30 Aralık 2022 Cuma

AKP’nin müjdeleri (!)

                                  31 Aralık 2022


Muhalefet Cumhurbaşkanı adayının kim olacağını belirlemek için debelenedursun AKP/saray iktidarı seçim çalışmalarına son sürat devam ediyor! Geçen hafta milyonlarca emekçiyi açlığa mahkum edecek olan asgari ücreti “müjde” olarak ilan eden Cumhurbaşkanı, bu hafta da kendi marifetleri olan “mezarda emeklilik” yasasının yarattığı EYT sorununa kısmen çözüm olması beklenen bir düzenlemeyi yine “müjde” olarak duyurdu. Seçim yaklaştıkça bunlara kamuda sözleşmeli çalışanların kadroya alınması, istihdamı arttırmayı da içeren bir takım teşvik paketleri gibi kimi “müjdeler” de eklenecektir.


Aslında oy kaygısıyla emekçilerin ekonomik ve sosyal taleplerini karşılayacak düzenlemeler yapmak AKP’nin adeti değildir. AKP iktidar olduğu dönemde katıldığı -dördü genel, dördü yerel, ikisi referandum- on seçimin hemen hiç birinde bu yönde bir düzenleme yapmamış; genellikle yoksulluk yardımları, kredi (borçlanma) kolaylıklarını vb seçim yatırımı olarak yeterli görmüştür. Yanı sıra esnek ve güvencesiz çalışma rejimini, kamu hizmetlerinin piyasalaşmasını, özelleştirmeleri, sosyal hakların gasp edilmesini -reform, dönüşüm vs adlarla- toplum yararına(-imiş) gibi sunmuştur. 


AKP’nin toplumun ve dolayısıyla seçmenlerin çok büyük kesimini oluşturan emekçilerin haklarını, taleplerini görmezden gelmesi elbette onların oylarına ihtiyacı olmadığından değil; özellikle Kürtlere, Alevilere yönelik düşmanlığı körükleyerek milliyetçilik ve mezhepçilikle sınıfsal çelişkilerin üzerini örtmeyi becerebilmesindendir. Bu yolla yıllardır haklarını gasp ettiği, güvencesizliğe, işsizliğe, yoksulluğa sürüklediği halde emekçi kesimlerden oy alabilmiştir. Bunun tek istisnası, Kürt sorununda kutuplaşma yerine çözüm sürecinin olduğu dönemde yapılan ve AKP’nin tek başına iktidarı elde etme olasılığını yitirdiği 7 Haziran 2015 seçimleridir. AKP’nin bu seçimlerin hemen sonrasında ülkeyi hızla çatışma ve kutuplaşma ortamına sürüklemesinin nedenlerinden biri de budur!  


Peki ne olmuş da onca seçimde emekçi kesimlerin oyunu almak için emek düşmanı politikalarından “ödün” vermeyen AKP, bugün emekçi kesimlere “müjde” verme çabası içine girmiştir? 


AKP’nin neoliberal politikaların izinden gittiği 20 yıllık iktidarının sonunda dar bir sermaye grubu ve yakın çevresinin çıkarları uğruna toplumun çok geniş bir kesimini açlığa varan öylesine derin bir yoksulluğa itmiştir ki milliyetçilik, mezhepçilik bile artık bunun üzerini örtememektedir. OHAL ve sonrasında kurulan otokratik rejiminin yoksullaşan, sömürülen, ezilen halk üzerine kurduğu baskıya rağmen küçük ve birbirinden kopuk da olsa gerçekleştilen direnişler sadece baskı düzeninin AKP’nin kendisini halka dayatmaya yetmeyeceğini göstermektedir. EYTlilerin örgütlü olarak verdiği ısrarlı mücadele de bunun örneklerinden biridir.


Öte yandan AKP’nin emekçi kesimlere verdiği “müjde”lerin samimiyetini de sorgulamak gerekir. Yaşamın -çarşının, pazarın- gerçeklerinden tamamen kopmuş olan TÜİK’in enflasyon verileri üzerinden hesaplanan açlık sınırının bir kaç yüz lira üzerinde belirlenen 2023 yılı asgari ücret rakamının, -Aralık ve Ocak ayı enflasyonu da eklendiğinde- işçilerin eline geçmeden açlık sınırının altına düşeceği kesindir. Bir milyon yeni istihdam sağlayacağı iddia edilen -kaçıncısı olduğunu saymaktan yorulduğumuz- paketlerin işsizliğe çare olmayacağı da aşikardır. Dolayısıyla bunlar ve benzeri konularda verilenmüjde”ler aldatmacadan ibarettir.


Cumhurbaşkanı’nın söylediğine göre 2 milyon 250 bin kişinin yararlanacağı EYT düzenlemesi ve kamuda sözleşmeli çalışanların kadroya alınması, AKP tarafından yaratılan haksızlıkların bir ölçüde giderilmesi olarak değerlendirilebilir. Ancak bu düzenlemeler, doğrudan yararlananlar için olumlu karşılanmışsa da sınırlı kazanımlardır. Örneğin EYT düzenlemesi sadece 8 Eylül 1999 öncesinde sigortalı olanları kapsamaktadır. Bu tarihten sonra sigortalı olanlar için “mezarda emeklilik” uygulaması devam etmektedir. Kaldı ki -EYT’den yararlananların da dahil olacağı- emeklilere açlık sınırının yarısı kadar bir ücretle yaşamalarının reva görüldüğü de unutulmamalıdır. Kamuda esnek ve güvencesiz çalıştırılan emekçilerin kadroya alınması da EYT’de olduğu gibi kalıcı, kapsayıcı ve insanca yaşama koşullarını sağlayacak bir düzenleme olmayacaktır. Aynı şekilde sözleşmelilerin kadroya alınması da esnek çalışma rejimi var olduğu sürece güvencesiz istihdam için kalıcı bir çözüm olmayacaktır.


Şurası açık ki toplumsal barış sağlanarak milliyetçilik ve mezhepçilik politikaları boşa düşürülmedikçe ve emekçiler haklarını savunmak için örgütlü bir mücadele ortaya koymadıkça -seçimleri kim kazanırsa kazansın- verilen “müjdeler” bu halkın burnundan misliyle getirilecektir. 


2023’ün mücadelelerin ve toplumsal barış çabalarının yükseldiği ve sonuç verdiği bir yıl olmasını dilerim.   


23 Aralık 2022 Cuma

Gezi-Kobani Kardeşliği

                                  24 Aralık 2022                                 

Kobani davası tutsaklarından Bülent Parmaksız “Hikayede farklı Mücadelede Ortak: Gezi Kobani Kardeşliği” başlığıyla bir makale kaleme aldı. Sebahat Tuncel’in önsözünü yazdığı makale el
yazmaları.com  internet sitesinde dört bölüm halinde yayınlamdı*. 


“Biri dar anlamda bir parkın savunulması, diğeri ise bir şehrin savunulmasıdır. Biri kent talanına karşı, diğeri ise tarih dışı bir örgüt olan IŞİD barbarlığına karşı bir savunmadır. Geniş anlamda ise Gezi Direnişi hayat tarzına müdahaleye karşı kendi benliğini/var oluşunu, artan baskılara karşı özgürlük alanlarını, kent talanına karşı şehrin tarihsel kimliğini/dokusunu, betona ve AVM’lere karşı yeşili/doğayı, gericiliğe karşı mod
ernleşmenin ve aydınlanmanın tarihsel birikimini, artan yoksulluk ve işsizliğe karşı “orta” ve “alt” sınıfların eşitlik ve adaleti savunma mücadelesidir… IŞİD tarafından işgal edilmek istenen Kobani şehir savunması da dar anlamda bir kent savunmasının sınırlarını aşmış, tarih dışı olana karşı yeni bir yaşamın ve barbarlığa karşı özgürlüğün, tecavüze uğrama ve köle gibi alınıp satılma riskine karşı kadınların direnişine, IŞİD gericiliği ve barbarlığının Irak’tan başlayıp Suriye’ye ve oradan tüm Orta Doğu’ya yayılma stratejisine karşı ilk kez bir barajın inşa edildiği bir mücadeleye dönüşmüştür. Gezi ve Kobani görüntüde biri “içeride” diğeri de “dışarıda” iki ayrı mekândır. Ve her ikisi de mekânın, o mekâna içerilmiş, o mekânda yaşanmakta olan yaşayış biçimlerinin savunulması mücadelesidir.”
 


Bir yıl arayla gerçekleşen, son yılların en büyük iki toplumsal eylemini "bir madalyonun iki yüzü” olarak tanımladığı makalesine bu tespitlerle başlıyor Parmaksız; Gezi ve Kobani direnişlerinin ortak yönlerini vurgulayarak yaptığı kapsamlı bir analizin ardından Gezi’ye katılanların ama özellikle de Türkiye sosyalistlerinin Kobani davasına ilgisizliğinin nedenlerini sorguluyor.


“Gezi’ye katılan kitlelerin Kobani sürecine olan ilgisizliği hem olgular arasındaki ilişkiyi kurmaktaki bilinç yetersizliğiyle hem milliyetçilikten kaynaklı etkilenmeyle hem de devletten gelebilecek baskıları göğüslemek istememesiyle iniltilidir.” tespitinin ardından şu soru geliyor akıllara: Peki ya sosyalistler? Gezi’ye katılan genel kitle gibi kendini “sosyalist” tanımlayanlar da bu iki eylem/direniş arasındaki ilişkiyi kuracak, milliyetçi hezeyanın etkilerinden kaçınacak bilinçten yoksun; devletin baskılarına direnemeyecek kadar aciz oldukları için mi Gezi davalarını sahiplenirken Kobani davasından uzak duruyorlar? 


Gezi ile özdeşleşen Türkiyeli sosyalistlerin, Kobani süreciyle ve ona içerilmiş olan Kürt meselesiyle arasına koyduğu mesafeyi “sınıf siyaseti” eksenli siyasal bir programa sahip olmaları gerekçesiyle teorize ettiklerini savunan Parmaksız, Kobani’yi “kimlik siyaseti” ile tanımlayarak uzak durduklarını düşünüyor. Bu “sosyalist” kesimler, “Kürt meselesiyle arasına mesafe koymasının esas nedenlerinden biri olan Türk milliyetçiliğinin üzerindeki etkisini ve devletten gelebilecek baskılanmayı göğüslemek istemediği gerçeğinin üzerini de böylece örtmüş oluyor.”

 

Bu tespitlerin ardından biri Kürt siyasetine ilişkin diğeri de sınıf siyaseti güttüğü gerekçesiyle  Kürtlerle arasına mesafe koyan sosyalistlere ilişkin iki soru kümesi getiriyor Parmaksız: İlki “Türkiye’deki Kürt siyaseti sadece kimlik siyaseti mi yapıyor?”, “Kobani, Gezi’nin kodladığı haliyle sadece kimlik siyaseti sınırları içine hapsedilerek tanımlanabilir mi?” sorularını içeriyor. İkincisi ise “Kürtlerden uzak durarak sınıf siyasetinin önü açılabilir mi?”, “Kitlelerin milliyetçi-şoven yanlarını görmezden gelerek yürütülecek bir mücadele programı ile varılmak istenen emek yanlısı toplumcu hedeflere ulaşmak mümkün olabilir mi?” soruları.


Bu ve benzeri birçok soru ile toplumsal mücadelelerin birbirinden ayrılmaz iki ayağı olan “sınıf siyaseti” ve “kimlik siyaseti” üzerinden yürüyen tartışmaları derinleştiren yazar, bu tartışmalara katkı olarak “Gezi ve Kobani ilişkisini siyasette, programda, taktikte, stratejide, gönüllerde yeniden kurmalıyız. Kopan, zayıflayan ilişkileri onarmak gerekir. Hem her iki halk nezdinde hem de siyasal hareketler nezdinde bu ilişkiler yeniden kurulmalı. Bunun başlangıç noktalarından biri hukuki süreçleri hala devam eden Gezi ve Kobani davaları olabilir.” önerisinde bulunuyor.


Bülent Parmaksız’ın bu öğretici ve aynı zamanda “Türkiye halkları barış içinde mi yaşayacaklar yoksa geçen on yıllarda olduğu gibi egemenlerin halkları düşmanlaştıran politikalarının kurbanı mı olacaklar?” sorusuna yanıt aradığı tartışmaya katılmak isteyenlere bu makaleyi mutlaka okumalarını öneririm.


https://elyazmalari.com/2022/12/05/hikayede-farkli-mucadelede-ortak-gezi-kobani-kardesligini-yeniden-kurmak-1-bulent-parmaksiz/

16 Aralık 2022 Cuma

AKP’nin grev korkusu!

                                 17 Aralık 2022


Cumhurbaşkanı Erdoğan; Bekaert Çelik şirketinin, Birleşik Metal-İş ve Özçelik-İş sendikalarının örgütlü olduğu iki fabrikasında aldığı grev kararını "Millî Güvenliği Bozucu Nitelikte Görüldüğü" gerekçesiyle 60 gün ‘erteledi’. İşin aslında bakarsanız, bu iki fabrikada üretim sonsuza kadar dursa bile bundan ne milli güvenlik etkilenir ne de halk! AKP daha önce 19 kez yaptığı gibi yine 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununun 63. maddesinde yer alan* “Karar verilmiş veya başlanmış olan kanuni bir grev; genel sağlığı veya millî güvenliği bozucu nitelikte ise Cumhurbaşkanı bu uyuşmazlıkta grevi altmış gün süre ile erteleyebilir.” hükmüne sığınarak emekçilerin en doğal ve meşru hakkı olan üretimden gelen gücünü kullanmasını yani grev hakkını gaspetmiş oldu. 


Grev, üretim araçları ellerinden alınan, mülksüzleştirilen ve emek gücünü kapitalistlere (sermaye sahiplerine) satmak zorunda bırakılan emekçilerin; “emek gücünün alınır satılır bir meta haline dönüşmesine, değersizleştirilerek sömürülmesine karşı durmak için üretimden çekilmesi”dir. Grevin engellenerek emek gücünün zorla üretimde tutulması, çalışmadığı taktirde yaşam olanaklarından tamamen yoksun bırakılan emek gücünün sahibi olan insanların iradeleri dışında çalıştırılmasıdır. Ki bu temel bir insan hakkı ihlalidir. Dolayısıyla -açlık tehdidi altında çalışmaya zorlananların- grev hakkının gasp edilmesi, aynı zamanda insan hakları ihlali olarak da değerlendirilmelidir.


Grev hakkının gasp edilmesi sadece siyasi iktidarın “grev erteleme”si ile olmaz. Burjuva hukukunda  grev hakkını engellemek için pek çok yasal düzenleme yapılır. Örneğin, AKP döneminde çıkartılan 6356 sayılı yasanın “Grev Yasakları” başlığını taşıyan 62. maddesinde birçok iş kolu ve işyerinde grev yasaklanmıştır. Dahası toplu iş sözleşmesinde uyuşmazlık olması dışında “hak grevi” yapılması yasaktır. “Grev ertelemeleri”, tüm bu yasaklar aşılarak gerçekleştirilmeye çalışılan grevleri de engelleyerek grev hakkının -yasal çerçeve içinde- kullanılmasını tamamen imkansız hale getirmek için kullanılmaktadır.  


Burjuvazinin ve onların temsilcisi olan iktidarların grev hakkını ortadan kaldırma çabasının nedeni, emek gücünün üretim sürecinden çekilmesi durumunda kapitalizmin varlık koşulu olan sermaye birikiminin sağlanamaması; -F. Engels’in ifadesiyle- grevin, tüm sistemin can damarını kesmesidir! İşte bu nedenle grev, kapitalist sistem tarafından tehdit olarak kabul edilerek yasaklanır ya da yasalarla işveren ve sistem için tehdit oluşturmayacak biçimde sınırlandırılmak istenir. Tüm yasak ve sınırlamalara rağmen greve giden işçiler ise güç kullanılarak baskı altına alınmaya çalışılır.


Grev hakkının kullanılamadığı koşullarda emekçilerin işverenlerle uzlaşmak için toplu sözleşme masasına oturmasının hiçbir anlamı kalmaz. Zira kapitalist üretim sisteminin emekle sermaye arasında yarattığı eşitsiz ilişkide emekçilerin sahip olduğu gücün temel dayanağı “grev”dir. Grev hakkının bunmadığı bir toplu pazarlık sisteminde işveren, istediği koşulları tek yanlı olarak emekçilere dayatacaktır. Asgari ücretin belirlenmesi için yapılan görüşmeler vs. bunun en yakın örneğidir. Türkiye’nin dünyada en kötü çalışma koşullarına sahip ülkeler içinde yer alması ve emekçileri açlığa iten ekonomi politikaların hiçbir dirençle karşılaşmadan uygulanabilmesi de yine bir mücadele aracı olarak “grev”in kullanıl(a)mamasının bir sonucudur.


Grevler sadece emekçilerin üretim sürecindeki talepleriyle sınırlı eylemler değildir; politik sonuçlar da doğurur. Çünkü grevlerle birlikte bir taraftan emekçiler, üretimden ve dayanışmadan gelen gücünün bilincine varırken diğer taraftan sermaye düzenini ve iktidarı ideolojik olarak sorgular; ardından da o düzeni sarsmaya başlar. Önemli değişimlere yol açmış toplumsal hareketlerin ardında yaygın grev dalgalarının bulunması da bundandır. Bu nedenle grev, sermayenin çıkarlarının yanı sıra totaliter rejimlerin bekası için de tehdit olarak görülür ve özellikle faşist iktidarlar grevlere tahammül edemez, yasaklama yoluna gider.


Tüm sınırlandırmalara ve yasaklamalara rağmen kapitalist üretim sisteminin yarattığı “emek-sermaye çelişkisi” devam ettiği sürece işçi sınıfı -kaçınılmaz olarak- kendi varlığını emek gücü üzerinden ifade etmeye devam edecektir. Eğer koşullar başka çıkış noktası bırakmıyorsa emekçiler tüm yasal engellemelere rağmen üretimden gelen gücünü devreye sokacak ve grevi tarihin diğer dönemlerinde olduğu gibi emek gücüne sahip olmaktan kaynaklanan “doğal bir hak” olarak kullanacaklardır. Kısacası yasalarla grev hakkının kullanımını bütünüyle sınırlandırmak mümkün değildir. Grev hakkının kullanılmasını engelleyen yasalardan çok, kendisini yasalarla sınırlandırmış olan sendikal anlayışlardır!



(*) Aynı hüküm 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nun 33. maddesinde yer alıyordu ve grev erteleme yetkisi Cumhurbaşkanı yerine Bakanlar Kurulu’ndaydı.


9 Aralık 2022 Cuma

Asgari ücrette utanç pazarlığı!

                                  10 Aralık 2022

200 yıllık sınıf mücadeleleri tarihi, “işçilerin örgütsüz olduğunda ve üretimden gelen gücünü yani grevi bir mücadele aracı olarak kullan(a)madığında işverenle toplu pazarlık masasına otursa bile o masadan bir kazanımla kalkmasının mümkün olmadığını” gösterir. 


Kapitalist üretim sisteminde üretim araçlarının sahibi olan işveren karşısında yaşamını sürdürecek bir gelir için emek gücünü satmaktan yani bir işveren için çalışmaktan başka çaresi olmayan işçilerin -patrona çok büyük paralar kazandıracak özel ve özgün niteliklere sahip değilse- bireysel olarak hiçbir söz hakkı olamaz. Çünkü gıda, barınma, sağlık gibi yaşamını sürdürebilmesi için gereken temel gereksinmeleri karşılamak için acilen bir işe ihtiyacı vardır ve bu, işçiyi emeğinin karşılığını elde edecek pazarlık gücünden yoksun bırakır. Öte yandan ihtiyaçlarını karşılayacak geliri elde edebileceği bir işe sahip olabilmek için kendisiyle aynı durumda olan diğer emekçilerle rekabet etmek zorunda kalır ki bu da, pazarlık gücünü tamamen kaybetmesine neden olur. Sonuç itibariyle emekçiler hakkı olanın ve insanca yaşam sürdürebilmesi için gerekenin çok daha altında bir ücrete rıza göstermek zorunda kalır. 


İşçilerin pazarlık gücüne sahip olabilmesinin yegane yolu, diğer emekçilerle rekabet etmek yerine onlarla birlikte “işverenlere ve -onun devleti yöneten yansıması olan- siyasi iktidarlara karşı örgütlenerek mücadele etmesi”dir. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında sendikalar, bu örgütlü mücadelenin en etkili araçları olmuş; sendikal örgütlenme içinde yürütülen mücadeleler sayesinde sadece sosyal haklar değil insan haklarında ilerleme sağlayan önemli kazanımlar elde edilmiştir. Bu dönemde sendikaların başarılı olması emekçilerin üretimden gelen gücünü yani grevi etkili bir mücadele aracı olarak kullanması sayesindedir. 


20. yüzyılın başından itibaren “sermayeyle uzlaşarak” bir takım haklar elde edilebileceği anlayışıyla hareket eden sendikaların üyeleri çoğalmışsa da bunlar,  sadece üyelerinin ekonomik hakları için mücadele ederken işçi sınıfının bütününden kopmuş; bürokratik bir yapıya bürünmüş ve mücadeleden uzaklaşmışlardır. Küreselleşme sürecinde “sosyal diyalog” adı altında benimsenen uzlaşma anlayışı, sendikaların sermayenin ve siyasi iktidarların güdümüne tamamen girmesine neden olmuş; işçi sınıfının hak ve çıkarlarını korumak ve geliştirmekle mükellef olan sendikalar, işverenlerin ve hükümetlerin işçi düşmanı politikalarını meşrulaştıran bir rol üstlenmiştir.    


Asgari ücret belirleme sürecini de  bu bağlamda okumak gerekir. Türkiyede emekçilerin yaklaşık yarısının ücretini doğrudan tayin eden, geri kalanın ücretini de dolaylı olarak etkileyen asgari ücretin belirlenmesi için toplanan Asgari Ücret Tespit Komisyonunun çalışmaları ulusal düzeyde yapılan bir toplu pazarlık olarak değerlendirilebilir. 1967 yılından bu yana Komisyon tarafından belirlenen asgari ücret, aynı zamanda Türkiyede emek ve sermaye arasındaki güç dengesini yansıtır.


Asgari ücretin ulusal düzeyde yapılan bir toplu pazarlıkla belirlendiği 55 yıl boyunca -işçi hareketinin güçlü olduğu, grev eğilimlerinin yüksek olduğu bir kaç yılı saymazsak- Asgari Ücret Tespit Komisyonunun emekçilerin hak ettikleri bir ücreti tespit ettiğine pek tanık olunmamıştır.

Bunda “Türkiyenin neoliberal dönüşüm sürecine ‘sermaye için ucuz emek cenneti’ne dönüşerek ayak uydurma çabasının ve bunun için askeri darbeler ya da darbe girişimi bahaneleriyle işçi hareketinin baskı altına alınmasının önemli etkisi” vardır. Ancak bu baskılara karşı direnç gösterilememesinde işçi sınıfının öznel ve nesnel durumu ile işçi hareketinin zaaflarını da göz ardı etmemek gerekir. 


2023 yılında geçerli olacak asgari ücretin belirlenme süreci önceki yıllarda olduğu gibi Türkiye’de sınıflar arası güç dengesinin emekçiler aleyhine ne denli bozuk olduğunu tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır. Bu yıl ayrıca milyonlarca emekçiyi temsilen asgari ücretin belirlendiği masaya oturan Türk İş nezdinde sendikaların sınıftan ne denli uzaklaşmış oldukları daha önce hiç olmadığı kadar vahim bir görünürlüktedir.


Türk İş, emekçileri temsil etmesi gereken asgari ücret masasına henüz oturmadan, kendi belirlediği “açlık sınırı” olan 7 bin 785 TL’nin kırmızı çizgileri olduğunu; yani bu rakamı kabul edeceklerini açıkladı. Dolayısıyla bu açıklamadan sonra Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun toplu pazarlık masası olma vasfı da Türk İş’in emekçileri temsil vasfı da ortadan kalkmış oldu. Zira  Türk İş’in razı olduğu açlık seviyesi, işçinin çalışabilmesi için gereken asgari yaşam seviyesidir zaten. Bunun altında verilecek bir ücretle işçi bırakın sağlıklı beslenmeyi, barınmayı, hastalanırsa tedavi olmayı, verilecek işi gerçekleştirmeye bile mecal bulamaz. Rasyonel düşünebilen patronlar bile aç kalmasının “işçinin verimini” düşüreceğini bilir ve bu seviyenin altında bir ücreti önermez. Yani ortada asgari ücretin belirlendiği bir masa ile Türk İş diye bir işçi örgütü olmasa da ücretler üç aşağı beş yukarı Komisyon’un belirlediği miktardan farklı olmazdı.


Türk İş’in asgari ücret belirleme sürecindeki tavrını, sermayenin ve siyasi iktidarın güdümüne girmiş, işçi düşmanı politikaları meşrulaştırma rolü üstlenmiş sendikaların tipik bir örneği olarak değerlendirebiliriz. Bu noktada diğer konfederasyonların da Türk İş’ten çok da farklı olmadıklarını belirtmek gerekir. 


Burada mesele sendikaların asgari ücretin ne kadar olması gerektiği yönündeki açıklamaları değildir elbette. Asıl sorgulanması gereken sendika sıfatı taşıyan örgütlerin işçiye açlığı reva görecek kadar “utanç verici” bir duruma nasıl düştükleri, bu sendikaların başındakilerin bulundukları konumları nasıl koruyabildikleridir. İşte bunun için de tarihsel sürece dönüp bakmak, tarihin olumlu ve olumsuz deneyimlerinden dersler çıkarmak gerekir. 

2 Aralık 2022 Cuma

Hakikate şahitlik etmek ve TTB’nin yanında olmak

                                  3 Aralık 2022

24 Ekim’de yapılan Kabine Toplantısı’nın ardından Erdoğan, Türk Tabipleri Birliği (TTB) Başkanı Şebnem Korur Fincancı’yı -adli tıp uzmanı bir bilim insanı olarak kimyasal silah kullanımına ilişkin yaptığı değerlendirme nedeniyle- “sınır ötesi harekâtlara iftira atmak”la itham ederek; “Ankara Cumhuriyet Başsavcılığımızın yürüttüğü soruşturmanın sonuçlarına ve mahkemelerin vereceği kararlara göre hem bu kişiyle, hem de bu kurumla ilgili gereken adımlar atılacaktır. Bu çerçevede Kabine Toplantımızda ilgili bakanlarımıza, TTB başta olmak üzere meslek örgütlerinde yeni bir yapıya geçilmesine yönelik mevzuat çalışmalarının hızlandırılması talimatını verdik.” açıklamasında bulundu.


Bu açıklamanın hemen sonrasında Şebnem Korur Fincancı evi basılarak gözaltına alındı ve tutuklandı. 27 Kasım günü de Adalet Bakanı Bekir Bozdağ yaptığı bir konuşmada “Sayın Cumhurbaşkanımızın da açıkladığı gibi, Türk Tabipleri Birliği ve Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği ile ilgili çalışmanın sonuna geldiğimizi ifade etmek isterim. Yakında bu çalışmayı kamuoyumuzla paylaşacağız.” açıklamasını yaptı.


Bazı meslek örgütlerinin, amaçlarının dışında faaliyetler içerisine girdiğini söyleyen Bozdağ, “Siyasette olan bir kardeşiniz olarak, Türk Tabipleri Birliği’nin, tabiplerin hakkını savunduğuna şahit değilim. Tabiplerin menfaati olsun diye değil, sadece iktidar zarar görsün diye faaliyette bulunuyorlar.” ifadeleriyle konuşmasını sürdürdü.


Erdoğan ve Bozdağ, bu açıklamalarıyla TTB’yi yasayla kendisine verilen görevler dışında faaliyette bulunmakla suçlamakta; bununla da yetinmeyip hekimlerin büyük çoğunluğunun tercihiyle göreve gelmiş olan -seçim yoluyla değiştiremediği- TTB yönetimini yasayı değiştirerek alaşağı etmeyi ve dahası kamu kurumu niteliğindeki bu kuruluşu tamamen işlevsiz hale getirmeyi amaçlamaktadır.


Siyasi iktidarın en yetkili isimlerinin doğrudan hedefi haline gelen TTB, 23 Ocak 1953 tarihinde yasalaşan 6023 sayılı Türk Tabipleri Birliği Kanunu ile kurulmuş ve yaklaşık 70 yıldır bu kanun hükümlerine göre faaliyet gösteren kamu kurumu niteliğinde bir meslek kuruluşudur.  TTB’nin yapmakla yükümlü olduğu görevler yasanın 4. maddesinde şöyle sıralanır:


  1. Halk sağlığına ve hastalara fedakarlık ve feragatle hizmeti ideal bilen meslek geleneklerini korumak ve geliştirmeye çalışmak, 
  2. Üyelerinin maddi ve manevi hak ve menfaatlerini korumak, bunları halkın ve devletin menfaati ile en iyi şekilde denkleştirmeye çalışmak, 
  3. Halkın sağlığını korumaya, üyelerini refah seviyesine ulaştıracak gerekli çalışma alanları bulmaya, İş Kanunu ile sosyal kanunların ve ilgili diğer mevzuat hükümlerinin uygulanmasında meslek ve meslektaşların hak ve menfaatlerini korumaya ve her türlü görev dağılımını adilane bir surette düzenlenmesine çalışmak, 
  4. Halk sağlığı ve tıp meslekleri ile ilgili konularda resmi makamlarla karşılıklı işbirliği yapmak, 
  5. Halk sağlığını ve tıp mesleğini ilgilendiren işlerde resmi makamlardan yardım sağlamak.


Yasanın TTB’ye verdiği görevler göstermektedir ki saray/AKP iktidarını rahatsız eden, -vatan hainliğine varan suçlamalarda bulunduğu- TTB’nin mevcut ve geçmişteki yönetimleri değil “6023 sayılı yasa”dır. Zira gerek Erdoğan gerekse Bozdağ aksini iddia etse bile TTB, halk sağlı sorunu olarak gördüğü savaşa karşı barışı savunurken de; 200’ü hekim 500’ü sağlık emekçisi en az 250 bin insanın yaşamını yitirdiği pandemi sürecindeki yanlış politikaları eleştirirken de; sağlık hizmetlerini piyasalaştırarak halkın sağlık hakkını elinden alan Sağlıkta Dönüşüm Programı’na karşı çıkarken de; sağlıkta şiddete karşı eylemler düzenlerken de yasanın kendisine verdiği görevi yerine getirmekte, halkın sağlığını, üyelerinin can güvenliğini ve hekimlik değerlerini korumaktadır.


Adalet Bakanı, “bir siyasetçi olarak Türk Tabipleri Birliği’nin, tabiplerin hakkını savunduğuna şahit değilim.” buyurmuşsa da bir yuttaş olarak ben, hekimlerin hakları için mücadele ederken “toplumcu hekimlik” anlayışıyla sağlık sistemini ve sağlık politikalarını gündeme getirmekle kendisini mükellef kılan TTB’nin bu mükellefiyeti bugüne kadar layıkıyla yerine getirdiğine şahidim! Şahitliğim bununla da sınırlı değil. Yine bir yurttaş ve bir sosyal bilimci olarak, AKP iktidarının 20 yıldır halkın sağlık hakkını gaspettiğine, sağlığı -başta iktidar mensupları ve yandaşları olmak üzere- sermayeye kâr alanı haline getirdiğine, savaşın ve neoliberal sağlık politikalarının hekimlerin, sağlık emekçilerinin ve tüm toplumun yaşamını tehlikeye attığına ve nihayet tüm bunların karşısında toplum sağlığını savunduğu için TTB’nin “hedef” haline getirildiğine de şahidim!


Eğer bir siyasi iktidar, uyguladığı politikalarla halkın sağlığını tehdit ederek bir “halk sağlığı sorunu” haline geliyorsa ona karşı olmak elbette TTB’nin görevidir. Eğer TTB üzerine düşen görevi/sorumluluğu yerine getirirken yöneticileri özgürlüklerinden mahrum edilerek baskı altında alınıyor ve “tek adam” rejiminin sağladığı güce dayanılarak etkisiz hale getirilmek isteniyorsa o zaman TTB’yi savunmak da halkın görevi olmalıdır!


25 Kasım 2022 Cuma

Muhalefetin sefaleti

26 Kasım 2022


Beyoğlu bombalaması ve bunun gerekçe gösterilerek Rojavayı hedef alan Pençe-Kılıç operasyonu karşısında muhalefetin tepkisi şaşırtmadı! Hükümetin, 6 kişinin yaşamını yitirdiği bombalamayı Rojava ile ilişkilendirmeye çalışan açıklamaları akıl almaz çelişkilerle doluydu. Gerçeğin açığa çıkması için HDPnin verdiği Meclis araştırma önergesi de AKP ve MHP milletvekillerinin oylarıyla reddedildi. Emek ve Özgürlük İttifakı dışındaki muhalefet, iktidar partilerinin örtbas etmeye çalıştığı -10 yaşında çocuğun bile rahatça fark edebileceği- çelişkileri sorgulama zahmetinde bile bulunmadan AKPnin sahneye koyduğu savaş senaryosunda kendilerine biçilen figüran rolünü -daha önce de pek çok kez olduğu gibi- kabullendi.


Muhalefetin bu tavrı şaşırtıcı olmadı çünkü arada bir helalleşme” gibi söylemlerle Roboski’yi ziyaret etmiş; Diyarbakırda, Vanda vs toplantılar düzenlemişlerse de ulusalcı/milliyetçi/ırkçı hezeyan”larını istikrarlı biçimde sürdürdüler. Örneğin -Kürt halkının desteği olmadan seçim alamayacaklarını bildikleri halde- “HDP ile yan yana gözükmemek, iktidara gelmeleri halinde HDPye bakanlık verilmesi sözünün geçmesine dahi tahammül edememek; AKPye karşı en yüksek sesi çözüm masası kurulduğunda ya da HDP ziyaret edildiğinde çıkarmak” bu hezeyanın son zamanlardaki yansımalarıydı.


Bu köşede de pek çok kez dillendirildiği gibi muhalefetin ulusalcı/milliyetçi/ırkçı saplantılarla Kürt sorununun demokratik çözümü yerine savaş politikalarının ardında hazır ola geçmesi”nin seçimlere giderken AKPye oyun alanı açtığı aşikârdır. Aklı ve mantığı ile düşünebilen herkes için malum olmasına rağmen Kürt sorununda “şahin olma yarışı”na girmesi” muhalefetin bilerek ve isteyerek” iktidarı bir kez daha Erdoğana ve AKPye altın tepside” sunması anlamına gelmektedir. Bu da seçimlerin bir iktidar yarışı olmaktan çıkıp orta oyununa dönüştüğünü göstermektedir.


Muhalefet, sadece “Kürtler olmadan Kürt sonunu çözme anlayışının figüranı” olmasıyla değil; “ekonomik ve sosyal sorunları AKP’yi ve Erdoğan’ı taklit ederek çözme”ye çalışmasıyla da seçimleri orta oyununa dönüştürmektedir. Bu bağlamda ABD’den getirdiği bir teknokratı ekonomi işlerinin başına oturtan İYİ Parti’den sonra CHP de Kılıçdaroğlu’nun ABD ve İngiltere seyahatlerinde bilim, teknoloji, ekonomi ve finans çevreleriyle yaptığı görüşmeler doğrultusunda bir “vizyon belgesi” hazırlamıştır. 


Kılıçdaroğlu’nun 3 Aralıkta Türkiyede krizleri sonsuza kadar bitirecek bir vizyon açıklayacağız.” diyerek duyurduğu vizyon belgesi”yle -BBC Türkçenin CHP kulislerinden aktardığına göre-; “yatırım ve istihdamın teşvik edileceği, yüksek teknolojiye dayalı bir kalkınma modeli” açıklanacaktır. Kılıçdaroğlunun Meclis grup toplantısında yaptığı konuşmadan anladığımız kadarıyla bu “vizyon belgesinden sadece halk değil CHP’liler de henüz bihaberdir ve onlar da partilerinin “vizyon belgesi”ni herkesle birlikte öğrenecektir. Kılıçdaroğlu’nun sadece halkı değil kendi partisini de dışlayarak “tek adam” anlayışla hazırlattığı anlaşılan belge CHP’nin vizyonunu ne kadar yansıtacaktır bilemeyiz ama CHP’nin ideolojisizliğini, halktan kopukluğunu açıkça ortaya koyacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.  


Kılıçdaroğlu’nun “vizyon belgesi”, halktan ve partililerden kopuk, Erdoğan taklidi bir “tek adam” anlayışının yanı sıra içeriği bakımından da AKP’nin yıllardır uyguladığı programdan farksızdır. “Yatırım ve istihdam teşviklerini içeren kalkınma modeli” özellikle Dünya Bankası’nın geri kalmış ülkelerde uygulanmasını önerdiği bir programdır ve yıllardır AKP tarafından da zaten uygulanmaktadır.  


Demokrasinin, insan haklarının, hukukun ayaklar altında ezildiği, ülkenin ekonomik ve siyasi olarak darboğaz içinde olduğu bir dönemde hem siyasi iktidarın savaş politikalarının figüranı haline gelmiş hem iktidarı taklit ederek ekonomik ve sosyal sorunları çözeceğini iddia eden sefil bir muhalefetten hayır gelmeyeceği malumdur. Bu koşullar içinde Emek ve Özgürlük İttifakı’nın daha fazla gecikmeden halkla buluşarak, ülkeyi darboğazdan çıkaracak barışın, özgürlüğün umudunu büyütecek alternatiflerini ortaya koyması gerekir.

18 Kasım 2022 Cuma

Asgari Ücret (Açlık Ücreti)


                                19 Kasım 2022

2023’te geçerli olacak asgari ücretin belirleneceği komisyon toplantılarının tarihi yaklaştıkça her yıl olduğu gibi “asgari ücret loto” tahmin oyunları da başladı. Yüksek enflasyon nedeniyle emekçilerin derin bir açlık/yoksulluk sarmalı içine girmesi ve 2023’ün seçim yılı olması nedeniyle asgari ücret üzerine spekülasyonlar bu yıl daha da arttı. Özellikle “iktidarı parlatmakla vazifelendirilmiş” olan yandaş medyanın bu konuda çalışanlara “müjde” veren manşetler atmadığı gün yok gibi. Asgari ücret lotoya bu yıl ABD merkezli çok uluslu yatırım ve finans şirketi Morgan Stanley de katıldı. 


Bu tahminler yüzde 40’lardan başlıyor yüzde 80’lere kadar gidiyor. Bunlara bakarsanız Temmuz ayından bu yana 5 bin 500 TL olan asgari ücret 1 Ocak itibariyle 7 bin 700 TL de olabilir 9 bin 900 TL de… Morgan Stanley ise hazırladığı Türkiye raporunda 2023 için asgari ücretin yüzde 60 artacağı yani 8 bin 800 TL olarak belirleneceğini öngörmüş.  


Mevzuata göre Türkiye’de asgari ücret “işçi, işveren ve devletin temsil edildiği Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun Aralık ayında yaptığı görüşmeler (pazarlıklar) sonucunda belirleniyor. Komisyonda işçi tarafını en çok üyeye sahip işçi konfederasyonu olan Türk İş, işveren tarafını Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), devleti ise Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı temsil ediyor. Komisyon’un; “asgari ücreti, Asgari Ücret Tespit Yönetmeliği’ndeki asgari ücret tanımı çerçevesinde tarafların pazarlık gücüne göre belirlemesi” gerekiyor. Yönetmelik’te asgari ücret, “sadece işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücret’’ olarak tarif edilmiş. Oysa uluslararası normlara göre asgari ücret miktarının tespitinde “işçinin ailesiyle birlikte temel ihtiyaçları” hesaba katılıyor. Her fırsatta ailenin yüceliğinden, kutsallığından dem vuran, “üç çocuk beş çocuk yapın” öğütleri veren muktedirler, iş emekçilerin alın terinin karşılığına gelince aileyi unutuvermiş!


Asgari ücreti belirleyecek komisyon henüz toplanmadan tahminlerin gazete manşetlerini süslemesi ve uluslararası finans şirketlerinin de bu furyaya katılması, mevzuatta yer alan asgari ücreti belirleme biçimine de -uluslararası normlara aykırı olan- tanımına da uyulmadığını, Komisyon’un göstermelik olmanın ötesine geçmediğini açıkça ortaya koyuyor. 


Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun göstermelik olmasının en önemli nedeni işçi temsiliyetinin tamamen hiçleşmiş olmasıdır. Bu komisyonun Türkiye’de işçi ve işverenler arasındaki en üst düzeyli ve en kapsamlı toplu pazarlığı gerçekleştirmesi gerekirken on milyonlarca emekçiyi temsil eden Türk İş, bürokratik yapısı içinde işçi sınıfından öyle uzaklaşmış ki, siyasi iktidarın güdümünde onun neredeyse bir birimi haline dönüşmüş. Geçen yıl asgari ücret görüşmelerinde Türk İş’in verdiği teklifin Cumhurbaşkanı’nın açıkladığı rakamın bile altında olduğu traji-komik durum hala hafızalarımızda. Bu yıl da beklentiler farklı olmadığı için asgari ücret üzerine tahmin yürütenlerin, Türk İş’i ve onun temsil ettiği işçi sınıfını dikkate almaması yadırganmıyor bile. İşçi temsiliyetinin hiçleşmiş olduğu bir pazarlığın sonucu hakkında tahminde bulunmaktan da hicap duyulmuyor haliyle! 


Oysa Türkiye emek piyasasında asgari ücret, ücretlerin asgarisini ifade etmenin ötesinde “ortalama ücret” halini almış durumda. DİSK-AR’ın Aralık 2021’de yayınladığı “Asgari Ücret Gerçeği 2022 Raporu”ndaki hesaplamalara göre ücretli çalışanların yaklaşık yüzde 57’si asgari ücret civarında bir ücret karşılığında çalışıyor (AB ülkelerinde bu oranı yüzde 9 dolayındadır.). Milyonlarca işçi ise emeğinin karşılığı olarak asgari ücrete bile erişemiyor ama asgari ücret, dolaylı da olsa aldıkları ücretin düzeyini belirliyor. 


Asgari ücret üzerine yapılan tahminlerin dayandığı kriter büyük ölçüde sendikaların hesapladığı “açlık sınırı” üzerinden oluyor. Türkiye’de emekçilerin çok önemli bir bölümünün gelirini doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyen asgari ücret Ekim ayı itibariyle -Türk İş, Birleşik Metal İş gibi işçi örgütlerinin TÜİK’in yalnızca gıda harcamalarını esas alarak hesapladığı- açlık sınırının sadece üçte ikisi kadar. Öte yandan gayrimenkul değerleme platformu Endeksa'nın araştırmasına göre emekçilerin yoğun olarak yaşadığı illerin birçoğunda kira fiyatları ortalaması, mevcut asgari ücretin üzerinde (Örneğin İstanbul’da 10 bin 229 TL, İzmir’de 6 bin 932 TL, Ankara’da 5 bin 466 TL). Bunlara Kasım ve Aralık ayı enflasyon oranları eklenince asgari ücretin açlık sınırının da ortalama kira fiyatlarının da çok daha altında kalacağı aşikâr. 


Yapılan tahminlerden hangisi tutarsa tutsun, 2023 yılı için tespit edilecek asgari ücretin emekçilerin 2022’deki yoksullaşmasını telafi edebilmesi mümkün değil. Artmaya devam edecek enflasyon nedeniyle ücretler önümüzdeki dönemde de erimeye devam edecek. Böylece emekçilerin kendilerine layık görülen açlıkla boğuşmaya devam etmesi de ne yazık ki kaçınılmaz olacak.


Sözün özü: Yandaş medya ve uluslararası finans kuruluşlarının asgari ücret üzerine yaptığı tahmin oyunlarıyla AKP iktidarının emekçiler için açlığı reva gören anlayışı meşrulaştırılarak normalleştirilmek isteniyor. Asıl vahim olan ise sendikaların ve emekçilerin önemli kısmının emeklerinin hakkını almak ve insanca yaşamak için mücadele etmek yerine, asgari ücret adı altında dayatılan açlık ücretini kabullenmiş olmaları. Bu kabulleniş, AKP’nin milyonlarca işçiyi, emekçiyi açlığa sürükleyen politikalarını “ak”layacağı gibi Erdoğan’a da seçimlerde “açlık ücretini şova dönüştürme” fırsatı verecektir. 


11 Kasım 2022 Cuma

Muhalefetin milliyetçi hezeyanı

                          12 Kasım 2022


Anayasa değişikliği teklifini görüşmek için AKP heyetinin HDP’ye gerçekleştirdiği ziyaret, yüzde 200’lere varan enflasyon karşısında beslenme, giyinme, barınma, eğitim, sağlık gibi en temel gereksinmelerini dahi karşılayamayan halkın “büyük yoksunluk halini” siyaset gündeminden -bir süreliğine de olsa- düşürdü. Tam da AKP’nin istediği gibi… Kürt meselesinin öne çıkarılıp gündemin bunun üzerinden belirlenmesi sadece AKP’nin değil, halkın sorunlarına çözüm üretemeyen muhalefetin de işine geldi aslında!


“Kürt meselesi”nin halkın tüm sorunlarının önüne geçmesi yeni bir durum değildir; 1990’ların başından itibaren Türkiye siyasetini belirleyen en önemli etkenlerin başında olagelmiştir daima. Örneğin 1991 seçimlerinde SHPnin Kürt hareketiyle seçim ittifakı yapması ve DYPnin seçim çalışmalarında toplumsal barış vurgusunu öne çıkarmasının, darbe rejiminin siyasi ayağı olan ANAP’ın iktidardan indirilerek DYP-SHP koalisyonunun hükümeti kurmasında önemli bir rolü vardır. 92’de Musa Anter cinayetiyle başlayan, ardından bir dizi suikast ve Özal’ın şaibeli ölümüyle devam eden süreçte hem Kürt siyasetçilerle ittifak hem de toplumsal barış söylemleri son bulmuş; Çiller’in başbakan olmasıyla başlayan çatışma sürecinde Kürtlere yönelik baskı ve şiddetle birlikte Kürt meselesinin siyaseti belirliyici rolü daha da artmıştır.  


1992’den bu yana geçen 30 yılda gerçekleşen seçimlerin istisnasız tümünde, Kürt sorunu seçim malzemesi olarak kullanılmaktadır. 1990’lı yıllar boyunca bir “bölücülük” meselesi olarak kabul edilen Kürt sorununun “baskı ve şiddet yoluyla çözülebileceği” görüşü hakimdir. Özellikle seçim dönemlerinde iktidar partileri ile muhalefet partileri milliyetçilik yarışına girip, Kürt düşmanlığını ayyuka çıkarıp toplumda artan gerilim üzerinden oy devşirmeyi  alışkanlık haline getirmiştir. Bunun en çarpıcı örneği DSP-MHP-ANAP koalisyonunun iktidarını sürdürmek için Öcalan’a kurulan komployu kullandığı “1999 seçimleri”dir.


AKPnin iktidara geldiği 2002den itibaren AB müktesebatına uyum için atılması gereken demokratikleşme adımları ve yanısıra “askerin sivil siyasetteki rolünü azaltma” çabalarının gereği olarak, Kürt meselesinde “siyasi çözüm” öne çıkmıştır. Bu bağlamda 2009da ilan edilen Kürt açılımı, 90’lı yıllar boyunca şişirilmiş milliyetçi reflekslerle hareket eden toplumun geniş kesimlerinin ve muhalefet partilerinin tepkisiyle karşılaşınca seçimlerde oy kaybettireceği endişesiyle AKP, açılıma son vermiş; Kürt siyasetçileri dışlayarak kapalı kapılar ardında çözüm arayışına girmiştir. Ancak bu da uzun sürmemiş 2011 seçimlerine giderken “siyasi çözüm” rafa kaldırılmış ve AKP seçimlerde Kürt sorunun bir demokrasi sorunu olmayıp bir “terör sorunu" olduğu söylemini tercih etmiş; seçimlerin ardından da KCK davaları ve “Yeni Osmanlıcılık” safsatasıyla, Suriye’ye sınırötesi operasyonlara girişilmiştir.


2013 Newrozu’yla yeni bir müzakere sürecine girilmişse de bu süreçte -özellikle Kürtlerden- beklediği oy desteğini alamayan AKP, 7 Haziran seçim yenilgisinin ardından yaratılan şiddet ortamında oluşan toplumsal gerilimi, kaybettiği oyları geri alarak iktidarını sürdürmek için 1 Kasım seçimlerinde kullanmıştır. 7 Haziran sonrasında MHP ile kurulan ittifakın ardından demokratik çözüm tamamen unutulmuş ve “denize düşen yılana sarılır” misali -90’larda olduğu gibi- inkâr ve imha politikalarından medet umulmuştur. 


Ezcümle 20 yıllık iktidarı boyunca her alanda olduğu gibi Kürt meselesinin çözümü konusunda da demokratikleşme söylemi, AKP’nin iktidarını tahkim etmek için zaman zaman kullandığı bir “strateji”den ibarettir. Kürt meselesini AKP için kullanışlı bir seçim malzemesi haline getiren ise -stratejik olarak bile- demokratik çözümü savun(a)mayan ve dolayısıyla Kürt siyasi hareketiyle yan yana gelmekten itina ile kaçınan sağ ve sol muhalefetin içinde bulunduğu “ulusalcı/milliyetçi/ırkçı hezeyan”dır.  


AKP’nin HDP’yi son ziyaretinin ardından -halkın içinde bulunduğu derin yoksullaşma, üstü örtülemez hale gelen yolsuzluklar vs bir yana bırakılıp- koparılan gürültü, muhalefetin ulusalcı/milliyetçi/ırkçı saplantılarının AKP’ye oyun alanı açmasının son örneğidir. Görünen odur ki “Kürt anasını görmesin” anlayışından kurtulamayan muhalefet bir kez daha iktidarı AKP’ye “altın tepside” sunmakta kararlıdır! 

5 Kasım 2022 Cumartesi

Hakikatler gölgede kalınca…

                           5 Kasım 2022

AKP adıyla bir partinin kurulması ve 3 Kasım 2002 seçimlerinde iktidara getirilmesiyle amaçlanan, “devlet vasıtasıyla toplumsal ilişkilerin neoliberal politikalar doğrultusunda yeniden düzenlemesi”ydi. AKP kendisine verilen bu görevi -başarıyla- yerine getirmekle kalmadı; devlet aygıtını kapitalizmin mevcut koşullarına uyumlu hale getirecek biçimde dönüştürdü ve ortaya bugünkü otokratik rejim çıktı. 


Cumhuriyetin AKP öncesindeki 79 yılında, iktidar partilerinden beklenen de farklı değildi aslında; iktidara her gelen Türkiye’yi kapitalizmin dönemsel koşullarına uyumlu hale getirmek için çaba gösterdi. Bu, kimi zaman tek parti olarak kimi zaman koalisyonlarla yapılmaya çalışıldı. İktidardakiler bekleneni veremediklerinde ise askeri darbeler devreye girdi. Çok partili döneme geçilen 1946’dan bu yana askeri darbelerin devreye girmediği en uzun dönem AKP’nin iktidarında geçen yirmi yılı oldu. Gerçi bu yirmi yıl içinde bir e-muhtara ile bir de darbe girişimi oldu ama her seferinde AKP, sermayeyi ve onun uluslarası temsilcilerini bu görevi kendilerinden daha iyi yapacak bir alternatif olmadığına ikna etti.


AKP’nin başarısının sırrı; özgürlüklerini elinde aldığı, yoksullaştırdığı, yoksunlaştırdığı halkı ikna etmekteki becerisiydi. Bunu yaparken dini, milliyetçiliği ve benzeri tüm toplumsal değerleri kullanarak, Cumhuriyet’in müesses nizamı haline gelmiş olan “kimlikler, inançlar üzerinden toplumu ayrıştırarak yönetme” ilkesini daha da ileri taşıdı; halklar arasındaki kutuplaşmayı düşmanlık boyutuna getirdi. Halkları birbirine düşmanlaştırmaya yönelik propagandanın gürültüsü içinde en insani değerler dahi kayboldu gitti. Sonuçta işçi cinayetlerini, kadın cinayetlerini, çocuk istismarlarını, insan hakları ihlallerini, doğa katliamlarını, uluslararası hukuka aykırı savaş yöntemlerinin kullanıldığına dair iddiaları bile umursamayan, duyarsız bir “güruh” çıktı ortaya. 


AKP, 21. yılına girerken iktidarını bu güruhun desteğine dayanarak sürdürüyor. Bu destek sadece sandıkta oy verenlerle sınırlı değil. Diğer partilere oy verenler ve hatta AKP’den nefretle söz eden, bir an evvel iktidardan gitmesini isteyenler de var bu -bilinçli ya da bilinçsiz- desteğin sahipleri arasında. AKP -yoksulluk, yolsuzluk, dış politika, iç güvenlik, sağlık sisteminin çöküşü vb. konularda- ne zaman köşeye sıkışsa düşmanlaştıma propagandasının sesini yükseltip bu güruhun desteğini arkasına alıveriyor. Bu desteği vermeyenler ise “vatan haini” ilan edip bu güruha linç ettirilirken AKP, kendini “ak”layıp yolunda devam ediyor.


7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında yaratılan çatışma ortamında milyonlarca insanın yaşadığı illerde aylarca süren kesintisiz sokağa çıkma yasakları ve sivil ölümleri üzerine bir televizyon programında “çocuklar ölmesin” diyen Ayşe Öğretmen’in ve “Bu suça ortak olmayacağız” diyen akademisyenlerin uğradığı linç, bunun örneklerinden… 2018’de Zeytindalı Harekatı nedeniyle “Savaş bir halk sağlığı sorunudur.” diyerek yayımladığı barışı savunan bildiri nedeniyle TTB’nin uğradığı linç de örneklerden bir diğeri. İnsan haklarına, hukuka aykırı uygulamaları haber yaptığı için gazetecilerin uğradığı linç ve bunların benzeri onlarca vaka…


Bu örneklerin ortak özelliği iktidar temsilcilerinin hedef göstermesi üzerine kendisini sadece muhalif değil; hak, hukuk, adalet savunucusu olarak da tanımlayanların, iktidar yanlılarından önce linç eylemine soyunmalarıdır. 

 

Kimin neyi, ne kadar savunduğu ve kimin tarafında olduğuyla ilgili neredeyse turnusol kağıdı işlevindeki bu örneklerin ortak özelliği, iktidar temsilcilerinin hedef göstermesi üzerine kendisini sadece muhalif değil; -tatlı su ortamlarında- hak, hukuk, adalet savunucusu olarak da tanımlayanların, iktidar yanlılarından önce linç eylemine soyunmalarıdır. 


TTB başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın adli tıp uzmanı bir bilim insanı olarak kimyasal silah kullanımına ilişkin kendisine sorulan bir soru üzerine fikir beyan etmesi üzerine yaşanlar, bunun son örneğidir. Ortada en temel insan haklarının ihlal edildiğine dair iddialar varken, hiçbir sorgulamaya gerek duymayan büyük güruhlar iktidarın başlattığı linç girişiminin parçası haline gelmiştir. Körü körüne linç girişiminde bulunan bu kitle içinde maalesef, Şebnem Hocanın meslektaşları, bilim insanı ve hekim kimliği taşıyanlar da vardır. 


Milliyetçiliğin, ırkçılığın, halkları birbirine düşmanlaştıran politikaların; aklı, mantığı, bilimi ve dolayısıyla hakikatleri gölgede bıraktığı bir toplumda demokrasi, insan hakları, özgürlükler, hak, hukuk vs de  anlamsızlaşıyor. Barış, huzur, refah da rüyalarda kalıyor haliyle!


28 Ekim 2022 Cuma

2 Kasım Eğitimci Grevi

                          29 Ekim 2022

2 Kasım’da on üç eğitim sendikası iş bırakma eylemi (grev) yapacak. 14 Ekim’de on iki eğitim sendikasının temsilcileriyle yapılan toplantı sonrasında eylemin gerekçesi şöyle açıklanmıştı: “19 Kasım 2022 tarihinde yapılacak kariyer basamakları sınavının derhal iptal edilmesi, Öğretmenlik Meslek Kanununun, TBMMde ivedilikle ele alınarak yeni bir meslek kanununun tüm eğitim sendikalarının ve öğretmenlerin görüşleri alınarak düzenlenmesi acil talebimizdir.” Toplantı kararlarında eğitim emeçilerinin ekonomik durumlarının düzeltilmesi ve kamusal eğitim talebinde de bulunuluyor. 


Türkiye’nin toplumsal mücadeleler tarihinde öğretmenlerin örgütlenmesinin ve gerçekleştirdikleri eylemlerin önemli bir yeri vardır. İlk öğretmen örgütü olarak kabul edilen Encümen-i Muallimin (1908)’den bu yana öğretmenler, mesleğin onurunu ve haklarını korumanın yanı sıra “eğitim sistemine ilişkin sorunları gündeme getirmek” için de örgütlenerek mücadele etmiştir. Kurtuluş Savaşı yıllarında bile mücadeleden geri durmamış; 20 Ekim 1920de Tokat’ta başlayıp ardından Ankara ve diğer Anadolu illerine yayılan grevler başarıya ulaşmış, öğretmenlerin talepleri Ankara Hükümeti tarafından olumlu karşılanmıştır. Anadolu’da grevlerin başarıyla sonuçlanması üzerine İstanbul öğretmenleri de İstanbul Hükümeti’nin engelleyici tutumuna rağmen 1921’in Nisan ayında greve gitmiştir. 


Baskıların en yoğun olduğu dönemlerde dahi örgütlü mücadeleyi sürdüren öğretmenlerin özellikle 20 Şubat 1963te düzenlediği Büyük Eğitim Mitingi, 15 Şubat 1969 yılında gerçekleştirdiği Büyük Eğitim Yürüyüşü ve TÖS ile İLKSEN’in çağrısıyla 15-18 Aralık 1969 tarihlerinde gerçekleşen Büyük Öğretmen Boykotu, gerek katılımın yüksekliği gerekse sonuçları bakımından toplumsal mücadeleler tarihimizin en önemli eylemleri arasında yer almıştır. 


Öğretmenlerin -aradan geçen onlarca yıla rağmen- övgüyle yad edilen örgütlenmeleri ve eylemlerinin başarısının esbab-ı mucibesi, "mesleki ve ekonomik sorunlarını genel toplumsal ve ekonomik meselelerden ayrı ele alınamayacağına dair bir perspektife sahip olmasıdır”. 


AKP’nin iktidara gelmesinin yirminci yılına denk gelen 2 Kasım iş bırakma eyleminin temel gerekçesi olan Öğretmenlik Meslek Kanunu (ÖMK), AKP’nin iktidara gelerek üstlendiği Neoliberal Yapısal Uyum Programı’nın bir parçası olan eğitimde neoliberal dönüşüm sürecinin gereği olarak getirilmiştir. Piyasalaşan eğitim sistemi içinde Toplam Kalite Yönetimi ile öğretmenin “iç müşteri” olarak tanımlandığı bu süreçte zaten ücretli, sözleşmeli ve kadrolu olarak ayrıştırılan öğretmenler, aday öğretmen, öğretmen, uzman öğretmen ve başöğretmen olarak bir kez daha ayrıştırılmaktadır.  Öğretmenler arasında yarış halini alacak bir sınavla yapılacak bu ayrışma öğretmenleri birbirleriyle rakip hale getirecektir. Bu rekabetin motivasyon kaynağını “daha fazla ücret, iş güvencesi ve okulda, zümrede vs. söz hakkı elde etmek” oluşturacaktır. Aynı işi yapan öğretmenler arasında yaratılacak böylesi ayrışmalar, okulda iş barışını bozacağı gibi öğretmenlerin dayanışmasını ve birlikte mücadelesini de engelleyecektir.  


ÖMK ile dayatılan çalışma rejimi, sadece öğretmenlerin hak kaybına uğraması ve öğretmenlik mesleğinin itibarını zedelemekle kalmayacak eğitim hizmetinin niteliğini de olumsuz etkileyecektir. Zira “yeterli-yetersiz olmak” üzerinden yaratılan hiyerarşik ayrışma öğretmenlerde düşük ücret, işsiz ve güvencesiz kalma baskısı yaratacağı gibi bu baskı, meslektaşlarıyla rekabet etmek zorunda bırakılan öğretmenlerin düşünsel ve duygusal durumlarını da olumsuz etkileyecektir. Bu durumun öğrencilere yansımaması ise mümkün değildir. 


Son yıllarda; kariyerini, işini ve bulunduğu konumu kaybetme kaygısıyla örgütlenmekten kaçınan ya da  siyasi iktidarın arka bahçesi haline gelmiş olan sendikalardan medet uman eğitim emekçilerinin “1920’lerden 1960’lara 90'lara taşıdığı mücadele azmini kaybettiği" yönünde bir algı hakimdir. Bu algıya neden olan etkenleri dünyada ve Türkiye’de yaşanan siyasal gelişmelerden ve toplumsal mücadelelerin genel seyrinden ayrı düşünmek mümkün değildir elbette. Ancak tarihsel süreçte öğretmen mücadelesinin gücü ve belirleyici rolü de unutulmamalıdır. 


Umarım 2 Kasım eylemi eğitim emekçilerinden ve toplumdan yeterli desteği görür; sendikaların taleplerinin yerine getirilmesini sağlar ve toplumsal mücadelenin seyrini değiştirecek bir heyecanın oluşmasına vesile olur!