26 Aralık 2014 Cuma

2014’ten 2015’e kalan: mücadeleye devam!

ÖZGÜRCE
26/12/2014

2014’te, kapitalist sistemin kirli, vahşi yüzü daha önce hiç olmadığı kadar görünür hale geldi. Kapitalizmin çarklarını döndürebilmek için kaçınılmaz olan hırsızlıklar, yolsuzluklar, işçi katliamları, doğa talanı, ırkçılık, ayrımcılık, savaş ve şiddet 2014 yılında yaşamın hemen tüm alanlarını kapsadı ve bu sistemin insanlık için büyük bir tehdit olduğu çok daha geniş kesimlerce fark edilmeye başladı. Buna karşılık olarak da sistemin uygulayıcısı siyasi iktidarlar, kapitalizmin ve kendilerinin kaybolmaya başlayan ideolojik meşruiyetlerini korumak için baskı ve şiddet politikalarına ağırlık verdi.
2014 yılının en önemli olayı şüphesiz 301 işçinin yaşamını kaybettiği Soma katliamıydı. Soma’da sadece işçi katliamı yoktu. Bu katliamla birlikte siyaset-sermaye ilişkilerinin hırsızlığı, yolsuzluğu da içeren tüm boyutları açığa çıkıyordu. Doğanın talan edilmesiyle işsiz kalan çiftçiler, yaşamlarını sürdürebilmek için kendilerini ölüme götüren madenlerde çalışmaya mecbur bırakılmışlardı. Ortada bir sendika vardı ve işçiler kağıt üzerinde örgütlü görünüyorlardı ama sendika bürokratik bir yapı içine hapsolmuş işçilere yabancılaşmış ve daha çok sermayenin çıkarlarının bekçiliğini yapar hale gelmişti. İşçiler haklarını korumak için ne sendikalarını harekete geçirebiliyor ne de sendikaya rağmen insanlık dışı çalışma ve yaşama koşullarına karşı tepkilerini ortaya koyacak bir mücadele yürütebiliyorlardı. Mücadele etmek istediklerinde de karşılarında devletin şiddetini buluyorlardı. Patron, devlet ve sendika adeta Azrail gibi işçinin karşısına dikilmiş onu ölümüne çalışmaya zorluyordu. Kısacası Soma’da kapitalist düzenin vahşeti tüm boyutlarıyla gün yüzüne çıkıyor, bu sistemin gerçeklerini anlamak istemeyenlerin yüzüne tokat gibi çarpıyordu. Vahşet sadece Soma’da değildi, ülkenin her yerinde her sektöründe benzer durum söz konusuydu. 2014 yılında sadece iş cinayetlerinde 2 bine yakın işçinin yaşamını yitirmesi bu vahşetin en açık göstergesiydi.  Gerek Soma’da gerekse diğer işçi cinayetlerinde sorumlulardan hiçbir biçimde hesap sorulmadı. Soma katliamının birinci dereceden sorumlusu olan bakanlar koltuklarında oturmaya devam etti. Patronlar ise yargı önünde aklandı ve yeni işçi cinayetleri için cesaretlendirildi. İş cinayetlerini önlemek gerekçesiyle çıkartılan yasalar ise sermayeye kaynak aktarmak için bir fırsat olarak görüldü.
2014’ün önemli olaylarından bir diğeri Suriye’de uluslararası güçlerce körüklenen iç savaşın ve IŞİD’in işgalleri, katliamlarıydı. Savaş nedeniyle 2 milyon civarında Suriyeli Türkiye’ye sığınmak zorunda kaldı. Sermaye malını, mülkünü geride bırakıp, canlarını kurtarmak için Türkiye’ye sığınan Suriyelileri ucuz emek gücü olarak değerlendirmekte gecikmedi. Kısa zamanda ülkenin dört bir yanına yayılan Suriyeli mülteciler; Kürtler, Afganlar, Afrikalılar, Gürcülerden sonra işçi sınıfının en alt katmanını oluşturmaya başladı. Suriyeli emekçilerin yaşamlarını sürdürebilmek için en kötü koşullarda en düşük ücretle çalışmaya razı olmalarını, patronlar, diğer emekçilerin de ücretlerinin düşürülmesinin aracı olarak kullanmaya başladı. Bu da tarihte pek çok kez olduğu gibi emekçiler arasında ırkçılığı beraberinde getirdi (Bu konuda Ercüment Akdeniz’in Evrensel Basım Yayın’dan çıkan -Suriye savaşının gölgesinde- Mülteci İşçiler kitabını okumanızı öneririm). Devlet de en son örneklerini Maraş’ta, Antalya’da gördüğümüz gibi Suriyeli mültecilere yönelik ayrımcı uygulamalarıyla ırkçılığı teşvik etti ve zaman zaman fiili şiddete dönüşen olaylara zemin hazırladı. Böylece emekçiler, insanlık dışı çalışma ve yaşama koşullarına karşı patronlar ve siyasi iktidar yerine tepkilerini Suriyeli emekçilere yöneltmiş oldu. Bu arada sendikalar diğer göçmen işçiler gibi Suriyeli emekçileri de sahiplenmeyerek patronlar ve devletle birlikte bu ırkçı, ayrımcı cephede yerini almış oldu.    
Tüm olumsuzluklarına rağmen 2014’de umut veren olaylar da oldu tabii. Egemenlerin çıkarları için cehenneme çevirdiği Ortadoğu’da Rojava devrimi halklara umut veren en önemli gelişmeydi. Bu umudu kırmak, Rojava devrimini sona erdirmek için büyük çabalar harcandı ama tüm zorluklara karşın mücadele başarıyla sürdürüldü. Rojava devrimine saldırıların en büyüğü şüphesiz IŞİD’İn  Kobanê’yi kuşatmasıydı. Türkiye’nin hemen sınırında gerçekleşen kuşatma karşısında siyasi iktidarın tüm engelleme çabalarına karşın Türkiye’deki halklar Kobanê için daha önce görülmemiş bir dayanışma ağı oluşturdular. Kobanê’nin özgürlük mücadelesi için Kürtlerle birlikte Türkiyeliler de canlarını IŞİD barbarlığına siper etti. Birçok genç IŞİD kurşunlarıyla yaşamını yitirirken benim sevgili öğrencim Kader (Ortakaya) gibi birçok genç de devletin silahlarından çıkan kurşunlarla can verdi. Tıpkı iş cinayetlerinde olduğu gibi Kobanê’yi IŞİD  barbarlığından kurtarma mücadelesinde öldürülen Kader’in ve diğer canların faillerini ortaya çıkartmak için de hiçbir girişimde bulunulmadı ve hesap sorulmadı.
2014’de umutlanmamızı sağlayan bir başka olay da cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Selahaddin Demirtaş’ın tüm baskılara, eşitsiz seçim koşullarına rağmen Türkiye’nin batısından da oy alarak önemli bir başarı elde etmesiydi. Bu başarının 2015 genel seçimlerine taşınabilmesi halinde Türk ve Kürt halklarını birbirine düşmanlaştıran politikaların boşa çıkartılmasını sağlayacak ve Türkiye’de barış ve demokrasinin gelişmesi umutlarını daha da yeşertecektir.
Sendikaların önemli bir kısmının işçi sınıfından ve mücadeleden uzaklaştığı bir süreçte işçiler, 2014 yılında da sendikalara rağmen (Bu mücadelelerde işçilerin yanında olan birkaç sendika istisnadır) birçok alanda mücadele sürdürmüşlerdir. Bu mücadelelerin yaygınlığı ve bürokratik sendikacılığı da yargılayan tavrı, önümüzdeki süreçte emekçilerin sendikalarda büyük bir değişimi hedefleyen mücadelelerin yükseleceği yönünde umutları arttırmaktadır.
Sözün özü: 2014 kapitalizmin vahşi yüzünün büyük acılara neden olarak kendisini gösterdiği bir yıl olmuştur. Ancak tüm baskı ve şiddete karşın halklar ve emekçiler bu acılar karşısında susmamış, mücadelesini sürdürmüştür. 2015 yılında acıların azalması ve umutların yeşermesi, antikapitalist, antiemperyalist bir zeminde, halkların eşitliği ve sınıf perspektifiyle yürütülecek mücadelelerin birleşerek büyütülmesine bağlı olacaktır.
2015’in savaşsız, sömürüsüz bir dünya için mücadelelerin yükseldiği bir yıl olması dileğiyle, tüm okurların yeni yılını kutlarım.

12 Aralık 2014 Cuma

Kimin yararı, kimin düzeni? Kamunun mu, toplumun mu?

ÖZGÜRCE
12/12/2014

Nerede yol, köprü, HES, rezidans, AVM, havaalanı yapmak için ağaçlar kesilecek, parklar yıkılacak, dereler betona hapsedilecek olsa gerekçe hazır: “kamu yararı”…
Ağacını, parkını, evini korumak; dilini, inancını, emeğini savunmak isteyip de “kamu yararı” gerekçesine toslayanlar, haklarını yargı kurumundan alamayıp, sokakta hak aramaya çalıştıklarında karşılarına çıkan polisin TOMA’sının, gazının, copunun, göz altıların, tutuklamaların da gerekçesi hazır: “kamu düzeni”…
Belki hiçbir zaman kapısından bile girmeyeceğimiz, üzerinden geçmeyeceğimiz ya da mecbur bırakıldığımız için kullanacağımız havaalanları, köprüler, yollar, AVM’ler için yapılan doğa katliamına karşı çıktığımızda veya eğitim hakkı, sağlık hakkı, insanca çalışma hakkı istediğimizde; kısacası yaşam hakkımızı savunduğumuzda zarara uğrattığımız, düzenini bozduğumuz söylenen bu “kamu” kim Allah aşkına?
Devletin yararını korumakla, düzenini sağlamakla kendisini mükellef saydığı kamunun kim olduğu Fransız İhtilalinden (1789) bu yana tartışılagelmiştir. Genel olarak “kamu yararı” bireyin çıkarlarının kamunun çıkarlarıyla çelişmesi durumunda bireyin çıkarlarının sınırlandırılması olarak tarif edilebilir. Bu tanıma paralel olarak “kamu düzeni” de bireyin özgürlüğünün kamunun düzenini sağlamak gerekçesiyle sınırlandırılmasıdır. Burada kamu yararını ya da düzeninin nasıl sağlanacağını belirleme yetkisi devlete verilmiştir. Peki, devlet kimdir ve bu yetkiyi kullanırken kamuyu, kamu yararını ve kamu düzenini nasıl tarif edecektir?   
Burjuvazi, devletin tüm toplu kesimlerine eşit mesafede bir hakem olduğunu ve genel yararın temsil ettiğini iddia ederek; kamu yararını, toplumun genel yararı olarak tanımlamıştır. Marksistler ise devleti, egemen sınıfın üzerinde baskı kurduğu sınıfı tahakkümü altında tutmanın ve bu sınıfı sömürmenin bir aracı olarak tarif etmiştir. Bu tarife göre kapitalist toplumda devlet, tüm toplumun değil sadece egemen sınıfın (sermayenin) yararını (çıkarını) korur ve onun var olma koşullarını yani kapitalist düzenin sürekliliğini sağlamaya çalışır. “Kamu yararı”, “kamu düzeni” kavramları, devletin taraflılığının üzerini örtmek ve toplumun geniş kesimlerin haklarını çiğneyen devletin icraatlarını meşrulaştırmak için kullanılmaktadır.
Kamu yararının, kamu düzeninin ne ifade ettiği Türkiye’de de özellikle hukukçular tarafından tartışılan bir konu olmuştur. Kapitalist sistemin temelini oluşturan özel mülkiyetin kullanım hakkının devlet tarafından kısıtlanabilmesine gerekçe oluşturan “kamu yararı”, 1924 Anayasası’nda ve sonrasındaki tüm anayasalarda ve birçok yasada yer almış; Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere çeşitli yargı organlarının kararlarına konu olmuştur. Türkiye’de sermaye birikim rejiminin dönemsel ihtiyaçlarına göre farklılıklar içermesine rağmen esas olarak yasalar, yargı kurumları ve devletin icraatlarında “kamu” ve “kamu yararı” tarifi burjuvazinin tanımlamasıyla örtüşmüştür.
Aralarında uzlaşılması imkansız çelişkilerin bulunduğu sınıflardan oluşan kapitalist toplum düzeninde tüm toplumun ortak yararını sağlamak neredeyse olanaksızdır. Özellikle sınıflar arasındaki çelişkilerin ve çatışma alanlarının tarihte olmadığı kadar yoğunlaştığı günümüzde “kamu yararı” ya da “kamu düzeni” gerekçe gösterilerek yapılanların toplumun ne kadarının yararına olduğu sorusunun önemi daha da artmaktadır. Devlet aracılığıyla egemenlerin doğayı talan etmesi, emeği sömürmesi, barınma hakkını, ana dilde eğitim hakkını, örgütlenme hakkını, inanç ve daha nice özgürlükleri ihlal etmesini engellemek üzere “kamu yararı”nın yerine “toplum yararı” kavramı öne çıkartılmalıdır.
“Kamu yararı” - “toplum yararı” üzerine en yalın değerlendirmelerden biri 1979’da katledilen Ümit Doğanay tarafından yapılmıştır. Doğanay, bundan tam 40 yıl önce 1974 yılında Mimarlık Dergisinin 7. sayısında yer alan makalesinde “kamu yararı”nı kurulu düzenin korunması olarak tarif etmekte ve kurulu düzen özel mülkiyete dayanıyorsa, “kamu yararı”nın, özel mülkiyetin korunmasındaki çıkar anlamına geldiğini belirtmektedir. Doğanay’a göre toplumsal yarar ise ülkedeki tüm insanların çıkarlarını kapsar ve kurulu düzenin korunmasını içermez, böylece toplumsal dinamiklere göre düzen değişebilir.
AKP, neoliberal politikalar çerçevesinde özelleştirmeler, kamu hizmetlerinin piyasalaşması ve rant üzerinden birikim yaratarak iktidarını yeniden üretmeye çalışmaktadır. Bunu yaparken kamu-özel ortaklığı üzerinden sermayeye kaynak aktarılması, doğanın hızla tahrip edilmesi ve emekçilerin canına, kanına mal olan sömürü çarkları “kamu yararı” gerekçe gösterilerek maskelenmektedir. Tüm bunların yarattığı olumsuzluklara karşı yürütülen mücadelelere yönelik devlet şiddeti de yine “kamu düzeni” adı altında meşrulaştırılmakta, haklı gösterilmeye çalışılmaktadır.
Sözün özü: “Kamu yararı” siyasi iktidarın, halkın haklarına el koyarak sermayeye aktarmak; “kamu düzeni” ise siyasi iktidarın halkın haklarını korumak için mücadele etmesini engellemek üzere demokratik hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılmak için kullandığı maskedir. Sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin “kamu yararı” ve “kamu düzeni” maskesini ortadan kaldırarak ,”toplum yararı” ve demokratik hak ve özgürlükler için mücadeleyi yükseltmesi gerekir.

5 Aralık 2014 Cuma

Sendikalara güvensizliğin kökenleri ve Memur-Sen

ÖZGÜRCE
05/12/2014

Memur-Sen, hükümetin önerdiğinden bile geri hakları içeren bir toplu sözleşme imzalayarak kamu emekçilerini maddi zarara uğrattı.  Bunun ardından Memur-Sen’e bağlı Eğitim-Bir-Sen, eğitim şûrasına karma eğitimin kaldırılması ve okul öncesi çocuklara din eğitimi verilmesini içeren eğitimde gericileşmeyi daha da ilerletecek önerilerle gitti. Sendika adıyla faaliyet gösteren ve sendikaların sahip olduğu yetkileri kullanan örgütlerin, üyelerini işçi sınıfını ve hatta toplumun tümünü olumsuz yönde etkileyecek faaliyetlerde bulunması sadece Memur-Sen’e ve ona bağlı sendikalara özgü bir durum değildir. Sendikaların işçi sınıfının ve toplumun güvenini kaybetmesine neden olacak bir anlayış içinde olmasının tarihsel arka planı vardır. Sendikaların Memur-Sen gibi sendikacılıkla hiçbir biçimde bağdaşmayan icraatlarını anlayabilmek için sendikaların gerçek işlevlerini de hatırlatarak bu tarihsel arka plana kısaca bakmak gerekecektir.
Sendikalar, kapitalist üretim sisteminin sömürüsüne karşı işçi sınıfının hak ve çıkarlarını korumak, geliştirmek için tarih sahnesine çıkmış ve özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında tarihin gidişatına yön vermiş örgütlerdir. 19. yüzyılın sonlarında toplu pazarlık hakkının elde edilmesinin ardından sendikalar, kapitalizme karşı sınıfın hak ve çıkarlarının savunucusu olmaktan çıkıp sadece toplusözleşmelerde temsil ettikleri üyelerinin hak ve çıkarlarını savunan örgütler haline dönüşmüşlerdir. Bu dönüşümle birlikte sendikalar hızla bürokratikleşmeye ve işçi sınıfından uzaklaşmaya başlamıştır. Sınıftan uzaklaşan ve sadece üyelerinin ekonomik hak ve çıkarlarının temsilcisi haline gelen sendikalar, kolayca sermayenin ve devletin etkisi altında kalmaya ve adeta mücadele etmeleri gereken sistemin ideolojik aygıtları haline gelmeye başlamıştır.
1949’da çatısı altına topladığı kapitalist ülke sendikalarını sosyalizme karşı mücadele örgütlerine dönüştürmek için kurulan Dünya Hür Sendikalar Konfederasyonu (ICFTU) sistemin ideolojik aracı haline dönüşmüş sendikacılığın en çarpıcı örneğidir. 1952 yılında Türk-İş kurulurken de beklenti ICFTU gibi “soğuk savaş” sendikacılığını Türkiye’de yaşama geçirmesidir ki Türk-İş’in bu beklentiyi boşa çıkarttığı söylenemez. Soğuk savaşın sona ermesi ve küresel rekabetle öne çıktığı1980’li yıllarla birlikte soğuk savaş sendikacılığı yerini ucuz emek politikalarını meşrulaştırmayı amaçlayan uzlaşmacı/sosyal diyalogcu sendika anlayışına bırakmıştır. Başta ICFTU (2006’da ITUC adını almıştır) ve ETUC (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu) olmak üzere uluslararası sendikal örgütlerin yönlendirilmesiyle Türkiye’de de sendikalar 1990’lı yıllardan itibaren bu sendikal anlayışı benimsemiştir. 2000’li yıllarda AB üyelik sürecine uyum çerçevesinde uzlaşmacı/sosyal diyalogcu sendika anlayışı daha da gelişmiştir. 2000’li yılların başından bu yana emekçilerin haklarını, çalışma standartlarını gerileten düzenlemeler, uygulamalar karşısında sendikalar, bu uzlaşmacı/sosyal diyalogcu anlayışın sonucu olarak mücadeleyi yükseltememiş ve hatta birçok zaman bu düzenleme ve uygulamaların bir parçası haline gelmiştir.
Uzlaşmacı/sosyal diyalogcu sendika anlayışı diğer tüm ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de sendikalara duyulan güveni yerle bir etmiştir. 2002 yılında iktidara gelen AKP’nin uyguladığı ekonomik programda emekçi düşmanlığı öylesine yüksektir ki uzlaşmacı/sosyal diyalogcu anlayışa sahip sendikaların dahi bu politikalarla uzlaşması zordur. Bu nedenle AKP, iktidara gelir gelmez, emekçiler için kabul edilemez düzenlemeleri ve uygulamaları meşrulaştırması için kendi sendikalarını oluşturmuştur.Memur-Sen, bu sendikaların başında gelmektedir. AKP’nin 12 yıllık iktidarı döneminde üye sayısını yüzde 1714 gibi dünyada eşi benzeri olmayacak bir orana yükselten Memur-Sen, kamu emekçilerine toplusözleşme hakkının tanınmasının ardından yetkili sendika olarak tüm kamu emekçileri adına sözleşme yetkisine sahip olmuştur. Böylece AKP, kamuda gerçekleştirmeyi planladığı ve gerek kamu emekçileri gerekse kamu hizmeti alan toplumun haklarını geriye götüren uygulamaların aracı olarak Memur-Sen’i kullanmaya başlamıştır. 2013 yılında yapılan ve emekçileri maddi olarak zarara uğratan toplusözleşme bunun sadece başlangıcıdır. Bunun ardından kamuda çalışma düzenini tamamen esnekleştirecek ve iş güvencesini ortadan kaldıracak düzenlemelerin yine Memur-Sen aracılığıyla gündeme getirilmesi sürpriz olmayacaktır. Eğitimin daha da gericileşmesine neden olacak önerilerde olduğu gibi kamu hizmetlerinin AKP’nin dünya görüşü doğrultusunda yeniden yapılandırılması konusunda da yine Memur-Sen’in kullanılacağı anlaşılmaktadır.
Emekçiler yerine AKP’nin hak ve çıkarları için faaliyet yürütmeyi kendisine ilke edinmiş olan Memur-Sen’in en geri sendika tanımıyla bile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Ancak Memur-Sen gibi sendikaların ortaya çıkması ve siyasi iktidarın desteğiyle de olsa böylesine büyümesinin zemini sendikaların sınıftan uzaklaşarak, emekçilerin güvenini kaybetmesinin sonucu olduğu da unutulmamalıdır.
Sözün özü: Emekçi düşmanı politikaların aracı olan sendikaları emekçilerin sırtından söküp atılmanın yegane yolu, uzlaşma/sosyal diyalog adı altında sistemin pisliklerini meşrulaştırmaya son vermeleri; bürokratik yapılanmaları kırıp, emekçilerin güvenini kazanmaları yani kısacası yeniden sınıfsal bir perspektife mücadeleye koyulmalarıyla mümkün olacaktır.