26 Ağustos 2023 Cumartesi

Değişim rüzgârı…


Mayıs seçimlerinde ülkede yaşanan ekonomik, siyasal ve sosyal çöküntüye rağmen iktidarı değiştiremeyen muhalefet partileri, kendi içlerinde “değişim” tartışmalarına başladı. Bu tartışmaların en hararetlisi ve kamuoyunun gündemini en çok meşgul edeni de -seçim yenilgisinin baş sorumlusu olarak görülen- ana muhalefet partisi CHP içinde gerçekleşiyor. CHP’de “değişim” tartışmaları; tıpkı seçim sürecinde olduğu gibi toplumun içine sürüklendiği sefaleti umursanmayan, deve kuşu misali başını kuma gömen kadrolar tarafından yürütülüyor. Dolayısıyla sözü edilen “değişim” toplumun sorunlarını çözmeyi amaçlamak yerine koltuk paylaşımını esas alan bir perspektiften öte geçemiyor.

Değişim tartışmalarını daha çok kendi içinde yürüten CHP dışındaki muhalefet partilerinde de durum pek farklı değil. Zira onlar da toplumun giderek daha geniş kesiminin beslenmeden barınmaya en temel ihtiyaçlardan bile yoksun hale gelmesini -neredeyse- hiç dert edinmeden, kendilerini toplumdan soyutlayarak kapalı devre bir “değişim” tartışması içerisine girmeyi tercih ediyor.

Oysa sadece Türkiye’de değil tüm kapitalist dünyada “1970’lerde neoliberal politikalarla başlayan, Doğu Bloku’nun dağılmasıyla güçlenen, geniş halk kitlelerinin sosyal ve siyasal kazanımları yitirmelerine ve sefalete sürüklenmelerine neden olan süreç” artık kabul edilemez bir noktaya geldi. Gelinen bu noktada, insanlığın ve yerkürenin geleceği açısından kaçınılmaz hale gelen değişim ihtiyacının, sadece siyasi iktidarların değiştirilmesi ya da seçim başarısızlıkları üzerine kadroların revize edilmesiyle sınırlı kalmasının yeterli olmayacağı aşikârdır. Sömürünün, doğa talanının, insanlık dramına dönüşen savaşların durdurulabilmesi, kısacası dünyanın barbarlığa teslim olmaması için 19. yüzyılın ortalarında başlayan büyük “değişim” dinamiğinin -sosyalist devrim sürecinin- kaldığı yerden devam etmesinden başka çare kalmamıştır.

Sol, sosyalizm gibi kavramların içini boşaltarak, bir slogan haline dönüştürmek yerine, topluma “bunların, insanı ve doğayı acımasızca yok eden kapitalist düzenden kurtaracağının; sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünya özlemiyle kurulabilecek yeni bir toplumsal düzeni ifade ettiğinin” anlatılması gerekiyor. Kapitalizmi bugüne kadar tüm yönleriyle en isabetli biçimde analiz eden Marks ve Engels’in insanlığa armağanı olan “bilimsel sosyalizm”, emek ve sermayeden oluşan sınıflı düzenin ancak emekçi sınıfın mücadelesiyle yıkılabileceğini göstermektedir. Emekçilerin mücadelesiyle üretim araçlarının el değiştirmesine ve sermaye sahibinin üretim sürecinden başlayarak, tüm toplumsal düzeni belirleyen hegamonyasına son verebileceği için sosyalizm, kapitalist düzene alternatif olabilecek tek sistemdir. Kapitalist sistemde sosyalizmi hedeflemeyen “değişim”in değiştirebileceği bir şey yoktur!

AKP’nin 21 yıllık iktidarının sonunda ülkeyi ve toplumu içine düşürdüğü bataklık, sadakatle uyguladığı kapitalizmin -dönemsel sömürü biçimi olan neoliberalizmin- 50 yıllık uygulamalarının ülkeyi getirdiği yerdir aynı zamanda. Dolayısıyla Mayıs seçimlerinde muhalefetin yaptığı gibi değişimin sadece AKP’yi iktidardan düşürmeyi ya da onun inşa ettiği otokratik rejimi değiştirmeyi hedeflemesinin, tüm toplumu saracak sınıfsız sömürüsüz bir yaşam inşa etme niyetinde bir karşılığı da anlamı da yoktur ve bu anlayışla gidilen seçimlerde alınan başarısızlık şaşırtıcı olmamıştır.

CHP ile birlikte HDP/Yeşil ve Sol Parti’nin de içinde yer aldığı muhalefetin Türkiye’nin ve Türkiye halklarının geleceğinde söz sahibi olabilmeleri için -bugünlerde dillerden düşmeyen- “değişim”i bu çerçevede ele almaları gerekir.

Muhalefet partilerinin, AKP’nin toplumu sefalete sürükleyen sömürü politikalarını ideolojik olarak değerlendirmeden ve buna karşı toplumun sorunlarını çözecek bir alternatifi ortaya koyan bir duruş sergilemeden, sadece yönetici kadrolarını değiştirerek ya da bir takım revizyonist programlarla ne kendilerini ne de ülkeyi değiştirebilmeleri mümkün değildir.

Sözün özü: Sınıflı toplumda “değişim”, sınıflar arasında tarafını belli etmek ve tarafında olduğun sınıfın gücünü tahkim ederek onları mücadeleye katmakla mümkün olabilir. Egemen ideolojiyi savunarak ve onun üzerinde bir takım dönüşüm, revizyon vb. adımlar atarak muhalefet yaptığını zannedenlerin “değişim”i, kendilerini ve toplumu kandırmanın ötesinde bir anlam taşımaz!

18 Ağustos 2023 Cuma

Emeklinin sefaleti, tüm emekçiler için tehdittir!

                                  19 Ağustos 2023

AKP hükümetinin uyguladığı ekonomi politikaları halkın çok büyük kesimini Türkiye ve hatta dünya tarihinde görülmemiş bir hızla yoksullaştırıyor, yoksunlaştırıyor. Yoksullaşan halk kesimlerinin başında da emekliler ve çeşitli nedenlerle (dul ve yetimler, malül, iş göremez vb) SGK’dan aylık alanlar geliyor. 


Türkiye’de 10 milyon 250 bini yaşlılık (emeklilik), 4 milyon 150 bini dul ve yetim, geri kalanı da malüllük ve iş göremezlik aylığı alanlar olmak üzere yaklaşık 14 milyon 726 bin kişi SGK’dan aldığı aylıkla geçiniyor (SGK İstatistikleri, Mayıs 2023). SGK’dan ödenen aylıklara, -yıl sonu enflasyonu Merkez Bankası tarafından yüzde 58 olarak açıklandığı bir dönemde- sadece yüzde 25 artış yapıldı. Seçim öncesinde en düşük emekli aylığı 7 bin 500 TL’ye çıkarılırken bu artış kök ücretlere yansıtılmadığı ve Temmuz’dan geçerli olacak artışın sadece kök ücretlere yapılması nedeniyle işçi ve Bağkur emeklileriyle malüllük ve iş göremezlik geliri alanların önemli bir kısmının ücretleri neredeyse hiç artmadı. Böylece 15 milyona yakın yurttaşın önemli bölümünün geliri, Türk İş’in -TÜİK’in gerçek fiyat artışların çok gerisinde kalan enflasyon verilerine dayanan hesaplarda bile- Temmuz 2023 için 12 bin 658 TL olarak açıkladığı açlık sınırının neredeyse yarısı, 37 bin 974 TL olan yoksulluk sınırının ise beşte biri seviyesinde kaldı.        


Yaşlılık ve diğer nedenlerle gelir elde edecek bir işte çalışamadığı için “iş başında olduğu dönemlerde ödediği primlerin karşılığı olarak” SGK’dan aldığı gelirle geçinen milyonlarca yurttaşın açlığa sefalete terk edilmiş olmasının ardında işverenden prim toplanmaması, toplanan primlerin başka amaçlarla kullanılması gibi nedenler var. Bunun yanı sıra genel bütçenin sosyal güvenlik harcamaları yerine silahlanmaya, sarayın ihtişamına ve geçilmeyen yollar, köprüler ile şehir hastaneleri vb vasıtasıyla sermayeye aktarılmış olması da emeklilerin açlığa ve sefalete terkedilmesinin sebepleri arasında sayılabilir. 


Emeklilere sefaletin reva görülmesinin -üzerinde fazlaca durulmayan- bir başka nedeni daha var: O da genel bütçe üzerinde “yük” olarak görülen sosyal güvenliğin -sağlık sistemi gibi- kamusal bir hizmet olmaktan çıkarılıp tamamen piyasalaştırılmak istenmesi. Sosyal güvenlik sisteminin bütçe üzerinde “yük” oluşturduğu söylemi neoliberal politikaların Türkiye’de benimsendiği 24 Ocak 1980 kararlarından bu yana gündemdedir. Aradan geçen 43 yılda gerek Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, AB gibi kapitalizmin küresel kurumları gerekse TÜSİAD, MÜSİAD, TİSK gibi ulusal sermaye örgütleri emekli aylıklarının -sadece- ödenen primlerle finanse edilmesi ve özel emeklilik sistemlerinin yaygınlaştırılması için yasal düzenlemelerin gerçekleştirilmesi için siyasi iktidarlar üzerinde baskı kurmuşlardır.


AKP, ilk kez iktidara geldiği 2002 Kasım seçimlerinin ardından kurulan 58. Hükümet’in Acil Eylem Planı’nda DB ve diğer küresel kurumların direktifleri doğrultusunda sosyal güvenliği, sosyal devlet anlayışıyla sunulan bir kamu hizmeti olmaktan çıkarıp, piyasa mantığıyla işleyen bir alan haline getirmeyi; bu kapsamda sosyal güvenlik kurumlarının tek çatı altında toplanmasını ve sosyal güvenlik harcamalarının genel bütçe üzerindeki yükünün hafifletilmesinin amaçlandığını belirtilmişti. 2008’de yasalaşan 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) yasası ile emeklilik yaşı ve prim ödeme gün sayısı yükseltildi, emeklilerin aylık bağlama oranı düşürüldü. Bu yasayla birlikte emekçiler, sosyal güvenlik haklarıyla birlikte

 gelecek güvencesini ve insanca yaşayacak bir gelir elde etme hakkını da kaybetti.


SSGSS ile bir taraftan çalışmakta olanların emekli olabilmeleri, emekli olabilenlerin ise emekli aylığı ile yaşamlarını sürdürebilmelerini giderek imkansız hale getirirken, emeklilik sistemini özelleştirerek, emekçilerin gelecek güvencesi olarak ödediği primlerin finans piyasasına kaynak yaratmak için kullanılmasını amaçlayan Bireysel Emeklilik Sistemi (BES) yaygınlaştırılmaya çalışıldı. Emekçilerin beklenen ölçüde itibar etmediği BES,15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle ilan edilen OHAL’de tüm çalışanlar için zorunlu hale getirildi.


Emekliler ve SGK’dan aylık alan diğer kesimlerin açlık sınırının yarısına mahkum edilmesiyle; halen çalışmakta olan ve SGK’ya prim ödeyen emekçilere, “Mevcut sosyal güvenlik sistemi, geleceğinizi güvence altına almayacak, başınızın çaresine bakın.” mesajı verilmektedir. “Başınızın çaresine bakın” derken de BES ve özel emeklilik şirketleri adres gösterilmektedir. 


AKP’nin dayattığı neoliberal sosyal güvenlik sistemi ilk kez 1974’te Şili’de faşist cunta tarafından uygulandı ve “Şili modeli” olarak bilinir. Şili’de ve bu modeli uygulayan diğer ülkelerde sosyal bir risk olan yaşlılığın güvenceye alınmasını amaçlayan emeklilik sistemi, şirketlere büyük kâr olanağı sağlarken, piyasanın rekabet ortamında pek çok emeklilik fonu batmış ve emekliler tamamen gelirsiz kalmıştır. 


Sözün özü: Emeklilerin sefalete terk edilmesi, AKP iktidarının sadece onlara yönelik bir tercihi değil, tüm emekçilerin geleceğini tehdit eden kapsamlı bir saldırıdır. Dolayısıyla bu saldırıya karşı sadece emeklilerin değil, tüm emekçilerin “kendi gelecekleri için” direnç göstermesi gerekir!


11 Ağustos 2023 Cuma

Yabancıdan korku ve nefret (zenofobi)

                                   12 Ağustos 2023

Yabancıdan korkmak ya da nefret etmek anlamına gelen “zenofobi”, psikolojik bir rahatsızlık, başka bir ifadeyle hastalık olarak kabul ediliyor. Zenofobide, kendinden kabul edilmeyen, “yabancı” olarak tanımlanan kişi ya da grup bir tehdit olarak algılanıyor ve bu tehdit sonucunda içine kapanan kişi ve/veya topluluklar yabancıdan/ötekinden korku duymaya başlıyor. Bu korku, güçsüzlük ve çaresizlik hissiyle birlikte ‘Post Travmatik Stres Bozukluğu’na benzer biçimde çevresindekilerle ilişki kurmakta zorlanma ve çevreye zarar verici davranışlar olarak ortaya çıkabiliyor. Korku, kaygı ve savunma hâli, yabancıya/ötekine yönelik nefret duygusunu da güçlendiriyor (R. Yeşilyaprak, https://www.ontodergisi.com/sayilar/ben-olmayana-yonelik-korku-zenofobi).

Zenofobi, insan hakları örgütleri ve uluslararası göç kuruluşları tarafından daha çok göçmen karşılığı bağlamında ele alınıyor ve göçmenlere karşı duyulan korku ve zaman zaman da nefret halini belirtmek için kullanılıyor. Korkulan, nefret edilen “yabancı”, uzakta olan değil, aksine aynı mekânda birlikte yaşananlar oluyor. Bu bağlamda korkulan, nefret edilenler genellikle aynı ülke içinde farklı etnik köken ya da inançtakiler ile coğrafi olarak komşu ülke halkları oluyor. Örneğin, Türkiye’de kimse Budistlerden ya da Yeni Zelanda halkından korkmaz ve onlardan nefret etmezken asırlardır birlikte yaşadığı Kürtlere, Alevilere veya Yunan halkına düşmanlık besleyebiliyor.

“Yabancı”nın istenmeyen (aşağılayıcı) sıfatlarla nitelenmesi, zenofobinin ortaya çıkış biçimlerinden biri. Aynı ortamda birlikte olmak istememek, yabancının varlığından rahatsız olunduğunu fiilen belli etmek (aynı apartmanda oturmayı, aynı otobüste yolculuk etmeyi reddetmek vb) zenofobinin bir başka tezahür etme biçimi. Zenofobinin en üst düzeyde kendini gösterme şekli ise insanlık suçu olarak da tanımlanan şiddetli saldırılar, tehcir (sürgün), soykırım vb… Zenofobi, insanları linç etmeye, öldürmeye ya da bu vahşi eylemleri destekleyerek teşvik etmeye veya hoş görmeye kadar varabilecek psikolojik travmalara neden olabiliyor.

Zenofobinin en çarpıcı örneği şüphesiz Nazi Almanya’sında gerçekleşen Yahudi soykırımı. Ama bunun öncesinde ve sonrasında -birçoğu içinde bulunduğumuz coğrafyada gerçekleşen- pek çok benzer olay yaşanmış ve halen çeşitli biçimlerde yaşanmaya devam ediyor.

Özellikle merkez kapitalist ülkelerin (Rusya ve Çin’i de bu ülkelere dahil etmek gerekir) Ortadoğu ve Afrika ülkeleri üzerinden gerçekleştirdiği yeni paylaşım savaşının yarattığı insani, ekonomik ve siyasi kaos ortamının göçe zorladığı milyonlarca insanın güvenli olarak görülen Avrupa ülkelerine ve Türkiye gibi geçiş ülkelerine yönelmesi bu ülkelerde göçmenlere karşı zenofobik eğilimleri arttırıyor. AB ve İngiltere, Türkiye gibi geçiş ülkeleriyle yaptığı anlaşmalarla ülkelerine göçmen akımını engellemeye çalışıyorsa da birçok Avrupa ülkesinde yabancı düşmanlığı ve bunu kullanan ırkçı partilere destek giderek güçleniyor.

Türkiye, bir taraftan güney komşusu Suriye’de istikrarsızlığı körükleyerek göçe neden olan politikalar izlerken diğer taraftan Avrupa ülkeleriyle yaptığı anlaşmalarla göçmenlerin Türkiye sınırlarında kalmasını sağlıyor. Bu sebeple hem Suriyeli göçmenler hem de Türkiye’yi batıya geçiş için köprü olarak gören diğer Ortadoğu ve Afrika halkları, büyük çoğunluğu düzensiz olan göçmen yoğunluğunu giderek arttırıyor. Bu da daha önceleri köyü boşaltıldığı için kentlere göç etmek zorunda bırakılan Kürtlere, geçmişten bu yana dışlanan Alevilere yönelen zenofobik eğilimleri başta Suriyeliler olmak üzere yabancı göçmenlere yöneltiyor.

Göçe neden olan politikaların uygulayıcısı olan siyasi iktidar ya da yabancı düşmanlığı üzerinden siyasi rant elde etmeye çalışan muhalefet ile bunların borazanlığını yapan medya, halk arasında zenofobinin yaygınlaşmasını daha da körüklüyor. Böylece emekli maaşlarının açlık sınırının altında kalmasından sağlık hizmetlerinin yetersizliğine, işsizlikten AKP’nin seçimleri kazanmasına, hırsızlık olaylarından taciz ve tecavüz vakalarına kadar her türlü musibetin faturası Suriyelilere ve diğer göçmenlere kesiliyor.

Bir nefret suçu halini alan yabancı düşmanlığını bir hastalığa indirgemek ve sadece bu bağlamda tartışmak son derece hatalı olur. Zira egemen güçler tarihin her döneminde halkları birbirine karşı düşmanlaştırarak onları savaşa sürmeyi ya da aralarında rekabet yaratarak kendi egemenliğine karşı bir araya gelerek güç oluşturmasını engellemeye çalışmıştır. Milliyetçilik akımının içinde doğduğu, Faşizm ve Nazizm’in oluşmasına ortam hazırlayan kapitalizm, halklar arasında düşmanlık ve nefretin en organize biçimde örgütlendiği sistemdir.

Yabancıdan korku ve nefret anlamına gelen zenofobiden tamamen kurtulmak için öncelikle yabancı/öteki tanımlamasından kurtulmak; bunun için de ırk, din, cinsiyet, cinsel yönelim gibi ayrımları bir yana bırakıp toplumsal ilişkilerde “sadece insan olmak” hasebiyle ortaklaşmak gerekiyor. Bu da halklar arasında düşmanlık yaratarak varlığını sürdürebilen; bu nedenle demokrasi ve insan haklarının önündeki en büyük engeli oluşturan kapitalizme karşı mücadeleyi gerektiriyor.


4 Ağustos 2023 Cuma

AKP’nin üniversiteleri

                                 5 Ağustos 2023


Üniversiteler, bilimsel bilgi üretmek, ürettikleri bilgiyi toplumla paylaşmak ve genel yarara aykırı durumlarda toplumu uyarmakla yükümlü kurumlardır. İktisadi ve siyasi egemenler, üniversiteyi toplumsal işlevlerinden uzaklaştırarak kendi egemenliklerini mutlaklaştırıp, meşrulaştıracak bir yönde şekillendirerek kendi ideolojik aygıtları haline dönüştürmeye çalışır. Zira egemen güçlerin ideolojik aygıtı haline gelen üniversitede mevcut sistem sorgulan(a)maz ve toplumun gelişmesi, refahı ve özgürlüğünü sağlayacak yenilikler üretilemediği gibi doğanın ve insanlığın temel kazanımlarının yok edilmesine yol açacak politikalar da sözde “bilim” adına onaylanabilir.


Üniversitelerin ürettiği ve paylaştığı bilginin egemenlerin çıkarını kollamak yerine doğanın, insanlığın ve toplumun genel yararına olabilmesi için bilimsel bilginin üretim ve yayım sürecinin egemenlerden yani “sermaye, siyasi iktidar ve dini kurumlar”dan bağımsız olması gerekir. Aksi halde iktisadi, siyasi ve ruhani egemenlerin çıkarları ile toplumun genel çıkarları arasındaki çelişki büyüdükçe üniversitenin “toplumun genel çıkarlarına aykırı olan “düzeni ‘ak’lama rolü” kaçınılmaz hale gelir. Başka bir ifade ile doğayı ve emeği sömüren, halklar arasında ayrımcılığı, düşmanlaşmayı körükleyen politikalar, egemenlerin güdümündeki üniversiteler aracılığıyla meşrulaştırılır.


Örneğin toplumsal sorumluluğunu yitiren üniversite/akademi, insan sağlığına ve doğaya verdiği ölümcül zarar bilindiği halde nükleer santrallere; bir avuç sermayedarın kârı ya da güvenlik gerekçesiyle ormanların kesimesine, yakılmasına; yeraltı ve yer üstü su kaynaklarının yok edilmesine karşı çık(a)maz ve hatta kimi akademik kurumlar ve akademisyenler bunların gerekli olduğu(!) yönünde raporlar verebilir. Ya da yüzbinlerce insanın yaşamını kaybetmesine neden olan pandemide ve depremde siyasi iktidarın yanlış politikalarını eleştir(e)mediği gibi bu politikaları onaylar. Yine bir avuç sermayedar ve iktidar yandaşı, zenginliğine zenginlik katarken toplumun geniş kesimlerinin beslenme, barınma gibi en temel sosyal ihtiyaçlarından bile mahrum kalmasına neden olacak kadar yoksulluğun derinleşmesine; her yıl binlerce işçinin iş cinayetlerinde yaşamını yitirmesine yol açan çalışma koşullarına karşı sesini çıkar(a)mayan üniversite, siyasi iktidarın bekâsı için halklar arasında yaratılan düşmanlığa ve insan hakları ihlalleri karşısında da üç maymunu (görmeyen-duymayan-konuşmayan) oynar. Bunlara itiraz eden, sesisini yükselten akademisyenleri ise üniversitede barındırmaz. 


Üniversitenin/akademinin faaliyetlerinin topluma karşı ihanete dönüşmesini engellemenin yolu özerkliğin sağlanmasıdır. Akademik özerkliğin mutlak koşulu, üniversitenin kamu tarafından finanse edilmesi ve yönetsel özerkliğe sahip olmasıdır. Yönetsel özerklik, rektör seçiminden başlayarak, üniversitedeki her akademik ve idari birimde demokratik katılımın sağlanması anlamına gelir. Bu ise akademisyen, öğrenci ve akademik faaliyetin gerçekleşmesini sağlayan üniversite çalışanlarının katılımıyla olur. Siyasi iktidardan, sermaye örgütlerinden, tarikat ve cemaatlerden alınan direktiflerle yönetilen kurumların yasal statüsü ne olursa olsun; üniversiteyle/akademiyle uzaktan yakından ilgisi olamaz!


Türkiye’de 12 Eylül darbesinin ürünü olan YÖKle birlikte üniversiteler sermayenin ve siyasi iktidarın güdümüne girdi. 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle getirilen OHAL düzeni ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle birlikte rektörlük seçimi sarayın keyfiyetine bırakılarak yönetsel özerklik tamamen ortadan kaldırıldı. Böylece Türkiye’de üniversiteler, rektörlerin kayyum olarak atandığı “AKP’nin üniversiteleri” haline geldi.  


AKP’nin üniversitelerdeki kayyumcu zihniyeti, Avrupa Üniversiteler Birliği’nin geçtiğimiz Mart ayında yayımladığı 2023 Otonomi raporunda da çarpıcı biçimde gözler önüne serildi. 35 Avrupa ülkesinde yükseköğretim sisteminin analiz edildiği raporda Türkiye, Avrupa'daki rektörün üniversite dışında belirlenip onaylandığı (atandığı) tek ülke olarak gösterildi. 


Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz günlerde YÖK üyeliklerine ve 20 üniversiteye rektör atadı. Daha öncekiler gibi yeni atanan YÖK üyeleri ve rektörlerin bir kısmı AKP’de milletvekilliği yapmış, milletvekili adayı ya da aday adayı olmuş isimler. Bunların yanı sıra Cumhurbaşkanı’nın oğlunun lise arkadaşları ile kimi tarikat ve cemaatlerle ismi anılan kişiler de yeni rektör ve YÖK üyeleri arasında yer aldı. 


AKP’nin ve cemaatlerin üniversiteleri rektörlerden başlayarak akademik ve idari kadrolaşma alanı haline getirmesiyle birlikte üniversite/akademi toplum için bilgi üretmekten uzaklaşmakla kalmadı; bilimsel akıl yerini dogmalara bıraktı. Bunun sonucu olarak 2022-2023 yıllarında dünyada üniversiteler arasında bilimsel performans kriterlerini analiz eden çalışmalarda Türkiye üniversiteleri, dünyada ilk 500 üniversite içine bile giremedi. 500 ile 1000 üniversite arasına ise sadece dokuz üniversite yer alabildi. Bundan daha önemli olanı ise, Türkiye’de son yıllarda yaşanan Covid 19 pandemisi, Maraş depremleri, Cudi ve Akbelen ormanları başta olmak üzere doğa katliamları ve büyük sosyal yıkıma neden olan ekonomik ve siyasal çürümeye karşı üniversitelerden toplumun genel çıkarlarını savunan hiçbir ses çıkmadı!


Ne yazık ki (Boğaziçi Üniversitesi dışında) üniversitelerden akademik ve yönetsel özerkliğin ayaklar altına alınmasına karşı neredeyse bir tepki yükselmedi. Sermayenin, siyasi iktidarın ve cemaatlerin üniversite/akademi üzerindeki bu tepinme hali maalesef bu tepkisizlik/eylemsizlik ile kabullenilmiş oldu.