25 Nisan 2014 Cuma

1 Mayıs üzerinden kutuplaştırma siyasetine devam…


ÖZGÜRCE
25/04/2014

1 Mayıs için yaptığı açıklamalarla da görülüyor ki; Başbakan, yerel seçimlerde kendisine başarı getiren toplumda gerginlik yaratıp, kutuplaştıran siyasetini Taksim inatlaşması üzerinden sürdürmek istemektedir. Başbakan’ın niyeti, her otoriter çıkışında demokratik tepkisini ortaya koyan kesimlerle, bu tepkiyi göster(e)meyen kesimler arasındaki bağları tamamen kopartarak otoriterliğe dayanan gücünü daha da arttırmaktır.

Otoriterliğe, adaletsizliğe, hukuksuzluğa karşı tepki gösterebilmek ve mücadeleye girişebilmek için bilgi, bilinç ve güvenceden oluşan üç koşulun yerine getirilmesi gerekir:

1.Karşı çıkılması gereken olgular konusunda tepki göstermeye ikna olacak düzeyde bilgiye sahip olmak. Haksızlıklar, hukuksuzluklar için yeterli bilgiye sahip olmayan toplum kesimlerden bir karşı çıkış da beklenemez. Egemenlerin basın özgürlüğünü, akademik özgürlüğü baskı altına alınarak bunları kendi propaganda araçları haline dönüştürmesi ve bilgi edinme kaynaklarına ulaşımı engellemesinin nedeni budur. Gerçekler konusunda yeterli bilgiye sahip olamayan ve sürekli karşı propagandaya maruz kalanların yolsuzluklara, rüşvete, kaybettiği haklarına ve otoriterleşme eğilimlerine karşı herhangi bir tepki vermemesi gayet doğaldır. Örneğin, 17 Aralık ve daha sonrasında ortaya çıkan yolsuzluk, rüşvet vs iddialar konusunda toplumun çok büyük bölümü bilgi sahibi değildir. Aynı şekilde emekçilerin çok büyük kesimi karşı karşı kaldıkları tek yanlı propagandanın etkisiyle 12 yıllık AKP döneminde hakları ilerlemiş mi gerilemiş mi konusunda bile müthiş bir kafa karışıklığı yaşamaktadır. Bu nedenle kabul edilemeyecek gibi görünen konularda toplumun çok önemli bir bölümü tepki göstermemektedir.

2. Yeterli bilgiye sahip olmak, çok açık yolsuzluk iddiaları ya da yaşam hakkı dahil olmak üzere en temel hakların ortadan kaldırıldığı durumlarda bile karşı çıkmak, mücadele yürütmek için tek başına yeterli olmayabilir. Bunun insanların yaşamıyla doğrudan ilişkilendirilmesi de gerekir. Örneğin bir yolsuzluk olayı ne kadar büyük olursa olsun, eğer yolsuzluğun insanların sofralarındaki ekmekten, çocuklarının geleceğinden çalındığının bilinci yaratılamadıysa, (ahlaki değerlerin zaten alt üst olduğu bir düzende) buna sadece ahlaki nedenlerle tepki vermesi beklenemez. Anadilde eğitim konusu da böyledir. Bir halkın anadilinde eğitim alamamasının emek piyasasında ve toplumda yarattığı sonuçların kendisini de doğrudan olumsuz olarak etkileyeceğinin bilincinde olmayan bir Türk işçinin (halkları düşmanlaştırmaya çalışan onca propagandanın da etkisi altında) anadilde eğitimi savunmasını beklemek çok da gerçekçi olmaz.

3. Bilgi ve bilincin yanı sıra demokratik refleksin oluşması ve mücadeleye dönüşmesi için olmazsa olmaz koşullardan biri de güvencedir. Bilgi ve bilinç düzeyi ne kadar yüksek olursa olsun insanlar egene güce karşı gösterecekleri tepkinin sonuçları karşısında kendisini güvencede hissetmeye ihtiyaç duyar. İş güvencesi, gelecek güvencesi, örgütü olmayanların egemen güce karşı çıkması son derece risklidir. Zaten egemenler de bunun için toplumda kendilerine karşı mücadeleye dönüşeceğini düşündükleri güvence mekanizmalarını ortadan kaldırmak ya da işlevsiz hale getirmek için ellerinden geleni yaparlar. Güvencesizleştirme sadece emekçiler için değil, egemenin tehdit olarak gördüğü her kesim için geçerlidir. Örneğin Türkiye’de sadece sendikalar ve sosyalist partiler değil, Kürtler, Aleviler, kadınlar ve onların hakları için mücadele etme potansiyeli olan örgütler de baskı altına alınır. 

Türkiye’de 12 Eylül darbesiyle birlikte sendikalar başta olmak üzere demokratik güvence mekanizmaları baskı altına alarak işlevsizleştirilirken, uygulanan neoliberal politikalarla yaygınlaşan esnek çalışma emekçileri güvencesizleştirmiş; sosyal işlevlerinden uzaklaşan devlet de yine bu politikalar sonucunda güvence olmaktan çıkmıştır. Devletin ve demokratik güvence mekanizmalarının ortadan kalkmasıyla birlikte AKP’yi de iktidara taşıyan ve orada 12 yıldır kalmasını sağlayan ve daha çok cemaatler aracılığıyla yürütülen inanç temelli güvence mekanizmaları devreye girmiştir. 

İşte Başbakan, 1 Mayıs ve Taksim üzerinden gerilimi arttırarak her şeye rağmen bilgi, bilinç ve güvenceye sahip olan örgütlü azınlıkla; bu hasetlere sahip olamayan, güvenceyi kendinde gören ve biat etmesini beklediği kesimler arasındaki kutuplaşmayı keskinleştirmek istemektedir. Böylece bilgi, bilinç ve demokratik güvence mekanizmalarına sahip olanlar marjinalleşecek ve cumhurbaşkanlığı ile genel seçimlerde Başbakan’ın elini güçlenecektir. Aynı zamanda, ulusal ve uluslararası sermayeye istikrar için gereken otoritenin sağlandığı yani “Türkiye’de işçi sınıfı ve toplumsal muhalefetin gücü tamamen kırılmıştır, emeği ve doğayı güvenle sömürebilirsiniz” mesajı da verilebilecektir.


Türkiye’de demokratik mekanizmaları tamamen ortadan kaldırmak; bilgi, bilinç ve güvence yollarını kapatarak, toplumu mücadeleden uzaklaştırmak konusunda AKP’nin 12 Eylül darbecilerinden çok daha “başarılı” olduğunu belirtmek gerekir. Ancak Türkiye’nin demokrasiden hızla uzaklaşmasından AKP tek başına sorumlu tutulamaz. Başta sendikalar olmak üzere toplumun demokratik mücadele örgütleri de gerçek bilgiyi yayma,  bilinç oluşturma ve güven verecek kurumlar olmak konusunda kendi muhasebelerini yapmalıdır. Bu muhasebenin samimiyeti, getirilecek çözümlerin gerçekçiliği ve bunların yaşama geçirilmesindeki çaba; Türkiye’de otoriterleşme eğilimi, hukuksuzluklar, haksızlıklar daha da artacak mıdır yoksa buna karşı demokratik bir mücadele yürütülebilecek midir?  Sorusuna da yanıt olacaktır.   

11 Nisan 2014 Cuma

Seçim şaibeleri, 1 Mayıs yasaklamaları, Greif baskını ve Türkiye demokrasisi…

ÖZGÜRCE
11/04/2014

Bir taraftan 30 Mart seçimlerine ilişkin şaibeler, diğer taraftan 1 Mayıs mitinglerine ilişkin yasaklamalar, son olarak da emeklerinin karşılığını alabilmek için direnen Greif işçilerine yönelik polis baskını… Gündemin en üst sıralarında yer alan sadece bu üç olay, Türkiye’de demokrasinin düzeyini göstermesi bakımından yeterlidir.

Demokrasi, toplumda yaşayan insanların düşüncelerini, taleplerini özgürce ortaya koyması ve bunları yaşama geçirebileceği mücadele yollarının açık olmasıdır. Kapitalist toplumlarda yasalar birtakım bireysel hak arama yollarını düzenlemişse de ekonomik ve siyasi hegemonyayı elinde bulunduranlar dışında bireysel yollarla hak elde edebilmek fiilen mümkün değildir. Bu nedenle sermaye ve siyasi iktidarın çevresindeki küçük bir azınlık dışında kalanların -ki bunların büyük çoğunluğu emeği ile geçinenlerdir- düşünce ve taleplerini duyurabilmek ve bunu yaşama geçirebilmek için sözlerini, seslerini birleştirmeleri gerekir.
  
Sözün-sesin etkili biçimde bir araya getirilmesinin mekanı haksızlığın yaşandığı yerdir. Eğer haksızlık bir fabrikada, plazada, atölyede yaşanmışsa ortak sesi duyurmanın en etkili yolu, üretimden gelen gücü kullanmak yani grevdir; etkili bir grevin koşulu yoksa o zaman işyeri işgalidir. Çiftçiler bunu yolları kapatmak, ürünü pazara götürmemek gibi yöntemlerle yaparken; öğrenciler boykot ve işgal yoluyla seslerini duyurmaya çalışır ve hakları için mücadele ederler. 

Sözün bir araya getirileceği hak arama mekanlarından bir diğeri de kent meydanlarıdır. Özellikle sanayileşmeyle birlikte köylerinden, kasabalarından kalkıp kentlere emek gücünü satmaya gelen emekçiler, üretim sürecinde sermayedar kâr etsin diye karşı karşıya kaldığı sömürünün bir başka türüne bu sefer de sermaye rant sağlasın diye kentlerde karşılaşır. Haksızlığın mekanı olan kentlerin meydanları aynı zamanda farklı iş kollarından emekçilerin bir araya geldikleri ortak alanlardır. Bu nedenle emekçiler, 1 Mayıs, 8 Mart gibi günler ile ortak talepleri için kentlerin en geniş alanlarında bir araya gelerek mitingler yapar. Sadece emekçiler değil, ezilen halklar da Newroz’da olduğu gibi seslerini meydanlarda haykırırlar ya da Gezi direnişinde olduğu gibi kent meydanlarını eylem alanına dönüştürürler. 

Toplum kesimlerinin seslerini ortaklaştırarak yürüttüğü hak mücadelesindeki tüm bu yöntemler son derece doğal ve meşrudur. Ancak muktedirler, kendilerine karşı sesin ezdikleri diğer kesimler tarafından duyulacak kadar yükselmesini istemez ve burjuva hukukuna sığınarak; mitingleri, grevleri, işgal eylemlerini engellemek için kanunlu kanunsuz birçok gerekçe uydururlar (Taksim ve Kızılay Meydanlarında olduğu gibi). 

Burjuva hukukunda sözün karşılık bulacağı yer parlamentodur. Ancak Fransız İhtilali ile birlikte temellenen bu hukuk anlayışında girişimci ve mülkiyet sahibi olmayan emekçi yığınların seçme ve seçilme hakkı dahil olmak üzere kendilerini ifade edebilecekleri hiçbir mekanizma oluşturulmamıştır. Yoksul emekçi yığınların söz hakkına (sendikalaşma, siyasi parti kurma ve seçme-seçilme hakkı) sahip olabilmesi ancak 1848 devrimleriyle birlikte sokakta, meydanlarda iş yerlerinde yükselen işçi sınıfı hareketlerinin sonucunda gerçekleşmiştir. 

Tarihten de çıkartmış olduğu dersle burjuvazi emekçileri, ezilenleri sokaktan, grevden işgalden uzak tutmak için “sözün” parlamenter sistem ile toplu pazarlık düzeni içinde sağlanabileceği algısı yaratmaya çalışmış ve bunda önemli ölçüde başarılı da olmuştur. İşçi sınıfı hareketini zayıflamasıyla birlikte, muktedirler dışındaki toplum kesimlerinin kendilerini ifade edebilecekleri tek adres, parlamenter sistem ve seçim sandığı haline gelmiştir.  Parlamenter rejim içinde egemenliğini sürdürmek için burjuvazi, geniş emekçi kitlelerini, ulus devlet inşa sürecinde ayrıştırdığı ırk, etnik kimlik ve inanç kesimlerinin demokratik katılımını engelleyecek mekanizmaları oluşturmuştur. Burjuvazinin tehdit olarak gördüğü siyasi partiler yasaklanmış, baskıya uğramış; bu partilerin seçim kazanmasını önlemek için seçim sisteminde türlü eşitsizlikler yapılmıştır. Tüm bunlara rağmen muktedir, seçimleri kaybetmişse seçim sonuçlarını değiştirmek için çeşitli hukuksuzluklara başvurulmuştur. 

Burjuva hukukunun geçerli olduğu Türkiye’de de seçim sistemi, siyasi partiler kanunu ve 30 Mart seçim sonuçları sonrasında yaşanan şaibeleri de göz önünde bulundurduğunuzda sandıktan demokrasinin en ilkel halini bile beklemek zordur. Bunun üzerine basın özgürlüğü, akademik özgürlüklere yönelik sınırlamalar; cezaevlerinde on binlerce düşünce suçlusunun bulunması ve son olarak da 1 Mayıs’a ilişkin yasaklamalar ile Greif işçilerine yönelik polis baskını da düşünüldüğünde Türkiye’de demokrasinin durumu açıkça gözler önüne serilmektedir. 

Yakınarak demokrasinin gelmeyeceği malumdur. Yapılması gereken, sözleri-sesleri birleştirmek için daha fazla çaba harcamak ve her alanda inatla mücadeleye devam etmek olmalıdır!

4 Nisan 2014 Cuma

Sandıktan yansımalar

ÖZGÜRCE
04/04/2014
Türkiye 30 Mart’ta, yurttaşların sözünü söylemesi için tek adres olarak sandığın gösterildiği; o sandığın da son derece antidemokratik koşullarda oluştuğu bir seçim gerçekleştirdi. Tüm bu olumsuz koşullara rağmen yurttaşlardan beklenen, yaşamına ilişkin bir muhasebe yapıp, kendi beklentilerine yanıt vereceğini düşündüğü partiyi ya da adayı yerel yönetici olarak seçmesiydi. Ancak Gezi sürecinde artan şiddet söylemi ve 17 Aralık’la ortaya çıkan yolsuzluk, rüşvet iddiaları, seçimi yerel olmaktan çıkarttı ve AKP’nin ama daha çok Erdoğan’ın sorgulandığı bir seçim haline dönüştü. AKP, toplumda kutuplaşmayı daha da arttırarak, seçimin yolsuzluk iddialarını aklayacak bir referandum haline gelmesini seçim stratejisi olarak benimsedi. Bu strateji seçim sonuçlarında AKP’ye önemli bir başarı getirdi. Zira bu gerilim ve kutuplaşma stratejisi sayesinde yurttaşlar kendilerine beş yılda bir tanınan söz hakkını kendi iş, aş, eğitim, sağlık, yaşanabilir bir kent, toplumsal barış gibi son derece hayati konuları göz önüne alarak değil, CHP-Cemaat-MHP karşısında AKP’yi tercih edip etmemek üzerine kullandı.

AKP’nin bu kutuplaştırma stratejisi CHP’nin de işine geldi. Çünkü 20 yıldır yerel yönetimlerde, 12 yıldır merkezi yönetimde bulunan ve sosyal hakları ortadan kaldırıp, çok geniş bir toplum kesimini güvencesizliğe iten ve yoksullaştıran neoliberal politikaları uygulayan bir parti karşısında alternatif ortaya koyamıyordu. Öte yandan 30 yılı aşan çatışma ortamının son bulması ve Kürt halkının demokratik haklarının tanınmasını içeren çözüm süreci içinde CHP, 90 yıllık ulusalcı bakışın dışında bir perspektif ortaya koyamıyordu. Bu nedenle işin, aşın, barışın sorgulandığı bir seçimde CHP’nin hiçbir şansı olamazdı. Sonuç olarak AKP’nin ve CHP’nin üzerinde ortaklaştığı bu gerilim, kutuplaşma stratejisinin sonucunda daha milliyetçi kesimler oylarını CHP ve MHP’de birleştirirken daha muhafazakar, değişimin içinde bulunduğu güvencesizliği arttıracağını düşünen kesimler ise oyunu AKP’de birleştirmiş oldu.  

Kürt siyasal hareketi ile bütünleşen BDP, burjuva demokrasisi içinde egemenliği yeniden üreten siyaset tarzını baştan reddetmektedir. Kimliği tanınmayan sandık başında söz söylemesi hep engellenmiş olan Kürt halkı, sandıktan sözlerinin çıkmayacağını 90 yıldır yaşayarak öğrenmiştir. Bu nedenle de özellikle son 30 yıldır sözünü sadece sandığa sıkıştırmamış, sandık dışında, sokaklarda da sözünü söylemesini ve kabul ettirmesini bilmiştir. Bu nedenle BDP, diğer partilerin siyasi tükenmişliğin bir sonucu olarak izledikleri seçim oyununa bulaşmamış; iş, aş, yaşam hakkı ve barış talebinin başta olduğu toplumun temel sorunlarını ve ihtiyaçlarını öne çıkartan bir seçim siyaseti benimsemiştir. BDP seçime girdiği Kürt illerinde bu tutarlı siyasetinin sonucunu almış ve halkın çoğunluğunun tercihine mazhar olmuştur. 

BDP’nin de içinde yer aldığı bir demokrasi cephesi olan HDP, henüz çok yeni bir parti olmasına rağmen BDP’nin katılmadığı illerin çok büyük bölümünde -tüm baskılara ve saldırılara rağmen- seçime girmiştir. İnkar edilen, ezilen, sömürülen kesimlerin ortak sesi olan HDP de BDP gibi 17 Aralık sonrasında ortaya çıkartılan ses kayıtları üzerinden değil toplumun gerçek sorunları üzerinden seçim siyasetini oluşturmuş ve kentleri rantın değil yaşamın alanı olarak gören anlayışıyla yerel yönetimler için somut öneriler, politikalar geliştirmiştir. Barışı toplumsallaştırmayı temel ilke edinen HDP, tüm kısıtlılıklara ve milliyetçi, cinsiyetçi baskılara rağmen Kürtlerle, emekçilerle, kadınlarla, LGBTİ bireylerle buluşmaya çalışmıştır. 

Gezi direnişi ama özellikle de 17 Aralık’ta ortaya çıkan gelişmeler sonrasında seçimlerde HDP’den beklentiler artmıştır. Ancak yukarıda da değindiğimiz kısıtlılık ve baskıların yanı sıra AKP ile CHP-Cemaat-MHP kutuplaşmasıyla birlikte seçimlerde toplumun gerçek sorunları ve taleplerinin geri plana düşmesi HDP oylarını da olumsuz yönde etkilemiştir. Öte yandan CHP ve MHP’nin ve birçok zaman AKP’nin milliyetçiliği yükselten söylemleri, HDP’nin ortaya koyduğu politikaların kabul görmesine rağmen tercih edilmemesine neden olmuştur.

Bu seçim sonuçları bir kez daha göstermiştir ki Türkiye’de yurttaşların yaşamlarına dair gerçek taleplerin söze dönüşmesi ve katılımcı bir demokrasinin gerçekleşebilmesi için öncelikle bunun önünde engel oluşturan egemen siyaset anlayışı ve onun temsilcilerinden kurtulmak gerekir. Bunun için de BDP ve HDP’nin savunduğu, siyaseti toplumun sorun ve talepleri üzerine kuran, ayrımcılığa uğrayan, ezilen, sömürülen kesimleri birleştiren ve kimlikleri, sözleri yok sayılanların sözü olma anlayışında ısrar edilmelidir. Toplumun söz hakkının, iradesinin 4-5 yılda bir önüne konulan ve üzerinde egemenlerin bin bir oyun çevirdiği sandıkta tecelli edemeyeceği açıktır. Dolayısıyla doğru bir ideolojik perspektifle toplumun sözü olmayı amaçlayan partilerin yanı sıra sendikalar başta olmak üzere diğer demokratik mücadele araçlarını da etkili hale getirmeyi göz ardı etmemek gerekir.