26 Aralık 2020 Cumartesi

Beterin beteri bir yıl: 2020

                                    26 Aralık 2020

Kendimi bildim bileli, sona eren yıl için “Aman ne iyi ne güzel bir yıldı” dendiğini duymadım. Savaşlar, katliamlar, doğal olduğu iddia edilen afetler, açlık, yoksulluk, hırsızlık, yolsuzluk, hak ihlalleri vb eksik olmadı geçen yıllar boyunca. Ama 2020  beterin beteri bir yıl oldu. Önceki sorunlar yetmez gibi, onlara tüm dünyayı saran, hızla yayılan, öldürücü  Covid-19 belâsı eklendi.  “Belâ olan dünyanın bir ucunda ortaya çıkan virüs müydü yoksa yer kürenin dört bir yanına yayılmasına sebep olan, akıl dışı, bilim dışı politikalarla süreci yönetemeyenler miydi?” Üzerine düşünülmesi gereken bir sorudur bu…

Dünya Sağlık Örgütü (WHO)’nun açıkladığı verilere göre Covid-19’un Çin’in Wuhan eyaletinde tespit edildiği ilk zaman olan Aralık 2019’dan bu yana 222 ülkede yaklaşık 77 milyon kişi bu virüse yakalandı, 1 milyon 750 binden fazla kadın, erkek, genç, yaşlı, çocuk yaşamını yitirdi (Türkiye gibi, birçok ülkenin gerçek rakamları gizlediği düşünülürse pandemiye yakalanan ve yaşamını yitirenlerin bundan çok daha fazla olduğunu tahmin etmek zor değildir.).

Pandemi süreci, ekonomik ve siyasi egemenlerin çıkarları doğrultusunda değil de bilimin bulaşa karşı önerdiği yöntemlerin eksiksiz uygulanmasıyla yönetilseydi, karşımıza WHO’nun sınırlı verilere dayandırdığı haliyle bile vahim olan tablo çıkmazdı. Daha açık ifadeyle gerçek verileri gizlemeye yönelik tüm çabalara rağmen bile sayıları 2 milyona ulaşan insan, Covid-19 nedeniyle ölmezdi. Öte yandan birçok ülkede pandemiyle baş edemeyerek çöken sağlık sistemi nedeniyle başta sağlık sorunları yaşayan ve normal koşullarda yaşamsal riski bulunmayan yüz binlerce hasta yaşamını yitirmeyebilirdi.

Pandemide tercih edilen politikalar, sağlığın yanı sıra sonuçları yaşamsal etkilere haiz pek çok toplumsal soruna da neden oldu. Bunların başında mülksüzleştirilen ve üretim araçlarından uzaklaştırılan kitlelerin yaşamlarını sürdürebilecekleri biricik gelirlerinin kaynağı olan işlerini kaybetmeleri geldi. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) raporlarına göre pandemi nedeniyle milyonlarca iş yeri kapandı ve yüz milyonlarca kişi işsiz kaldı. Az sayıdaki gelişmiş ülke, işini kaybedenlerin yaşamlarını sürdürebilecekleri bir takım destekler sunarken; alt ve orta gelişmişlik düzeyinde yer alan ülkeler, işsiz kalan milyonlarca emekçiyi, küçük üretici ve esnafı adeta ölüme terk etti. Bunun emek-sermaye ilişkilerine yansıması, emekçilerin daha düşük ücretle, daha uzun süre ve daha güvencesiz çalışmaya zorlanması oldu. Bu zorlama; pandeminin yarattığı ölümcül riskin, aç kalmaya tercih edilmesine neden oldu. Sonuç olarak pandemiye en fazla yakalanan ve yaşamını yitirenler emekçi kesimler oldu.

Pandeminin etkileri sadece virüs bulaşarak hastalanan ya da bu nedenle yaşamını yitirenlerle sınırlı kalmadı. Pandemi, müesses nizamın ne kadar çürük olduğunu gösterdi; ekonomiden siyasete, eğitimden sağlığa tüm kurumları çökertti. Devletlerin sosyal işlevlerini tamamen terk ettiği ve yurttaşların yaşamı pahasına, sermayenin ve siyasi iktidarların çıkarları doğrultusunda yönetildiği alenen ortaya çıktı. Yani bu tabloda, pandeminin ve yarattığı toplumsal sorunların engellenemeyerek içinden çıkılamaz bir insanlık krizi haline dönüşmesini siyasi iktidarların bu süreci “yönetememesi” olarak görmek, son derece naif bir yaklaşımdır. Mesele sürecin yönetilememesi değil, bir avuç egemenin çıkarları uğruna milyonlarca insanın ölüme, milyarlarcasının işsizliğe, açlığa, yoksulluğa terk edilmesidir.

Son günlerde gelen haberler, Covid-19’un mutasyona uğradığı, çok daha bulaşıcı ve öldürücü hale gelerek İngiltere üzerinden yayıldığı yönündedir. Milyarlarca insanın yaşamı, çıkarlarının peşinde toplumun sorunlarına körleşmiş olan sermaye ve onu temsil eden siyasi iktidarların tercihlerine bırakıldığı sürece 2021’in 2020’den çok daha beter olacağını söylemek kehanet olmaz.

İnsanlığı belâdan belâya sürükleyen bu düzenin değişmesinin tek yolu; halkların sermayenin çıkarları yerine kendi iktidarlarını kurmak hedefiyle örgütlenmesi, mücadele yol ve yöntemlerini geliştirmesidir.

2021’in, insanlığın başına belâ olan düzenden kurtulmak için toplumsal mücadelenin yükseltildiği bir yıl olmasını diliyorum.


19 Aralık 2020 Cumartesi

Devletin yalın hali: Körlük


19 Aralık 2020

Mülksüzleştirip, üretim araçlarından yoksun bıraktığı kitleleri, yaşamlarını sürdürecek bir gelir için emek gücünü satmaya mahkûm bırakan bir sistemdir, kapitalizm. Emek gücünü satın alan sermayedar (patron) bunun karşılığında işçiye ne kadar az ücret ödeyip, ondan ne kadar yüksek verim elde ederse kârını ve sermayesini de o denli arttırmış olur. Sermaye ne kadar çok birikirse yani emek sömürü ne kadar yoğun olursa kapitalist sistem de o ölçüde güçlenir.
Kapitalizmin bu temel işleyiş mekanizması Covid-19’la birlikte sarsıldı, sorgulanır hale geldi. Yaşamını sürdürmek için emek gücünü satmak dışında seçeneği bulunmayan milyarlarca emekçi, hızla yayılan ve öldürücü olan pandemiyle mücadelenin en etkili önlemi “fiziksel mesafe” kuralına rağmen çalışıp kendisi ve yakınlarının yaşamını tehlikeye atmak ile aç kalmak arasında bir tercih yapmak durumunda kaldı.
Patronlar, çalışanlarının -onlarla birlikte tüm toplumun- yaşamını hiçe sayarak ekonomik faaliyetlerin sürdürülmesinde ısrar etti. Amaçları sadece kârların düşmesi değil, zaten içinden çıkılamaz bir krize sürüklenen sermaye birikim rejiminin işleyiş mekanizmasının sekteye uğramasını engellemekti. Sistemin karşısına çıkan tüm çetrefilli koşullarda olduğu gibi devlet yine etkin biçimde devreye sokuldu.
Kapitalizmde devletin görevi, sermaye birikiminin önündeki engelleri gereken her durumda temizleyip sistemin sorunsuz biçimde işlemesini sağlamaktır. Dolayısıyla devlet bu görevi birikim rejiminin özelliklerine göre yerine getirirken sömürüyü en üst seviyeye getirecek sistemin de uygulayıcısı olur. Yani ideolojik (eğitim, din, hukuk vd) ve baskı (yargı, cezaevleri, kolluk güçleri vd) aygıtlarını kullanarak emek rejimini, vergileri, teşvikleri, üretim ve bölüşüm ilişkilerini düzenler.
1.Dünya Savaşı’nın ardından 1970’lerin başına kadar egemen olan içe dönük, Fordist birikim rejiminin sosyal/refah devleti anlayışında devlet, talebi arttırarak sermaye birikimini sağlamaya çalışmıştı. Bu nedenle özellikle erken sanayileşen ülkelerde bir taraftan satın alma gücünü arttırmak için sendikalaşma özgürlüğü ve toplu pazarlık hakkı tanınarak ücretler yükseltilirken; diğer taraftan eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi temel harcamaları devlet üstlenmişti. Böylece özel sektörün ürettiği tüketim mallarına talep artmış, gelir dağılımı da bir nebze olsun düzelmişti.
1970’lerden sonra benimsenen dışa dönük, esnek birikim rejimi ve neoliberal politikalarla birlikte sendikalar, toplu pazarlık ve sosyal güvenlik sistemiyle sosyal devlet, kapitalizmin üzerinde yük olarak görüldü; Türkiye’nin de içinde yer aldığı kimi ülkelerin yasa ve anayasalarında adı hala anılmakla birlikte sosyal devlet fiilen ortadan kalktı. Ancak yurttaşların büyük bölümü devleti, sosyal işlevleri olan ve kendisi için “güvence” oluşturan bir konumda “imiş” gibi görmeye devam etti.
18 yıldır iktidarda olan ve devletin imtiyazlarını sonuna kadar kullanan AKP’lilerin son günlerde yurttaşlar için sarf ettiği sözler bu “imiş” gibi durumun gerçeklikten ne kadar uzak olduğunu ortaya koyudu. AKP’li siyasetçiler, saray bürokratları ve onların aile fertlerinin yurttaşların vergilerinden üç-dört ballı maaşı birden alması; kamu ihaleleri; kendilerine peşkeş çekilen ormanlar ve kamu arazilerinin yanı sıra bir de “Millet aç, milletin midesine kuru ekmek giriyor” sözlerine karşı Fransız İhtilali öncesinde kraliçe Marie Antoinette atfedilen “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler!” sözünü anımsatan “O zaman aç değiller” sözü devletin halini tüm açıklığıyla gözler önüne serdi.
Devlet artık, erken sanayileşen ülkelerde 1945’lerde Türkiye’de ise 60’larla başlayan paternalist (babacı) devlet değildir. Bugün AKP ile temsil edilen devlet, 18. yüzyıl sonunda Fransa’da Marie Antoinette atfedilen sözle özdeşleşen toplumun içinde bulunduğu gerçeklere “körleşmiş” devlettir ki bu anlayışın hakim olduğu feodal devlet, halk tarafından yıkılmıştır.
Gelin görün ki halk hareketleriyle yıkılan feodal devletin yerine geçen kapitalist devletin bugün geldiği yer, üzerine oturduğu feodal devletin sonunu getiren halkı küçümseyen, yok sayan körleşmiş devlet anlayışıdır.
Pandemi karşısında sermayenin kârı için halkın sağlığını hiçe sayan politikaların sonucunda Türkiye’de her gün pandemi nedeniyle yaşamını yitiren sayısı -resmi rakamlara göre- 250 kişiyi bulmuştur. Faaliyetleri durdurulan hizmet sektöründe yüzlerce küçük işletme iflas ettiği, milyonlarca işçi emek gücünü satamadığı için yaşamlarını sürdürecek gelirden yoksundur. Anayasada “sosyal devlet” ibaresi bulunmasına rağmen, yaşamını sürdüremeyenlere yönelik devletin dişe dokunur hiçbir politikası yoktur. Milyonlarca yurttaş, yoksulukla, açlıkla karşı karşıyadır. İşsizlik, açlık nedeniyle intihar haberlerinin alınmadığı gün yok gibidir.
Kendi sorunlarına karşı körleşmiş sistemin ve onun devletinin kurbanı olmak istemeyen işçinin, köylünün, esnafın, kadınların, gençlerin yani halkın sesi ise devletin zor aygıtları acımasızca kullanılarak susturulmaya çalışılmaktadır.
Halktan kopmuş, körleşmiş düzenin bir geleceğinin olmadığı aşikardır. Halk, her türlü baskıya rağmen eninde sonunda gerekeni yapacaktır. Ancak burada önemli olan körleşen düzenin yerine neyin konulacağıdır. Belirli bir ideolojiye sahip olmadan sadece körleşen düzeni yıkmak, Fransız ihtilalinde olduğu gibi halka körleşen bir başka düzenin kurulmasına hizmet etmekten başka bir işe yaramaz.
Adını açık olarak ifade edersek, Covid-19 karşısında halkın sağlığını kendi kârına tercih eden, milyonlarca yurttaşın işini, sağlığını ve yaşamını kaybetmesine neden olan düzenin adı “kapitalizm”dir ve bu düzenin devlet aygıtının Türkiye’de bugünkü temsilcisi AKP’dir. Düzenin halka karşı körlüğünü ortaya seren de AKP’nin siyasetçi ve bürokratlarıdır. AKP’den kurtulmak halk için önemli bir adım olabilir ama yerine emeğini, doğasını, yaşamını savunan bir alternatif koyamadığında; adı farklı bir iktidar partisiyle mevcut düzenin devamına hizmet edecektir. Bu nedenle emeğini, doğasını, yaşamını savunan halk hareketlerinin yürüteceği mücadelenin sınıfsal perspektife sahip olması ve siyasi bir özneyle hareket etmesi gerekir!

11 Aralık 2020 Cuma

"Sefalet düzeyini belirleme” pazarlığı…


12 Aralık 2020

Asgari ücret, refah rejiminin bir ürünü olarak, korporatist (devletin işçi-işveren arasında hakem rolü üstlendiği) anlayış üzerine şekillendirilmiş; devletin emek ve sermaye arasındaki bölüşüm ilişkilerinde en etkili müdahale aracı haline gelmiştir. Sosyal devlet anlayışının hüküm sürdüğü dönemde, emekçileri yoksulluk ve sefaletten korumayı amaçlayan asgari ücret, neoliberalizmle birlikte ücretleri baskılamanın aracı haline dönüşmüştür.

Birçok ülke gibi Türkiye’de de asgari ücretin tespit süreci, işçi-işveren ve devletten oluşan korporatist bir oluşum içinde ve ulusal düzeyde yapılan toplu pazarlık görüntüsündedir.

İşte bu noktada şunu sormak gerekir: Bir ülkede geçerli olacak taban ücret olacaksa ve miktarı -geçen hafta da paylaştığım gibi- uluslararası sözleşmelerinin yanı sıra TC Anayasası’nda da ifade edilen “tüm çalışanların emeklerinin karşılığı olan, kendisi ve ailesinin insanlık onuruna yakışır yaşam sürmesini sağlayacak bir ücret alma hakkına sahip olduğu” ilkesinden hareketle belirlenecekse; asgari ücret, bir pazarlığın konusu olabilir mi?

Yanıtı hemen verelim: Olabilir. Ancak pazarlık evrensel olarak kabul gören “işçinin kendisi ve ailesinin yaşamını insanlık onurunu sağlayarak sürdüreceği” miktarın üzeri için söz konusu olabilir. Örneğin 2021 yılı için sürmekte olan asgari ücret görüşmelerinde Türk İş’in dört kişilik ailenin zorunlu ihtiyaçları üzerinden “yoksulluk sınırı” olarak belirlediği 8 bin 198 TL’yi işçinin kendisi ve ailesine onurlu bir yaşam sürdürebileceği asgari miktar olarak kabul edersek; yapılacak pazarlık ancak bunun üzerinde bir ücret oluşması için yapılır. Bunun altında yapılacak bir ücret pazarlığı, “işçinin yoksulluğunu, sefaletini mutlaklaştıran ve ancak sefaletin düzeyini belirlemek” için yapılan bir pazarlık olur!

Türkiye’de Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda yapılan tam da “işçinin sefalet düzeyini belirleme” pazarlığıdır. Zira sermaye ve devleti temsilen siyasi iktidarın asgari ücret için getirdiği teklif, Türk İş’in belirlediği yoksulluk sınırının üçte birinden bile azdır.

Geçtiğimiz hafta içinde sermaye sınıfının iki önemli örgütü, Genç Yönetici ve İş İnsanları Derneği (GYİAD) ve Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) işbirliğiyle hazırlanan “Türkiye’de Genç İş Piyasası ve Geleceğine Bakış Raporu” açıklandı. Raporda üzerinde tartışılması gereken pek çok veri bulunmakla beraber öne çıkan; genç işsizliğinin boyutları ve 18-30 yaş arasındaki genç işçilerin yüzde 64’ünün, 18-22 yaş arasındaki genç işçilerin ise 74.3’ünün sadece yol-yemek veren bir yerde, karın tokluğuna çalışmaya razı olması idi. Raporun gerçekleri yansıttığına kuşku yoktur; AKP’nin 18 yıldır hararetle uyguladığı neoliberalizmin ve sınıf mücadelesine yönelik baskıların ortaya çıkarttığı sonuç tam da budur. Ancak asgari ücretin gündemde olduğu bir süreçte bu raporun yayınlanması iktidara bir eleştiri mahiyetinde değil, “karın tokluğuna çalışmaya razı olunma” halini öne çıkartıp, “sefaletin dibi denebilecek olan asgari ücrete emekçileri razı etmeyi” amaçlamaktadır.

Sermaye kesiminin bu çabasını, kendi sınıfsal çıkarını savunmak açısından, pazarlık taktiği olarak taktire şayan bulmamak mümkün değildir. Buna karşılık işçi sınıfı örgütlerinin bu süreçte izlediği politika, taktik ve stratejiler için aynısını söylemek mümkün değildir. İşçi örgütlerinin asgari ücret tespiti sürecinde attıkları en çarpıcı adım (belki de tek adım) Türk İş, Hak İş ve DİSK’in yaptıkları ortak açıklamadır. “Asgari ücret insan onuruna yaraşır bir geçimi sağlamalıdır.” talebinin dillendirildiği açıklama son derece yüzeyseldir ve ortak mücadeleye ve eyleme dair hiçbir somut söz söylenmemiştir. Keza toplantının ardından DİSK dışındaki konfederasyonlardan bürokrasinin gereği genel geçer sözler dışında ses çıkmamıştır. Türk İş ve Hak İş, -hükümetle karşı karşıya gelmemek ve işçilerde beklenti yaratmak istemediklerinden olsa gerek- herhangi bir rakam telaffuz etmezken DİSK, asgari ücretin en az 3 bin 800 TL olması ve vergiden muaf tutulması gerektiğini açıklamıştır.

Siyasi partiler de gündemlerine aldıkları asgari ücretin ne kadar olması gerektiğine dair açıklamalar yapmıştır. Açıklamaların hemen tümünde emeğin hakkının verilmesi ve insan onuruna yakışır yaşam sürecek bir miktarın asgari ücret olarak belirlenmesi gerektiği belirtilmiştir. Ancak 2021 için talep ettikleri asgari ücret rakamı, (asgari ücretin 8 bin 085 TL olması gerektiğini belirten Saadet Partisi dışında) Türk İş’in Kasım ayında açıkladığı raporda bir işçinin “yaşama maliyeti” olarak belirlediği 3 bin 074 TL civarındadır (İYİ Parti 3 bin TL, CHP 3 bin 100 TL, Gelecek Partisi 3 bin 300 TL, HDP 4 bin TL). İktidar cephesinin (AKP, MHP, BBP) telaffuz ettiği rakam ise bir işçinin yaşamını sürdürebileceği asgari miktarın bile altındadır.

Göstermelik olamanın ötesine geçmese de asgari ücret “pazarlığı” sermaye ve işçi sınıfı arasındaki çıkar çatışmasının somut biçimde açığa çıkmasına vesile olmuştur. Sermaye tarafı, işçilerin yol ve yemek parasına bile çalışmaya razı olduğunu ifade eden, sefaleti daha da arttıracak bir ücreti meşru kılacak bir raporla masaya daha güçlü oturmaktadır. Buna karşılık sendikalar ve işçilerin “oy”una talip siyasi partiler ise ne yazık ki “açlık sınırı”nı esas alan bir kabulle emekçilere sefaleti reva gören bir anlayışla, asgari ücret komisyonunda yapılan, “işçi aç kalsın mı kalmasın mı” pazarlığına razı olmuşlardır.

Elbette sendikaların gücünü de siyasi partilerin sınıflar arasındaki tercihini de belirleyen “işçi sınıfın bilinci, örgütlülüğü ve mücadele iradesi”dir. Bir sendika yönetiminden ya da siyasi bir partiden işçi sınıfının gücünün ötesinde bir mücadele beklemek gerçekçi olmaz. Ancak emekçileri temsil eden veya haklarını savunduğunu iddia eden örgütlerin, sermayenin kurguladığı “işçinin sefalet düzeyini belirleme” oyunun bir parçası olması da kabul edilemez.

İşçi sınıfı bugün tüm örgütsüzlüğüne ve tüm baskılara rağmen ülkenin dört bir yanında yürüttüğü küçüklü, büyüklü mücadelelerle emeğinin hakkını aramaktadır. Sınıf örgütlerinin bu süreçte yapması gereken emekçilerin umutsuzluğunu besleyip, sefalete razı etme sürecine katkıda bulunmak değil, emeğinin hakkını aldığı, insanlık onuruna yaraşır bir yaşam tahayyülü etrafında mücadeleyi örgütlemektir.

4 Aralık 2020 Cuma

Asgari ücret ne kadar olmalı?


5 Aralık 2020

Asgari ücret, bir ülkedeki en az ücreti yani taban ücreti ifade eder. İşçinin sahip olduğu vasıf, işin özellikleri ve işçi ile işveren arasında yapılan pazarlık sonucunda elde edilen haklara göre taban ücretin (asgari ücretin) üzerine eklemeler yapılır. Bu nedenle sadece vasıfsız, tecrübesiz, toplu sözleşmeden yararlanamayan örgütsüz işçilerin esas ücreti asgari ücret düzeyinde olabilir ki bunun da emek piyasasında küçük bir azınlığı kapsaması beklenir.

Türkiye’de kaç kişinin asgari ücretle çalıştığı neredeyse devlet sırrıdır. 2014’ten bu yana AKP hükümetleri -TBMM’de verilen soru önergelerini de yanıtsız bırakarak- “Kaç kişi asgari ücretle çalışıyor?” sorusuna yanıt vermemiştir. DİSK-AR’ın 2019’da yayınladığı raporlarında yer alan hesaplamalara göre -AB ülkelerinde yüzde 7 olan- asgari ücretle çalışanların oranı Türkiye’de istihdam edilenlerin yarısına yakındır. Kaldı ki kayıt dışı istihdam edilenler, esnek çalışanlar, stajyerler ve son yıllarda yaygınlaşan asgari ücretten yatırılan ücretin bir kısmının patrona geri ödetilmesi gibi uygulamalarla, emekçilerin önemli bölümü asgari ücretin çok altında bir ücretle çalıştırılmaktadır. Bu da Türkiye’de “asgari ücret” adıyla belirlenenin, aslında “ortalama ücret” hatta birçok sektörde/iş yerinde çalışanlara dayatılan “azami ücret” olduğunu gösterir! Asgari ücretin azami ücret olarak dayatılanlar sadece eğitimsiz, vasıfsızlar değildir; üniversite mezunu pek çok genç, öğretmenlik, mühendislik, muhasebecilik gibi profesyonel ya da yarı profesyonel işlerde bile resmi asgari ücretin altında ücretle çalışmaya razı olmaktadır.
 
Oysa 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 23. maddesinde, “çalışan herkesin adil; kendisi ve ailesinin insanlık onuruna yetecek bir ücret alma hakkına sahip olduğu” vurgulanmıştır. Bu bağlamda “çalışana ve ailesine insanlık onuruna uygun bir yaşam düzeyini sağlayacak bir ücret”  temel insan hakları içinde kabul edilmiş ve devlete, bu konuda gerekli önlemleri alma görevi verilmiştir. Yine BM tarafından kabul edilen, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Üzerine Uluslararası Sözleşme’de, “bütün işçilere, kendisine ve ailesine iyi bir yaşam düzeyini sağlayacak asgari ücretin verilmesi gerektiği” belirtilmiştir.

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) Anayasası’nın başlangıç bölümünde, işçilere sağlanacak ücret güvencesi sadece işçiler için bir hak olarak kalmayıp aynı zamanda evrensel ve kalıcı bir barış için de gerekli unsurların başında geldiği ifade edilmiş; işçilere “yeterli yaşam koşullarını sağlayacak bir ücretin güvence altına alınması” öncelenmesi gereken konular arasında kabul edilmiştir. ILO, asgari ücret ile ilgili olarak üç sözleşme ve üç tavsiye kararı onaylamıştır.

Avrupa Sosyal Şartı’nın 4. maddesinde de “Tüm çalışanların, kendileri ve ailelerine iyi bir yaşam düzeyi sağlamak için yeterli ve adil bir ücret alma hakkı” olduğu belirtilmiştir.

TC Anayasası’nın “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası Antlaşmalar kanun hükmündedir” ifadesine yer verilen 90. maddesine göre yukarıdaki uluslararası sözleşme hükümleri Türkiye için de geçerlidir. Öte yandan Anayasa’nın 55. maddesinde uluslararası normlara paralel olarak “Ücret emeğin karşılığıdır. Devlet, çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alır” hükmüne yer verilmiştir.

Yani gerek Anayasa gerekse uluslararası normlara göre tüm çalışanlar, emeklerinin karşılığı olan, kendisi ve ailesinin insanlık onuruna yakışır yaşam sürmesini sağlayacak bir ücret alma hakkına sahiptir. Oysa Türkiye’de asgari ücretin belirlenmesinde ne emeğin karşılığı yerini bulmakta ne de her sözleşmede yinelenen onurlu yaşam sürme ölçeği dikkate alınmaktadır.

Her vesilede aileyi kutsayan AKP hükümeti, mesele asgari ücret olunca “aileyi yok saymakta” ve asgari ücret hesabını sadece işçinin kendi giderleri üzerinden belirlemektedir. Türk İş’in Kasım ayında açıkladığı raporda bir işçinin “yaşama maliyeti” aylık 3 bin 074 TL’dir. Oysa halen geçerli olan 2 bin 324 TL asgari ücretle bırakın işçinin ve ailesinin onurlu bir yaşam sürmesini, tek yaşayan bir işçi bile en temel ihtiyaçlarını karşılayamaz.

Asgari ücret görüşmeleri öncesinde 2021 yılı için asgari ücretin, Yeni Ekonomik Program’ın (YEP) yüzde 8’lik enflasyon hedefi ya da Merkez Bankası’nın yüzde 9.4’lük enflasyon tahmini doğrultusunda belirlenmesi beklenmektedir. Bu durumda da en iyi olasılıkla yeni asgari ücretin 2 bin 542 TL olacağı öngörülebilir. Bu da emekçiler ve ailelerinin 2021’de onurlu yaşama kavuşmaları bir yana açlıkla cebelleşecekleri yeni bir yıla daha gireceklerini göstermektedir.

Peki asgari ücretin ne kadar olması gerekir?

Asgari ücretin miktarından önce “ortalama ücret” ya da “azami ücret” olmaktan çıkıp “taban ücret” haline gelmesi sağlanmalıdır. Asgari ücret miktarı hesaplanırken, işçilerin de sosyal bir varlık olan insan oldukları ve geçindirmek zorunda bulundukları ailelerinin ihtiyaçları da göz önüne alınmalıdır. Bu durumda asgari ücret en az Türk İş’in dört kişilik ailenin zorunlu ihtiyaçları üzerinden “yoksulluk sınırı” olarak belirlediği 8 bin 198 TL üzerinden hesaplanmalıdır.

Bu miktarın çok yüksek olduğu, patronların bunu ödeyemeyeceğini savunanlar olursa onlara; halkın cebinden ve emekçilerin İşsizlik Sigortası Fonu’ndan sermayeye aktarılan kaynaklar, şirketlerin yüksek kârları, giderek düşürülen kurumlar vergisi oranları, zenginleşen ve lüks içinde yaşayanların artması ve yasal ya da yasa dışı yollarla yurt dışına aktarılan servetler anımsatılıp, önce bunların hesabını vermeleri istenebilir mesela…