26 Kasım 2018 Pazartesi

Neoliberal Yıkıma Karşı Uzlaşmacı Sendikacılık Çözüm mü?

  Bu makale 2000’Lİ YILLARDA TÜRKİYE’DE SENDİKACILIK: zorluklar, eğilimler, olanaklar (Der. Serdar Kayaoğlu, Epos Yayınevi, Eylül 2017) kitabında yayınlanmıştır.

1970’lerin başında sermayenin aşırı değerlenmesi ve yükselen sabit sermaye yatırımlarının yeterli artık değer üretmemesi nedeniyle kapitalizm krize girdi. Kapitalizmin bu krizine çözüm olarak neoliberaller, kârlar üzerinde baskı yapan sosyal/refah devletinin ortadan kaldırılması ve devletin sermayeyi desteklemesi gerektiğini savunuyorlardı. Ayrıca uluslararası pazar genişletilmeli; artık değeri yükseltmek üzere ucuz emek alanları bulunmalı; emek sürecinde verimliliği arttırmak üzere yeni örgütlenme biçimleri ve teknoloji geliştirilmeliydi.

Neoliberalizmin krize çözüm olarak önerisi, işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle elde edilen ve Fordist birikim rejiminde kurumsallaşan ve emekçilere görece güvenceli çalışma ve yaşam olanağı sağlayan çalışma rejimini ve sosyal hakları hedef aldı. İşgücü maliyetlerini azaltarak, kapitalizmin krizini aşılabileceği savına dayanan neoliberal politikalar, kapitalizmin karar alıcı ve uygulayıcıları tarafından da benimsendi. Ancak emekçilerin ekonomik, sosyal haklarının güvencesi olan sendikalar, emekçileri örgütsüzleştiren ve güvencesizleştiren neoliberal politikaların önünde engel olarak görülüyordu.

Fordist üretim sisteminin düzenli çalışma rejimi ve talep yönlü politikaların geçerli olduğu II. Dünya Savaş’ı sonrasında uzlaşının aracı haline gelen sendikaların faaliyetleri, sosyalist akımlara tevessül etmeyip, -Dünya Hür Sendikalar Konfederasyonu (ICFTU)’nun temsil ettiği- “soğuk savaş sendikacılığı” sınırlarında kaldığı sürece sermaye ve devletler tarafından desteklendi. Bu süreçte sendikalar, sınıf perspektifinden ve mücadeleden daha da uzaklaşmış, bürokratik bir yapıya bürünerek adeta kapitalist üretim sisteminin aygıtları haline dönüştü. Ama aynı zamanda da sendikalar, bu dönemde nicel olarak büyüdü, işçi sınıfı içinde temsiliyeti yüksek, toplu pazarlık sistemi sayesinde üretim sürecine müdahale olanağına sahip, siyasal alanda etkili örgütler haline geldi. Sistemle bütünleşmiş de olsa sendikaların örgütlü gücü, üretim süreci ve siyasal alandaki etkisi neoliberalizmin emekçilerin bu dönemde gelişen kazanımlarını hedef alan politikaları engelleyecek bir etken olarak görülüyordu. Neoliberalizmin önündeki sendika engelini ortadan kaldırmak için işçi sınıfının kendi içinde rekabetinin arttırılması, emek gücü üzerindeki denetimin yoğunlaştırılarak sendikal örgütlülüğün zayıflatması yolu benimsendi.

Kapitalist üretim sisteminin ortaya çıkmasından beri emeği denetim altına almanın en bilindik yöntemi, üretim ve emek süreçlerinin esnekleştirilerek emekçilerin güvencesiz hale getirilmesidir. Sermaye, iş ve sosyal güvenceden yoksun bıraktığı emekçiler üzerinde kolaylıkla tahakküm kurabilir. 19. yüzyıl boyunca işçi sınıfının emeğin sermayenin denetiminden kurtulmak için mücadelesi, üretim sürecinin esnekliğini ve emekçilerin güvencesizliğini sınırlanmıştır. 20. yüzyıl başında Fordizm’le geliştirilen yeni emek denetim mekanizması sayesinde emekçilerin örgütlenme hakkı ve güvenceli çalışma talepleri karşılanırken, nisbi artıdeğeri (emek verimliliğini) arttıran üretim-yönetim modeliyle sermaye birikimi sağlanabilmiştir. 1970’lerle beraber üretim ve emek süreçlerinin yeniden esnekleştirilmesi, işçi sınıfının nicel ve nitel olarak ayrışması ve Fordist dönemdeki örgütlenmenin fiilen zayıflaması ve çözülmesini amaçlanmıştır. Neoliberal politikalar ve esnekleşmeyle beraber emek süreçlerinde artan sınıflararası çelişkiler karşısında kapitalist ülkelerin hemen tümünde devletin baskı aygıtları sendikal hak ve özgürlükleri sınırlandırmak üzere devreye sokulmuştur.

1970’li yıllarlarda uluslararası ticaretin serbestleşmesiyle birlikte sermayenin önündeki coğrafi engeller kalkmış, üretim süreci küreselleşmeye başlamıştır. Böylece işçi sınıfı örgütlülüğünün yüksek olduğu merkez kapitalist ülkelerde sermaye, üretimin çeşitli aşamalarını -bazı sektörlerde bütününü- emeğin ucuz olduğu azgelişmiş çevre ülkelere doğru kaydırmaya başlamıştır. Böylece merkez ülkelerde yüksek maliyetlerle gerçekleşen üretim, emeğin örgütsüz, ücretlerin ve sosyal hakların zayıf olduğu, sermayeye birçok ayrıcalığın sağlandığı çevre ülkelerde son derece düşük maliyetlerle gerçekleştirilebilir hale gelmiştir.

Üretimle birlikte emek piyasasının ve sömürünün küreselleştiği bu süreçte, kapitalist üretimle yeni yeni tanışan çevre ülkelerde emekgücü ve doğal kaynaklar, “küresel nimetlerden yararlanma” vaadiyle -bonkörce- uluslararası sermayenin hizmetine sunulmuştur. Emek talebinin daraldığı merkez ülkelerde ise; “sanayi ötesi toplum modeline geçildiği ve artık bilişim teknolojilerinin kullanıldığı, emeğin daha temiz işlerde, daha az süre ile çalışıp daha refah içinde yaşayacağı” söylemiyle emekçiler ikna edilmek istenmiştir. İşçi sınıfının tarihsel rolünün sona erdiği, sınıf perspektifiyle örgütlenmenin ve mücadelelerinin “çağdışı” olduğu düşüncesi de bu söylem üzerinden geliştirilmiştir. Sınıf çelişkileri ve sınıf mücadelesini “çağdışı” ilan eden bu söylem, özellikle Berlin Duvarı’nın yıkılması sonrasında “tek kutuplu dünya” mitinin etkisine de kapılan merkez ve çevre ülkelerin sendikaları ve geniş toplum kesimlerinde itibar görmüştür. İşçi sınıfının ve sendikaların, bu söyleme itibar etmeyip, küreselleşme esnekleşme ve bunun ortaya çıkarttığı sonuçlara karşı mücadeleye girişildiğinde ise baskı aygıtı devreye girmiştir. Küreselleşme ve neoliberal politikalara emekçi kesimler ister ikna edilmiş ister baskıyla zorlanmış olsun sonuçta üretim büyük ölçüde kayıt dışı alana kaymış ve ücretler, iş güvencesi, sosyal güvence gibi haklar gerilerken, sendikal örgütlülük zayıflamış ve toplu pazarlık sistemi işlevini önemli ölçüde yitirmiştir.

Küreselleşmenin erken sanayileşmiş merkez ülkelerde ortaya çıkarttığı ilk belirgin sonuç, işsizliktir. Üretimi çevre ülkelere kaydırarak merkez ülke işçilerini işsiz bırakma tehdidi, işverenlerin sendikalara karşı kullandığı etkili bir “silah” haline gelmiştir. Emekçiler arasında yaratılan bu rekabet nedeniyle de kazanılmış haklar birer birer ortadan kaldırılmıştır. Böylece, ücretler düşmüş, çalışma süreleri uzamış, iş ve sosyal güvence sağlayan haklar önemli ölçüde aşınmıştır. Bir dönem işçi sınıfının çok önemli bölümünü örgütlemiş olan sendikalar da bu süreçte üyelerini kaybetmeye başlamıştır.

Küreselleşmenin emekçilerin hakları üzerinde yarattığı tahribat karşısında uluslararası emek örgütleri de yeterince direnç gösterememiştir. Dünya Sendikalar Konfederasyonu (ITUC), Avrupa Sendikalar Birliği (ETUC) gibi uluslararası sendikal örgütler, sermayenin uluslararası düzeyde emekçiler arası rekabeti arttırmak üzerinden oluşturduğu tehditler karşısında enternasyonal bir mücadeleyi örgütlemek yerine sermayeyle uzlaşma (sosyal diyalog) yolunu tercih etmiştir. Böylece neoliberalizmin önünde en büyük engel olarak görülen sendikalar, izledikleri uzlaşmacı anlayışla, emekçilerin kazanımlarını ortadan kaldıran ve sömürüyü küreselleştiren politikalara engel olmak bir tarafa sosyal diyalog sisteminin bir “partneri” olarak, bu politikaların destekçisi, meşrulaştırıcısı olmuştur.

Neoliberalizmle Uzlaşma Kimi Kurtardı?

1970’lerde krize çare olarak görülen neoliberalizm, Doğu Bloku’nun dağılması ve sendikaların da desteğiyle dünya ekonomisinin hemen tamamında uygulanır hale gelmiştir. 2008 yılına kadar bu politikaların uygulandığı birçok ülke ve bölge yeni krizlerle karşı karşıya kalmış; ancak tüm bu krizlerin nedeni ülkelerin ve bölgesel ekonomilerin uygulamadaki başarısızlığına bağlanmıştır. 2008’de ise küreselleşme sürecinde birbirine eklemlenerek bir ağ haline gelmiş olan dünya ekonomisi bir bütün olarak daralmaya başlamıştır. Artık krizin sorumluluğunu kimi ülke ve bölgelerde neoliberal politikaları uygulayıcıların başarısızlığına bağlamak “olanağı” ortadan kalkmış ve 2008 krizi, diğerlerinden farklı olarak “küresel kriz” olarak tanımlanmıştır. Böylece kapitalizmin bir önceki krizine çözüm olarak getirilen neoliberalizmin uzun vadede işe yaramadığı da ortaya çıkmıştır. Ancak sermaye birikiminin önünü açmak için neoliberalizmin yerine konulacak yeni bir alternatif model geliştirilememiş, neoliberalizm restore edilerek krizin aşılması yoluna gidilmiştir.

2008 krizi sonrasında restorasyon amaçlı politikalar, devletin ekonomide daha etkin biçimde yer almasını öngörmüştür. Ancak devlete biçilen bu yeni rolün Keynesyen devletle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Devletin buradaki rolü, neoliberalizmin yarattığı toplumsal tahribatı onaracak sosyal içerikli politikaları içermek bir tarafa, emek sömürüsünü daha da derinleştirip, yerüstü ve yeraltı kaynakları sermayeye yeni birikim alanları olarak aktarmaktan ibarettir.

2008 krizi sonrasında küresel, bölgesel ve sınıflararası eşitsizliklerin daha da artması, emek sömürüsünün yoğunlaşması ve doğanın dönüşü olmayacak biçimde tahrip edilmesine karşılık krizin çözülemediği gibi daha da derinleştiği bizzat kapitalizmin uluslararası kurumları tarafından ortaya konmaktadır. Küresel ekonominin yönlendiricisi olan Dünya Bankası (DB), Uluslararası Para Fonu (IMF), Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) gibi örgütler, içinde bulunduğumuz döneme ilişkin raporlarında, küresel ekonomide işlerin yolunda gitmediği tespiti üzerinde görüş birliğine varmaktadır. Bu bağlamda, 2016 yılı değerlendirmelerinde ekonomik performans “hayal kırıklığı” olarak tespit edilirken, 2017 ve 2018 öngörülerinde ekonomideki kırılganlıklar, olası risklerden duyulan kaygı dile getirilmektedir. Yani yarım yüzyıl önce kapitalizmi içine düştüğü krizden çıkartmak için uygulanan ekonomik model, bir süreliğine sermaye birikiminin önünü açmışsa da kapitalizmi kriz kıskacından kurtaramamış ve telafisi son derece güç olacak toplumsal, çevresel ve insani tahribata neden olmuştur.

Küresel ekonominin yarattığı toplumsal tahribata ilişkin tespitler, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nün yanı sıra Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) raporlarında da yer almaktadır.
Buna göre küresel ekonominin ortaya çıkarttığı sorunların başında işsizlik gelmektedir. Üretimin çevre ülkelere kaymasıyla birlikte tarımda ve geleneksel üretim içinde yer alan yüz milyonlarca kişi Sanayi Devrimi’nde olduğu gibi topraklarından ve üretim araçlarından kopartılarak, kentlerde kapitalist üretimin ücretli emekçileri haline getirilmiştir. Diğer bir söyleyişle sermaye çevre ülkelere kayarken küresel emek piyasasında istihdam hacmi artmıştır. Ancak son yıllarda ekonomik büyümede yavaşlama nedeniyle küresel emek arzını karşılayacak düzeyde yeni iş yaratılamamıştır. Bu nedenle önümüzdeki dönemde küresel işsizlik oranın daha da artması beklenmektedir. ILO’nun Dünyada İstihdam ve Toplumsal Durum – Eğilimler 2017 raporuna göre 2017’de küresel ölçekteki işsiz sayısında 3,4 milyonluk bir artış olacak ve toplam işsiz sayısı 201 milyona ulaşacaktır. 2018 yılında işsiz sayısına 2,7 milyon kişinin daha eklenmesi beklenmektedir. Gençler arasında işsizlik, genel işsizlik oranından belirgin biçimde yüksektir. Küresel ölçekte işsizlik oranı yüzde 5,8 iken küresel genç işsizlerin oranı yüzde 13,1 düzeyindedir. Kadın işsizliği de ortalama işsizlikten fazladır. Örneğin Kuzey Afrika’da işgücüne katılan kadınların 2017 yılında işsiz kalma olasılıkları erkeklerin iki katıdır.

Artan işsizlik, emekçilerin birbirleriyle rekabetini arttırmakta ve daha düşük ücretle, daha kötü koşullarda çalışmayı kabullenmelerine yol açmaktadır. Bu nedenle işsizlik oranlarındaki artış, tüm ülke gruplarında, özellikle de üretimin büyük bölümünün gerçekleştiği gelişmekte olan ülke ve yükselen ekonomiler olarak tarif edilen çevre ülkelerde çalışma koşullarının daha da kötüleştirmektedir. Bu bağlamda güvencesiz istihdam, uzun sürelerde yoğun çalışma, iş cinayetleri, meslek hastalıkları, çalışan yoksulluğu ve çocuk işçiliği küreselleşmenin ortaya çıkarttığı temel sorunlar haline gelmiştir.

Üretim ve emek süreçlerinde esnekleşmenin sonucu olarak ortaya çıkan güvencesiz istihdam, çevre ülkelerde yapısal bir hal almıştır. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC)’un Küresel Haklar Endeksi 2017 raporunda incelenen 137 ülkenin yüzde 60’ında işçilerin yasal güvence olmadan çalıştırıldıklarını belirtmektedir. ILO verilerine göre küresel ölçekte güvencesiz çalışanların oranı yüzde 42,9 (1,4 milyar kişi)’dur. Bu oran gelişmiş ülkelerde yüzde 10,1, yükselen ekonomilerde yüzde 46,8, gelişmekte olan ülkelerde ise yüzde 78,9’dur. 2017’de güvencesiz istihdam kapsamında çalışanların sayısının küresel olarak yılda 11 milyon artması beklenmektedir. Hemen tüm ülkelerde güvencesiz istihdam biçimleriyle çalışan kadın sayısı erkeklerden fazladır. Kadın istihdamında evden çalışma ve ücretsiz aile işçiliğinin yoğun olması, güvencesiz kadın istihdamının yüksek olmasında önemli bir etkendir. Öte yandan büyük ölçüde güvencesiz olan esnek istihdam biçimleri (çağrı üzerine çalışma, kısmi süreli çalışma vs) de kadınlar arasında yaygındır.

Emekçilerin iş ve sosyal güvenceden yoksunluğu, baskı ve şiddet kullanılarak haklarının gasp edilmesiyle kabullenmek zorunda kaldıkları çalışma koşulları her şeyden önce düşük ücretlerle çalışmalarına neden olmaktadır. Bu da son derece uzun sürelerde ve yoğun çalışmaya rağmen emekçileri yoksullaştırmaktadır. ILO raporuna göre çalışan yoksulluğu, 2016 yılında bir sorun olarak varlığını sürdürmüştür. Güney Asya’da çalışanların hemen hemen yarısı ve Sahra Güneyi Afrika’dakilerin üçte ikisi aşırı ya da orta derecede yoksulluk olarak kabul edilen satın alma gücü itibarıyla günde 3,10 dolardan az gelirle yaşamak zorundadır. Çalışan yoksulluğu yükselen ekonomiler olarak tarif edilen (Çin, Hindistan vb) ülkelerde görece azalırken gelişmekte olan ülkelerde sağlanan ilerleme istihdamdaki büyümenin gerisinde kalmaktadır. Bu durumda, günde 3,10 doların altında gelirle çalışanların sayısının önümüzdeki iki yıl içinde yılda 3 milyon artış göstermesi beklenmektedir.

Emek piyasasındaki cinsiyet ayrımcılığına bağlı olan ücret farklılıkları nedeniyle çalışan yoksulluğu kadınlar arasından daha fazladır. ILO’nun Küresel Ücretler Raporu 2016/17’de belirtildiği üzere çeşitli ülkelerde eşit ücret düzenlemelerinde sağlanan ilerlemelere rağmen gelişmişlik düzeyi en ileri ülkelerde dahi ücret eşitsizlikleri söz konusudur. Örneğin cinsiyete göre saat başı ücret farklılığı Avrupa ülkelerinde yaklaşık yüzde 20 iken kimi ülkelerde (Azerbaycan, Benin vb) yüzde 40’a kadar çıkmaktadır.

Giderek artan küresel belirsizlikler ve küresel ekonominin yarattığı sorunlar toplumsal huzursuzluklar ve tepkileri de arttırmıştır. Sosyal-ekonomik durum karşısında toplumda dile getirilen hoşnutsuzlukları ülkelere göre değerlendiren ILO, küresel ölçekte toplumsal huzursuzluğun giderek arttığını ortaya koymaktadır. ILO’nun hazırladığı toplumsal huzursuzluk endeksine göre 2015 ile 2016 yılları arasında başta Arap ülkeleri olmak üzere 11 bölgeden sekizinde toplumsal huzursuzluklar artmıştır. Bunun nedeni giderek artan göçün de gerekçesi olan insanca çalışma ve yaşama koşullarının bulunmamasıdır. 2009 ile 2016 yılları arasında Latin Amerika ve Karayipler’le birlikte Arap ülkeleri başta olmak üzere çalışmak için başka ülkelere göç etmek isteyen nüfusta büyük artış olmuştur.

Küresel ekonominin yarattığı toplumsal sorunların, kapitalist üretim sistemiyle küreselleşme sürecinde tanışan, sınıf mücadelelerinin, sosyal hakların ve demokratik kazanımların olmadığı ülkelerde yoğunlaştığı görülmektedir. Küresel üretimin bu ülkelere kaydırılmasının nedeni olan ucuz işgücünü mümkün kılan da zaten emekçilerin demokratik ve sosyal haklardan yoksun olmasıdır. Bu ülkelerde giderek yükselen işçi hareketleri şiddetle bastırılmaktadır. ITUC’un 2017 Küresel Haklar Endeksi de hak ihlallerinin esnek ve güvencesiz çalışmanın yoğunlaştığı ülkelerde olduğunu göstermektedir. Raporda hak ihlallerinin en fazla olduğu on ülke arasına Bangladeş, Kolombiya, Mısır, Guatemala, Kazakistan, Filipinler, Katar, Güney Kore ve Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte Türkiye de bulunmaktadır.

Ülkelerindeki kötü çalışma ve yaşam koşulları karşısında başka ülkelerde kendilerine gelecek arayanlar, özellikle çalışma standartları ve sosyal hakların daha ileri olduğunu düşündükleri gelişmiş ülkelere göç etmek istemektedir. Ancak demokrasinin ve insan haklarının beşiği olarak kabul edilen gelişmiş ülkeler dahi küreselleşme sürecinde kendilerinin de pay sahibi olduğu koşullardan kurtulmak isteyenlere karşı yasal yollardan göçü engellemeye yönelik güvenlikçi politikalar uygulamaktadır. Bu da kaçak yollarla göç etmeye çalışan binlerce göçmenin yaşamına mal olmaktadır. Birleşmiş Miletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR)’nin açıklamalarına göre sadece 2016 yılında büyük çoğunluğu Libya ve Türkiye’den Avrupa ülkelerine geçmeye çalışan 5 bin göçmen Akdeniz’de boğularak ölmüştür. Binlerce göçmenin yaşamına mal olan güvenlikçi politikalar, göçmenlerin işlerini ellerinden alacağını ve sosyal refahı daha da azaltacağını düşünen merkez ülke işçileri ve sendikaları tarafından da büyük ölçüde desteklenmektedir.


Küresel Ekonominin Kıyısında Türkiye: Darbeden Kaçarken AKP’ye Tutulmak …

Neoliberal politikaları 24 Ocak 1980 kararlarıyla benimseyen Türkiye, küresel ekonomi içerisinde ucuz emek gücüne dayalı üretimle yer almayı hedeflemişti. Ancak 1980 başında Türkiye’de güçlü bir işçi sınıfı ve onun yanısıra sosyalistlerden, Kürtlerden, öğrencilerden oluşan güçlü bir toplumsal muhalefet mevcuttu. 12 Eylül darbesiyle işçi sınıfı ve diğer toplumsal hareketler baskı altına alınarak, neoliberal politikaların uygulanmasına engel olacağı düşünülen direnç kırılmak istendi. Bu baskı ortamı içinde bir taraftan devlet, neoliberal politikalar doğrultusunda yeniden yapılandırılırken, diğer taraftan emek piyasası son derece esnek ve kuralsız hale getirildi. Böylece Türkiye, küresel sermaye için ucuz emek alanı haline gelerek ve sanayileşmiş ülkelere coğrafi yakınlık avantajını da kullanarak küresel rekabette üstünlük sağlamaya çalıştı. Ancak 1990’lı yıllarla birlikte hızla gelişen iletişim ve ulaşım teknolojisi sayesinde emek piyasası Türkiye’den çok daha düzensiz, emek maliyeti çok daha düşük olan Asya-Pasifik ve Kuzey Afrika ülkeleri küresel üretim ağı içerisine girdi. Böylece Türkiye sadece uluslararası pazarda değil, birçok üründe kendi iç pazarını dahi bu ülkelere kaptırdı. IMF, DB vb uluslararası kurumlar, Türkiye’nin sermayeye yeniden “cazip” bir yatırım alanı haline gelmesi için esnek/güvencesiz ve kuralsız çalışma rejiminin tüm kurum ve kurallarıyla yerleşmesini içeren bir Yapısal Uyum Programı (YUP)’nın uygulamasını istedi. Daha önce de olduğu gibi bu kez de yine Türkiye’nin küresel koşullara eklemlenmesine bir ekonomik kriz vesile oldu: 2001 kriziyle beraber ekonomi yönetiminin başına getirilen Kemal Derviş, “15 günde 15 yasa” sloganıyla 1990’lı yıllar boyunca koalisyon hükümetlerinin gerçekleştiremediği YUP’un yasal zeminini oluşturmayı başardı.

YUP, iki temel hedef üzerinde şekilleniyordu. Birincisi kamu işletmelerinin ve kamu mallarının özelleştirilerek, kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması ve ekonomi yönetiminin bağımsız kurullar aracılığıyla piyasaya devredilmesiydi. Burada, toplumun ekonomi yönetimi üzerindeki söz hakkının ve denetiminin tamamen piyasaya yani sermayeye devredilmesi; devletin sosyal işlevlerini terk ederek, tüm toplumsal ilişkileri sermayenin talepleri doğrultusunda yeniden düzenleyecek bir role bürünmesi ve kamu işletmelerinin, kamu varlıklarının ve kamu hizmetlerinin sermaye için kâr alanları haline dönüştürülmesi amaçlanıyordu. YUP’un diğer hedefi ise Türkiye’de “yatırım ikliminin” oluşturulması yani, sermayenin daha fazla kâr edebileceği “cazip” bir ülke haline getirilmesiydi. Emek yoğun üretimin hakîm olduğu bir ülkenin sermaye için “cazip” hale gelmesi, işçi sınıfının tüm kazanımlarının ortadan kaldırılarak emek maliyetinin düşürülmesi yani emek sömürüsünün arttırılmasını gerektiriyordu.

Derviş’in altyapısını oluşturduğu neoliberal YUP’un uygulanması, 2002 yılında tek başına iktidara gelen ve iktidarını 15 yıldır sürdürmekte olan AKP hükümetleri sayesinde kesintisiz olarak uygulanbilmiştir. İktidara geldiğinde ulusal ve uluslararası sermayenin AKP’den beklentisi, daha önceki hükümetlerin gerçekleştiremediği, küresel rekabet koşullarına entegrasyonu sağlayacak YUP’u yaşama geçirmesidir. AKP, 2002-2007 yılları arasını kapsayan iktidarının ilk döneminde, 2001 krizi sonrasında DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin hazırlığını yaptığı ancak sonuçlandıramadığı düzenlemeleri gerçekleştirmiştir. Bu konuda ilk önemli icraatı, 12 Eylül darbecilerinin dahi cesaret edemediği, emekçileri sermaye karşısında koruyan düzenlemeleri içeren 1475 sayılı İş Kanunu’nu değiştirmesidir. 2001 yılında Yaşar Okuyan’ın Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olduğu dönemde işçi ve işveren konfederasyonlarının da dahil olduğu bir komisyon tarafından hazırlanan ve çalışma rejimini 18. yüzyıl koşullarına geri döndürerek, Türkiye’yi sermaye için “ucuz emek cenneti” haline getirmeyi amaçlayan 4857 sayılı yeni İş Kanunu 2003 yılında AKP tarafından çıkartıldı. İş güvencesi başta olmak üzere emekçilerin kazanılmış birçok hakkını ortadan kaldıran bu yasanın parlamento içi muhalefetten ve sendikalardan büyük bir tepki almadan çıkartmış olması AKP’ye ulusal ve uluslararası sermayenin güven ve desteğini arttırmış; emek karşıtı politikaları uygulamak konusunda cesaretlendirdi. Böylece özelleştirmeler ve piyasalaşma doğrultusunda kamunun yeniden yapılandırılmasını içeren “reformlar” hızla gündeme getirildi. Buna karşılık sosyal güvenlik ve sağlık reformu gibi bir kısım düzenleme ise dönemin Cumhurbaşkanı A.Necdet Sezer ve Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından reddedildi.

AKP’nin bu ilk döneminde uluslararası alanda en büyük destekçisi AB olmuştur. 4857 sayılı İş Kanunu ve reform adı altında getirilen diğer tüm yasal düzenlemeler, AB müktesebatına uyum gerekçe gösterilerek yapılmış, Katılım Ortaklığı Belgeleri ve İlerleme Raporları, YUP’un yaşama geçirmesinde kılavuz işlevi görmüştür. Öte yandan sendikalar bu süreçte özellikle ETUC aracılığıyla AB tarafından fonlanan ve sosyal diyalogcu sendikal anlayışını içeren birçok eğitim ve araştırma projesi gerçekleştirmiştir. Sendikaların AB ile bu ilişkisi, AB müktesabatına uyumu sağlamak gerekçesiyle getirilen tüm yasal düzenlemeler karşısında tepkisini zayıflatmış, güçlü bir mücadele örgütlenmesine engel olmuştur.

Kophenag Kriterleri’nde de belirtilen ekonomik hedeflere uygun olarak, AKP’nin bu ilk döneminde piyasa ekonomisi, kurum ve kurallarıyla hızla yaşama geçirilmiştir. Türkiye ekonomisinin büyüme rekoru kırdığı -yüzde 5,9 dolayında büyümüştür- bu dönemde verimlilik artışı da (2002- 2008 yılları arasında) yüzde 6,1 dolayında gerçekleşmiş; büyüme ve verimlilik artışına karşın reel ücretler gerilemiştir. Reel ücretlerdeki gerileme ücretlerin GSMH içindeki payına da yansımış ve 1999 yılında yüzde 30,7 olan ücretlerin GSMH içindeki payı 2006 yılında 26,2’ye gerilemiştir. Diğer bir söyleyişle ekonomide pasta büyürken sermaye sınıfı pastadaki payını arttırmış, ama ücretli kesimin payı 2003 öncesine göre küçülmüştür. Büyümenin ve verimliliğin arttığı bu dönemde ücretler azalırken işsizlik de TÜİK verilerine göre yüzde 10’lar düzeyinde seyretmiş ve kayıt dışı istihdam varlığını sürdürmüştür.

AKP, Temmuz 2007 Genel Seçimleri’nden güçlenerek çıktığı gibi Eylül ayında TBMM’de yapılan seçimde AKP’li Abdullah Gül’ü de cumhurbaşkanı seçtirmeyi başarmıştır. Böylece neoliberal YUP’un önünde cumhurbaşkanın veto engeli kalkmıştır. Cumhurbaşkanlığı’nın sahip olduğu yargıda atama yetkisi ve 2010 Anayasa Referandumu’nda Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK)’nun yapısına hükümetin müdahale olanağının artması, yargının neoliberal politikaların uygulamasına yargı engelini de büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Dolayısıyla AKP, iktidardaki ikinci dönemine yasama organında daha güçlü, yargı üzerinde daha etkili ve cumhurbaşkanlığı makamını da elinde bulundurarak girmiştir.

Yasama organındaki gücü de ele geçirmesi ulusal ve uluslararası sermaye, uluslararası kapitalist kurumlar ve liberal ekonomi savunucularının AKP’ye desteğini arttırmıştır. Bu süreçte, AKP’nin uyguladığı YUP’un mimarı olan Kemal Derviş’in de içinde yeraldığı CHP’nin muhalefetiyse genellikle uygulanan politikalara değil, uygulamaların yetersizliğine olmuştur. Sendikalar ise nicel ve nitel yetersizliklerinin yanı sıra AB ile ilişkilenmeleri üzerinden emekçilerin haklarını hedef alan politikalara karşı doğrudan bir mücadele örgütle(ye)memişlerdir.

Küresel Krize AKP Çözümü: AB Rüyasından OHAL Kabusuna...

Ulusal ve Uluslararası sermayeden aldığı desteğin yanısıra cumhurbaşkanı ve yargı engellerini aşmış olarak başladığı ikinci döneminde AKP, sağlık ve sosyal güvenlik harcamalarını azaltacak ve sistemi piyasaya açacak olan 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) başta olmak üzere emekçilerin haklarını ortadan kaldırmaya yönelik birçok düzenlemeyi yaşama geçirmiştir. 2008 yılının ortalarından itibaren birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ülkede üretim düşüşleriyle açığa çıkan kriz, Türkiye’yi de etkilemiştir. Dünyada ekonomilerin küçülmesini ve istihdamın daralmasıyla birlikte işsizlik artışlarını da beraberinde getiren 2008 krizinde ekonomisi küçülen ülkelerin başında kapitalizmin merkez ülkeleri olarak da kabul edilen ABD, Japonya ve Avrupa Birliği ülkeleri gelmektedir. Bu ülkelerin de üyesi olduğu OECD ülkeleri 2009 yılında ortalama yüzde 3,3 oranında küçülürken, azgelişmiş ülkelerde ve özellikle de Çin ve Hindistan’ın içinde yer aldığı Asya-Pasifik ülkelerinde ekonomiler önceki yıllara göre daha düşük düzeyde de olsa büyümelerini devam ettirmiştir. Türkiye, 2009 yılında yüzde 5,8 küçülerek, ekonomisi krizden en çok etkilenen ülkeler arasında yer almıştır.

2008 kriziyle birlikte ekonomide yaşanan küçülmenin en çarpıcı etkisi işsizliğin artmasıdır. Gelişmiş ekonomiler ve AB ülkelerinde, 2007 yılında son 25 yılın en düşük düzeyi olan yüzde 5,7’ye inen ortalama işsizlik oranı, 2009 Haziran ayında II. Dünya Savaşı sonrası dönemin en yüksek düzeyi olan yüzde 8,6’ya tırmanmış ve işsiz sayısında 15 milyonluk artış olmuştur. Türkiye’de de 2001’den beri yüzde 10 seviyelerinde olan işsizlik, 2008 kriziyle birlikte hızla artarak 2009’da yüzde 14’e kadar yükselmiştir. Bu işsizlik oranıyla Türkiye dünyada işsizliği en yüksek ilk 5 ülke arasına girmiştir.

AKP hükümeti 2008 krizine yönelik olarak, önceden olduğu gibi küresel düzeyde belirlenen politikalar doğrultusunda hareket etmiştir. Özellikle Kasım 2008’de Washington’da ve Nisan 2009’da Londra’da gerçekleştirilen G20 Zirvelerinde alınan kararlar diğer kapitalist ülkeler gibi Türkiye’de de hükümetin kriz politikalarına yön vermiştir. Bu kararlarla bazı kesimlerin beklediği gibi serbest piyasa anlayışından bir dönüş olmadığı gibi, tam tersine piyasa ekonomisinin daha da katı biçimde uygulanmasına geçilmiştir. Ancak krizle birlikte işsizliğin hemen tüm ülkelerde toplumsal bir sorun haline gelmesi ve işsizlik sorununun çözümüne yönelik beklentilerin artması nedeniyle piyasa ekonomisinin gereği olarak uygulanan politikalar “işsizlikle mücadele” söylemi üzerinden gündeme getirilmiştir.

İşsizlik sorunun çözümü kriz öncesinde de sendikaların temel taleplerinden biridir. Hükümetin krize karşı uygulayacağı istihdam politikalarını “işsizlikle mücadele” adı altında getirmiş olması karşısında sendikalar, kendi talepleriyle örtüştüğünü düşündükleri bu politikaları desteklemiştir. Oysa hükümetin krize karşı getirdiği vergi, kredi ve yatırım destekleri gibi istihdam politikaları da tamamen toplumsal kaynakların sermayeye aktarılmasına yöneliktir. Kısmi çalışma ödeneği; dezavantajlı olarak adlandırılan gençlerin, kadınların, engellilerin sosyal güvenlik primlerinin devlet tarafından karşılanması; toplum yararına işler, işbaşı eğitim programları gibi uygulamalarla geçici ve güvencesiz işler yaygınlaşmış, “işverenin üzerindeki istihdam yükünü hafifletmek” adı altında da İşsizlik Sigortası Fonu ve genel bütçeden sermayeye kaynak aktarılmıştır.

Kriz sonrası politikalarla beraber 2010 yılından itibaren küresel ekonomide olduğu gibi Türkiye ekonomisinde de yeniden büyüme sağlanmış ve işsizlik oranları aşağıya çekilmiştir. Ancak bunun bedeli yukarıda da belirtildiği gibi, emekçilerin daha güvencesiz işlere razı olması, sermayenin istihdam ve diğer maliyetlerinin devlet aracılığıyla topluma yüklenmesi olmuştur. Kriz politiklarının belirleyici olduğu AKP’nin ikinci döneminde topluma ödetilen bedelin karşılığında yaratılan beklentiler ve muhalefetin alternatif politikalar üretememesi, işçi sınıfı hareketinin zayıflığı 2011 seçimlerinde AKP’yi üçüncü kez iktidara taşımıştır.

Bedeli emekçiler başta olmak üzere toplumun geniş kesimlerine ödetilen kriz sonrası toparlanma dönemi uzun sürmemiştir. 2013 yılından itibaren küresel ekonomide büyüme yavaşlamış, dünyada artan siyasi istikrarsızlıklarla beraber ekonomi de daha belirsiz, kırılgan hale gelmiştir. Diğer birçok ülke gibi Türkiye de küresel düzeyde gerçekleşen bu olumsuz gelişmelerden nasibini ziyadesiyle almıştır. Hem küresel rekabette dezavantajları hem de siyasi gerilimlerin Ortadoğu’da yoğunlaşması ve Türkiye’nin de bu gerilim ortamı içinde doğrudan yer alması, belirsizlikleri arttırmıştır. Öte yandan 2011 yılında ekonomide yaşanan geçici bahar havasının sona ermeye başlaması ve AKP’nin on yılı aşkın süredir uyguladığı neoliberal politikaların toplumun geniş kesimleri için olumsuz olan sosyal sonuçlarının açığa çıkmasının getirdiği güven kaybı, siyasi belirsizlikleri daha da artmıştır.

7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP’nin tek başına iktidar olma olanağının ortadan kalktığı görülmüştür. AKP’nin mevcut koşullar içinde iktidarını sürdürebilmesinin yegane yolu, sermayeye ve ulusları kapitalist kurumları Türkiye’de sermaye birikimi olanaklarını yeniden canlanlanacağına ikna edebilmesidir. Ancak sonuçları toplum tarafından hissedilmeye başlanan politikalar nedeniyle Türkiye nüfusunun çok büyük bölümünü oluşturan ve 2002’den bu yana AKP’nin oy tabanı da olan işçi, çiftçi, esnaf, küçük üretici kesimleri ideolojik olarak ikna etmenin olanağı büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Geriye kalan tek seçenek, özellikle milliyetçilik üzerinden toplumda gerilimi arttırmak ve devletin baskı aygıtlarını kullanarak toplumu, AKP iktidarına mecbur edecek koşulların yaratılmasıdır. Bu baskı ortamı içerinde Türkiye yeniden sermaye için “cazip” bir ülke haline getirilebilecektir.

7 Haziran seçimleri sonrasında AKP, iktidarda kalmasının yegane yolu olan baskı ve gerilim politikasını uygulamaya koymuştur. Türkiye’nin demokrasinin, insan haklarının en temel ilkelerinden dahi uzaklaşmasına neden olan koşullar içinde 1 Kasım 2015 seçimlerinde AKP, yeniden tek başına iktidar olanağı bulabilmiştir. Ancak tüm bu baskı potikalarına rağmen hedeflenen “cazibe”nin sağlanıp sağlanamayacağı ya da baskının ne ölçüye ulaşacağı ve ne kadar süreceği konusunda iki etken önemli olacaktır. Bunlardan birincisi Türkiye’nin küresel alandaki rakiplerinin durumudur. Türkiye, sermayeye “cazip” hale gelmek için emeğin ve doğanın ne ölçüde sömürüleceğini rakiplerine göre belirleyecektir. Bu bağlamda küresel rakiplerin kendi toplumları üzerinde kurdukları baskının düzeyi, Türkiye’de de baskının ne ölçülere ulaşacağı konusunda bir fikir verecektir. Diğer etken ise bu baskılar karşısında toplumun göstereceği tepkidir. AKP, toplumsal tepkinin düzeyine göre baskı politikalarının ölçüsünü belirleyecek ya da bu politikalardan vaz geçmek zorunda kalacaktır. Rekabetin büyük ölçüde üretim süreci üzerinden gerçekleşmesi ve baskının doğrudan emek sömürüsünü arttırmaya yönelik olması özellikle işçi sınıfı ve sendikaların konumunu önemli hale getirmektedir.

1990’lı yıllarda Türkiye’nin rakibi olan Çin, Hindistan gibi ülkeler, son yıllarda ARGE yatırımlarını ve işgücü niteliğini arttırarak, küresel pazarda katma değeri görece yüksek teknolojik ürünlerle yer almaya başlamıştır. Oysa Türkiye’de kaynaklar, teknoloji ve üretken alanlar yerine kısa vadede ekonomik görünümü düzeltecek inşaat gibi alanlara aktarılmıştır. Eğitim sisteminde de nitelikli işgücü yetiştirmek yerine siyasi iktidara biad edecek -Erdoğan’ın ifadesiyle- “dindar ve kindar” nesillerin yetiştirilmesine yönenilmiştir. Dolayısıyla Türkiye, küresel pazarda 1980’lerin başlarından bu yana olduğu gibi emek yoğun sektörlerde ucuz emek üzerinden rekabet etmeyi sürdürmektedir. Günümüzde bu sektörlerde rakip olarak Türkiye’nin karşısına çıkan ülkeler demokrasi ve insan haklarının en zayıf olduğu Kolombia, Bangladeş, Mısır gibi ülkelerdir. Bu ülkelerle rekabet etmek, Türkiye’de de üretim maliyetlerini -ki emek yoğun üretimde en önemli maliyet kalemi emek maliyetidir- bu ülkeler düzeyine çekmek anlamına gelmektedir.

1980’li yılların başından bu yana hakim olan darbe rejimi sayesinde örgütsüzleşen, iş ve sosyal güvencesini kaybederek çalışmanın en kötü biçimlerine rıza göstermeye zorlanan Türkiye emekçileri, ellerinde kalan yarım yamalak haklarını da kaybetmekle karşı karşıyadır. Öte yandan sermayeye “cazip” ülke olmak için sadece emeğin ucuz olması da yetmemektedir; ucuz hammadde ve enerjinin de sağlanması gerekir ki bu da yer üstü ve yer altı doğal kaynaklara ve yaşam alanlarına el konularak sermayeye sunulmasını içerir. Tüm bunlar için 37 yıldır süren 12 Eylül darbe rejiminin sağladığı anti demokratik koşullar bile yetersiz kalacaktır. Darbe kalıntısı hukuk düzeninin dahi ortadan kaldırıldığı otoriter bir düzen ancak, Türkiye’yi sermaye için cazip bir ülke haline getirecek ve küresel rekabette kendisine yer bulmasını sağlayacaktır.

15 Temmuz darbe girişiminin ardından OHAL’e dayanılarak getirilen düzenlemeler, AKP’nin bu darbe girişimini neoliberal YUP’da bugüne kadar gerçekleştiremediklerini tamamlamanın bir fırsatı olarak kullandığını göstermiştir. AKP Hükümeti ve işverenler tarafından zaten sürekli olarak ihlal edilmekte olan işçi hakları üzerindeki baskılar OHAL gerekçe gösterilerek daha da artmıştır. OHAL kararı alınmasının hemen ardından birçok işyerinde sürmekte olan işçi direnişi OHAL gerekçesiyle engellenmeye çalışılmıştır. Sadece darbe girişiminin sorumlusu olarak görülen Gülen Cemaati üyeleri değil, barışı ve demokrasiyi savunan ve bu nedenle AKP iktidarına muhalif olan on binlerce emekçi hiçbir hukuk kuralı tanınmayarak işlerinden çıkartılmıştır. Milyonlarca emekçi ise işten çıkartma tehdidi altında siyasi iktidarın dayatmalarına biat etmek zorunda bırakılmıştır. İşten çıkartılanların çoğunluğu kamu emekçileridir. Bunun yanı sıra OHAL gerekçesiyle kapatılan işletmelerde, basın kuruluşlarında ve kayyum atanan birçok belediyede de aynı hukuksuzluk içinde emekçiler işten çıkartılmıştır. Kısacası OHAL, sayısı yüzbinleri aşan emekçiyi işsiz bırakmış ve diğer emekçileri de işsizlik tehdidi ile en temel haklarını dahi arayamaz duruma getirmiştir. OHAL’le yaratılan bu baskı ortamından yararlanılarak, emekçilerden zorla BES (Bireysel Emeklilik Sigortası) kesintisi yapılmış, kiralık işçilik düzenlemesi uygulamaya konulmuş, kıdem tazminatı hakkının ortadan kaldırılması yeniden gündeme getirilmiş, yani çalışma standartları ve sosyal haklar daha da gerilemiştir. Öte yandan Suriye’de yaşanan savaşla birlikte derinleşen yabancı göçmen sorunu da Türkiye emek piyasında bir başka sorun alanı olmuştur. Böylece OHAL sonrasında emekçilerin satın alma gücü azalırken güvencesizlik ve işsizlik ve iş cinayetleri artmıştır.

Türkiye’de Neoliberalizm ve Sendikalar

Sendikaların neoliberalizm karşısındaki başarısızlığını 20. yüzyıl başından itibaren izlediği sendikal anlayışla ilişkilendirmek gerekir. 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın hemen başında II. Enternasyonel’de yaşanan tartışmalarla sosyalist, sosyal demokrat partilerin bir kısımıyla birlikte sendikal hareketin önemli bir kesimi Marksizm’le yollarını ayırmış, kapitalist sistem içinde reformist bir çizgiyi benimsemiştir. Reformist çizgi içerisindeki sendikalar, kapitalizm karşısında devrimci bir mücadele yürütmek yerine üyelerinin ekonomik hak ve çıkarlarını korumayı esas alan bürokratik eğilimleri güçlü bir yapıya bürünmüştür. Bu yapısıyla sendikalar, esnekliğin sınırlandığı, çalışma rejiminin emekçiler için daha güvenceli olduğu Fordizmle uzlaşırak bu sistemin bir kurumu haline gelirken, Fordizmin emeği yabancılaştıran, değersizleştiren yeni tahakküm yöntemlerini bir sorun olarak görmemiş, kabullenmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında sosyal/refah devleti politikaları ve soğuk savaş sendikacılığı, sendikaların sistemle bütünleşmesini daha da güçlendirmiştir. Bu süreçte sendikalar, emekçilerde sınıf bilinci oluşturma, birlik ve dayanışma içinde mücadeleye yöneltme işlevini kaybetmiştir.

Fordist dönemde sendikalar nitel olarak zayıflamış, işçi sınıfı ideolojisinden uzaklaşmış olmasına rağmen üye sayıları artmış, sınıfın önemli bir kesimini örgütlemiştir. Kapitalizmi krizden kurtarmak için işçi sınıfının tüm kazanımlarını ortadan kaldırmayı amaçlayan neoliberalizm, sendikaların işçi sınıfı içerisindeki bu örgütlülüğünü kendisine engel olarak görmüştür. Bu engelin ortadan kaldırılması için 1970’li yıllardan itibaren üretim ve emek süreçleri yeniden esnekleştirilmiş ve devletin baskı aygıtları işçi sınıfına karşı kullanılmıştır. 2000’li yıllara gelindiğinde neoliberal politikalar, sendika engelini önemli ölçüde aşmıştır. Sınıf mücadelesinin ortaya çıktığı ülkelerde dahi sendikalar, nicel ve nitel gücünü kaybetmiştir. Kapitalist emek sömürüsüyle küreselleşme sürecinde tanışan, sınıf bilincinin ve sendikal örgütlenmenin yok denecek düzeyde olduğu çevre ülkelerde ise sömürüye karşı gösterilen en küçük direnç dahi şiddetle bastırılmıştır. Şili, Arjantin, Türkiye gibi yarı-çevre ülkelerde ise neoliberalizm, askeri darbelerin sağladığı baskı düzeni içinde topluma kabul ettirilmek istenmiş, bunda da önemli başarı sağlanmıştır.

Fordist birikim rejimiyle uzlaşan sendikalar, 1970’lerle birlikte kendilerini tehdit olarak gören noeliberalizmle de uzlaşma yoluna gitmiştir. Sendikalar, uzlaşma gerekçesi küresel rekabette kendi ulusal sermayelerinin çıkarlarıyla işçi sınıfı çıkarlarının ortaklaştığı inancıdır. Oysa küreselleşme, ulusal sermayeler arası rekabet görünümünün ardında emekçiler arasında rekabeti daha da arttırarak işçi sınıfının kazanımlarını ortadan kaldırmıştır. Neoliberalizmin emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarına yönelik saldırılarını sineye çekmek pahasına gerçekleşen bu uzlaşı; sermaye küreselleşirken, uluslararası dayanışmaya en çok ihtiyacın olduğu dönemde işçi sınıfı hareketini ulusal sınırlar içerisine hapsetmiştir. Böylece hem merkez hem de çevre ülkelerde emek sömürüsü derinleştiği gibi, işçi sınıfının mücadele örgütü olması gereken sendikalara emekçilerin güveni daha da sarsılmıştır.

Türkiye’de neoliberal politikaların yaşama geçirilebilmesi için gerçekleştirilen 12 Eylül darbesi doğrudan işçi sınıfını ve sendikaları hedef almış; darbenin yarattığı baskı ortamı içinde üretim sistemi ve emek süreçleri esnekleştirilmiş, devletin sosyal işlevleri ortadan kaldırılmıştır. 1980’li yıllardan itibaren, Fordist fabrikalardaki üretimin çeşitli aşamalarının küçük ve orta ölçekli işletmelere kaydırılmasıyla birlikte, üretim ve istihdamın da önemli bölümü kayıtdışı alana kaymıştır. Üretimin tüm aşamalarının tek çatı altında toplandığı ve standart çalışma rejiminin geçerli olduğu Fordist işletmelerde örgütlenme alışkanlığı edinmiş olan sendikalar, üretim ve emek süreçlerinde esnek ve kuralsız çalışmak durumunda kalan işçi sınıfının çok büyük kesimini görmezden gelmiştir. Bunun en açık örneği 1989 Bahar eylemleridir. Darbenin ardından ekonomik kayıplarına karşı işçi sınıfının örgütlü kesimi tarafından gerçekleştirilen Bahar Eylemleri, kayıtdışı alanda emek piyasasının önemli bölümünü oluşturan örgütsüz, güvencesiz emekçilerin sorunlarını kapsamamıştır. Sendikaların gerçekleştirdiği bu eylemler, darbe rejiminin siyasi yürütücüsü olan ANAP iktidarını sona erdirecek kadar önemli siyasal sonuçlar doğurmasına rağmen sendikalar, giderek artan örgütsüz, güvencesiz kesimlerin güvenini kazanamamıştır.

1989 Bahar Eylemleri’nde sağladığı toplumsal gücü değerlendiremeyen sendikalar, 1990’lı yıllarda ekonomik krizler ve artan siyasi gerilim karşısında varlık gösterememiştir. Bununla birlikte, Bahar Eylemleri’yle elde edilen ekonomik kazanımlar gibi darbe sonrası demokratik düzenin yeniden sağlanmasına ilişkin umutlar da kısa zamanda tükenmiştir. 1993 yılında Tansu Çiller’in başbakan olmasıyla birlikte darbe rejiminin siyasi yürütücülüğünü DYP üstlenmiş, 28 Şubat sürecinden sonra da bu görev DSP-MHP-ANAP koalisyonuna devredilmiştir. 2000’li yıllara gelindiğinde Türkiye neoliberal politikaları tümüyle yaşama geçirememiş ama bu konuda IMF, DB, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi uluslararası kurumlarla yaptığı ikili ve çok taraftlı anlaşmalarda bu politikaları uygulama taahhüdünde bulunmuştur. Öte yandan küçük işletmecilik, taşeronluk ve kayıtdışılık sayesinde emek piyasası fiilen esnekleşmiş ve büyük ölçüde kuralsız hale gelmiştir. 2001 krizi sonrasında Derviş vasıtasıyla neoliberal YUP’un uygulamaya konduğu dönemde, yukarıda da belirtildiği gibi yine sendikalar, emekçilerin ortadan kaldırılan hakları için mücadele yerine 4857 sayılı İş Kanunu’nun yasalaşma sürecinde olduğu gibi sermaye ve siyasi iktidarla uzlaşmaktan medet ummuştur.

AKP, 15 yıllık iktidarında neoliberal YUP’u uygulamak için 12 Eylül darbe rejiminin mirasını sahiplenmekle kalmamış, daha da öteye taşıyarak darbe anayasası ve yasalarının tanıdığı sendikal hak ve özgürlükleri dahi ihlal etmiştir. Bu dönemde bir taraftan mücadeleci sendikalar baskı altına alınmış, diğer taraftan emekçilerin haklarına yönelik saldırıları dahi destekleyen, meşrulaştıran “yandaş sendikalar” kurdurtulmuştur. Yandaş olmayan sendikaların üyesi olmak ise neredeyse terör örgütüne üye olmakla eş tutulmuş, bu sendikalarda örgütlenmek isteyenler işten atılmış ya da çeşitli baskılarla karşı karşıya bırakılmıştır. Öte yandan grev hakkının kullanılması da kimi işkollarında yasayla yasaklanmış, grev yasağı olmayan işkollarında gerçekleştirilen grevler ise çeşitli gerekçelerle engellenmiştir.

AKP dönemindeki baskılar, emekçilerin haklarının ortadan kaldırılmasına karşında sendikaların etkisiz kalmasında önemli bir etkendir. Ama daha önemlisi “yandaş” olmayan sendikaların, emekçilerin güvenini sağlayacak ve onları mücadeleye yöneltecek perspektiften uzak olmasıdır. Yukarıda değindiğimiz gibi dünyada sendikaların sahip olduğu uzlaşmacı eğilim, Türkiye’deki hemen tüm sendikalar için de söz konusudur. Özellikle AB ile üyelik sürecinde bu uzlaşmacı -sosyal diyalogcu- yaklaşım, emekçilerin haklarını ortadan kaldıran yasal düzenlemeleri de meşrulaştırmanın gerekçesi olmuştur. 2008 krizi sonrasında “işsizlikle mücadele” adı altında esnek ve güvencesiz çalışmayı yaygınlaştıran, İşsizlik Sigortası Fonu ve genel bütçeden sermaye kaynak aktaran politikalar karşısında sendikalar yine etkisiz kalmıştır. Ankara’da 2010 Aralık ayında başlayan ve 78 gün süren ve AKP döneminin en çok ses getiren işçi eylemi olan TEKEL direnişinin sona erdirilmesi, sınıf perspektifinden uzak sendika(cı)ların uzlaşmacı anlayışları en iyi gösteren örneklerden biridir.

OHAL Kıskacında Sendikacılık

AKP’nin neoliberal YUP’da bugüne kadar gerçekleştiremediklerini tamamlamanın bir fırsatı olarak kullandığı 15 Temmuz darbe girişiminin ardından, baskılar demokrasinin olmazsa olmaz üç temel yapısı basın özgürlüğü, akademik özerklik ve örgütlenme özgürlüğü üzerinde yoğunlaşmıştır. AKP iktidarına yandaş olmayan basın kuruluşları kapatılarak, gazeteciler işsiz bırakılarak ya da tutuklanarak basın özgürlüğü ortadan kaldırılmıştır. Üniversitede özellikle 7 Haziran seçimleri sonrasında yoğunlaşan insan hakları ihlallerine karşı çıkan akademisyenler olmak üzere muhalif öğretim elemanları tasfiye edilmiş; rektörlerin tamamen atamayla belirlendiği bir düzenleme getirilerek akademik özgürlükler ihlal edilmiştir. Bunların yanısıra son derece sınırlı haklar çerçevesinde siyasi iktidarın güdümünde olmadan faaliyet yürütmeye çalışan sendikalar üzerindeki baskılar daha da artmıştır. Örneğin KESK’in çağrısıyla gerçekleşen 29 Aralık grevine katıldığı gerekçesiyle binlerce KESK üyesi hakkında uluslararası sözleşmeler, Anayasa ve yasalar hiçe sayılarak soruşturma açılmış, bu soruşturmalar sonucunda kamu emekçilerine açığa almak dahil olmak üzere çeşitli cezalar verilmiştir. Olağanüstü hal süresi içinde olan 2017 yılında Asil Çelik grevi, EMİS Grup Metal grevi, Akbank Grevi, Şişecam grevi ve son olarak da Mefar Grevi ertelenmiştir. Böylece demokrasinin zaten sağlıklı olarak işlemediği çalışma yaşamında emekçilerin söz hakkı tamamen ortadan kalkmıştır.

Yukarıda da söz ettiğimiz ITUC’un 2017 Küresel Haklar Endeksi, OHAL öncesi dönemde bile Türkiye’nin dünyada sendikal hak ihlallerinin en fazla olduğu on ülke arasına yer aldığını göstermektedir. OHAL sonrası baskılarla birlikte hak ihlalleri daha artmıştır. 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan Anayasa Referandumu’yla yasama-yürütme-yargının tek elde toplandığı, otoriter bir rejim oylanmış ve şaibeli biçimde kabul edilmiştir. Bu değişiklikle OHAL düzeni “olağan” hale gelirken; Türkiye’yi sermaye için “cazip” hale getirmek için emek ve doğa sömürüsünü derinleştirecek tüm düzenlemeler kalıcılaşmış olmaktadır.

Otoriter rejimler, sendikaların bugün uzlaşma içinde olduğu kapitalizme içkindir. Kapitalizmin ideolojik aygıtları toplumu ikna etmekte yetersiz kaldığında otoriter rejimler devreye girer ve baskı yoluyla toplumu kapitalizmin dönemsel koşullarına zorla razı etmeye çalışır. 19. yüzyılda Bonapartizm, 20. yüzyılda Nazizim, Mussolini Faşizmi ve Türkiye gibi birçok ülkede gerçekleşen askeri ve sivil darbeler buna örnek olarak verilebilir. Farklı biçimlerde de olsa otoriter rejimlerin ortak özelliği işçi sınıfına karşı yapılmış olmasıdır. Bugün Türkiye’de yükselen otoriterizm, tarihteki bu örneklerden farksızdır.

Kapitalizme içkin ve hedefinde de her zaman işçi sınıfı olan otoriterizmle mücadeleyi sınıf mücadelesinden ayırmak mümkün değildir. Dolayısıyla sınıf perspektifini kaybetmiş, bürokratik, uzlaşmacı sendikal anlayışlarla otoriterleşmeyi engelleyebilmenin de otoriter rejimlere karşı mücadele edebilmenin de olanağı yoktur. O halde sadece işçi sınıfının hakları için değil demokrasinin ve insan haklarının tesisi için de sınıf perspektifine sahip, güçlü, mücadeleci sendikalara gereksinim vardır. Bunun için sendikaların öncelikle geçmişleriyle hesaplaşmaları ve yeniden işçi sınıfının mücadele aracı haline gelebilmelerini sağlayacak bir anlayışa sahip olmaları gerekir.

Özellikle sendikaların güç ve güven kaybettiği neoliberal dönüşüm sürecinde sendikal anlayış meselesi sıkça tartışılmıştır ve tartışılmaya devvam etmektedir. Bu tartışmalarda genellikle neoliberalizm karşısında başarısız olan Fordist dönem sendikaları “geleneksel sendikalar” olarak tanımlanıp eleştirilmiş ve sınıfın ihtiyaçlarına yanıt vereceği idda edilen “Toplumsal Hareket Sendikacılığı”, “Demokratik Toplum Sendikacılığı” ya da “Çağdaş Sendikacılık” gibi adlarla yeni sendikal anlayışlar ortaya atılmıştır.

Mevcut sendikaların yetersizliğini sorgulamak ve yeni arayışlar içerisinde olmak son derece anlamlıdır. Ancak işçi sınıfın ihtiyaçlarına yanıt verecek yeni bir sendikal anlayışın ortaya konulabilmesi için sermaye birikim rejiminin, üretim süreçlerinin ve başta devlet olmak üzere kapitalist kurumların üstlendiği roller ile sınıfın öznel ve nesnel yapısının doğru analiz edilmesi gerekir. Bu bağlamda sanayi ötesi topluma geçildiği, artık işçi sınıfının kalmadığı ya da güvencesizliğin kapitalist üretimin bugünkü formuna özgü olduğu gibi belirlemeler; kapitalist üretim sistemini, kapitalist toplum modelini ve bunlara karşı yürütülen sınıfı mücadelelerini tarihselliğinden kopartmaktadır. Örneğin Fordist dönemin alışkanlıkları içerisinde neoliberalizmin tahribatına yanıt veremeyen sendikaları “geleneksel” olarak tanımlarken, sadece işçi sınıfı için değil, daha sonra evrenselleşen insan hakları konusunda önemli kazanımlar elde eden 19. yüzyılın sınıf sendikacılığını aynı kefeye koyarak değersizleştirmek son derece yanlıştır.

Kapitalist üretim sisteminin emekçileri güvencesizleştirip, onları birbirleriyle rekabet ettirerek üzerlerinde denetim kurma anlayışı 17. yüzyıldan bu yana değişmemiştir. Değişen sadece kapitalist üretim sisteminin emek sömürüsünü daha da arttıran yöntem ve teknikleridir. Dolayısıyla emek süreçlerinde sınıfsal ilişkiler ve çelişkiler özünde değişmemiştir. Hal böyle olunca sömürüye karşı mücadelede kullanılacak araç ve yöntemler belirlenirken, işçi sınıfı mücadelesinin tarihsel süreçte elde ettiği deneyim ve kazanımları reddeden sendikal anlayışların başarı şansı olmayacaktır.

Burjuvazinin otokratik düzeni de içeren emek sömürüsünü arttırmaya yönelik yöntem ve teknikleri karşısında sendikaların işçi sınıfının güvenini kazanarak yeniden sınıfın mücadele aracı haline gelmesi gerekir. Bunun için sendikaların işçi sınıfını ayrıştırarak kendi arasında rekabetine neden olan ırk, din, cinsiyet, eğitim seviyesi, yaka rengi gibi ayrımları ortadan kaldırıp, işçi sınıfının bütününü kapsayacak bir anlayış benimmelidir. Öte yandan bir sendikanın tarihsel işlevini yerine getirmesi için olmazsa olmaz ilkesi olan siyasi iktidardan ve sermayeden bağımsız olması ve sendika içi demokrasiyi sınırsız biçimde işletmesi gerekir.

Türkiye’de bugün sendikaların hemen tümü bir biçimde sınıf içi ayrışmalar konusunda duyarsız kalmakta ya da gereken tepkiyi göster(e)memektedir. Örneğin göçmen işçiler konusunda hiçbir sendika göstermelik açıklamalar dışında bir tavır ortaya koymazken, Kürtlere ve Alevilere yönelik ayrımcılık konusunda KESK ve DİSK’in bazı sendikaları dışında ortaya bir tavır koyan sendika yok gibidir. Dahası birçok sendikanın izlemekte olduğu politika, toplumda bu yönde zaten güçlü olan ırkçı, şoven, cinsiyetçi eğilimleri daha da güçlendirmektedir.

Türkiye’de devlet ve işverenden bağımsız olmak bir yana arasına mesafe koyabilen sendika dahi son derece azdır. Sendikalar sınıf perspektifinden koptukça, sendika(cı)lar işçi sınıfından da kopmakta bürokratik bir yapıya bürünmektedir. Gücünü üyesi olsun ya da olmasın emekçilerden almayan sendika(cı)lar, mücadele etmeleri gereken işveren ve siyasi iktidarla ilişkilerine dayanarak kişisel konumlarını korumak istemektedir. İşverenler ve siyasi iktidarlar da sendika(cı)ların bu zaafiyetlerini işçi sınıfının gücünü kırmak için kullanmaktadır. Türkiye’de sendikaların yasayla kurulup, faaliyetlerinin düzenlendiği 1947 yılından bu yana sendika-siyaset ilişkisi büyük ölçüde bu çerçeve içinde kurulmuştur. DİSK’i kuran sendikaların Türk İş’ten ayrılmasında temel nedenlerden biri de “partiler üstü” söyleminin ardında milliyetçi, muhafazakar iktidarlarla kurulan bu ilişkidir. 1960’lı, 1970’li yıllarda DİSK büyük ölçüde bu yaklaşımını sürdürürken, 12 Eylül darbesinin DİSK’le birlikte faaliyetlerine son verdiği birçok sendika da işveren ve iktidardan bağımısız bir anlayış içinde olmuştur.

Darbe sonrasında sendikal faaliyetleri düzenleyen yasalar, sendikaların merkeziyetçi bir yapı içinde bürokratikleşmesi ve sermaye ile siyasi iktidara bağımlı hale gelmesini adeta kurumsallaştırmıştır.
Bunun yanısıra üretimin kayıtdışı alana kayarak esnekleşmesi ve sendikal örgütlülüğün yoğun olduğu kamu işletmelerinin özelleştirilmesiyle zayıflayan sendikaların sermaye ve siyasi iktidara bağımlılığı daha da artmıştır. 1980’li yıllarda büyük reel ücret kaybına uğrayan işçilerin sendika(cı)lara baskısı sonucu gerçekleşen 89 Bahar Eylemleri’ni bu konuda istisna olarak kabul edebiliriz. Bahar Eylemleri’nin de etkisiyle ANAP’ın iktidardan düşmesiyle birlikte sendikaların milliyetçi, muhafazakar iktidarlarla ilişkisi eskiden olduğu biçimde devam etmiştir.

AKP, Türkiye’de sendikaların siyasi iktidara bağımlılığı üzerine kurulan sendika-siyaset ilişkisini, daha farklı bir boyuta taşıyarak sendikaları AKP ile organik ilişki içine sokacak bir anlayış sergileyerek, “yandaş sendika” olgusunu ortaya çıkarttı. Böylece uyguladığı emek karşıtı politikalara sendikalar tarafından tepkinin engellenmesini ve hatta bu politikaların sendikalar tarafından meşrulaştırılmasını sağlamayı amaçladı. Çalışma standartları ve sosyal haklar hızla aşınırken, buna tepki gösteren sendikaların karşısına rakip olarak çıkartılan “yandaş” sendikalar, AKP’nin desteğiyle üye sayılarını olağanüstü arttırırken, diğer sendikalar üzerindeki baskılar arttırılarak, örgütlenmeleri ve faaliyetleri engellendi.

Emek ve doğa sömürüsünü dayatan politikalar ve bu politikalar karşısında işçi sınıfı mücadelesini etkisiz hale getirmek için otoriterizm, yandaş sendikacılık ve benzeri pekçok yöntem kapitalist sistemin varlığını sürdürebilmesi için çeşitli dönemlerde uygulanagelmiştir. İşçi sınıfının ve onun mücadele araçlarından biri olan sendikaların bu durumda yapması gereken, diğer mücadele aracı olan sınıf partileriyle birlikte, sınıfın tüm bileşenlerini, her türlü ayrımcılığı da ortadan kaldırarak örgütlemektir. Sermayenin ve sömürünün küreselleştiği bir dönemde bu örgütlenmenin enternasyonel bir çizgide yürütülmesi kaçınılmazdır.

Kaynakça


ILO (2010) Global Employment Trends: January 2010 http://www.ilo.org/public/libdoc/ilo/P/09332/09332(2010-January).pdf, indirilme tarihi: 10 Şubat 2010.
ITUC (2017) 2017 Global Rights Index “The World's Worst Countrıes for Workers” file:///D:/ITUC-%20survey_ra_2017_eng-1.pdf

Müftüoğlu, Ö. ve Bal, İ.E. (2014a) Üretim Sürecinde “Yeniden Esneklik” ve Sendikalar”, Müftüoğlu, Ö. ve Koşar, A. Türkiye’de Esnek Çalışma, İstanbul: Evrensel Basım Yayın

Müftüoğlu, Ö. (2014b) “Yeniden Esnekliğe Karşı Bir Mücadele Örneği: TEKEL Direnişi ve Sendikalar Üzerine Yeniden Düşünmek”, Müftüoğlu, Ö ve Koşar, A. Türkiye’de Esnek Çalışma, İstanbul: Evrensel Basım Yayın

Müftüoğlu, Ö. (2007) “Kriz ve Sendikalar”, Türkiye’de Sendikal Kriz ve Sendikal Arayışlar, Der. Fikret Sazak, Epos Yayınları, Ankara.

Müftüoğlu, Ö. (2015) “Esneklik, Güvencesizlik ve Sendikalar”, Toplum ve Hekim Dergisi, Mayıs-Haziran 2015 - Cilt: 30 - Sayı: 3

OECD (2017) Economic Outlook, June 2017 www.oecd.org/OECDEconomicOutlook

Özgün, Y. ve Müftüoğlu, Ö. (2010) Sınıflar Arası Mücadelede Yeni Bir Dönemeç: Türkiye’de 2008 Krizi“, Praksis, Sayı. 22, Bahar 2010

TÜİK (2009), HHİA 2009 Yıllık Sonuçları, Ankara.