23 Haziran 2023 Cuma

Yabancı düşmanlığı


İnsanları öz yurtlarını terk etmeye aşırı yoksulluğun -savaşın, etnik yıkımın- zorladığına ve göçmen işçilerin kapitalistler tarafından en utanmaz biçimde sömürüldüklerine kuşku yoktur.” 

V. İ. Lenin

Toplumda “hırsızlığın, bireysel şiddetin, tacizin, işsizliğin, yoksulluğun, bilumum musibetin ve kötülüğün, sığınmacılardan geldiği düşüncesi” hızla yayılıyor. Savaştan, etnik kırımdan, açlıktan kaçarak yaşamda kalabilmek için Türkiye’ye sığınan Suriyeli, Afgan, diğer Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden insanlar, ülkede yaşanan ekonomik, siyasal ve sosyal çürümenin, yıkımın baş sorumlusu olarak görülüyor. Geride bıraktığımız seçim sürecinde gerek iktidarın gerekse muhalefetin “sığınmacılara yönelik tepkileri oya dönüştürmek” için kullandığı ırkçı, ayrımcı dil, yabancı düşmanlığını körükleyen en önemli etkenlerin başında geliyor. Medyada sıkça yer verilen provokatif haberlerin etkisini de azımsamamak gerekiyor elbette.

Yabancı düşmanlığı özellikle işçi sınıfının orta ve üst katmanları ile küçük burjuvazi olarak tarif edilebilecek olan kendi hesabına çalışan küçük üretici, esnaf ve çiftçiler arasında daha yaygın. Bunlar içinde aile fertleri -hatta kendileri- gelişmiş Avrupa ülkelerinde göçmen olarak bulunmuş ve yabancı düşmanlığının mağduru olmuşların sayısı da az değil.

İnsanların ekonomik, siyasal ya da sosyal nedenlerle bireysel ya da topluluklar halinde yaşam mekanlarını değiştirmesi olarak tarif edebileceğimiz göç, insanlık tarihinin her döneminde yaşanmış bir olgu. Ancak kapitalizm; göçün öznesi olan insanın (aynı zamanda kapitalist üretimin öznesi olan emek gücünün de) sahibi olmak ve sermaye birikimi sağlamak için göçü, önemli bir fırsat olarak değerlendiriyor. Dolayısıyla tüm üretim faktörlerini belirleyen ve denetim altında bulundurmayı sermaye birikiminin vazgeçilmez ilkesi olarak kabul eden burjuvazi, üretimin temel unsuru olan emek gücünün yer değiştirmesi olarak gördüğü göçü de kendi çıkarları için kullanabileceği biçimde yönlendirmeyi, kontrol altında tutmayı amaçlıyor.

Ulus devletleşme süreciyle birlikte keskinleşen ulusal sınırlar ve bu sınırlar içinde devletlerin sahip olduğu egemenlik hakları göç olgusuna yeni bir boyut kazandırdı. Örneğin erken sanayileşmiş ülkeler, üretimin merkezileştiği Fordist dönemde emekçiler arasında rekabeti arttırarak üretim maliyetlerini düşürmek için, kendi ülkelerindeki emek gücünden daha ucuza olan “çevre emek gücünün kendi ülkelerine göçü”nü teşvik ederdi (60’lı 70’li yıllarda Avrupa ülkelerinin Türkiye, Yunanistan gibi ülkelerden emek göçünü teşvik ettiği gibi). Oysa ticari ve finansal serbestleşmeyle birlikte üretimin “ucuz emek taahhüdünde bulunan” çevre ülkelere kaydığı küreselleşme sürecinde ulusal egemenlik hakları, göçü engellemek için kullanılıyor.

Türkiye, 60’lardan itibaren merkez kapitalist ülkelere “göç veren” ülke konumundayken, 90’larla birlikte önce dağılan Doğu Bloku ülkelerinden gelen, ardından da savaşların, kitlesel katliamların yoğunlaştığı Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden Avrupa’ya geçmek isteyenler için bir “geçiş ülkesi” haline geldi. Ucuz emek üzerinden küresel rekabette yer almaya çalışan bir ülke olarak Türkiye, geçiş ülkesi olma konumunu da kullanarak, 2016’da AB ile yaptığı mutabakat ile Ortadoğu ve Afrika’dan Avrupa’ya göçü engelledi. Böylece AB ülkelerine geçmek isteyen milyonlarca göçmen, Türkiye’nin çeşitli kentlerinde yerleşmek ve yaşamlarını sürdürebilmek için son derece düşük ücretlerle çalışmak zorunda kaldı.

Sokaklarda şiddet, taciz, hırsızlık gibi gerekçeler öne sürülse de yabancı düşmanlığının kökeninde, en ucuza ve en kötü koşullarda çalışmaya razı olan göçmen işçilerin yerli işçiyle rekabet ederek ücretleri düşürmesi yatıyor. Emekçiler arası rekabeti arttırmasının yabancı düşmanlığını körüklemesi, dönemsel bir olgu olmadığı gibi Türkiye’ye özgün bir durum da değil.

Emperyalist düzende, emekçiler arasında milliyet ve etnik kimlik temelinde “ayrımcılık” yaratmak; kendisine ayrıcalıklı bir konum atfedilenleri ise bu konumu kaybetmemek için “yabancı” kategorisine koyduklarına karşı -ırkçılık, milliyetçilik kışkırtarak- düşmanlaştırma çabası her zaman olagelmiş.

Göç, sermaye açısından emeği ucuza sağlamak için bir fırsat yarattığı gibi işçi sınıfı için de ulusal farklılıkları, ön yargıları kırmak ve kapitalizme karşı enternasyonal mücadeleyi yükseltmek için büyük bir olanak sağlıyor. Burjuvazinin siyasetçisiyle, medyasıyla yabancı düşmanlığını kışkırtarak yerli ve göçmen işçiler arasındaki rekabeti öne çıkarmaktaki gayesinin de emekçilerin dayanışmasını ve ortak mücadele olanağını engellemek olduğunu görmek gerekiyor.

Savaşsız, sömürüsüz bir dünya için “tüm dünya işçilerinin, halklarının birleşmesi” kaçınılmaz. Bu da ancak burjuvazinin oyununu bozarak yabancı düşmanlığını kırmak ve ortak mücadele olanaklarının değerlendirilmesiyle mümkün.


16 Haziran 2023 Cuma

Asgari ücreti kim belirler?

                               17 Haziran 2023

Mevzuata (yasalar, yönetmelikler vs.) bakarsanız “asgari ücret”i Asgari Ücret Tespit Komisyonu (AÜTK) belirler. İşçi-işveren ve siyasi iktidarın katılımıyla yılda bir ya da iki kez toplanan AÜTK, ülkede geçerli olacak taban ücreti yani “en az ücret”i tespit eder. Emek piyasasında da ücretler, işin ve işçinin niteliğine göre bu en az ücret esas alınarak oluşur. Asgari ücret miktarı tespit edilirken TÜİK’in açıkladığı enflasyon rakamları üzerinden işçinin temel ihtiyaçları hesaplanır ve nihayetinde AÜTK, -mutlaka ama mutlaka- iktidar sahiplerinin “İşçileri enflasyona ezdirmedik!” açıklamasını yapabilecekleri bir sonuca ulaşır!

Hemen her konuda olduğu gibi asgari ücret konusunda da mevzuatın gerçeklerle uzaktan, yakından ilgisi yoktur! Asgari ücret, ne AÜTK adı verilen “düzmece” komisyon tarafından belirlenir ne asgari ücret adı atında belirlenen rakam, -ücretli çalışanlarının yarıdan fazlasının ücreti asgari ücret seviyesinde olduğu için- emek piyasasında oluşan ücrete temel oluşturur ne de işçiler, TÜİK’in gerçek dışı verileriyle hesaplanan asgari ücretle yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayarak sağlıklı bir hayat sürdürebilir.

Dünyanın her yerinde işçinin eğitimi, yaka rengi (mavi, beyaz, pembe vs), çalıştığı sektör ne olursa olsun her düzeyde (ulusal, sektörel, işyeri ya da bireysel) ücreti belirleyen unsur, işçilerin pazarlık gücüdür. İşçilerin pazarlık gücünü belirleyen ise -çok nadir bulunan özel yeteneklere haiz değillerse- sınıf perspektifine sahip örgütlü bir mücadeleyi ne ölçüde sağlayabildikleridir.

Türk İş’in en çok üyeye sahip işçi konfederasyonu olarak AÜTK’de işçi tarafı adına yer alması, bu komisyonu işçi sınıfının bir mücadele alanı haline getirmez. Zira Türk İş, Türkiye’de asgari ücretten doğrudan ya da dolaylı olarak (ücreti, kıdem tazminatı, sigorta primi vs) etkilenen (kapsam içi, kapsam dışı, kayıtlı, kayıtsız vb) emekçilerin yüzde 5’ini bile temsil etmez. Kaldı ki Türk iş Genel Başkanı Ergün Atalay’ın Habertürk’ten Bülent Aydemir’in asgari ücretle ilgili sorularına karşılık olarak (Türk-İş’e bağlı iş kollarında asgari ücretli olmadığını hatırlatmasının ardından) sarfettiği, “Daha önce dedik ki görüşmelere asgari ücretli biri katılsın. Yasal olarak muhatabımız sensin, diyorlar. Henüz ortada bir rakam da yok. Ben şu aşamada hiç konuşmuyorum ama dönüp dolaşıp ihale bana kalıyor” sözleri Türk İş Başkanı’nın da asgari ücretlileri temsil etmek istemediğini, açıkça ifade etmektedir (https://www.haberturk.com/turk-is-baskani-atalay-teklife-gore-tavrimizi-belirleriz-3599476-ekonomi).

Atalay’ın bu sözleri aynı zamanda, Türk İş’in en çok üyeye sahip işçi konfederasyonu olmak hasebiyle AÜTK’de kerhen bulunduğunun, başka bir ifadeyle işçi sınıfının temsiliyetini yüklenmek istemediğinin itirafı olduğu gibi “…görüşmelere asgari ücretli biri katılsın” sözü örgütlü mücadele bilincinden ne kadar uzak olduğunu da göstermektedir. Bu ifadeler, Türk İş’in kurulduğu 1952’den itibaren izlediği “sınıfı inkar eden” sendikal anlayışını teyit ederken, bugüne kadar Türk İş’e sınıfsal bir görev/işlev atfeden yaklaşımların ne kadar yanlış olduğunu da en yetkili kişinin ağzından ortaya koymaktadır.

Peki Türk İş, yukarıdaki ifadelerde açıkça görüldüğü gibi işçi sınıfına yabancılaşmamış, Türkiye işçi sınıfını temsil ettiğini iddia etmiş olsaydı; AÜTK, işçi sınıfının gücünü yansıtabildiği bir mücadele alanı olabilir miydi?

Değişen bir şey olmazdı. Çünkü Türk İş, işçi sınıfının hakları ve çıkarları için mücadeleyi reddetmiş olmasaydı bile -emekçilerin üretimden gelen gücünü ifade eden “grev”in gerçekleşme koşullarının bulunmadığı diğer toplu pazarlık masaları gibi- AÜTK de sendika bürokratlarının işveren ve siyasi iktidarla uzlaşarak emek sömürüsünü meşru hale getirdikleri bir alan olmaktan öteye gidemezdi.

Sözün özü: Türkiye’de asgari ücretin açlık sınırının bile altında olması, sadece patronların insafsızlığı ya da siyasi iktidarın emek düşmanı politikalarıyla açıklanamaz. Emekçi kitleleri açlığa, sefalete sürükleyen temel etken işçi sınıfının örgütlü bir mücadeleden uzak olmasıdır. Emeğiyle geçinen milyonlarca insanın alın terinin karşılığını alabilmesi ve onurlu bir yaşam sürdürebilmesi için öncelikle, sendikaları sınıfa yabancılaşmış bürokratlardan kurtarması ve yeniden işçi sınıfının en etkili mücadele aracı haline getirmesi gerekir!


10 Haziran 2023 Cumartesi

Halk ekonominin faturasını yüklenmeye razı mı?

                                  10 Haziran 2023

Seçimlerin ardından -beklendiği gibi- gündem ekonomi üzerinde yoğunlaştı. 2007-2018 arasında ekonomi yönetiminde yer alan ancak AKP ile yollarını ayırdıktan sonra “İngiliz bankerlerinin temsilcisi” olmakla itham edilen Mehmet Şimşek’in Hazine ve Maliye Bakanı olarak atanmasıyla ekonomi politikalarında bir değişim işaretinin verilmesi, ekonomiye ilişkin beklentileri ve ilgiyi daha da arttırdı.

Şimşek, daha bakanlık koltuğuna oturmadan TL’nin diğer ülkelerin para birimleri karşısında değer kaybı (devalüasyon) hızlanmaya başlarken, seçimlerin birinci turunun üzerinden (15 Mayıs) henüz bir ay bile geçmeden ABD doları karşısında değer kaybı, yüzde 20’yi buldu. Böylece Cumhuriyet tarihinin en yüksek seviyelerine ulaşan dış borcun genel bütçe üzerindeki yükü daha da arttı. Ayrıca iğneden ipliğe, bulgurdan ete dışa bağımlı hale gelen ekonomide enflasyonun hız kazanması kaçınılmaz hale geldi.

Her musibeti fırsata çevirmekte mahir olan sermaye kesimi, ulusal kaynakların (her türden emtia, yer üstü ve yeraltı kaynaklar, emek gücü vs) değersizleştiği devalüasyon sayesinde uluslararası piyasada rekabet gücünün artacağı hesabıyla, avucunu ovuşturmaya başladı. Enerji kaynaklarının, hammaddenin ve makine teçhizatın büyük ölçüde dışa bağımlı olduğu bir ekonomide döviz kurundaki artışın üretim maliyetlerini de arttırması aşikar iken akıllara takılan şu soru oldu: Nasıl oluyor da sermaye kesimi devalüasyonun ve enflasyonun yükseldiği koşullarda Türkiye’nin rekabet gücünün artacağını düşünülebiliyor?

Bu sorunun yanıtını, Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mustafa Gültepe’nin bu hafta içinde yaptığı bir açıklamadaki “Asgari ücrette maksimum dolar bazında 300-400 dolar arasındaki seviyeyi koruyabilmeliyiz” sözlerinde bulmak mümkün. TİM başkanının beklentisi olan 300-400 dolar asgari ücret, aşağı yukarı bugün geçerli olan 8 bin 500 TL’ye (yaklaşık 370 dolar) karşılık geliyor ki bu rakam Türk İş’in -TÜİK verileri üzerinden hesapladığı- 10 bin 362 TL olan Mayıs ayı açlık sınırının dahi yüzde 21 gerisinde kalıyor. Bu da rekabet üstünlüğü sağlamak için diğer üretim maliyetlerindeki artışı da karşılayacak düzeyde emek maliyetleri (ücret, sigorta primi, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri vb) üzerindeki baskının daha da arttırılması anlamına geliyor.

Türkiye’de emek gücünün yarıdan fazlası, asgari ücret seviyesinde ve onun daha altında bir ücretle çalıştırılmakta. Bu nedenle ortalama ücret olarak da kabul edebileceğimiz asgari ücret, TÜİK’in -gerçeklerden uzak- enflasyon verileriyle belirlenen açlık sınırının bile altında kalıyor. Sermaye temsilcilerinin “emek maliyetini daha da baskılama” isteğinin karşılanması halinde, önümüzdeki dönemde ücretler genel seviyesinin, açlık sınırının çok daha altına inmesine tanık olacağız. Başka bir ifadeyle Türkiye nüfusunun geçimini ücretle sağlayan yüzde 70’inden fazlası, bugün açlık sınırının yüzde 20’sinden daha az bir gelirle yaşamaya çalışırken, önümüzdeki dönemde açlık sınırının çok daha altında bir gelirle çalışmak ve yaşamak zorunda bırakılacak!

Mehmet Şimşek’in temsil ettiği ulusal ve uluslararası sermayenin beklentisi ile TİM başkanının ifade ettiği beklentiler birbiriyle örtüşüyor. Bakan Şimşek’in ekonomi yönetimlerinde yer aldığı 2007-2018 arasındaki icraatları, bakan olmadan önce ve sonrasındaki söylemleri dikkate alındığında, önümüzdeki dönemde sadece emek maliyetlerini azaltmakla yetinilmeyeceğini öngörmek kehanet olmaz. Bu bağlamda kamu açıklarını ve sermayeye yönelik teşvikleri karşılamak için dolaylı vergilerin arttırılması ve kamu hizmetlerine (sağlık, eğitim vs) yapılacak harcamalarda kısıtlamaya gidilmesinin de en kısa zamanda gündeme geleceğini söyleyebiliriz.

Bir taraftan ücretlerin baskılanması diğer taraftan sağlık, eğitim vb kamu hizmetlerinde katılım bedellerinin yükseltilmesi ve ÖTV, KDV gibi dolaylı vergilerin arttırılması; hali hazırda zaten büyük bir sorun olan beslenme, sağlık ve barınma gibi sosyal sorunları daha da derinleştirecektir. 2024 Mart ayında yapılması beklenen yerel seçimler öncesinde sosyal sorunların derinleşmesini engellemek üzere bu ekonomi programında bir miktar sınırlama ya da erteleme olabilir. Ancak bir bütün olarak bakıldığında hedeflenen bu politikalardan sadece ücretliler değil, sermaye dışındaki (çiftçi, esnaf, küçük üretici vb) kesimler de etkilenecek ve sosyal sorunlar çok daha yakıcı bir hale gelecektir.

Sermayenin beklentilerinin ve siyasi iktidarın tercihlerinin ekonomideki çöküntünün faturasını emekçi ve yoksul halkın üzerine yıkarak büyük bir sosyal yıkıma neden olacağı ayan beyan ortadadır. Halkı bu yıkıma razı etmek için AKP/Saray iktidarı hukuktan ve demokrasiden daha da uzaklaşacaktır. Bu faturayı ödememenin, sosyal yıkıma razı olmamanın yolu ise -üretim süreci başta olmak üzere- her alanda mücadelenin yükseltilmesi, “genel grev” başta olmak üzere etkisi kanıtlanmış mücadele yöntemlerinin tüm demokrasi güçleri tarafından ivedilikle gündeme alınmasıdır.


2 Haziran 2023 Cuma

Seçimin “Gör!” dediği

                                 

3 Haziran 2023


14 - 28 Mayıs seçimleri, yoksulluğun derinleştiği; beslenme, barınma, sağlık gibi en yaşamsal ihtiyaçların bile toplumun geniş kesimleri tarafından karşılanamadığı; hukukun hükümsüz kılındığı; yargının, muhalifleri susturma aracına dönüştüğü; devlet kurumlarında yaşanan çürümenin -pandemide, depremde vs- onbinlerce yurttaşın yaşamına mal olduğu koşullarda yapıldı. Seçime gidilen süreçte muhalefet çok bariz bir hata yapmadığı taktirde 21 yıldır iktidarda bulunan AKP’nin, sorumlusu olduğu ekonomik, sosyal ve siyasal çöküntünün içinden çıkarak seçimi kazanabilmesi pek olası görülmüyordu. 


Ancak muhalefet seçim sürecinin başından itibaren kabul edilmesi imkansız hatalar yaptı. Buna AKP’nin tüm devlet olanaklarını kullanması, seçimde yaratılan baskı ortamı, hukuk ihlalleri de eklenince AKP/saray iktidarının seçimi kazanmasının önü açıldı. 


Muhalefetin yaptığı hataların başında, Cumhur İttifakı’nın “Kürt düşmanlığı” üzerinden toplumu kutuplaştırmayı ve muhalefeti bölmeyi amaçlayan seçim stratejini aşacak bir perspektif izleyememesi geliyordu. Oysa Kürt hareketi ve Yeşil Sol Parti, cumhurbaşkanı adayını destekleyerek Millet İttifakı’na toplumsal barışın sağlanması için tarihi bir fırsat sunmuştu. Tek adam rejimine son vererek “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” ile adaleti, demokrasiyi tesis etmek için yola çıkan Millet İttifakı bu fırsatı değerlendirmek yerine Cumhur İttifakı’nın ırkçı söylemlerini daha da yükselterek hem kendisiyle çelişti hem de iktidarın bu stratejisini boşa çıkarabileceği yanılgısına düştü. 


Muhalefetin diğer büyük hatası ise halkın yaşamakta olduğu ekonomik ve sosyal sorunları doğru tespit edip, çözüme dair ikna edici politikalar üretememesiydi. Millet İttifakı’nın gerek 30 Ocak 2023 tarihinde açıklanan Ortak Politikalar Mutabakat Metni gerekse İttifak’ın iktidara gelmesi halinde ekonomi yönetiminde söz sahibi olacağı düşünülen Ali Babacan ve Bilge Yılmaz gibi isimler, AKP’nin sadece son bir kaç yıldır uyguladığı politikaları eleştiriyor, AKP’nin bu bir kaç yılın öncesine kadar uygulayageldiği ekonomi anlayışını sürdüreceklerini beyan ediyordu. 


Muhalefetin bu tespiti yanlıştı; zira Türkiye’nin ekonomik ve sosyal çöküşün eşiğine gelmesi sadece son bir kaç yılın meselesi değil, uzun yıllardır uygulanan neoliberal politikaların doğurduğu yapısal sorunlardı. Söz konusu isimlerin küresel ekonominin düzenleyici kurumlarına ve dolayısıyla yerli-yabancı sermayeye güven vermesi ve Türkiye’nin yeniden “yatırım için cazip” bir ülke haline gelmesi; yapısal sorunları çözemeyeceği gibi emeğin ve doğanın daha fazla sömürülmesine neden olacaktı. Başka bir ifadeyle sermayenin çıkarlarının sürdürülebilmesi için yük -80’lerden bu yana olduğu gibi- emekçi ve yoksul halk kesimlerinin üzerine yıkılacaktı. 


Seçimin ardından kurulmakta olan yeni cumhurbaşkanlığı kabinesinde ekonomi yönetiminin başına -tıpkı Millet İttifakı’nın savunduğu gibi- ekonomiyi küresel kurumların belirlediği çerçeve içine çekeceği bilinen Mehmet Şimşek’in getirileceği anlaşılıyor. Bu durumda, ekonominin nasıl yönetileceği konusunda emekçi ve yoksul halk kesimleri için seçimi Millet İttifakı’nın mı yoksa Cumhur İttifakı’nın mı kazandığının pek de önemi olmadığı görülmüş oluyor.


Ekonomi politikalarında AKP/saray rejimiyle farkını ortaya koyamayan muhalefet, bu politikaların yarattığı sosyal problemlerin çözümü konusunda da halkı ikna edecek bir alternatif sunamadı. Bu bağlamda AKP’nin 2002’de ilk kez iktidara gelmesinde önemli bir etken olan “inanç temelli sosyal güvence düzeneği”ne karşılık olarak -piyasayı kıble edinmekten vazgeçemeyen- muhalefet “hak temelli sosyal güvence sistemi”ni tam anlamıyla savunamadı örneğin. 


Savunduğu “üçüncü yol”siyasetinin argümanlarını yeterince geliştiremeyen ve halka anlatamayan Emek ve Özgürlük İttifakı’nı da muhalefete yönelik eleştirilerin dışında tutmak maalesef mümkün değildir. 


Sonuç olarak, muhalefet ne toplumsal barışın ne insanca çalışma koşullarının ne de sofradaki ekmeğin küçülmesini engelleyecek politikaları halka sunamadı ve ekonomik, sosyal ve siyasal çöküntüye rağmen hileyle, riyayla, baskıyla tehditle de olsa, sandıktan yine AKP/saray rejimi çıktı. 

Sandıktan çıkan bu sonucu, muhalefetin halkı ikna edecek bir alternatifi ortaya koyamamış olması gözardı edilerek ve otokratik bir rejimde demokratik bir seçim mümkünmüş gibi bir anlayışla “halkın çoğunluğunun AKP/saray rejimini desteklediği” biçiminde değerlendirmek doğru değildir. 


14-28 Mayıs seçimleri, Türkiye’de totaliter bir rejimin varlığını ve tüm devleti sarmayacak biçimde kurumsallaştığını tereddüte mahal bırakmayacak şekilde bir kez daha göstermiştir. Bu koşullarda seçim sandığının ve parlamentonun; demokrasinin, barışın, sofradaki ekmeğin teminatı olmasını beklemek abesle iştigal olur. Demokrasi, barış ve hak mücadelesi bundan böyle eşitsizliklerin, ayrımcılığın, zulmün, sömürünün yaşandığı alanlarda olmak durumundadır!