30 Ocak 2009 Cuma

KRİZİN FATURASINI EMEKÇİ ÖDÜYOR…!


30/Ocak/2009
ÖZGÜRCE

Ekonomik krizin dillendirilmeye başladığı 2008 Ekim ayından itibaren Hak İş’ten DİSK’e Türk İş’ten KESK’e tüm sendikalar “krizin faturasını emekçiler ödemeyecek” sloganıyla bir takım programlar açıkladı. Sendikaların imzası altında bulunan bu programların büyük çoğunluğu hükümete ve sermayeye yönelik bir takım taleplerin alt alta sıralanmasından oluşuyordu. Bu talepler içerisinde işçilerin işten çıkartılmaması, ücretlerin düşürülmemesi, kredi kartı borçlarının yeniden yapılanması gibi taleplerin yanında hükümete ve sermayeye krizi aşması için akıl veren önerilere de yer verilmişti.
Sendikalar tarafından ortaya atılan “krizin faturasını emekçiye ödetmeme” programlarında en büyük eksiklik kuşkusuz krizin analizine ve getirilen taleplerin nasıl yaşam bulacağına ilişkindi. Bu programların hemen tümünde krizin sorumluluğunun ya neoliberal politikalarda ya hükümette ya da IMF, DB gibi uluslararası kurumlarda olduğu söyleniyordu. Bu programların kiminde; aslında bir kriz olmadığı, bunun sermaye tarafından uydurulduğu dahi iddia ediliyordu. Yani, emekçi sınıfların temsilcisi sendikalar, kapitalist sistemi sorgulamakta kapitalizmin teorisyenleri ve sermayenin temsilcilerinden bile geride kalıyorlar, sisteme onlardan daha fazla güvendiklerini gösteriyorlardı. Kriz analizinin dahi yanlış olduğu bu programların geliştirmeye çalıştığı ve talepler manzumesine dönüşmüş metinler bırakın hükümeti ve sermayeyi, emekçi kesimleri bile ikna etmekten, onlara güven vermekten uzakta kalıyordu.
Sendikaların büyük bölümü krizin başladığı dönem olarak kabul edilen Ekim ayında açıkladıkları programların ötesine pek geç(e)mediler. Sadece DİSK, KESK ve Türk İş üyesi bazı sendikalar 29 Kasım’da “krizin faturasını ödemeyeceğiz” mitingi düzenledi ve bu mitinge katıldılar. Aynı süreçte, başta metal sözleşmeleri olmak üzere işten atılmalar ve daha kötü çalışma koşullarına karşı pek çok alanda emekçiler, küçüklü büyüklü eylemler gerçekleştirdi. Ancak, “krizin faturasını ödemeyeceğiz” diye programlar hazırlayan, mitingler yapan konfederasyonların tümü ve sendikaların önemli bir kısmı bu fiili mücadelelere yeterli ve gerekli desteği göstermedi.
DİSK, 22 Ocak tarihinde “Krize Karşı Sosyal Program” başlıklı yeni bir program açıkladı. DİSK’e üye sendikalar ve DİSK üyesi işçiler tarafından ne kadar tartışıldığını bilmiyorum ama bu programın diğer pek çok programa göre üzerinde daha fazla çalışıldığı anlaşılmaktadır. Ancak, DİSK’in bu son programının tıpkı sermaye kesimi gibi kamu kaynaklarına dayanarak krizin önlenebileceği yaklaşımında olduğunu söylemek gerekir. Örneğin, sermaye kesiminin işten çıkartmaları önlemek üzere istihdam üzerindeki yükün devlet tarafından üstlenilmesi talebi, DİSK programında “kamu desteği ile işletmelerin sıkıntılarının hafifletilmesi” biçiminde yer almıştır. Bunun yanı sıra, sağlık ve sosyal güvenlik konusunda SSGSS’ye ve sermayeye dokunmadan, tam da sermayenin istediği “sosyal koruma” biçiminde getirilen çözüm önerisi de bu konuda başka bir örnektir. Aynı biçimde eğitim konusunda kamusal eğitimden bahsetmeden devletin eğitime katkı sağlaması talebi yine eğitimi kâr aracı gören sermayenin isteklerine tercüman olmuştur ki yakın zamanda hükümettin özel okul öğrenci velilerine kredi sağlanacağı açıklaması bununla örtüşmektedir. Kayıt dışının önlenmesi, bütçenin revize edilmesi ve diğer başlıklarda da yine DİSK raporu, sermayeye dokunmadan krizin yükünü devletin üzerine atma anlayışını benimsemektedir.
TÜSİAD, TOBB ve diğer sermaye örgütleri gibi DİSK’in de kamu kaynaklarının farklı biçimlerde sermayeye aktarılması yoluyla krizin etkilerinin hafifletileceği görüşü “krizin faturasının devlete ödettirilmesi” sonucunu ortaya çıkartmaktadır. Bunun “sosyal diyalog” yaklaşımına son derece uygun olduğu söylemeliyim. Gerçekten sosyal diyalog denilen mekanizma tam da burada olduğu gibi kendisine bir üçüncü günah keçisi bulup yükü onun üzerine atar ki o keçi her zaman devlet olur. Ama bu tamamen bir aldatmacadan ibarettir. Çünkü piyasa ekonomisinin işlevsel olduğu bir yapıda devlet denilen o yapının mali kaynaklarının çok büyük bölümü sermaye dışındaki toplum kesimlerinden alınan vergiler ve fonlardan oluşur. Dolayısıyla, işçinin ücretinin, sigorta priminin, tazminatının kamu bütçesinden ya da işsizlik sigortası gibi fonlardan ödenmesi demek, sermayenin emek maliyetini topluma yıkıp emeğin yarattığı tüm değere el koyması anlamına gelir ki bu da krizin faturasını emekçilerin ödendiğinin resmidir..!
Bu hafta içinde “kısa çalışma ödeneği” adıyla getirilen ve işçi-işveren konfederasyonları ile Çalışma Bakanı’ndan oluşan “Üçlü Danışma Kurulu”nda da üzerinde uzlaşılan düzenleme tam da yükü devlet aracılığıyla emekçiye taşıtmanın en açık örneğidir. Bu düzenlemeyle birlikte işveren, kısa çalışma ödeneği süresi boyunca ücret, sigorta primi ve gelir vergisi ödeme yükümlülüğünden kurtuluyor ve tüm bu ödemeler işsizlik sigortası fonundan yani emekçilerin cebinden çıkıyor. İşverenin de bedava işçi çalıştırıp onun yarattığı değerin bütününe el koymasının yolu açılıyor. İş bununla da bitmiyor. İşverenin “kısa çalışma ödeneği” alma talebi kabul edildiği anda o işyerinin krizden etkilendiği tescillenmiş oluyor ve işten atılan işçilerin işe iade davaları da sonuçsuz kalıyor. Yani, işveren bu düzenlemeyle hem bedava işçi çalıştırıyor hem de işçiyi işten çıkartması daha da kolaylaşıyor.
Tabi bu noktada işçi konfederasyonu başkanlarına sormak gerekiyor: Altına imza attığınız raporlar ve uzlaşma metinlerinde “krizin faturasının emekçiye ödettirilmesine” aracılık ettiğinizin farkında mısınız?
Hatırlatma: Bu köşede yazılan görüşleri tüm okurlar gibi DİSK ve diğer konfederasyonların değerli yöneticisi dostlarımız da eleştirebilir ve doğru olduğunu düşündükleri görüşleri bizlerle paylaşabilirler. Bu köşe her zaman cevap hakkını kullanmak isteyen okurlarımıza açıktır.

24 Ocak 2009 Cumartesi

Ergenekon, Özbek ve CHP’nin Yaklaşımı…



23/01/2009 ÖZGÜRCE

Bu yazı kaleme alındığı sıralarda televizyonlarda Ergenekon davasının 11. dalgası olarak isimlendirilen operasyonlara ilişkin haberler verilmeye devam ediliyordu. 11. dalganın benim için en önemli tarafı bir sendikanın -Türk Metal Sendikası- bu operasyonlar çerçevesinde aranması ve Genel Başkan Mustafa Özbek’in ve bazı yöneticilerin gözaltına alınmasıdır. Sanırım Ergenekon, Cumhuriyet tarihinde en çok tartışılan dava olacaktır. Ergenekon Davası bugüne kadar askerlerden polislere, eski rektör ve YÖK başkanlarından, bazı sermaye çevrelerine ve gazetecilere kadar uzandı. Davanın tartışmalara yol açan tarafı; dava çerçevesinde delil toplama yöntemi ve delil olarak sunulan belgelerin gelişi güzel ortalığa dökülmesiydi. Bunun yanı sıra davaya konu olan kişi ve yayın organlarının önemli bir kısmının iktidar partisine karşı olması da yine davayı tartışmalı hale getirmişti. Dava süreci boyunca Türk Metal Sendikası Başkanı Mustafa Özbek’in ismi pek çok kez telaffuz edilmişti. Aslında Mustafa Özbek’in ismi Ergenekon davası dışında da pek çok nedenle gündeme gelmişti. İlginçtir, Özbek isminin gündeme gelme nedenleri içinde sendikal faaliyetlere ilişkin olanları son derece azdır. Sendikal faaliyetlere ilişkin gündeme geldiği az sayıdaki haberde de ya 30 yılı aşkın zamandır sendika başkanlık koltuğunu bırakmamış olması (Özbek 1975 yılından buyana Türk Metal Başkanı’dır), sahip olduğu servet, sendika içindeki baskıcı tutumu ve “sermaye çevrelerince çok sevilen bir sendikacı” olmasıdır. Özbek’in başkanlığındaki Türk Metal de sendika yönetimine karşı olan işçi ve şube yöneticilerini tasfiye etmesi, özellikle Birleşik Metal İş Sendikası’nın örgütlenmesini engellemek üzere işverenler tarafından tercih edilmesi gibi konularla birçok kez gündeme gelmiştir. En son geçtiğimiz aralık ayında MESS ile yapılan grup toplu sözleşmelerinde işverenin istediği koşulları kabullenip, tüm metal sektöründe emekçilerin haklarının geriye götürülmesine aracılık ettiği iddiaları ile yine Türk Metal ve Mustafa Özbek gündeme gelmişti. Mustafa Özbek’in 34 yıllık sendika başkanlığı sürecinde Türkiye işçi sınıfı mücadelesi için olumlu bir katkı sağladığı ya da böyle bir gayret içerisinde olduğuna dair bir bilgi ya da belgeyle -yıllardır bu alanda çalışmalar yapan biri olarak- karşılaşmadım. Zaten, Ergenekon Davası kapsamında, sendikal mücadeleye ilişkin olarak kendisine ithaf edilen herhangi bir suçlama yoktur. Sendika içindeki katı tutumu, işverenlerle “iyi” ilişkilerine de neden olan diğer sendikaların örgütlenmelerini kırması ve toplu sözleşmelerdeki “uyumluluğu” ya da sahip olduğu müthiş servet de Ergenekon davasında konu edilmemiştir. Ergenekon Davası’nda Özbek’e ve bazı sendika yöneticilerine yöneltilen suçlamalar büyük ölçüde Ergenekon’a maddi destek sağlanmasına yöneliktir. Özbek’in villasında aramaların henüz devam ettiği süreçte CHP, Özbek’e -daha önce bu davada yargılananlara olmadığı kadar- sahip çıkmıştır. Bunu yaparken de özellikle eski Türk İş Başkanı ve CHP Milletvekili Bayram Meral’in ağzından, Özbek’e yönelik yapılanları 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine de yollama yaparak işçi sınıfına yönelik bir girişim olarak nitelendirmiştir. Ergenekon Davası pek çok yönüyle tartışmaya açıktır. Bu dava üzerinden bir sivil darbe geçekleştiği ve ekonomik anlamda değişen devletin derin kısmının bu süreçte değiştirilmeye çalışıldığı öne sürülebilir. Ergenekon’dan bağımsız olarak Türkiye işçi sınıfı ve sendikal hareket üzerine darbe dönemlerinden geri kalmayacak bir baskı uygulandığı iddiası da yerinde kabul edilebilir. Ama Ergenekon üzerinden, hele ki Mustafa Özbek gibi bir şahsiyet ile işçi sınıfını aynı kefe içinde değerlendirmek; Türkiye işçi sınıfına ve sınıf mücadelesi yürüten emekçilere yapılacak en büyük haksızlık olur. Eğer CHP, gerçekten işçi sınıfıyla ona yönelen baskıları dert ediniyorsa; geriye dönüp kendi ana muhalefet partisi oldukları süreçte en temel sosyal hakların ortadan kaldırılması, emekçilerin örgütleştirilip işsizleştirilmesine karşı neler yaptığına ya da yapmadığına bakmalıdır..!

Mumbai’de Küreselleşme İzleri...


16/01/2009 ÖZGÜRCE

2. Dünya Üniversiteler Forumu için çarşamba gününden beri Hindistan’ın Mumbai kentindeyim. Mumbai, bir liman kenti ve Hindistan’ın sanayi ve ticaret merkezi. Ticaret ve sanayi merkezi konumundaki tüm kentler gibi Mumbai de Hindistan’ın en “gelişmiş”, en “modern” kenti olarak kabul ediliyor. Günümüzde modernlik ve gelişmişlik ölçütlerini belirleyen, elbette kapitalist sistem ile bütünleşmişlik düzeyidir. Uluslararası ve ulusal tekellerin yönetim ve finans merkezi olarak itibar ettikleri ve dolayısıyla üretim ve tüketimin yönlendirildiği bu merkezlerde yüksek gökdelenler, uluslararası markaların mağazaları ve lüks oteller, bu modernliği ve gelişmişliği tamamlayan özelliklerdir.Mumbai, bu gelişmişlik ve modernliğin tüm özelliklerini taşıyor. Ancak bu özellikler, Mumbai’nin sadece bir yüzünü temsil ediyor. Diğer yüzü ise yine kapitalizmin “geri kalmışlık” ve hatta “sefalet” tanımlamasına tamamen uyuyor. Kapitalizm çözümlemelerinde “geri kalmışlık” tanımı, sistemle tam olarak bütünleşememiş, sistemin sunduğu ürün ve hizmetleri tüketen bir yaşam tarzını kabullenmemiş ya da kabullenememiş toplumlar için kullanılır. Mumbai’nin diğer yüzü işte bu “geri kalmışlık” ya da “sefalet” tanımlamasını fazlasıyla hak ediyor.Gelişmişlik ya da modernlik ile “geri kalmışlık” ya da sefaletin bir arada bulunması, zaten kapitalist sistemde kentin en temel özelliklerinden biridir. Ancak Mumbai’yi diğerlerinden ayıran, Hindistan’ın kapitalizmle tarihsel olarak bütünleşmişlik sürecinin özelliklerinden de kaynaklanmaktadır. Hindistan, 19. yüzyılın ikinci yarınsından başlayıp 20. yüzyıla kadar süren birinci küreselleşme sürecinde, İngiliz sermayesi tarafından her yönüyle sömürülmüş bir ülkedir. Bu sömürü düzeni, Hindistan’ın toplum yapısının temel özelliği olan kast sistemini de kullanarak ülkenin tüm kaynaklarına el koymuş, gelir eşitsizliğini ve yoksulluğu derinleştirmiştir. 1970’li yıllardan bu yana sürmekte olan ikinci küreselleşme sürecinde Hindistan, ikinci kez gizli olarak tariflendirebileceğimiz sömürü koşullarıyla tekrar karşılaşmıştır. Birinci küreselleşme sürecinde daha çok doğal ve kültürel kaynakları sömürülen Hindistan’ın, bu kez emek gücü başat olarak sömürüye uğramaktadır. Başta tekstil ve kimya sanayi olmak üzere üretim alanında gerçekleşen sömürü, özellikle hizmetler alanında yaygınlaşmaktadır. Bu bağlamda, yazılım sektöründen sağlığa ve çağrı merkezlerine kadar pek çok hizmet alanında gelişen telekomünikasyon teknolojisinin de yardımıyla, Hindistan, ucuz emek gücüyle uluslararası tekellere hizmet etmektedir. Böylece diğer ülkelerin emekçileriyle rekabet ettirilen Hindistanlı emekçiler, hem çok düşük ücretlerle çalıştırılmaya mahkum edilmekte, hem de diğer ülke emekçilerinin ücretleri ve çalışma koşullarının aşağıya çekilmesine hizmet etmektedirler. İşte bu nedenle, küresel kapitalizmin çifte sömürüsüne uğrayan Hindistan’ın sanayi ve ticaret merkezinde gelişmişlikle geri kalmışlık ve sefaletin birlikteliği, çok daha iç içe girmiş ve keskinleşmiştir!

Kapitalizme Karşı Olmadan Savaşa Karşı Olunmaz!..


09/01/2009 ÖZGÜRCE

Savaşların ardındaki değişmeyen gerçek; bu savaşların, egemen güçlerin çıkarlarına hizmet ettiği ve savaşlarda ölenlerin ise emekçiler, köylüler, yoksullar olduğudur. Kapitalist sistemin egemen sınıfı sermaye, sermayenin bu egemenliğinin günümüzdeki baş koruyucusu, kollayıcısı ise ABD’dir. Dolayısıyla kapitalist sistem içerisinde savaşların sorumlusu sermaye, savaşların sahne önündeki ya da ardındaki baş aktörü ise ABD’dir. ABD, kapitalist sistemi kabullenmiş ülkelerdeki siyasi iktidarları kendi egemenliği altına alıp savaşlarda maşa olarak kullanmaktadır. Bu kanlı düzeneği meşrulaştırma görevi ise Birleşmiş Milletler’e verilmiştir. Sermaye, savaş silahına en fazla kriz dönemlerinde ihtiyaç duyar. Çünkü bu dönemlerde sermayenin hem elindeki aşırı birikimi tüketmesi, hem yeni yatırım ve pazar alanları bulması, hem de daha ucuz enerji kaynaklarına ulaşması gerekir. Ancak bu yolla kârlarını yeniden yüksek düzeylere çıkartabilecek ve sistemin varlığını sürdürebilecektir. İşte kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden insanları öldüren savaşların gerçek nedeni, sermayenin daha fazla kâr hırsıdır. Bugün Gazze’de atılan her bomba, sıkılan her mermi, havalanan her savaş uçağı, silaha yatırım yapmış sermayedarların, savaş tüccarlarının kasalarına giren milyonlarca, milyarlarca dolar anlamına gelir. Bu sermayedarların, tüccarların desteği ile ülke yönetimlerine gelmiş siyasetçiler de, savaştırdıkları halklar sayesinde koltuklarını korumuş olurlar. Gazze’de yaşanan vahşet karşısında sokaklara dökülen, tepki gösteren kesimler, muhtemel savaşların kurbanları olacak kesimlerdir. Bu kesimler içerisinde pek çoğunun tepkisi ABD’ye, İsrail’e ya da Siyonizme yönelmiştir. Oysa, medeniyetin beşiği olarak anılan, hani Türkiye’nin de içine girdiğinde medenileşeceği, demokratikleşeceği iddia edilen AB ülkeleri başta olmak üzere sermaye egemenliğine boyun eğmiş tüm ülke yönetimleri, sermayeleri ile birlikte bu vahşetin ortağıdır. Sözün özü: Savaşlar olmasın, insanlar ölmesin diyorsak, bunun kapitalist bir düzen içerisinde gerçekleşmeyeceğini bilmemiz gerekir. Unutmayalım, kapitalizme karşı olmadan savaşa karşı olunmaz!..

6 Ocak 2009 Salı

"Sadaka" Kimin Kültürü ?



06/01/2009 08:17
Başbakan, AKP’li belediyelerin kömür, gıda gibi yardımlarına yönelik eleştirenleri “sadaka bizim kültürümüzde vardır” diye yanıtlayınca bir kez daha eleştirilerin odağına oturdu. AKP’nin ve Tayip Erdoğan’ın iktidarda bulunduğu süre içerisinde yaptığı en iyi şey nedir diye bakarsak sanırım, kapitalizmin gerçeklerini en açık biçimde dillendirmesi olduğunu söyleyebiliriz. Başbakanın “sadaka bizim kültürümüzde vardır” savunmasının aslında AKP'nin siyasi kökeninin de kaynağı olan “din temelli ortaçağ” kültürüne dayandığını elbette biliyoruz. Ama içinde bulunduğumuz dönemde ortaçağ kültürü ile kapitalizmin dayattığı koşullar birbiriyle öylesine örtüşüyor ki; Başbakan, kendi tabanına onların anladığı dilde seslenirken aynı zamanda sistemin gerçek yüzünü de ortaya koymuş oluyor.
Neoliberal dönüşüm süreci içerisinde işçi sınıfının örgütlülüğünün zayıflaması, mevcut örgütlenmelerin dönüşüme müdahale edememesi ve nihayet Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte önündeki tüm engeller kalkan kapitalizm özüne döndü. Böylece kapitalizmin kendine içkin çelişkileri nedeniyle çökmesini önleyen ve vahşi yüzünü kısmen örten sosyal devlet ortadan kalkmış oldu. Sosyal devletin ortadan kalkması ve sosyal güvence mekanizmalarının aşınması sermaye dışı toplum kesimleri arasında işsizliği, yoksulluğu, güvencesizliği arttırırken; sermaye kesimi de ortaya çıkan bu tablo karşısında oluşacak toplumsal tepkinin endişesini duymaya başladı.
Kapitalist sistemin egemenleri sosyal politikaların yerine alternatif üretmek üzere küresel düzeyde Dünya Bankası, ulusal düzeyde ise devletlerin kolluk güçlerini görevlendirdi. Böylece sosyal politikalar üzerinden kapitalizmin çirkinliklerini örtmekle görevli olan ILO’nun pabucu dama atılırken, Dünya Bankası ve onun yetersiz kaldığı yerlerde de kolluk güçleri ILO’nun yerini aldı.
Dünya Bankası aracılığıyla gerçekleştirilmeye çalışılan sosyal politika alternatifleri için temel kriter; sermayeye hiçbir yük bindirmeden toplumun sistemi sorgulamasını ve ona karşı tepki geliştirmesini engellemekti. Önce örgütlü kesimlerin uysallaştırılması gerekiyordu ki bunun için önerilen “sosyal diyalog” mekanizması oldu. Esnekleşen üretim sistemi içerisinde giderek güvencesizleşen ve 19. yüzyıla benzeyen vahşi çalışma koşullarını yumuşatmak üzere “sermayenin sosyal sorumluluğunu” çözüm olarak önerdi. Giderek yoksullaşan kesimlerin sesini kesmek için önerilen ise “yoksullukla mücadele programları” oldu.
İşte, Tayip Erdoğan’ın kültürümüzde yeri vardır dediği “sadaka”, onun siyaseten benimsediği “ortaçağ kültürü” ile 21. yüzyıl kapitalizminin “yoksullukla mücadele programlarının” buluştuğu noktadır.
AKP’nin ve Tayip Erdoğan’ın 6 yıldan bu yana iktidarda kalmasının sırrı küresel düzeydeki bu politikaları, “ortaçağ kültürü”nden beslenen dünya görüşü etrafından yaşama geçirebilmesi değil midir zaten?

2 Ocak 2009 Cuma

2009 Dayanışma ve Mücadele Yılı Olmalı



02/01/2009


ÖZGÜRCE


Her yılbaşında geçen yılın değerlendirmesi yapılır ve yeni gelen yıl için umutlu olunmaya çalışılır. Aslında geçen yılda yaşanan olumluluklar ya da olumsuzluklar önceki yıllardan devralınan çabaların, mücadelelerin ya da yanlışların bir sonucudur. Yani, geçen yıl için yapılacak değerlendirmeleri sadece o yıl içinde yaşananlarla açıklayamayız. Bu bağlamda, yeni gelen yılda yaşanacakları da büyük ölçüde geride kalan yılda yaşanan olaylar ya da atılan adımlar belirleyecektir. Türkiye emek tarihi, 2008 yılını, mevcut hakların kaybedilmesi bakımından “karanlık” bir yıl olarak sayfalarına kaydedecektir. 2008 yılı içerisinde emekçiler, sosyal güvenlik ve sağlık konusunda sahip oldukları hakları önemli ölçüde kaybettiler. Bunun yanında, üretim sürecinin daha da esnekleşmesine engel olunamadı ve üretim sürecine müdahale olanakları daha da azaldı. Bunların sonucunda emekçiler, 2008’de daha fazla işsiz, daha fazla yoksul ve daha fazla güvencesiz hale geldiler.Evet, 2008’de emekçiler yıllarca süren mücadelelerle elde edilen ve telafisi çok güç olacak haklarını kaybettiler. Ama bu kayıplara yol açacak ortam, 2008 yılından çok daha öncelere dayanıyordu ve bu süreç, sadece Türkiye emekçilerinin hata ve eksikliklerinden de kaynaklanmıyordu. Tüm kapitalist dünyada benzer bir süreç yaşanıyordu ve diğer ülke emekçilerinin de benzer biçimde hakları geriliyordu. Küreselleşme, bu benzeşmenin en önemli nedeniydi kuşkusuz. Küreselleşen dünyada sermaye, sömürü düzenini hemen tüm ülkelerde benzer yöntemlerle gerçekleştiriyordu. Küreselleşme sürecinde, üst düzeyde örgütlenmeler ile sendikalar da önemli ölçüde birbirleriyle benzeşmişlerdi. Ancak, sendikaların benzeşmeleri maalesef emek mücadelesini ortaklaştırmak üzerinden değil de, neoliberalizmin sendikalar için biçtiği elbise üzerinden olmuştu. Bu elbise, “sosyal diyalog” adı altında sendikaların emek sömürüsünü ve sosyal haklara yönelik saldırıları meşrulaştırmak üzere sermayeyle uzlaşmasını içeriyordu. Türkiye’de de pek çok sendika, neoliberalizmin üzerine biçtiği bu elbiseyi giydi ve 2008’deki büyük kayıplara yol açan ortam da hazırlanmış oldu. Üzerlerindeki bu elbiseyle sendikalar, ekim ayından itibaren tüm ağırlığı ile emekçilerin sırtına oturan krizi aşmak üzere mücadele örgütleme konusunda da (en azından şimdilik) yetersiz kaldılar. Fiili hak kayıpları nedeniyle, emekçiler için kara bir yıl olan 2008, aynı zamanda mevcut yapıların sorgulanmaya başlaması ve alternatif mücadele yöntemlerinin geliştirilmesi bakımından umut dolu bir sürecin de başlangıcı oldu. Her şeyden önce en temel haklarını kaybeden emekçiler, bu kayıpların acısını doğrudan hissetmeye başladıkları için sistemi ve bu hakların kaybedildiği süreci sorgulamaya başladılar. Ekim ayından itibaren yaşanan kriz koşulları bu sorgulamayı daha da hızlandırdı ve derinleştirdi. Bugün artık emekçiler, kendilerini sömüren, soyan düzeni ve bu düzen karşısında neler yapılmadığını ve neler yapılması gerektiğini önceki yıllardan çok daha fazla sorguluyor. Yörsan, Tuzla, Desa Deri, Tega ve daha pek çok işyerinde emekçiler her tür baskıya, zorluğa karşın örgütleneceklerini ve mücadele edeceklerini kararlı bir biçimde ortaya koydular. Öte yandan, emekçinin en temel hakkı, SSGSS ile ortadan kaldırılırken, Emek Platformu’nda birbirine giren, kırılıp bin parça olan üst sendikal yapılardan umudunu kesen emekçiler, yerel düzeylerde kurdukları platformlar etrafında mücadele etme iradesini ortaya koydular. Evet, bir tarafından bakıldığında 2008 emekçiler için son derece kötü bir yıldı. Ama diğer tarafından bakıldığında 2008, etkisi önümüzdeki yıllarda daha da iyi anlaşılacak yeni bir mücadele sürecinin temellerinin atıldığı bir yıl oldu. 2009’un, kaybedilen hakların ortaya çıkarttığı sorunlar ve kriz sürecinin koşulları nedeniyle emekçiler için son derece zor bir yıl olacağı ortadadır. Ama bunun yanında 2008’de atılan adımlar devam edecek ve emekçiler, sistemi ve bu sisteme karşı mücadeleyi çok daha fazla sorgulayacak ve çözüm arayışlarını geliştireceklerdir. Sözün özü; 2008, emek tarihine en temel hakların kaybedildiği ama aynı zamanda mücadele kararlılığının ve yeni mücadele yöntemlerinin geliştirildiği bir dönüm noktası olarak geçecektir. Bu dönüm noktasının emekçiler için bir çıkışın mı yoksa daha da kötü bir çöküşün mü başlangıcı olduğunu, emekçilerin 2009 ve daha sonrasında gösterecekleri mücadeleler belirleyecektir.2009’un dayanışma ve mücadele yılı olması dileğiyle!..