27 Mayıs 2022 Cuma

‘Beyaz Miting’

                              28 Mayıs 2022

AKP’nin ilk kez iktidara geldiği 3 Kasım 2002 seçimlerinin hemen ardından Erdoğan, AKP Genel Başkanı sıfatıyla, hükümetin bir yıllık Acil Eylem Planı’nı açıkladı. Açıklanan eylem planı AKP’nin özgün politikalarından ziyade Dünya Bankası (DB) ve IMF’nin “reform” adı altında önerdiği/dayattığı neoliberal politikaları içeriyordu. Sağlık konusunda 90’lı yıllarda Dünya Bankası’nın yönlendirmesiyle hazırlanan Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın (SDP) ana başlıkları da AKP hükümetinin gerçekleştirmeyi vaat ettiği bu plan içinde yer alıyordu.
Birinci AKP hükümetinin ilk icraatlarından biri Dünya Bankası’nın 2003’te yayımladığı Türkiye Sağlık Sektörü Raporu ile de eş zamanlı olarak SDP’yi kademe kademe uygulamaya koymak oldu. SDP iki temel gerekçeye dayanıyordu. Bunlardan biri bütçeye “yük” olarak görülen sağlık harcamalarının finansmanını yurttaşlarla paylaşarak bu “yükü” hafifletmek; diğeri ise sağlık hizmetlerini piyasaya açarak sermaye için kâr alanı haline getirmekti. Bu çerçevede “reform” adı altında getirilmesi öngörülenler şunlardı:
*Hizmet sunumu ile finansmanın birbirinden ayrılması,
*Özel sağlık kuruluşlarının teşvik edilmesi,
*Sağlık hizmetlerinin piyasa anlayışı içinde (kâr odaklı) sunulması,
*Yerinden yönetime dayalı bir sağlık sistemin kurulması.
AKP, ikinci iktidar döneminin sonunda (2011) SDP’yi büyük ölçüde yaşama geçirdi. Bu dönemde SDP kapsamında akla ilk gelen düzenlemeler, “SSK ve diğer kamu kurumlarının sağlık birimlerinin Sağlık Bakanlığı’na devredilmesi; özel sağlık kurumlarının teşvik edilmesi; sağlık ocaklarının kapatılarak aile hekimliğine geçilmesi; sosyal güvenlik kurumlarını tek çatı altına toplayarak Genel Sağlık Sigortası’nın yasalaşması ve performansa dayalı ödeme sistemi…” oldu. Kent içinde kolayca ulaşılabilir olan hastanelerin kapatılarak kent merkezlerinden kilometrelerce uzakta kurulan şehir hastaneleri gibi kimi düzenlemelerle SDP, AKP’nin 20. yılında hala sürüyor.
Sağlık, emek yoğun bir hizmet alanıdır. Bu alana ilişkin bir dönüşüm, sağlık hizmetini sunanların rızası, onayı alınmadan “başarılı” olamaz. Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de SDP, halkı ikna etmenin yanı sıra sağlıkçıların da dönüşümden kazançlı çıkacağı propagandasıyla gündeme getirilmiştir.
Emek ve meslek örgütleri özellikle Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve Sağlık Emekçileri Sendikası (SES), SDP’ye en başından itibaren karşı çıkmış, mücadele etmiştir. Bu karşı çıkış, SDP’nin sağlık emekçilerini olumsuz etkileyecek olmasından ziyade halkın sağlık hizmetlerine ulaşımının daha da zorlaşacağı ve sunulan sağlık hizmetinin niteliksiz hale geleceği içindir.
AKP, iktidarı boyunca küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda DB ve IMF tarafından hazırlanan SDP’nin “sadık” uygulayıcısıdır. Bu nedenle hem sağlık hizmeti alanlar hem de sunanlar tarafından giderek daha güçlü biçimde hissedilmekte olan SDP’nin Türkiye’de sağlık sisteminde yarattığı tahribatın birinci elden sorumlusunun AKP iktidarı olduğu söylenebilir.
29 Mayıs Pazar günü Ankara’da TTB’nin çağrısı ve demokratik kitle örgütlerinin desteğiyle SDP’nin sağlık sisteminde yarattığı tahribata karşı “Beyaz Miting” yapılacaktır. TTB’nin bu mitingin gerekçesini açıklayan çağrısı şöyledir:
“TTB olarak, memleketimizin sağlık sisteminin toplum yararına değiştirilmesi, hekimlerin yaşama, çalışma ve ekonomik koşullarının düzeltilmesi için, yurttaşlarımızı ve kurumlarımızı aşağıda yer alan 10 acil talebimize destek vermeye davet ediyoruz. Bu talepler şunlardır:
1. Sağlık sisteminin temelini koruyucu sağlık hizmetleri oluşturmalıdır!
Birinci basamak sağlık hizmetleri güçlendirilmeli, hastalanmama üzerine kurulu politikalara öncelik verilmelidir.
2. Beş dakikada sağlık olmaz!
Hekimlerin hastalarına yeterli süre ayırmalarını sağlayacak koşullar sağlanmalıdır.
3. “Şehir-şirket hastaneleri” politikasından vazgeçilmelidir!
İkinci ve üçüncü basamak sağlık hizmetleri bilime ve toplum sağlığına uygun yapılandırılmış kamu ve üniversite hastanelerinde sunulmalıdır.
4. Sağlığa ayrılan bütçe artırılmalıdır!
Sağlık herkes için parasız olmalı, hekimler emeğinin karşılığını almalıdır.
5. Etkili bir “sağlıkta şiddet yasası” çıkarılmalıdır!
Çalışma alanları şiddetten arındırılmalı, güvenli hale getirilmelidir.
6. COVID-19 meslek hastalığı sayılmalıdır!
7. Sağlık sisteminin eksikliklerinin sorumluluğu sağlık çalışanlarına yıkılamaz!
Sağlık hizmetlerinden kaynaklanan zararlarda hastaların kayıpları kamu tarafından üstlenilmelidir.
8. Hekim üzerindeki baskılara son verilmelidir!
Aile Hekimliği Ceza Yönetmeliği, mobbing, KHK, arşiv taraması ve güvenlik soruşturması gibi baskıcı uygulamalardan vazgeçilmelidir.
9. Tıp ve tıpta uzmanlık eğitiminde “nitelik” öncelikli olmalıdır!
Tıp eğitimi ve tıpta uzmanlık eğitimi uluslararası standartlara uygun hale getirilmeli, çok sayıda tıp fakültesi açılmasından ve kontenjan artırılmasından vazgeçilmeli “nitelik” esas alınmalıdır.
10. Hekimlerin örgütlenmesi ve haklarını savunmasının önündeki engeller kalkmalı!
Başta hekimlerin meslek örgütü TTB olmak üzere, hekim örgütlerinin hedef gösterilmesinden vazgeçilmelidir.”
“Beyaz Miting”in “beyazı” sadece sağlıkçıların önlük rengini değil, karanlığa bulanmış bir ülkenin bu karanlıktan arınma niyetini, umudunu da simgelemektedir. Pazar günü sadece sağlık emekçilerinin hakları için değil, sağlık hakkımız ve karanlıktan arınmış daha yaşanır bir ülke için “Beyaz Miting”de olmak gerekir.

20 Mayıs 2022 Cuma

Emeği en ucuz olanlar: Mülteciler

                                     21 Mayıs 2022

Ekonomik krizle birlikte artan işsizlik, yoksulluk, hız kesmeden süren doğa talanı, iktidarın intikam aracına dönüşen yargının “hukukusuzluğu hukuk haline getiren kararları”… Ülkenin tüm bu yaşamsal konulardan oluşan yoğunluğu içinde mülteciler meselesi iktidarın da muhalefetin de gündeminden düşmüyor. Görünen o ki seçim süreci yaklaştıkça mülteciler siyasetin malzemesi olmaya devam edecek.

Mültecilerin siyasete malzeme edilmesi sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil. Avrupa’nın birçok ülkesinde de özellikle “yabancı düşmanlığı üzerine inşa edilmiş siyasal söylem” seçmen tercihlerinde belirleyici oluyor. Halk arasında yabancı düşmanlığıyla birlikte sağcı hatta ırkçı eğilimler artarken insan haklarını esas alan, evrensel hukukun gereğini savunan siyasi anlayışlar güç yitiriyor.

Türkiye’de muhalefetin büyük bölümü mültecilerin geri gönderilmesini savunurken AKP/saray iktidarı, sahip olduğu otokratik güçle mülteci meselesini iktidarını tahkim edecek biçimde kullanıyor. Bu bağlamda kimi zaman mültecileri geri göndermekten söz etse de genellikle mültecilerin kalıcı olmasını savunan bir söylemi benimsiyor. Bu söyleme dayanarak demokrasi, insan hakları konusunda sicili son derece karanlık olan AKP/saray iktidarının mülteci meselesine insan hakları anlayışıyla yaklaştığını düşünmek abes olur elbette.

AKP/saray iktidarının mülteciler konusunda düşmanca bir dil kurmamasında, Batı’nın insan hakları ihlallerini görmezden gelmesi ve 6 milyar euro maddi destek karşılığında AB ile Suriyeli mültecilerin Avrupa’ya göç hareketini durdurmak için yaptığı anlaşmanın önemli etkisi olduğu muhakkak. Bunun yanı sıra sermaye kesiminin düzensiz yani statü hukukunun güvencesinde olmayan sığınmacıları ucuz işgücü olarak kullanabilme yönündeki taleplerinin de AKP/saray iktidarının mülteci konusunda yaklaşımında etkili olduğunu belirtmek gerekir.

Geçen hafta bu köşede değindiğimiz MÜSİAD Başkanı Mahmut Asmalı’nın Türkiye’de çalışmak isteyen herkese iş olduğunu iddia eden konuşmasında Türkiyeli işçiler için sarf ettiği  “… İnsanlar ağır işlerde, emek yoğun işlerde çalışmak istemiyor. Yabancı uyruklu işçiler bu işlerde daha fazla çalışıyor” sözlerini anımsatmak yerinde olur. Asmalı bu sözlerinde mensubu olduğu sınıfın (burjuvazinin) göçmen işçilere yönelik yaklaşımını yansıtıyor. Zira burjuvazi göçleri, Sanayi Devrimi’nden bu yana, emekçiler arasındaki rekabeti arttırarak emek maliyetini düşürmenin bir aracı olarak görmüş ve teşvik etmiştir. Bunu yaparken aynı zamanda işçiler arasındaki yerli-yabancı ayrışmasını derinleştirip onları birbirine karşı kullanarak, birlikte örgütlenmelerini ve mücadele etmelerini engellemeye çalışmıştır.

AKP/saray iktidarı, savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınanların yanı sıra -AB ile yaptığı sözleşmeyle- Avrupa ülkelerine geçiş için Türkiye’ye gelenleri de burada kalmaya zorlayarak sermayenin talep ettiği ucuz işgücünü sağladığı gibi emek piyasasında artan rekabet sayesinde yerli işçileri de ucuza çalışmaya zorlayacak koşulları sağlamaktadır. Bu durum, yabancı işçilerin ekonomik krizle beraber artan işsizlikten ve yoksullaşmadan sorumlu tutulmasına yol açmakta ve yabancı göçmenleri linç etmeye varan tepkilere neden olmaktadır.

Ortadoğu’da -AKP/saray iktidarının da körüklediği- çatışma ortamı, Suriyeli ve diğer bölge ülkelerinden göçmenlerin ülkelerine geri dönme koşullarının en azından kısa ve orta vadede oluşmayacağını göstermektedir. Bu koşullar altında uzun yıllar boyunca başta Suriyeliler olmak üzere yabancı göçmen işçilerin -her ne kadar “geçici statüde” kabul edilseler de- Türkiye emek piyasasının kalıcı unsurları olacağı anlaşılmaktadır. Sermaye kesiminin ve hükümetin kimi temsilcilerinin çeşitli zamanlarda emek maliyetlerini düşürmesinden dolayı memnuniyetlerini belirten beyanlarından da anlaşılacağı üzere Suriyeli işçilere yasal çalışma olanağı sağlamak konusunda bir beklenti gerçekçi değildir. Bu durumda yabancı göçmen işçilerin koşullarının düzeltilmesi, emek piyasasında eşit hakların sağlanması; birlikte örgütlenme ve mücadele koşullarının oluşturulabilmesi konusunda sendikalara ve emekten yana partilere büyük sorumluluk düşmektedir. Yabancı “kaçak” işçiler ve onların sorunları, görmezden gelinmeye devam ettikçe Türkiye’de emekçilerin hakları için yürütülecek hiçbir mücadelenin başarı şansı olmayacaktır.

 



13 Mayıs 2022 Cuma

İnsan neden çalışır?

                                14 Mayıs 2022

Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen ay grup toplantısında yaptığı konuşmada “Hamdolsun çalışmak isteyen herkesin iş bulabildiği bir ülkede yaşıyoruz” demişti. Bu hafta içinde de MÜSİAD Başkanı Mahmut Asmalı, Türkiye’de çalışmak isteyen herkese iş olduğunu iddia ederek, “Bizim üyelerimizden gelen duyumlarımız var. Çok eleman arayan ama bulamayan var. Maalesef Türkiye’de iş beğenmeme gibi bir durum var. Emek yoğun işlerde çalışmak istenmiyor. İnsanlar ağır işlerde, emek yoğun işlerde çalışmak istemiyor. Çalışsa da verimli olmuyor. Yabancı uyruklu işçiler bu işlerde daha fazla çalışıyor” demiş.

“Yabancı uyruklu işçiler” meselesini şimdilik bir tarafa bırakıp, Cumhurbaşkanı ve MÜSİAD Başkanı’nın yaptığı işsizlik teşhisini ele alalım. Özetle diyorlar ki: “Türkiye’de işsizlik yok. İşsiz olduğunu iddia edenler, var olan işleri beğenmeyip çalışmadıkları için işsiz kalanlardır.”

TÜİK’in Mart 2022 verilerine göre Türkiye’deki işsiz sayısı 3 milyon 894 bin kişi. DİSK-AR’ın TÜİK verilerinden yararlanarak yaptığı hesaplamaya göre geniş tanımlı işsizlerin sayısı ise 8 milyon 356 bin. Aynı dönemde İŞKUR da kayıt yaptıran işsiz sayısını 3 milyon 971 bin kişi olarak bildirmiş. Yani devletin kurumlarının verdiği rakamlara göre 4 milyona yakın kişi iş bulmak için İŞKUR’a kayıt yaptırırken, toplam işsiz sayısı 8,5 milyona yaklaşmış.

Bu verilerle birlikte değerlendirdiğimizde yukarıda adı geçen zat-ı muhteremlerin iddialarından şu sonuç çıkıyor: Devlet kurumlarının işsiz olarak belirlediği 8,5 milyon kişi “iş beğenmediği için” çalışmıyor, yani “tembel”; tembel oldukları yetmez gibi bir de “Türkiye’de işsizlik varmış algısı yaratmak suretiyle siyasi iktidarın itibarını zedeliyorlar”. İddia devletin ve sermayenin en başındaki kişilerden gelince kâle almamak olmuyor tabi!

Devletin başındakilerin beyanlarıyla devlet kurumlarının verileri arasındaki çelişki üzerine hakikat arayışına girmek bize düşmez, haşa! Biz ancak insan ile çalışma arasındaki ilişki üzerinden kimi sorularla konuyu bir nebze açmaya çalışabiliriz sadece.

İşte ilk sorumuz: İnsan neden çalışır?

İnsan, ihtiyaçlarını karşılamak ve haz duygusunu tatmin etmek için çalışır. İnsan ihtiyaçlarının karşılanması, doğanın emek gücü ile dönüştürülmesini yani üretim faaliyetini içerir. Haz duygusunu tatmin etmek için çalışmak ise insanların yetilerini geliştirdiği, yapmaktan keyif aldığı işlerdir (sanat faaliyetleri vb). “Kendi ihtiyaçları ve hazzı için çalışma” insanın doğasında vardır.

Kapitalizmle birlikte üretim, ihtiyaçları karşılamak yerine sermaye birikimi için yapılır, hale gelmiştir. Yaşam ve üretim alanlarına el koyarak ilkel birikim sağlanırken, hızla mülksüzleşen, üretim araçlarından yoksunlaşan insanlar için çalışmanın anlamı değişmiş; kendi ihtiyaçlarını ve haz duygularını karşılamak yerine “yaşamını sürdürecek geliri elde edebilmek için” emek gücünü sattığı sermayedarın işinde çalışmak zorunda kalan kişi haline gelmiştir. Ücret karşılığında çalıştırdığı emekçinin yarattığı değere el koyarak birikimini büyüten sermayedar, daha fazla kâr için en düşük ücretle en yüksek üretkenliği (verimi) sağlayacak biçimde üretim sistemini düzenleyip, buna uygun işçi arayışına girmiştir.

Aynı soruyu bu kez tersinden soralım: İnsan neden çalışmaz?

Bu soruyu açmak için önce şu soruya yanıt arayalım: Çalışmak, doğasında varsa insan neden çalışmak istemesin? İnsanlar emeklerinin karşılığını aldıklarını düşünmüyorsa, üretim sürecinde emeğinin değersizleştiğini hissediyor ve çalışmaktan keyif alamıyorsa gönüllü olarak çalışmak istemez; çalışmaya rıza göstermek zorunda kalır. Kapitalist üretim sisteminde mecbur olmadan gönüllü olarak çalışmak, neredeyse istisnadır.

İnsanların çalışmaktan kaçınmasının iki temel nedeni olabilir: Bunlardan birincisi çalışmanın başka gelir kaynaklarının (aileden gelen gelir, sosyal gelir vs) varlığı nedeniyle yaşamı sürdürmek için gerekli olmaması. İkincisi ise çalışmayla elde edilecek gelirin asgari düzeyde bile yaşamı sürdürmeye yetmeyecek olması ya da yaşam için yeterli geliri sağlayacak işlerin işçinin yaşamını ve sağlığını riske atacak olması.

Cumhurbaşkanı ve MÜSİAD Başkanı’nın işsizliğe neden olduğunu söylediği “iş beğenmeyenler” ikinci kategoriye girer. MÜSİAD Başkanı Asmalı’nın “insanlar ağır işlerde, emek yoğun işlerde çalışmak istemiyor” sözleri de bunu açıkça ifade ediyor zaten.

İnsanları karınlarını bile doyuramayacakları bir ücretle “ölümüne” çalıştırıp sonra da buna rıza gösterilmediği için sızlanacak; ölümüne çalışmaya razı olmayanları işsizliğin nedeni olarak göstereceksiniz. Yetmezmiş gibi bir de “Yabancı uyruklu işçiler bu işlerde daha fazla çalışıyor” diyerek göçmen emekçileri bir tehdit unsuru olarak öne süreceksiniz…

Varlığını el koyarak, sömürerek sürdürebilen sermaye sınıfının temsilcilerinin ideolojik meşruiyetlerini sürdürebilmek için -emekçileri koruyan yasaları da yok sayarak- sarf ettikleri sözlerin garipsenecek bir yanı yoktur. Esas sorun bu zat-ı muhteremlerin milyonlarca emekçinin gözünün içine bakarak bunları söyleyebilme cesaretini göstermiş olabilmeleridir. Bu cesaretin dayanağı elbette işçi sınıfının bilinçten ve mücadeleyi esas alan sınıf perspektifine sahip bir örgütlenmeden yoksun olunmasıdır.


6 Mayıs 2022 Cuma

İktidarla muhalefetin ırkçılık yarışı…


7 Mayıs 2022

AKP, ekonomide işler sarpa sarıp işsizliğe, yoksulluğa çözüm bulamayınca, 7 Haziran seçim yenilgisi sonrasında imdadına yetişen Suriyeli mülteciler meselesini yeniden bir “kurtarıcı” olarak kullanmaya başladı. Ama bu kez tersinden…

2015’te çözüm masasını devirip, insan haklarının evrensel kurallarını ayakları altında çiğnerken, “Batı’nın sesini kesmek” için Suriyeli mülteciler meselesini kullanan AKP, Avrupa’ya göç hareketini durdurmak üzere AB ile anlaşmıştı. Batı’nın insan hakları ihlallerini görmezden gelmesinin yanı sıra Türkiye hükümetine yapılan 6 milyar euro maddi destek karşılığında Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçişi engellenen Suriyeliler Türkiye’de kalıcı olarak ikamet etmek zorunda kaldı. Büyük kısmı bu anlaşma nedeniyle Türkiye’de kalan Suriyelilerin sayısı, İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı istatistiklerine göre -28 Nisan 2022 itibariyle- 3 milyon 762 bin 686 kişiye ulaştı.

AKP, Suriyeli mültecilerin Türkiye’de kalıcı olmasını iktidarının bekâsı için kullanırken, CHP ve diğer sağ muhalefet partileri “ırkçı bir yaklaşımla” iktidarı eleştirdi ve can güvenliği -Türkiye’nin de bir parçası olduğu savaş nedeniyle- tehdit altında olduğu için yurdunu bırakıp göç etmek zorunda kalan Suriyelilerin savaşın ateşi içine geri gönderilmesini savundu. Muhalefetin yaklaşımı “ırkçı”ydı çünkü ne AKP’nin savaş politikalarını eleştirmişler (ki kendileri de bu politikaları Meclis’te desteklemişti) ne de meseleyi insan hakları çerçevesinde ele almışlardı.

Gün geldi devran döndü ve halkı işsizliğe, yoksulluğa sürükleyen politikaların hesabını veremeyen AKP, seçimler yaklaşırken bu kez de ırkçılıkta muhalefetin bir adım önüne geçerek, Erdoğan’ın ağzından bir milyon Suriyeliyi ülkesine geri göndereceğini söyleyerek; Suriyeli mültecileri bu kez başka bir biçimde iktidarının bekâsı için kullanmaya başladı.

Erdoğan’ın bir milyon Suriyelinin geri gönderileceği açıklamasının ardından ana muhalefet partisinin başkanı Kılıçdaroğlu da ırkçılıkta Erdoğan’dan geri kalmadığını göstererek, iktidara gelirlerse iki yıl içinde tüm mültecileri geri göndereceğini söyledi.

Halklar arasında ayrımcılık yaratmak, halkın sorunlarını çözemeyen, onlara daha iyi bir gelecek sunamayan siyasetin sığınağıdır. Halkını açlığa, yoksulluğa, işsizliğe sürükleyen iktidarlar ya da buna çözüm üretemeyen muhalefet, ırkçı politikalarla çoğunlukta olan halk kesiminin azınlıkta kalan halklar karşısında kendisini “ayrıcalıklı” hissetmesini sağlamaya çalışır. Öte yandan toplumsal sorunların faturası bu azınlığın üzerine yıkılarak; egemen siyasetin iktidar kanadı da muhalefet kanadı da halk nezdinde kendini temize çıkartmış olur.

Oysa ırkçı politikaların çoğunluğa hissettirdiği “ayrıcalık” duygusu tamamen aldatıcıdır. Zira “ayrıcalığın” olduğu yerde “ayrımcılık” vardır. Ayrımcılığın olduğu yerde haktan, hukuktan, demokrasiden söz edilemez. Bunların yokluğunda ise güç, ekonomik ve siyasi erki elinde bulunduranlardadır. Dolayısıyla “ayrıcalıklı” halkın mensupları, kendilerini ötekileştirilenlerden ne kadar azade tutarsa tutsun ezilmeye, sömürülmeye, haksızlığa uğramaya mahkûmdur!

Kendi coğrafyamızda, somutlaştırmak gerekirse Kürtlere karşı Türk, Alevilere karşı Sünni ya da Suriyelilere karşı Türkiyeli olmanın “ayrıcalıkmış” gibi gösterilmesi tam anlamıyla bir aldatmacadır.

Bu bağlamda Soma’da ve Coşkunlar Fabrikası’nda yaşanan işçi katliamlarında; 10 Ekim ve Suruç katliamlarında; Kobanê ve Gezi davaları ve benzerlerinde yaşanan haksızlıklar, hukuksuzluklarla Suriyeli ya da diğer halklardan mültecilere yönelik ırkçı, ayrımcı politikalar birbiriyle doğrudan ilişkilidir.

“Hak, hukuk, adalet” diye yollara düşenler ırkçılık, milliyetçilik hastalığından kurtulamadığı, savaş politikalarını desteklemeye devam ettiği sürece siyaset sahnesinin hali hazırdaki otokratlarına koltuk değneği olmaktan öte bir role sahip olamazlar. Soyuna, sopuna, ırkına, mezhebine bakmaksızın, bu ülkede emeğiyle yaşamaya çalışanların haklarına sahip çıkmayan anlayışların bu ülkeye barış, huzur ve refah getirmesi de beklenemez zaten.