20 Haziran 2010 Pazar

15-16 Haziran'dan TEKEL Direnişine...

18/06/2010
40. YILINDA 15-16 HAZiRAN DiRENiŞi YAZI DİZİSİ-5

Bundan tam 40 yıl önce… 1970 yılında Meclis’teki iki büyük parti AP ve CHP, sermayenin kendilerine verdiği bir “emir” üzerine elbirliği ederek 274 ve 275 sayılı Yasalarda işçilerin sendika seçme ve sendika değiştirme hakkını engelleyen bir yasal düzenleme yaptı.

Bundan tam 40 yıl önce… 1970 yılında Meclis’teki iki büyük parti AP ve CHP, sermayenin kendilerine verdiği bir “emir” üzerine elbirliği ederek 274 ve 275 sayılı Yasalarda işçilerin sendika seçme ve sendika değiştirme hakkını engelleyen bir yasal düzenleme yaptı. Amaç yükselmekte olan işçi sınıfı hareketini ve özellikle de bu hareketin öncülüğünü yapan DİSK’i engellemekti. İşçiler sendikalarına ve haklarına sahip çıkmak için 15-16 Haziran’da başta İstanbul olmak üzere Ankara, Adana, Bursa ve İzmir’de direnişe başladılar. Sonuçta sermayenin kapalı kapılar ardındaki oyunuyla çıkan yasayı işçi sınıfı sokakta yürüttüğü mücadeleyle geri aldırdı.

15-16 Haziran’ın Türkiye işçi sınıfı hareketi içindeki önemini birkaç başlık altında toplamak mümkündür. Her şeyden önce emekçilerin haklarına yönelik bir saldırı karşısında sınıfsal bir tepki vermiş olması, 15-16 Haziran direnişinin en önemli özelliğidir. Zira özellikle 1947 Sendikalar Yasası’nın çıkması ve Türk-İş’in kurulması sonrasındaki sendikal anlayış (Kavel direnişi hariç) yasal mevzuat içerisinde hareket eder ve mevzuatı aşacak bir talep ortaya koymadığı gibi mevzuata rağmen mücadeleye de girişemezdi. Oysa 15-16 Haziran direnişiyle yasalaşmış bir düzenlemeye karşı mücadele yürütülerek yasayı çıkartanlar yasayı geri çekmek zorunda bırakılmıştır.

ÖRGÜTLENME HAKKI SAVUNULDU

Direnişin, örgütlenme hakkının savunulması için yapılmış olması,15-16 Haziran’ı önemli kılan özelliktir. İşçiler ekonomik hakları ya da sosyal hakları için değil, örgütlenme hakkı için bu mücadeleyi yürütmüşlerdir. Çünkü onlar, örgütlenme hakkı olmadan diğer hakların geliştirilemeyeceğinin ya da korunamayacağının bilincindedir. Elbette bu bilincin kazanılmasında en önemli etken sınıf ve kitle sendikacılığını savunan ve emekçilerin mücadele aracı olarak güvendikleri, inandıkları bir örgütün, DİSK’in var olmasıdır.

15-16 Haziran’ın Türkiye işçi sınıfı hareketi içindeki diğer bir önemi, direnişin sendikaların planladığı ve işçiyi yönlendirdiği değil işçinin sendikayı harekete geçirdiği bir eylem olmasıdır. Neden işçilerden önce sendikanın direnişi başlatmadığı konusunda DİSK yöneticileri sıklıkla eleştirilmişlerdir. Ancak işçinin sendikayı harekete geçirmesi son derece doğaldır. Eğer işçinin mücadele talebine karşı sendikacılar bunu engellemiş olsalardı o zaman eleştiriyi hak ederlerdi.

DARBE ENGELLEYEMEDİ

Ve nihayet 15-16 Haziran’ın bir başka özelliği de 1970’li yıllar boyunca artarak güçlenen işçi sınıfı mücadelesinin nirengi noktası olmasıdır. 15-16 Haziran direnişiyle birlikte ortaya çıkan işçi sınıfının gerçek gücü sermayeyi ve onun temsilcilerini korkutmuş ve 12 Mart 1971 darbesiyle işçi sınıfının önü kesilmeye çalışılmıştır. Oysa darbeye rağmen işçi sınıfı, 15-16 Haziran’da haklarını korumak ve yeni haklar elde etmek için eğer doğru mücadele yollarını kullanırsa yasaları dahi değiştirebileceğini görmüştür. Ve Türkiye işçi sınıfı, sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışıyla tekrar önünün kesildiği 1980 darbesine kadar pek çok hak elde etmiştir.

15-16 Haziran’ın anılarda kalmış bir direniş olmaktan çıkması için maalesef tam 40 yıl beklemek zorunda kalınmıştır. Büyük direnişin 40. yılında TEKEL işçileri çok benzer bir direniş ortaya koymuşlardır. 15-16 Haziran’da olduğu gibi TEKEL direnişinde de haklara karşı yasal bir saldırı mevcuttur ve direniş bu saldırıyı engellemeye yöneliktir. TEKEL direnişi henüz sona ermemiş ve kaybedilen haklar tam olarak geri alınamamışsa da uzun yıllar sonra sadece düzeltme biçiminde de olsa- 4-c’lilerin özlük hakları iyileştirilmiştir. Ayrıca yılbaşında çıkartılması planlanan kıdem tazminatının kaldırılması ve özel istihdam bürolarının yasallaşması TEKEL direnişiyle oluşan mücadele ortamından çekinilerek rafa kaldırılmıştır.

TEKEL direnişinin 15-16 Haziran’a çok benzeyen diğer bir özelliği işçilerin sendika yönetimlerine rağmen sendikaları mücadeleye sürüklemiş olmasıdır. Ancak TEKEL direnişinin 15-16 Haziran’dan en önemli farkı ise sendikaların tutumudur. Sendikalar 1970’te gösterdiği dirayeti gösterip TEKEL direnişini sahiplenmemiş ve hatta TEKEL işçisinin mücadelesini engellemek için elinden geleni yapmıştır.

SENDİKA BÜROKRASİSİNE KARŞI MÜCADELE

15-16 Haziran’ın 40. yılında TEKEL direnişi Türkiye işçi sınıfı için yeni bir nirengi noktası olmalı ve sınıf mücadelesi bundan güç alarak yükseltilmelidir. Bunun gerçekleşebilmesi için koşullar 1970’ten çok daha uygundur. Çünkü emekçilerin ellerinden en temel hakları alınmakta ve yoğun bir sömürü içinde güvencesizliğe, yoksulluğa itilmektedir. Ama bugün eksik olan; sendikaların sınıf ve kitle sendikacılığını benimsemek yerine sermaye ve iktidarla uzlaşma içinde işçi sınıfı hareketinin önünde engel oluşturmasıdır. TEKEL direnişiyle birlikte uzlaşmacı sendikal bürokrasiye karşı da anlamlı bir mücadele başlamıştır.

Umudumuz, işçi sınıfının önündeki engelleri de kaldırarak 15-16 Haziranları aşacak çok daha büyük mücadeleleri gerçekleştirmesidir.

(*) Yrd. Doç. Dr./ Marmara Üniversitesi

18 Haziran 2010 Cuma

AB’den İşçi Sınıfına Darbe Tehdidi…

ÖZGÜRCE
18/06/2010

Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) temsilcileriyle yaptığı görüşmede Yunanistan, İspanya ve Portekiz’in içinde bulundukları borç krizlerine acil çözüm bulamamaları ve kamu harcamalarını karşılayamaz hale gelmeleri durumunda bu ülke demokrasilerinin çökme tehlikesiyle yani askeri darbeyle karşı karşıya olduğu söylemiş…


Barroso’nun darbe tehlikesi altında gördüğü ülkelerden Yunanistan 1981 yılında, İspanya ve Portekiz ise 1986 yılında AB üyesi olmuşlar. Yani biri 29, diğeri de 24 yıldır AB üyesi.

Hatırlatmayı şundan yapıyorum: Türkiye’de AB üyeliğini sol kesim içinde savunanların en önemli argümanlarından bir tanesi “AB’nin demokrasinin beşiği olmuş ülkelerin içinde yer aldığı bir yapı olduğu ve Türkiye’de de demokrasi için ve en önce de bir daha darbe olmaması için AB’ye üye olmak gerektiği” idi. Bu kesimler demokrasi ve anti darbecilikle AB’yi öylesine bütünleştirmişlerdi ki Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan ya da üyeliği sorgulamak isteyen herkesi darbe yanlısı ve anti demokrat olmakla suçluyorlardı.

Ama şimdi AB komisyonu başkanı yani AB’nin en yetkili kişisi, -AB’nin yeni üyesi olmuş ülkeler için değil- uzun yıllardır üye olan üç ülke için darbe tehlikesinden söz etmektedir. Bunun anlamı, AB üyeliğinin demokrasinin teminatı olmadığıdır. Bugünden sonra artık hiç kimse çıkıp da demokrasi için, Türkiye’de bir daha darbe olmaması için AB’ye üye olalım diyemeyecektir(!)

Barroso’nun üç AB ülkesinde darbe uyası yapmasının dikkate alınması gereken diğer bir yanı bu uyarıyı sendikacılara yapmış olmasıdır. Sendikacılara –ki bu sendikacılar her koşulda sermaye ve sistemle uzlaşmayı ilke edinmiş ETUC’un temsilcileri de olsa- borç krizi aşılmazsa, kamu harcamaları karşılanamazsa demokrasi elden gider demesi doğrudan doğruya bir tehdittir. Bu tehdit Yunanistan, İspanya ve Portekiz işçi sınıfı üzerinden tüm AB ülkeleri işçi sınıfına yöneliktir. Çünkü borç krizinin aşılması ve kamu harcamalarının denkleştirilmesi bütünüyle emekçi kesimlerin sırtına yüklenmek istenmektedir. Başta Yunanistan olmak üzere İspanya ve Portekiz işçi sınıfı bir süredir genel grevlerle bu yükü kabullenmek istemediklerini haykırmaktadır. İşte Barosso darbe tehdidi ile şimdi bu ülkelerde başlayan ama yakın bir zamanda diğer ülkelere de sıçraması beklenen işçi sınıfı mücadelelerini kırma amacındadır.

Kapitalizmin devamı için -sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda- anti demokratik girişimlerle emekçi sınıfların baskı altına alınması tarih boyunca sürekli uygulana gelmiştir. Kapitalizmin ilk kurulma aşamalarında yani daha Sanayi Devrimi ve Fransız İhtilali öncesinde 17. yüzyılın ortalarında burjuva sınıfının ilk devrimi olan İngiliz Devrimi sırasında Oliver Cromwell’in askeri diktatörlük kurması burjuvazi tarafından desteklenmiştir. Daha sonra başta İtalyan faşizmi ve Alman nazizmi başta olmak üzere birçok anti demokratik müdahale sermaye sınıfının desteğini almıştır. Türkiye’de de 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 darbeleri sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda gerçekleşmiştir. Sermayenin desteklediği ve onun çıkarları doğrultusunda gerçekleşen tüm bu darbelerin hedefinde de işçi sınıfı olmuştur.

AB Komisyonu Başkanı Barosso’nun tehditkar biçimde gündeme getirdiği darbe söylemi, sermaye sınıfının yüzyıllar öncesinden, askeri darbelerle işçi sınıfını sindirme politikasının yeni bir versiyonudur. Avrupa işçi sınıfı geçmiş yüzyıllar öncesine dayanan bu tehdit eğiliminin bilincinde olarak, üzerinde oynanan oyuna gelmemelidir(!)

Öte yandan, demokrasi ve işçi sınıfının çıkarları adına Türkiye’nin AB üyeliğini koşut haline getirenlerin içinde bulundukları tarihi yanılsama yüzlerine vurulmalı ve bu süreçte neden oldukları kayıpların hesabı sorulmalıdır (!)

11 Haziran 2010 Cuma

Gündemi Mücadelesiyle Emekçi Belirlemelidir!..

11/06/2010

ÖZGÜRCE


İsrail’le gemi, ABD ile İran krizi derken ülkenin gündemi tamamen dış politikaya kaymış durumda. Ama tüm bu karmaşa arasında hükümet emekçileri hiç unutmuyor(!) Gündem kaymasından da yararlanarak yine emekçilerin haklarını ortadan kaldıracak düzenlemeler için “canla başla” çalışıyor(!) Bir taraftan hükümetin 6 bakanı sermaye temsilcileri ve sendikalarla birlikte Ulusal İstihdam Stratejisi oluşturmak için toplanıyor. Diğer taraftan uzun süredir rafa kaldırılmış olan kamu personel reformu tekrar gündeme geliyor.

Görüntü güzel. Bir tarafta Türkiye’nin en büyük sorunu işsizlik, öbür tarafta yıllardır çözüm bekleyen kamu çalışma düzeninin yeniden yapılanması gündemin karmaşası içinde unutulmuyor(!)

Önce Ulusal İstihdam Stratejisi ile neler yapılıyor ona kısaca bakalım: “Ulusal İstihdam Stratejisi” adı heybetli… Gerçekten ilk duyunca irkiliyor insan… İstihdam yani emekçi için nihayet bir ulusal strateji oluşturulduğu geliyor akıllara. Oysa adının heybetine aldanmamak gerek, içeriğine baktığınızda, sermayenin son iki üç yılda sürekli talep ettiği ve hükümetin de bu yönde sürekli olarak yaptığı düzenlemelerin daha da ileri götürülmesinden başka yeni bir şey yok ortada. Ancak bu kez getirilmek istenenler emekçiler için öyle kabul edilemez ki tepkileri engellemek için yine ortaya bir sosyal diyalog masası kuruluyor. Yani sendikalar da bu işe ortak ediliyor.

Strateji olarak getirilmek istenenler: Esnekleşmenin yani güvencesizliğin yaygınlaştırılması; istihdam üzerindeki maliyetlerin düşürülmesi yani sigorta primi, vergi ve hatta ücret (kısmi çalışma ödeneğiyle) gibi işveren yükümlülüklerinin topluma ya da İşsizlik Sigortası Fonu’nun üzerine yıkılması ve bir de kıdem tazminatının kaldırılması.

İstihdam Zirvesi adıyla kurulan sosyal diyalog masasında görüşülen Ulusal İstihdam Stratejisi konusunda sendikaların tek itirazı, kıdem tazminatı. Onun dışında esnekliği yani güvencesizliği ve istihdam maliyetlerinin düşürülmesini kabullenmişler. Türk-İş bunları kabullenmenin de ötesine geçerek hazırladığı ‘‘Türkiye’de İstihdam ve İşsizliğin Önlenmesi” başlıklı raporda istihdam üzerindeki yüklerin hafifletilmesini, eğitimin piyasanın ihtiyaçlarına göre düzenlenmesini, İşsizlik Sigortası Fonu’nun GAP bölgesinde sermayeye aktarılmasını bizzat kendisi öneriyor. Türk-İş, daha da ileri giderek nüfus artış hızının düşürülmesini ve çalışma süresinin 45 saatten 40 saate indirilmesini istiyor.

Türk-İş’in önerdiği nüfus artış hızının düşürülmesi ekonomik ve sosyolojik pek çok etkene bağlıdır. Bunlar dikkate alınamadan nüfus planlaması yapmak “toplum mühendisliği” olur ki bu da son derece antidemokratik bir yaklaşımdır. Böylesine sonuçları en az 15-20 yıl sonra ortaya çıkacak ve sendikaların üzerine vazife olmayan önerilerden önce emek talebini yani özelleştirmeleri, yatırımları ve dolayısıyla, sermayeyi ve devleti sorgulamaları gerekir. Çalışma süresini 45 saatten 40 saate düşürme önerisi de içinde bulunduğumuz koşullarda son derece absürt olan bir başka durumdur. Türkiye’de 2008 krizi sonrasında çalışma süresi 64 saate kadar çıkmıştır. Bu durumda Türk-İş’in yöneticilerine hangi ülkede sendikacılık yaptıklarını sormak gerekir(!) Türk-İş yöneticileri Türkiye’de olduklarının farkında ise önce emek piyasasının genelinde çalışma saatinin 45’e ve hatta 50’ye indirilmesi, ondan sonra 40 saat için çaba harcaması daha gerçekçi olmaz mı?

                                                                               ***

Kamuda çalışma düzeninin gündeme getirilişi de yine yanıltıcı bir propagandayla olmaktadır. Basında günlerdir bu konuda verilen haberlerde öne çıkan; memurun doğum izninin arttırılması, KİT çalışanına sendika hakkı, harcırahların arttırılması vatandaşa kötü muamele yapan memurun ihracı ve sendikalı memura yılda 4 ikramiye verilmesidir. Getirilen düzenlemenin veriliş biçimi son derece aldatıcı ve eksiktir. Örneğin sendikalı memura 4 ikramiye verileceği söylenmektedir. Dört ayın toplamında verilecek ikramiye toplamı 122 TL’dir. Bilindiği gibi bir süre öncesine kadar sendika aidatları devlet tarafından ödenmekteydi ve miktarı da yıllık yaklaşık şimdi ikramiye olarak verilen miktar kadardı. Yani, memura verilmiş yeni herhangi bir şey yoktur.

Kamuda çalışmayı düzenleyen tasarıda aldatıcı hükümler yanında basında yer verilmeyen son derece önemli düzenlemeler vardır. Her şeyden önce bu tasarı ile kamu yönetimi tamamen özel sektör düşüncesiyle yani piyasa koşullarında işletilecektir. Bunun çalışanlara yansımaları tasarıda da yer aldığı gibi performans değerlendirmesi ve iş güvencesinin ortadan kalkmasıdır. Kamu hizmetlerinin piyasalaşmasının etkisi sadece çalışanlarla sınırlı kalmayacaktır. Piyasa koşullarında işleyen vergi dairesi, tapu dairesi, adliye, nüfus dairesi, okul, hastane gibi kamu kurumlarından hizmet almak isteyenler de birer “müşteri” olarak ancak paraları kadar bu hizmetlerden yararlanabileceklerdir. Böylesine köklü ve toplumsal etkileri büyük olacak bir düzenleme gündeme gelmiş olmasına karşın sendikalarda henüz belirgin bir mücadele işareti gözükmemektedir.

Türkiye’de gündemin en önünde ne olursa olsun, emekçilerin haklarına yönelik saldırılar her daim devam etmektedir. Bu koşullarda emekçilerin hükümete, sermayeye ve onlarla işbirliği içindeki sendika(cı)lara karşı sürekli uyanık olmalı ve göstereceği mücadeleyle gündemi kendisi belirlemelidir(!)

7 Haziran 2010 Pazartesi

Türk-İş'in İstihdam Raporu ve İstihdam Zirvesine (Sosyal Diyalog Masasına) Meze Olmak

08.06.2010

2008 kriziyle birlikte Türkiye’de işsizlik -resmi rakamlara göre- yüzde 10’lardan yüzde 15’lere tırmandı. İşsizlik oranındaki bu hızlı artış daha krizden söz edilmeden önce TÜSİAD, TİSK, TOBB gibi sermaye örgütleriyle OECD, DB ve AB gibi kapitalizmin uluslararası temsilcileri tarafından sıklıkla gündeme getirilmekteydi. Bu kesimler işsizliği sorun olarak gündeme getirirken çözümünü de açıkça ortaya koyuyorlardı: Emek piyasası esnekleşmeli ve istihdamın üzerindeki yükler kaldırılmalı..!

Hükümet de işsizliği sorun olarak gündeme getiren bu kesimlerin istekleri doğrultusunda -kriz henüz ilan edilmeden- Haziran 2008’de “İstihdam Paketi” adı altında esnekleşmeyi de istihdam üzerindeki yükleri de kaldıracak düzenlemeleri yerine getirdi. Ama bu emekçilerin daha fazla güvencesizleşmesi, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin -işyeri hekimi ve mühendis bulundurma zorunluluğunun kaldırılması vs uygulamalarla- daha da ihmal edilmesi, kreş hakkının ortadan kaldırılması ve SGK işveren payının düşürülmesiyle işverenin maliyetlerinin toplumsallaştırılması gibi sonuçları da beraberinde getirdi…

Krizin açıkça ifade edilmesi sonrasında fırsatçı sermayenin istihdamı daha da azaltmasıyla hızlanan işsizlik karşısında sermaye ve uluslararası kurumlar esneklik ve istihdam yükünün kaldırılması taleplerini daha da yüksek sesle dillendirdiler. Sonuçta hükümet kriz sonrasında emek piyasasını daha da esnekleştirdi yani emekçiler daha da güvencesizleşti; hükümet sermayenin yükünü azaltmak adına İşsizlik Sigortasına el koydu..! Emekçilerin işsiz kaldıklarında güvencesi olan fon, GAP’a yatırım, kısa çalışma ödeneğinin, sigorta primlerinin finansmanı gibi gerekçelerle sermayeye kaynak olarak aktarıldı.

Sendikaların 2008 krizi öncesinde de sonrasında da işsizliğe karşı “dişe dokunur” hiçbir mücadele programı olmadı. Türkiye’de emek talebinin daralmasında en önemli etken olan özelleştirmelere karşı sendikalar hiçbir direnç göstermedi. Aynı süreçte sanayinin, tarımın ve hayvancılığın tasfiye edilmesi karşısında da sendikalar sessiz kaldı. Bu sessizliğin, direnç göstermemenin nedeni bilgisizlik ya da güçsüzlük değildi. Sendikalar tüm bu sürece bilinçli olarak göz yumdu ve hatta pek çok zaman bu süreçlerin parçası oldu ve tüm bunları meşrulaştırdı. İşsizliğin, yoksunluğun yolunu açan bu süreçte sendikaları bu yola iten kimi zaman sendika yöneticilerinin kişisel çıkarlar kimi zaman da AB üyeliği gibi uyutma programları oldu.

Emekçiyi işsizleştiren, güvencesizleştiren ve dolayısıyla örgütsüzleştiren tüm bu süreçlerde Türkiye’deki işçi ve kamu çalışan sendikalarının tümünün az ya da çok payı vardır. Ama hiç kuşku yok ki Türkiye’nin en büyük işçi konfederasyonu Türk-İş’in sorumluluğu diğerlerinden çok daha fazladır. Çünkü onun üye sayısı ve maddi olanakları diğerlerinden fazladır. Asgari ücret komisyonu, Ekonomik Sosyal konsey gibi yapılarda temsil gücü en fazla olan Türk-İş’tir.

İşte bu yetkisi büyük ama etkisi “yok düzeyinde” olan Türk-İş, -ne hikmetse- işsizlik sorununa çözüm için ''Türkiye'de İstihdam ve İşsizliğin Önlenmesi'' başlıklı bir rapor hazırlamış..! Türk-İş, bir rapor hazırlamış hazırlamasına ama içeriğine bakınca, bir şey hazırlamasa daha iyiydi diyesi geliyor insanın..!

Türk-İş’in raporunda ilk olarak Ulusal İstihdam Stratejisi'nin zaman geçirilmeden uygulamaya konulmasına ihtiyaç olduğu belirtilmektedir. Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’ne de son şeklini vermek üzere bugün (8 Haziran 2010) İstihdam Zirvesi toplanacaktır. Bu toplantıya Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan başkanlık yapacak, toplantıya konuyla ilgili 6 bakanın yanı sıra sermayeyi temsilen TOBB, TÜSİAD, TİM, TİSK, TESK, TUSKON, MÜSİAD; çiftçileri temsilen Türkiye Ziraat Odaları Birliği; çalışanları temsilen Türk-iş, Hak-İş, DİSK, Memur-Sen, KESK, Türkiye Kamu Sen başkanları katılacaktır.

Türk-İş’in zaman geçirilmeden uygulanmaya konulmasını istediği Ulusal İstihdam Stratejisi'nin oluşturulacağı istihdam zirvesinde işçi ve işveren örgütleri ne mi konuşacaktır? Basına yansıyan biçimiyle hemen sayalım:

İşverenler tarafından;

1. İstihdamın artması için istihdam üzerindeki maliyetlerin düşürülmesi önerilecektir.

2. Bu çerçevede ‘kıdem tazminatı’ yükü masaya getirilecektir.

3. Esnek çalışma modellerinin daha da yaygınlaştırılması istenecektir.

İşçi sendikaları tarafından ise, sadece ve sadece kıdem tazminatının kendileri için ‘kırmızıçizgi’ yani ‘dokunulmaz’ olduğunu bir kez daha hatırlatacaktır. Yani, esnek çalışma ve emek maliyetlerinin düşürülmesi kabullenilecektir…

Zaten Türk-İş’in ''Türkiye'de İstihdam ve İşsizliğin Önlenmesi'' raporunda da sermayenin talepleriyle birebir örtüşen; mesleki ve teknik eğitime ağırlık veren bir eğitim politikası izlenmesi; iş gücü olarak tanımlanan insanın iş piyasasının ihtiyaçlarına ve gereklerine göre eğitilmesi ve yetiştirilmesi, bu doğrultuda eğitim ve istihdamın bütün olarak ele alınması istenmektedir. Öte yandan yine sermayenin istekleri doğrultusunda istihdam üzerindeki yüklerin hafifletilmesi için ücretler üzerindeki ilave yüklerin düşürülmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Ayrıca İşsizlik Sigortası Fonunun sermayeye aktarılmasını ve Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinin “ucuz emek bölgesi” haline gelmesini destekleyecek biçimde “yerel ekonomik potansiyellerin harekete geçirileceği, yüksek işsizliğin bulunduğu bölgelerde GAP türü özel istihdam projeleri uygulanması” önerilmektedir.

Türk-İş raporunda sermayeden ve daha önceki raporlarından farklılaşan iki başlık yer almaktadır. Bunlardan biri “nüfus artış hızının düşürülmesi”, diğeri de “çalışma sürelerinin kısaltılması”dır. Nüfus artış hızının düşürülmesi emek arzının düşürülmesi anlamına gelmektedir. Bir ülkede nüfus artış hızının yüksek olması emek arzını arttırarak işsizlik üzerinde bir etken oluşturur elbette. Ama bir nüfus planlamasına giderek ancak 15-20 yıl sonraki emek piyasasına etki edilebilir. Kaldı ki nüfus planlaması tepeden “toplum mühendisliği” yapar bir tavırla gerçekleştirilemez. Nüfus planlamasının gerçekleşmesi için pek çok sosyolojik ve ekonomik etkenin bir arada gerçekleşmesi gerekir ki bunu düzenlemek ne –daha asli vazifelerini yerine getirmeyen- sendikaların üzerine düşen bir vazifedir ne de sendikaların becerebilecekleri kapasitede bir iştir. Sendikalar doğum kontrolüyle yani emek arzı ile uğraşacaklarına emek talebini yani özelleştirmeleri, yatırımları dolayısıyla, sermayeyi ve devleti sorgulamalıdır.

Çalışma saatlerinin kısaltılmasına gelince… Türk-İş raporunda 45 saatlik çalışma süresinin 40 saate inmesini talep etmiştir. Oysa resmi kayıtlarda dahi kriz öncesinde çalışma saati Türkiye’de 54-56 saate çıkmıştır. Kriz sonrası yapılan çalışmalarda da çalışma saatinin haftalık 64 saate kadar çıktığı belirlenmiştir. Hal böyle olunca Türk-İş’in yöneticilerine hangi ülkede sendikacılık yaptıklarını sormak gerekmektedir. Eğer Türk-İş yöneticileri Türkiye’de olduklarının farkında ise o zamanda “siz önce emek piyasasının genelinde çalışma saatini 45’e ve hatta 50’ye indirin de ondan sonra 40 saatin indirin” demek lazım gelmektedir.

Sözün özüne gelirsek: 1 Mayıs ve 26 Mayıs süreçlerinde başta Türk-İş olmak üzere Türkiye’de tüm sendikal yapılar emekçiler tarafından sorgulanmaya başlamışken İsrail meselesinin araya girmesi bu sorgulama sürecini gündemden düşürmüştür. Bu fırsattan istifade olarak sermaye ile işbirliği içinde Türk-İş ve diğer birçok konfederasyon Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’ne son şeklini vermek üzere bugün (8 Haziran 2010) toplanacak İstihdam Zirvesi’nde emekçilerin haklarını yine “sosyal diyalog masasına meze” yapmaya hazırlanmaktadır. Bu oyuna gelmemek, sermayeye ve sendikalara karşı her daim uyanık olmak gerekmektedir!..