27 Ekim 2023 Cuma

Cumhursuz Cumhuriyet’in 100. yılı

                              28 Ekim 2023


Cumhuriyet’in 50. yılında ilkokul öğrencisiydim; 75. yılında askerdeydim; 100. yılında ise 6,5 yıl önce KHK ile üniversiteden ihraç edilmiş bir akademisyenim. Üniversiteden ihraç edilme nedenim, siyasi iktidarın Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda yer alan “hukuk devleti” ilkesine aykırı olduğunu düşündüğüm uygulamalarını yine Anayasa’da yer alan düşünce ve ifade özgülüğü çerçevesinde ifade ederek “barış” talebinde bulunan bir metne imza atmış olmamdı. Benimle birlikte yüzlerce akademisyen sırf “Bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı metne imza attığı için üniversiteden ihraç edildi ve yurttaşlık haklarının pek çoğu ellerinden alındı. Bununla da kalınmadı ağır ceza mahkemelerinde yargılandı. İhraç edilen akademisyenlerin bir kısmı yıllar sonra görevlerine iade edildi ama benim de aralarında bulunduğum pek çok akademisyenin ihraç durumu, hukuksuz bir biçimde devam ettiriliyor. 


İhraç edilen akademisyenlerin başına gelenler, Cumhuriyet’in Anayasası’nda tanımlanan haklar çerçevesinde hareket ettikleri için pek çok Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının da başına geldiği gibi, on binlercesi de benzeri nedenle yıllardır cezaevlerinde tutuluyor, özgürlüklerinden mahrum bırakılıyor. 


Oysa -halen öyle midir bilmiyorum ama- okullarda bize “cumhuriyetin, -siyasal gücün bir tek kişinin elinde bulunduğu devlet biçimi olan- monarşinin karşıtı olduğu; onunla ulusun, egemenliğini kendi elinde tuttuğu; siyasi gücün, halk ve temsilcileri tarafından paylaşıldığı bir devlet yönetim şekli olduğu" öğretilmişti. 


12 Eylül darbecilerinin yaptığı -halen geçerli olan- 82 Anayasası’nda bile Türkiye Cumhuriyeti’nin “toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğu ifade edilir (madde 2). Anayasa’nın başlangıç bölümünde ise “Millet iradesinin mutlak üstünlüğü”nden söz edilerek, “millet adına yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun Anayasa’da gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı” belirtilir. Ayrıca devlet organları (yasama-yürütme-yargı) arasında kuvvetler ayrımı ve laiklik ilkesinin gereği olarak dinin devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı da söylenir.


82 Anayasası’nı ilk ihlal eden bu Anayasa’yı yazdırmış olan darbeciler oldu. Kendi yaptığı anayasayı kendi ihlal eden sadece 12 Eylül darbecileri değildi; 1924 ve 1961 Anayasalarının akibeti de farklı olmamıştı. Bu bağlamda 100. yılını idrak ettiğimiz cumhuriyetin hemen hiç bir döneminde siyasi gücü elinde bulunduranlar, -egemen sınıfın çıkarları ve/veya iktidarlarının bekası için- “Anayasa’da gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni”ne riayet etmedi. Hal böyle olunca da cumhuriyet, ne sözlük anlamına ne de okullarda öğretilen içeriğe sahip ol(a)madı.


100 yıl önce monarşiyi yıkarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde hiçbir zaman “cumhurun yani halkın egemenliğini kendi elinde tuttuğu, siyasi gücün halk ve temsilcileri tarafından paylaşıldığı” bir devlet yönetimine tanık olunmadı. Devletin ideolojik ve baskı aygıtları toplumun genel çıkarları için değil egemen sınıfın (burjuvazinin) ve siyasi gücü elinde bulunduranların çıkarları için kullanıldı. Öte yandan “halkın etnik kökenine, dinine, mezhebine, sınıfına göre ayrıştırılması ve birbirine düşmanlaştırılması”, devleti idare yöntemi olarak benimsendi. Bu anlayışa sahip bir “cumhuriyet”i halkın tüm kesimlerinin aynı duygularla sahiplenmesi beklenemezdi elbette. 


Halkın geniş kesimlerinin cumhuriyeti benimsemeyişi ve kendisini cumhuriyet fikriyle bütünleştirememesinin en bariz belirtisi, ülkeyi 15 Temmuz darbe girişimine götüren paralel devlet yapılanmasına da bu darbe girişimini gerekçe göstererek “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı altında gerçekleştirilen rejim değişikliğiyle mutlak monarşinin yönetim biçimi haline gelmesine de dişe dokunur bir itirazda bulunulmamasıdır.


Türkiye’de cumhuriyet, ilk yüzyılında cumhuriyet olmanın gereklerini yerine getiremedi ve başarısız oldu. Bu başarısızlığın sonucu olarak Türkiye Cumhuriyeti ikinci yüzyıla “cumhuriyet” adı altında mutlak monarşinin egemen olduğu bir rejimle giriyor. Cumhuriyet’in gerçek anlamda ifadesini bulabilmesi için hukukun üstünlüğünün esas alınması ve demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işlerlik kazanması gerekiyor. Bu da Türkiye halklarının eşit yurttaşlık temelinde, barış içinde bir arada yaşama iradesini göstererek mücadele etmesinden geçiyor.

20 Ekim 2023 Cuma

Barbarlık Çağı

                                    21 Ekim 2023


“Ya Sosyalizm ya Barbarlık!”. Rosa Luxemburg bu sözü, I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, dünyanın her köşesini sömürü alanı haline getirmeye çalışan kapitalizmin insanlığı barbarlık çağına geri götürme tehlikesine dikkat çekmek için söylemişti. 1917 Ekim Devrimi’yle birlikte sosyalizmi ete kemiğe büründüren Sovyetler, I. Dünya Savaşı’nın devamı olarak da kabul edilen II. Dünya Savaşı’nda Nazizmi yenilgiye uğratarak insanlığı Nazizm ve faşizmin barbarlığından kurtardı. 


II. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan iki kutuplu dünya düzeninde, 1948’de yayımlanan İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’yle temellendirilen insan hakları ve sosyal haklar uluslararası norm (hukuk) haline getirildi. Birleşmiş Milletler’in denetim ve gözetimi altında uygulanması gereken uluslararası normlar, Doğu Bloku’nun zayıflaması ve -1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılarak- dağılmasına kadar Batı ve Doğu Bloku’ndan oluşan iki kutup arasındaki güç dengesine göre şekillendi. 50 yıllık bu dönemde savaşlar, darbeler vb ile insan haklarına ilişkin normlar pek çok kez ihlal edilirken; özellikle neoliberal politikaların uygulamaya konulduğu 1970 sonrasında çalışma standartları ve sosyal haklar gasp edilmeye başladı ve işçi hareketi üzerindeki baskılar arttı. 


 Doğu Bloku’nun dağılıp dünyanın yeniden kapitalizmin egemen olduğu tek kutuplu hale gelmesiyle birlikte, kutuplar arasında denge unsuru tamamen ortadan kalktı; insan hakları ve sosyal haklara yönelik ihlaller sistematik hale geldi. Ortadoğu’da, Afrika’da, Latin Amerika’da, Doğu Asya’da emperyalist güçlerin doğrudan ya da vekâlet yoluyla gerçekleştirdiği savaşlar, etnik ve mezhep çatışmaları, -silah teknolojisindeki gelişmelerin de katkısıyla- vahşet boyutlarına ulaştı. Canını kurtarmak için göç etmeye çalışanlar ise bu vahşetin nedeni olan -tarihsel olarak insan hakları ve sosyal hakların beşiği kabul edilen- kapitalist/emperyalist ülkelerin (başta AB ülkelerinin) politikaları nedeniyle göç yollarında ölüme terk edildi. 


Rosa Luxemburg’un sosyalizm olmazsa, insanlığın sürükleneceği uyarısında bulunduğu “barbarlık”, içinde bulunduğumuz çağa egemen oldu; insanlığın yüzyıllar boyu süren mücadelesi sonucunda elde edilen kazanımlar ve en başta da İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ayaklar altında alındı. İsrail’in tüm dünyanın gözü önünde yaptığı ve demokrasinin beşiği ülkelerden de destek alarak Gazze’de -hastaneleri bombalayarak, çocukları katlederek- gerçekleştirdiği soykırım, bunun en açık örneğidir. Ama tek örnek bu değildir; Gazze kadar göz önünde olmasa da bugün Rojava’da ve dünyanın pek çok bölgesinde etnik ve inanç farklılığı nedeniyle sivilleri hedef alan, en temel insan haklarını tanımayan benzer bir süreç yaşanmaktadır. 


Barbarlık bugün sadece namlunun ucunda, bombaların hedefinde değildir. İnsanların beslenme, barınma, sağlık, sosyal güvenlik gibi yaşamını sürdürmesini sağlayan hakların ortadan kaldırılıp açlığa, sefalete sürüklenmeleri de “barbarlık”tır. Burjuvazinin “daha fazla kâr” hırsını dizginleyebilecek tek güç olan işçi sınıfı, değişen üretim sistemine uyum sağlayamamış, sınıf olma bilincini kaybetmiştir artık; örgütlü mücadele çabası içinde olan küçük bir azınlığın direnci de devletin baskılarıyla kırılmaya çalışılmaktadır. Böylece sahip olunan sosyal haklar ortadan kaldırılarak emekçiler güvencesizleştirilmekte, en kötü koşullarda canları pahasına çalışmak ve açlık sınırının altında yaşamak zorunda bırakılmaktadır.


AKP, iktidarda olduğu 21 yılda uyguladığı politikalarla sosyal hakları önemli ölçüde ortadan kaldırmış, emekçileri güvencesizleştirmiş ve yoksullaştırmıştır. Mayıs 2023 seçimleri sonrasında izlenen ekonomik programla AKP’nin, 21 yılın ardından geriye kalan sosyal hakları da tamamen ortadan kaldırmak niyetinde olduğu anlaşılmaktadır. Eylül ayında açıklanan Orta Vadeli Program (OVP)’ın ardından, geçtiğimiz günlerde yayımlanan 12. Kalkınma Planı ve TBMM’ye sunulan 2024 Bütçe Teklifi de “emeklilik başta olmak üzere mevcut sosyal hakların tümünü ortadan kaldırmak, çalışma rejimini tamamen esnek ve güvencesiz hale getirecek biçimde düzenlemek” istendiğini göstermektedir.


Sözün özü: Yüzyıldan daha uzun bir zaman önce Rosa Luxemburg tarafından söylenen “Ya Sosyalizm ya Barbarlık!” sözü bugün de güncelliğini korumaktadır. Barbarlığa teslim olmamak için ezilen halkların, sömürülen emekçilerin, talan edilen doğa için mücadele yürütenlerin ve kapitalizmin ayrımcılığına, vahşetine uğrayan tüm kesimlerin, sosyalizm üzerine bir kez daha düşünmesi ve birleşik bir mücadele için inatla çabalamasından başka çıkar yol gözükmemektedir.

    


6 Ekim 2023 Cuma

Sosyal güvenlikte Pinoche/Şili modeli

                              7 Ekim 2023


İnsanın da en temel ve öncelikli ihtiyacı kendisi ve ailesinin yaşamını güvenceli bir ortamda sürdürebilmesidir. Yaşam güvencesi iki biçimde sağlanır. Bunlardan biri can ve mal güvenliğinin kaynağı olan “sivil güvence” diğeri ise kişinin temel ihtiyaçlarını karşılamasının ve yaşamını sürdürebilmesinin kaynağı olan “sosyal güvence”dir. Her iki güvence türünün gerçekleşebilmesi için de temel hak ve özgürlükleri teminat altına alan bir “hukuk devleti”nin varlığı gerekir.


Kapitalist toplumlarda sosyal güvence elde edebilmek için mülk sahibi (üretim araçlarının mülkiyetini de kapsar) olmak gerekir. Mülk sahibi olamayanların yaşamlarını sürdürebilmesi için emek gücünü -yaşamı idame ettirmeye yeterli olabilecek bir ücret karşılığında- satabilmesi gerekir. Burjuva hukuk düzeninin kurulduğu 18. yüzyıl sonlarından itibaren mülkiyet, devlet tarafından güvence altına alınırken -yaşamını güvenceye alacak kadar- mülkiyete sahip olmayan, emek gücünü satarak yaşamını sürdürmeye çalışan kesimler için herhangi bir güvence mekanizması oluşturulmamıştır. Aksine, kapitalist üretim ilişkileri içerisinde alınıp satılabilir bir “meta” haline getirilen emek gücü, kapitalist sistemin özünü oluşturan sermaye birikiminin kaynağı olarak görülmüştür. Kapitalist düzende içine düştükleri yoksulluk ve sefaletten kurtulabilmek için bir araya gelerek insanca çalışma ve yaşam hakkı, siyasal ve ekonomik eşitlik gibi taleplerde bulunan emekçiler, mülkiyeti korumakla görevli burjuva/liberal devlet tarafından baskı altında tutulmuş, örgütlenmeleri ve siyaset yapmaları engellenmiştir. Tüm baskılara rağmen emekçilerin 19. yüzyıl boyunca, sınıf olma bilinciyle yürüttüğü mücadeleler, burjuvaziyi bir takım tavizler vermeye zorlamış; bu tavizler, işçi sınıfına sosyal güvence sağlayan haklar halini almıştır.


AKP, 21 yıllık iktidarı boyunca işçi sınıfının sosyal güvencesi olan hakları ortadan kaldırmayı hedefleyen neoliberal politikaların sadık uygulayıcısı olmuştur. Otokratik rejiminin kurumsallaştığı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle birlikte emekçi kesimleri örgütsüzleştirip güvencesizleştirmeye yönelik baskılar daha da artmıştır. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC)’un hazırladığı hak ihlalleri raporlarında Türkiye’nin sekiz yıldır “dünyada hak ihlallerinin en fazla, çalışma koşullarının en kötü olduğu” 10 ülke arasında yer alması, bu baskıların boyutunu göstermektedir.


AKP/saray iktidarı bir taraftan emekçiler üzerine baskıları yoğunlaştırırken diğer taraftan mevcut sosyal güvenlik sistemini işlevsiz hale getirerek özelleştirmek ve sosyal güvenlik hakkını ortadan kaldırmak istemektedir. İktidarın bu amaçla yürüttüğü politikaların menşei diktatör Pinoche dönemine aittir.  Pinoche darbesinin etkisindeki Şili’de 1980’de gerçekleştirilen “emeklilik reformu” ile sosyal güvenlik sistemi özelleştirilmiştir. Sosyal güvenliğin özelleştirilmesi iki ayak üzerinde yürümüştür. Bunlardan biri işverenler tarafından ödenen sosyal güvenlik katkısının ortadan kaldırılması diğeri ise emeklilik birikimlerinin kâr amaçlı özel işletmelerin yönettiği fonlara devredilmesidir. 


Geçtiğimiz günlerde açıklanan Orta Vadeli Program (OVP)’de daha önce zorunlu hale getirilen Bireysel Emeklilik Sistemi (BES)’in yaygınlaşması, Otomatik Katılım Sistemi (OKS)’yle “tamamlayıcı emeklilik sistemi”nin kurulması ve “Tamamlayıcı Uzun Süreli Bakım Sigortası” gibi hedefler, önümüzdeki dönemde sosyal güvenlik sistemini özelleştirme çabalarının yoğunlaşacağını göstermektedir. Emeklilik aylıklarının açlık sınırının yarısı seviyesine kadar düşürülerek, yaşamı südürebilecek bir gelir olmaktan çıkarılması da bu çerçevede, kamusal sosyal güvenlik sisteminden umudu kesen emekçilerin -daha önceki özelleştirme örneklerinde olduğu gibi- özelleştirmeyi desteklemesini ya da en azından özelleştirmeye karşı direnç göstermemesini sağlamak olarak değerlendirilebilir.


Türkiye’de sosyal güvenlik sisteminin “Şili/Pinoche Modeli”ne uygun olarak özelleştirilmesinde diğer bir önemli adım, işsizliği önleme bahanesiyle istihdam üzerindeki yüklerin kaldırılmasına yönelik uygulamalardır. İşverenlerin çalıştırdıkları işçiler için ödemesi gereken SGK primi işveren payı, yıllardır “işsizlikle mücadele” adı altında getirilen programlarla (teşvik ya da destek görüntüsünde) tamamen veya kısmen ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Bu konuda son örnek, Resmi Gazete'nin 2 Ekim tarihli sayısında yayımlanan Temmuz ayı yatırım teşvik belgeleri listesidir.  Hangi kriterle seçildiğini bilmediğimiz(!) -sadece Temmuz ayı için- 1195 şirkete yüzde 90'a varan vergi indirimi, KDV istisnası, faiz desteği, gümrük vergisi muafiyeti, gelir vergisi stopajı desteği vb yanı sıra işverenlerin sigorta prim payı da 10 yıla varan sürelerle destek/teşvik kapsamına alınmıştır (Halkı ağır vergiler altında ezen, okullarda öğrencilere bir öğün yemeği fazla gören iktidarın şirketlere teşvik adı altında milyarlarca lira aktarması başka bir yazının konusu olabilir.). 


AKP/saray iktidarı, kurduğu otokratik düzen içinde adım adım yaşama geçirmeye çalıştığı Pinoche’nin “emeklilik reformu” neoliberal politikalar kapsamında Şili’nin ardından, Latin Amerika ülkelerinde ve diğer birçok ülkede uygulandı. Emekçilerin gelecek güvencesi olan birikimlerini sermayeye yeni kâr alanı haline getiren bu uygulamalarla şirketler sermayelerini büyütürken, piyasada “oyuncağa” dönüşen emeklilik fonları, sahte bilançolar ya da iflaslarla batmış ve pek çok ülkede sosyal güvenlik sistemi çöktü.


İnsanın en temel ihtiyacı olan “sosyal güvenlik hakkı”nı ortadan kaldırdığı 40 yıldır bilinen bir modelin dayatılması karşısında -baskılar ne kadar yoğun olursa olsun- sessiz kalınması kabul edilemez. AKP/saray otokrasisinin, Türkiye’de en ağır darbe koşullarında bile yaşama geçirilemeyen Şili/Pinoche modelini uygulayarak “sosyal güvenlik hakkını ortadan kaldırması”nı engelleyebilmek; temel hak ve özgürlüklerin teminat altına alındığı demokratik bir toplumun inşası için “sınıf perspektifiyle yürütülecek mücadele”ye bağlıdır.