli olmayan ama insanın kendisine, çevresine ve ekolojik dengeye geri dönülmez zararlar veren malların (jeep, uçak, cep telefonu, kozmetik ürünler, LCD televizyon vs.) üretimi süratle artmıştır. Her türlü kaynak pek çoğu gereksiz ve hatta zararlı ürünlere aktarılırken, açlığın önlenmesi, havanın, suyun temizlenmesi veya temiz kalması, AIDS gibi hastalıkların önlenmesi, iş kazalarını önleyecek ve işçi sağlığını koruyacak ürünlerin üretilmesi, sağlık hizmetlerinin daha ulaşılabilir hale gelmesi gibi gerçek anlamda “ihtiyaç” olan üretim ve hizmetler ise kaynak bulunamadığı söylenerek gerçekleştirilmemektedir. O halde emekçiler ve diğer sermaye dışı toplum kesimleri, krizlerin faturasını ödememek ve başka krizlerle karşılaşmak istemiyorlarsa, iş için aş için üretimin devamını talep ederken bu üretimin “ne için kimin için” olduğunu da sorgulamaları gerekir. Sermayenin kâr hırsıyla dayattığı, ancak dünyaya, insanlığa zarar veren ve krizleri yeniden üreten ihtiyaçlar üzerinden gerçekleştirilecek bir üretimin sürdürülmesi yerine, ihtiyaçlar toplumsal yarar üzerinden yeniden tanımlanmalı ve bunu karşılayacak bir üretim savunulmalıdır!

12 Aralık 2008 Cuma

Allah’lık Kapitalizm..!


12/12/2008 ÖZGÜRCE

T. Kamu Sen’lilerden sonra Amerikan otomobil devleri de krizden çıkma işini Allah’a havale etmiş. Sadece ABD’nin değil dünya otomobil endüstrisinin merkezi Detroit’te Amerikan otomobil endüstrisini krizden kurtarmak için ayin düzenlemişler. Otomobil endüstrisinin sistemin itici gücü haline geldiği 20. yüzyılın başlarından itibaren Detroit, kapitalizmin en önemli merkezlerinden biri olmuştur. 1910’lu yıllarda verimlilik uzmanı F.Taylor’un geliştirdiği yeni üretim organizasyonu H.Ford tarafından bant sistemiyle birlikte daha da geliştirilmiş ve otomobil endüstrisinde uygulanmıştır. Otomobil üretimiyle başlayan ve Fordizm adını alan bu yeni üretim sistemi, yüzyıl başında krize giren kapitalizmin bu krizden çıkması kadar, ABD’nin İngiltere ve Kıta Avrupası ülkelerine karşı büyük bir üstünlük elde etmesi ve kapitalist sistemin hegemon devleti olmasında da önemli katkısı olmuştur. Fabrika düzeni içerisinde emeğin verimliliğini arttırmaya ve dolayısıyla artı değeri en üst düzeye çıkartmaya dayanan fordizm, özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında hakim üretim sistemi olmuştur. 1970’lerde ortaya çıkan krizin en önemli nedenlerinden biri olarak görülmesiyle fordizmin başına “post” sıfatı eklenerek “post fordizm” adıyla başka bir üretim sistemine geçilmişse de bu sistem içerisinde fordizm etkisini devam ettirmiştir. Post fordizm adı verilen ve ABD’li W.E. Deming tarafından Japonya’da geliştirilen (Toplam Kalite Yönetimi olarak da bilinen) esnek üretim sistemi sayesinde otomobil endüstrisinin simgesi olan Detroit’in saltanatı bir miktar sarsılsa da devam etmiştir. 1970’ler sonrasında neoliberal politikalar çerçevesinde finans sektörünün öne çıkması, otomobil sektörünün önemini azaltmış gibi görülse de merkezinde Detroit’in yer aldığı otomobil üretimi gerek yarattığı istihdam, gerekse sağladığı sermaye birikimi bakımından kapitalizmde öncü rolünü daima korumuştur. Başka bir ifade ile otomobil endüstrisi ve Detroit, kapitalist sistemin son 100 yılındaki önemi konumunu sürmektedir.İşte kapitalizm için böylesine önemli olan bir endüstrinin efsanevi merkezinde krizden kurtuluş için Allah’tan yardım beklemek dışında bir çare kalmamıştır. Detroit’teki bu çaresizlik, kapitalist sistemin de çaresizliğidir. Yani, kapitalizmin içinde bulunduğu krizden çıkışı Allah’a kalmıştır. Kapitalizmi Allah kurtarır mı kurtarmaz mı bilinmez ama insanlığı, yerküreyi sömüren, yok eden kapitalizmden kurtulmak için emekçiler ve diğer sermaye dışı toplum kesimlerinin işlerini Allah’a bırakmaları mümkün değildir. Kapitalizmden kurtulmak ve daha yaşanılır bir dünyaya ulaşabilmek için mücadele gerekir. Zira, kapitalizm kendi halinde yok olmaya bırakılırsa yaralı vahşi bir hayvan gibi çok daha yırtıcı olacak etrafına yani, insanlığa ve doğaya çok daha büyük zararlar verecektir. ***Yunanistan’da Cumartesi akşamından bu yana yaşananların sadece 16 yaşında bir çocuğun polis tarafından öldürülmesine yönelik tepkiler olarak bakmamak gerekir. Yunanistan’da başta örgütlü kesimler olmak üzere tüm toplumun tepkisi, krizle de bağlantılı olarak hükümetin politikalarına yönelmiştir. Yunan toplumunun böylesine tepkisel olması ve bu tepkilerini en açık biçimde ortaya koymasında, sosyal güvenlik reformu, kamu reformu, eğitim reformu gibi adlar altında getirilen neoliberal uygulamalara karşı yıllardır sürdürülen tutarlı ve kararlı mücadelenin büyük rolü vardır. Bunun gerçekleşmesinde de en önemli pay kuşkusuz işçi ve kamu çalışanı sendikalarınındır. Bizim sendikalar, tüm bu dönüşüm süreci içerisinde AB’den, hükümetten ya da sermayeden medet ummak yerine mücadeleyi örgütlemek konusunda Yunanistan’da yürüyen mücadeleyi örnek alsaydı sanırım bugün Türkiye’de de kapitalizme karşı mücadele çok daha farklı yerlerde olurdu..!

10 Aralık 2008 Çarşamba

AKP, AB ve Kriz Üzerine…


09/12/2008 08:20

Başlarda krizin teğet geçeceğini iddia eden Erdoğan ve onun AKP’si kriz bodoslamadan Türkiye’yi vurunca “kriz küresel” diyerek krizin sorumluluğundan yan çizme telaşı içerisine girdi. AKP dışında pek çok çevrede de krizin Türkiye üzerine etkisinde AKP’nin sorumluluğunun ne düzeyde olduğu konusunda farklı düşünceler ortaya atılmaya başlandı. Bu farklılaşma kimi sol gruplar ve sendikal yapılar içerisinde de yaşandı. Örneğin sendikaların krize karşı yayınladıkları programların kiminde AKP krizin baş sorumlusu olarak gösterilirken, kiminde ise AKP’nin krizle arasında en ufak bir bağlantı dahi kurulmadı.Hemen söylemek gerekir ki bu iki uç düşüncenin de tam olarak doğru olduğunu düşünmüyorum. Yani, geçen 6 yıl boyunca iktidarda AKP değil de örneğin CHP ya da MHP olsaydı krizin Türkiye’de yaşanacak boyutunda hiçbir farklılık olmayacaktı. Öte yandan AKP, iktidardaki 6 yılında neoliberal yapısal uyum programlarını harfiyen uygulamayıp Türkiye serbest piyasa ekonomisine bu kadar eklemlenmeseydi krizin etkileri bu denli derinden yaşanmayacaktı. Bu oldukça karmaşık ve çelişkili gibi gözüken durumu; AKP’yi çok iyi kontrol edilebilen ve dolayısıyla görevini başarıyla yerine getiren bir “kukla” olmasıyla açıklayabiliriz. Bugün parlamentoda iktidar alternatifi olarak bulunan partiler bu “kukla” işlevini AKP’den daha iyi yapabileceklerini kanıtlayabilselerdi, 3 Kasım 2002 seçimlerinden çok kısa bir süre önce AKP diye bir parti hortlamaz ve tek başına iktidara gelemezdi… Başka bir söyleyişle, bugün iktidar koltuğunda başka bir parti değil de AKP varsa, bunun nedeni bu partilerin ulusal ve uluslar üstü egemen güçlere yapısal uyum programlarını uygulama konusunda yeterli güveni verememiş olmalarıdır. Dolayısıyla, bugün gelinen noktada AKP’yi tek sorumlu olarak görmek, AKP’yi kanatları üzerine bindirip çok kısa bir sürede iktidara uçuran ve onu ısrarla orada tutan gücün göz ardı edilme tehlikesini de beraberinde getirir. Böylece, toplum karşıtı politikalar nedeniyle yıpranan ve hedef haline gelen siyasi partileri belirli aralıklarla değiştirip, toplumun tepkisini yumuşatarak yoluna devam etmeyi alışkanlık haline getirmiş olan kapitalizmin oyununa gelinmiş olur. O halde krizin Türkiye sorumlusunu arıyorsak, önce krizi yaratan sorunun kaynağını yani kapitalizmi hedefimize almalı ve onun kullandığı ulusal ve uluslararası aktörleri sorgulamalı ve AKP’yi de bunların Türkiye’deki maşası olma işleviyle değerlendirmeliyiz. Aksi halde krize yönelik analizler daha başından hatalı olur ve bunun üzerine savunulacak talepler ve bu talepler etrafında örülecek mücadele de doğru bir zemine oturtulamaz. Örneğin, krizin sorumluluğunu sadece dış güçler diye genel bir tanımlama içerisinde ele alıp, AKP’yi kendinden menkul bir siyasi oluşum olarak görmek ne kadar yanlışsa, sendikalar tarafından hazırlanan kimi kriz programında olduğu gibi sadece AKP ya da onun yanında bir de IMF’yi zikrederken örneğin DB’yi ya da AB’yi görmezden gelmek de en az o kadar yanlıştır.Hemen tüm sendikaların AB konusundaki hassasiyetinin nedeni malumdur. Sendikalar yıllardır pek çok ad altında aldıkları fonlar üzerinden AB’den parasal destek almaktadır. Kimi sendikaların AB üzerinden dolaylı ya da doğrudan elde ettikleri parasal kaynaklar toplam gelirleri içinde en büyük kalem haline gelmiştir. Yani, AB kaynaklı fonlardan sağladıkları gelir üye aidatlarından daha yüksek rakamlara ulaşmıştır. Sendikaları AB’ye bağımlı hale getiren bu parasal ilişki nedeniyle birçok sendika ve konfederasyon AB hakkında olumsuz herhangi bir beyandan kaçınmaktadır. Hal böyle olunca da kriz programlarının gerçekçiliği daha krizin tespiti aşamasında ortadan kalkmakta ve bununla birlikte krize karşı mücadele beyanları da boşa düşmektedir. Sonuç olarak AKP, IMF ve bazı programlarda serbest piyasa ekonomisi krizin sorumlusu olarak gösterilirken, AKP iktidarının temel direği olan, Türkiye’ye serbest piyasa ekonomisini açıkça dayatan AB ise “sütten çıkmış ak kaşık” gibi gösterilmektedir. Sendikaların AKP ve sermaye ile birlikte AB’cilikte buluştuğu bu noktada ne AKP’yi krizin sorumlusu olarak göstermenin anlamı kalmaktadır ne de krize karşı mücadelenin inandırıcılığı…

5 Aralık 2008 Cuma

Güngör Uras’ın Sendika Anlayışı Üzerine…


05/12/2008

ÖZGÜRCE

Güngör Uras’ın Milliyet Gazetesi’nde “İşçi Sendikaları İşten Çıkartmaları Seyrediyor” başlıklı yazısını görünce oldukça şaşırdım (4 Aralık 2008). Zira bir süredir AKP Hükümetini karşısına alan hükümete karşı her türlü toplumsal ve bireysel tepkiyi en ince biçimde değerlendiren Doğan Medya Grubu, emekçilerden yükselen tepkilere pek de itibar etmiyordu. 29 Kasım mitingi ve 30 Kasım Gebze mitingi bunun en yakın örnekleriydi. Şimdi ne olmuştu da Doğan Grubu’nun bir yazarı kriz karşısında sendikaların tavrını yetersiz bulmuş ve eleştirisini yazı başlığına kadar taşımıştı? Aslında Güngör Hoca, sermaye medyasındaki diğer ekonomistlerden farklı olarak özelikle Ayşe Teyze tiplemesi üzerinden ekonominin sokağa, ocaktaki tencereye nasıl yansıdığını göstermek iddiasını hep taşımıştı. Ama bu iddia Ayşe Teyze’nin birikimlerini borsada mı, dövizde mi ya da devlet tahvilinde mi değerlendirmesi gerektiği konusunda yol göstermenin pek de ilerisine geçmemişti. Yani, işsizlik; asgari ücretin dahi altında çalışmak zorunluluğu; sağlık, sosyal güvenlik hakkının kaybedilmesi ya da örgütlenme hakkının engellenmesi Güngör Hoca’nın çok da gündemine aldığı konular değildi. Hal böyle olunca sendikaların işsizlik karşısındaki duyarsızlığına vurgu yapan başlığa sahip bir yazı oldukça ilginç gelmişti. Ama “İşçi Sendikaları İşten Çıkartmaları Seyrediyor” başlığının altındaki yazıyı okuyunca Güngör Hoca’nın asıl derdi ortaya çıktı ve doğrusu şaşkınlığımızın da gereksiz olduğunu gördük. Güngör Hoca, yazısına başlarken yüzde 10’ların dahi aşağısında olan sendikalaşma oranını (yanlış olduğu herkes tarafından bilinen) Çalışma Bakanlığı verilerini doğru kabul edip yüzde 58 olarak göstermiş. Bu arada, 4688 sayılı yasaya göre kurulu kamu emekçi sendikalarını ve onların üyelerini ise tamamen göz ardı etmiş. Ama bundan çok daha önemlisi kriz nedeniyle işten çıkartmalar konusunda kötü niyetli, fırsatçı işverenleri zikretmekle birlikte, “bazı işyerleri mecburiyetten işçi çıkartıyor” ifadesiyle işçi çıkartmaların mazur görülecek bir yanı olduğunu da vurgulamış. Yazının başlığını da oluşturan ifadelere gelince; Hocamız, başlangıçta son derece önemli bir tespitte bulunmuş ve işten çıkartmaları kastederek şu soruları yöneltmiş: “İyi de bu tabloda işçi sendikaları ne yapıyor? Mercedes makam arabalarında hava atan sendika ağaları nerede? Bu tabloda işçi sendikalarının işçinin yanında olmaları gerekmez mi?”Güngör Uras’ın kriz gerekçeli işten çıkartmalar karşısında sendikaları sorgulaması son derecede anlamlıdır. Gerçi sendikacılar içerisinde Mercedes’i değil otomobili bile olmayan ve ağalık iddiası bulunmayan sendikacılar da mevcuttur. Bu genelleme ile sendikal mücadeleye inanmış ve bu mücadelenin içinde bedel ödemeyi göze alarak yer alan pek çok sendikacıya haksızlık yapılmıştır. Ama buna rağmen sorgulamanın yerinde olduğuna kuşku yoktur. Ancak esas ilginç olan Güngör Uras’ın bu sorular ardından getirdiği çözüm önerileridir. Sevgili hocamızın kriz karşısında sendikalara önerisi; krizden olumsuz etkilenen işverenlere sendikaların destek olması şeklindedir. Bu öneriye göre, üretimi düşen işyerlerinde ücretler düşürülerek işten çıkartmalar engellenebilir. Ücreti düşen işçilere de sendikalar ellerinde bulunan fonlardan (burada fon olarak ifade edilen üyelik aidatlarından oluşan paralardır sanırım) katkı sağlanabilir.Güngör Uras, bu önerisiyle sendikaları ilk ortaya çıktıkları ve yardım sandıkları biçiminde faaliyet gösterdikleri 19. yüzyıl öncesi dönemdeki gibi algıladığını göstermektedir. Oysa, o dönemden bu yana emekçiler, kendi aralarında yardımlaşarak sistemin kendilerine reva gördüğü sömürü ve sefalete karşı koyamayacaklarının bilincine ulaşmış ve sendikaları hak alma mücadelesinin en etkin araçlarından bir haline dönüştürmüştür. Bu bağlamda Güngör Uras’ın önerisi, emekçilerin 200 yıl geriye dönüp kapitalizmi, onun krizlerini sorgulamayıp ve onunla mücadele etmeyip, ortaya çıkan sömürü ve sefaleti “kader” olarak kabullenmesi anlayışını ortaya koymaktadır. Bu anlayışın, krizi dua ederek bitirmeye çalışan T.Kamu Sen’lilerin anlayışından pek de farkı yoktur. Kriz ve krizin ortaya çıkarttığı koşullar karşısında en azından bir kısım sendikacının ağalık anlayışını ve sefa içerisindeki yaşamını sürdürmesini gündeme getirmek ve eleştiriye açmak son derece önemlidir. Ancak, çözümü krizde en ufak bir sorumluluğu olmayan emekçiler üzerine yıkmak ve krizi yaratan sistemle mücadele etmesi gereken sendikaları da yardım sandıklarına dönüştürme düşüncesinin sermaye sınıfının egemenliğini sürdürme gayretinin bir parçası olduğunu unutmamak gerekir.Sözün özü: Sendikaların içerisinde bulunduğu ve Güngör Uras’ın da belirttiği “rezil” konumdan çıkmasının ve emekçi kesimlerin sorunlarına çözüm olmasının yolu; yardımlaşmalar ve dualar değildir. Emekçi sınıflar için çözüm; sınıfsal bir anlayış içerisinde, tüm emekçi kesimleri kapsayan bir sendikal mücadelenin ortaya konulması ve tüm parasal kaynakların da “sınıfsal dayanışma” içerisinde “toplumsal mücadele” için kullanılmasıdır.

29 Kasım’da Ankara’da…


28/11/2008

ÖZGÜRCE


Kapitalizmin şapkasının düşüp kelinin görülmesinden yani bir kriz içerisinde olunduğunun saklanamaz hale gelinmesinden bu yana yaklaşık 2 ay geçti. Sadece bu iki aylık sürede binlerce işyeri kapandı, yüz binlerce emekçi işsiz kaldı. İşini kaybeden emekçilerin bir kısmı sendikalıydı. Örneğin Akbank’ta işten çıkartılan bini aşkın emekçinin BANKSİS diye bir sendikaları vardı ve her ay o sendikaya aidat öderlerdi. Ama işten çıkartıldıklarında sendikadan en ufak bir ses dahi çıkmadı. Sendika, üyeleri işsiz kalırken bırakın bunu engellemek için mücadele etmeyi işten çıkartılanların sayısı konusundaki belirsizliği ortadan kaldıracak bir açıklama dahi yapmadı. Tıpkı binlerce üyesi işsiz kalırken en ufak bir müdahalede bulunmayan Çimse İş ve Türk-Metal sendikaları gibi…Bir sendika, üyesinin istihdamını bile savunamazsa bu sendikal anlayıştan üyeleri ve diğer emekçi kesimler ne bekleyebilir? Biz haftalardır krize yönelik yazılarda, konuşmalarda diyoruz ki; kriz dönemleri ekonomik sistemin ve toplumsal yapının sınıfsal güç ilişkilerine bağlı olarak yeniden yapılandığı dönemlerdir. Bu dönemlerde emekçiler örgütlü bir mücadele yürütemezse kriz sonrasında oluşacak koşullarda sermayenin sömürü ve soyguna dayanan düzeni emekçiler için çok daha büyük bir yıkım getirecektir. Bu yıkıma engel olabilmek için emekçilerin sınıfsal anlayış içinde örgütlenmesi gerekir. Günümüz koşullarında işçi sınıfını en geniş anlamda kapsayacak örgütler ise sendikalardır. Dolayısıyla sendikaların örgütlü örgütsüz tüm emekçi kesimleri kapsayan sınıfsal ve kitlesel bir mücadeleyi örgütleme sorumluluğu vardır.Daha üyesinin istihdamını koruyamayan bir sendikal anlayışın sınıfsal bir mücadeleyi örgütlemesi elbette beklenemez. O halde sendikalar arasında ciddi bir ayrışmaya ihtiyaç vardır. Kendisini Türkiye’de emek ve demokrasi mücadelesinin bir unsuru olarak gören ve bunun için mücadele beyanında bulunan sendikaların kendilerini diğerlerinden ayrıştırması gerekir. Bunu yaparken de sendikalar, sınıfsal bir anlayış içerisinde oldukları ve bu anlayış içerisinde mücadele yürütecekleri yönündeki tavrı ve iradeyi açıkça ortaya koymalıdır. Aksi halde tüm sendikalar, emekçiler tarafından yukarıda örnekleri verilen sendikalarla aynı anlayış içerisinde kabul edilmeye mahkum olacaktır.KESK ve DİSK’in 29 Kasım’da aldıkları miting kararı, bu konfederasyonların mücadele yönünde ortaya koydukları iradenin beyanı olarak kabul edilebilir. Ancak, sadece bu kararın alınması yeterli değildir. Zira Türkiye işçi sınıfı bugüne kadar “görüntüyü kurtarmak” babından yapılan ve ötesi gerisi boş olan birçok eylem kararına tanıklık etmiş, onun hayal kırıklığını yaşamıştır. Bu bağlamda, mitinge katılımın sağlanması, miting sürecindeki kararlılık ve miting sonrasında mücadeleyi daha öteye sürükleme konusunda alınacak tavır, bu konfederasyonların yönetimleri konusunda nihai düşüncenin oluşmasını sağlayacaktır.29 Kasım mitinginin iki konfederasyon tarafından düzenlenmiş olması, diğer konfederasyonların üyeleri ile örgütsüz işçilerin, memurların, işsizlerin, köylülerin, esnafın, küçük üreticinin, öğrencinin bu mitinge katılmasını engellememelidir. Gerçi bu miting öncesinde yerel düzeyde gerçekleşen çalışmaların (sürenin azlığından da kaynaklanan) yetersizliği katılım konusunda olumsuz etki yaratacaktır. Ancak yine de kriz koşullarının yakıcılığı bu olumsuzluğu bertaraf edebilir. Mitinge katılım konusunda diğer bir olumsuzluk, KESK ve DİSK içerisinde mevcut yönetimi tasvip etmeyen ve bu mitingin başarılı olmasının yönetimdeki anlayışın başarısı olarak kabul edileceği düşüncesinde olan kimi çevrelerin bilinçli biçimde mitinge katılımı engelleme çabalarıdır. Kriz üzerinden emekçileri on yıllarca sürecek bir sefalete mahkum edecek bir düzenin oluşumunun hazırlandığı son derece kritik bir süreçte dar çıkarlar ya da hırslar ile hareket edilmesi kabul edilemez. Her iki konfederasyonun yönetimleri konusunda ben de pek çok çekinceye sahibim ve yanlış politikalarını her vesile ile eleştiriyorum. Ancak şunu unutmamak gerekir ki işçi sınıfının önemli başarılar elde ettiği mücadeleler sendika yönetimlerinin niyetlerinin ötesine zorlanmasıyla gerçekleşmiştir. 29 Kasım mitingi ve daha sonraki mücadele sürecinden de başarı ile çıkılacaksa bu tüm emekçilerin dayanışma içinde yürüteceği mücadele ile gerçekleşecektir ve bu başarı tüm emekçi kesimlerin olacaktır. Aynı şekilde ortaya çıkacak bir başarısızlığın faturasını da tüm emekçi kesimler ödeyecektir. Dolayısı ile zaman mücadeleyi kişiselleştirme değil olabildiğince yaygınlaştırma ve derinleştirme zamanıdır. Bu süreçte, dar grupsal anlayışlar ve kişiselleştirmeler nedeniyle 29 Kasım gibi mücadele açısından son derece kritik bir dönemde gerçekleşecek bir eylemi baltalamanın vebalinden kimse kurtulamaz.!Sözün özü: Kriz bahanesiyle sermaye ve hükümet sermaye dışındaki tüm toplum kesimlerinin daha fazla yoksullaşmasının, işsizleşmesinin programını yapmaktadır. Buna karşı “dur” demenin tek yolu, bu programlara razı olmayacağını, buna karşı mücadele edeceğini emekçi sınıfların tüm gücüyle haykırmasıdır. 29 Kasım tüm emekçi kesimlerin bu haykırışı ve mücadele kararlılığını göstermesi bakımından önemli bir olanaktır. Bu olanak iyi kullanılmalı ve Türkiye’de demokrasi için insanca yaşamak, insanca çalışmak için Cumhuriyet mitinglerinde, Nevroz alanlarında, Alevi mitinglerinde meydanları dolduran emekçi milyonlar, sınıfsal dayanışma içinde 29 Kasım’da Ankara’da buluşmalıdır..!