29 Mayıs 2009 Cuma

KRİZ NE ZAMAN BİTER?


29/05/2009

ÖZGÜRCE

Krizden nasıl ve ne zaman çıkılacağına yönelik paketler ve fallar açıladursun kriz, işsizlik olarak tüm sistemin üzerine kabus gibi çökmekte. Ekonomi yönetimleri işsizliği kapitalizmin yarattığı bir sorun olarak görmek yerine krizi işsizliğin nedeni olarak görmeyi tercih ediyorlar. Böylece sistemi sorgulamak yerine bir takım paketlerle işsizliği önleyip sistemi krizden çıkartabileceklerini iddia ediyorlar. Bu nedenle de aslında krizin ve işsizliğin gerçek nedeni olan piyasa ekonomisini daha da katı biçimde uygulamaya yöneliyorlar.
Aslında ekonominin küresel ve ulusal yönetimleri de piyasa ekonomisi içerisinde işsizliğin ve krizin aşılamayacağının farkında. Örneğin BM tarafından yayınlanan “yıl ortası ekonomik tahminler” raporunda, “dünyada işsizlik oranın 2009-2010 yıllarında daha da artacağı ve bu 2 yıl için tahmin edilen 50 milyon dolayındaki işsiz rakamının ekonomik durumun kötüleşmeye devam etmesi halinde kolaylıkla ikiye katlanabileceğini” belirtiyor. Ama bir taraftan kapitalist ideolojinin “kuyruğunu dik tutma” çabası diğer taraftan da “krizden fırsat yaratma” düşüncesi uçurumdan yuvarlanırken dahi “yola devam” etmelerini gerektiriyor.
Peki, uçurumdan aşağıya yuvarlanma süreci yani kriz nereye kadar devam edecek? İşsizliğin krizin en açık göstergelerinden biri olduğunu ve bugün yaşanmakta olan krizin de pek çok yönden 1929 krizi ile benzerliklerini düşünürsek; 1929’daki işsizliğin seyri üzerinden bir değerlendirme yapmak mümkün olabilir.
1929 krizinin merkezi olan ABD’de işsizlikteki hızlı artış 1930’la birlikte başlamış ve 1933’a kadar geçen üç yıl içinde yüzde 3’lerden yüzde 25’lere tırmanmış ve 1933’ten sonra kısmen düşme eğilimine girmiştir. 1933 sonrasında işsizlik oranlarındaki kısmî azalma, yatırımın ve üretimin devlet mülkiyeti ve/veya kontrolünde savaş sanayine yönelmesidir. 2. Dünya Savaşına hazırlık olarak da tanımlanabilecek bu süreçte kriz içerisindeki ABD sermayesi silah sanayine yaptığı yatırımlarla kâr oranlarını yükseltirken, işsizlikte de kısmî bir azalma olmuştur.


1929 krizinde benzer bir süreç İngiltere’de de yaşanmıştır. 1929 krizine yüzde 12 dolayında bir işsizlik oranıyla giren İngiltere’de 1932 yılına gelindiğinde işsizlik yüzde 27’ye kadar çıkmıştır. 1933’ten itibaren de ABD’de olduğu gibi işsizlikte kısmî bir azalma eğilimi görülmüştür. Ama işsizlik sorunun köklü bir biçimde ortadan kalkması, 2. Dünya Savaşının başlamasıyla olmuştur. 1940’tan itibaren hızla düşen işsizlik savaşın en yoğun olduğu dönemlerde savaşa giden ve savaşta ölen ya da sakat kalan emekçiler sayesinde yüzde 1’in altına gerilemiştir. İngiltere ve ABD gibi savaşta yer alan diğer kapitalist ülkelerde de silah sanayi ve o silahların öldürdüğü halklar sayesinde krizden çıkılabilmiştir.

1929’da üretim, önemli ölçüde merkez kapitalist ülkelerde ve ulusal ölçekte gerçekleştiriliyordu. Dolayısıyla yaşanan krizin etkisi bu ülkelerde çok daha belirgin biçimde yaşandı ve krizin aşılmasında etkili olan savaş da bu ülkelerde ve bu ülkelerin emekçilerinin cepheye sürülmesiyle gerçekleşti. Bugün ise üretimin çok önemli bir bölümü çevre ülkelerde gerçekleştiriliyor ve krizden de bu ülkeler çok daha fazla etkileniyor.
1929’dan bu tarafa geçen 80 yılda kapitalizm, krizini aşmak için savaş dışında yeni bir yol bulmuş değildir. Yaşanmakta olan krize karşı getirilen ve krizin nedeni olan politikaların daha da etkin biçimde kullanılmasından ibaret olan öneriler de kapitalizmin bu aczini kanıtlamaktadır. O halde krizin sona erdirilebilmesi için 1929’dakine benzer biçimde yatırımların silah sanayine yönelmesi ve ardından da büyük bir savaş ile kârların arttırılıp, işsizliğin azaltılması yönteminin tekrarlanması göz ardı edilemeyecek bir olasılıktır. Bu olasılığın gerçekleşmesi halinde özellikle krizden etkilenen Türkiye gibi çevre ülkeler bu sürecin doğrudan içinde yer alacaktır.
Elbette kapitalizmin “işçileri öldürerek işsizliği önleme” yöntemi engellenemez değildir. Ancak bunun için başta emekçiler olmak üzere sermaye dışındaki tüm kesimlerin krizin kendilerini ve insanlığı nereye götürdüğünü düşünerek, buna karşı mücadeleye biran önce başlaması gerekir. Aksi halde sistem için bitse de insanlık için kriz bitmeyecektir..!

23 Mayıs 2009 Cumartesi

AB’NİN ÇALIMINA KARŞI AKP ve SENDİKALARIN “SABRI”


22/05/2009

ÖZGÜRCE

Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin “Türkiye’ye boş vaatlerden vazgeçelim” diyerek Türkiye’nin AB’ye tam üye olarak alınmayacağını açıkça söylemesi ve Alman Başbakanı Merkel’in de buna destek vermesi üzerine, Başbakan Erdoğan’dan yanıt gecikmedi. Altı buçuk yıldır “masallaştırılmış” bir AB hayali üzerinden yönetilen bir ülkenin başbakanı olarak Erdoğan, Sarkozy ve Merkel’in yaklaşımlarını “çok çirkin” olarak nitelendirdi ve “AB, 50 yıldır devamlı Türkiye’ye çalım atıyor, buna da sabır diyoruz” diyerek tepkisini gösterdi.Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda Fransa ve Almanya’nın yıllardır süren “oyalama” taktiğini açıkça ortaya koymaları karşısında Erdoğan’ın -eski bir futbolcu olarak- bunu “çalım yemek” olarak nitelendirmesi, süreci ifade etmek bakımından yerinde olmuştur. Ancak “sabır” meselesi üzerinde biraz düşünmek gerekmektedir. AKP iktidara geldiğinde AB kapısında 43 yılı geride kalmıştı. Ama 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin “aday ülke”liğe terfi ettirilmesi ve 2001 yılında AB Müktesebatına Uyumun Üstlenilmesine İlişkin Ulusal Rapor’un kabul edilmesiyle birlikte AB’ye üyelik konusu en sıcak haliyle Türkiye’nin gündemine girmişti. Aslında AKP’nin kuruluşu da tam bu döneme, yani AB’nin en sıcak haliyle Türkiye gündeminde olduğu zamana denk geldi. 2001’de kriz sonrasının kaos ortamında bir taraftan Ankara-Brüksel hattında bürokrasi, ulusal rapora son şeklini vermeye hazırlanırken; tüm AB başkentleri ile ulusal ve uluslararası sermayenin aklında ulusal programa sadık kalacak ve bu programı topluma hazmettirerek uygulayacak “güçlü” bir iktidarın arayışı vardı. Aranan nitelikte bir iktidarı bulmak kolay değildi. Zira, AB üyelik sürecinde Türkiye’nin önüne konacaklar, başta emekçiler olmak üzere sermaye dışı tüm toplum kesimlerinin haklarını ellerinden alacak; işsizliği, yoksulluğu, piyasalaşmayı getirecek neoliberal politikalardı. Tüm bunları toplumdan gelecek tepkileri göğüsleyerek yaşama geçirecek “gözü kara” bir parti gerekiyordu. İşte ekonomik ve siyasi kaos ortamındaki bu arayışların içinden, 2001 yılının Ağustos ayında AKP doğdu!.. Batıcılığa karşı bir siyasal hareket olan Milli Görüş’ün içinden gelenlerin kurduğu AKP, bir anda Türkiye’nin en batıcı değerlerini savunan partisi oluverdi. Ve kuruluşunun henüz birinci yılını kutlarken tek başına iktidar koltuğuna oturdu. Gerek AKP’nin iktidara geldiği seçim sürecinde gerekse iktidar koltuğunda kaleme alınan Acil Eylem Planı ve Hükümet Programları, adeta AB müktesebatına uyumu öngören Ulusal Programın kopyası gibiydi. Evet, Sayın Başbakan’ın kurucusu ve tartışmasız lideri olduğu AKP’nin kuruluş süreci ve bugüne kadar söylemi ve icraatları, AB’nin Türkiye’den istekleri ile öylesine örtüşmektedir ki neredeyse AKP’nin AB’nin temsilciliğini üstlenmiş bir parti olduğu dahi akıllara gelmektedir!.. Hal böyle olunca da şu soruların cevabını bulmak gerekmektedir: Kimi zaman “Avrupa fatihi” olarak da nitelendirilen Sayın Başbakan’ın gösterdiği “sabrın” gerekçesi acaba; AB’den “çalım yemeye razı olmazsa” partisinin varoluş nedeninin büyük ölçüde ortadan kalkacağı endişesi midir? “Sabrın” nedeni her neyse; AB’nin en güçlü ülkelerinin temsilcileri açıkça Türkiye’yi oyaladıklarını söylerken, bu oyalama ya da aldatma sürecini “sabırla” karşılamak, Türkiye halkının aldatılma-oyalanma sürecine aracılık etmek anlamına gelmez mi? AB aldatmacası üzerinden Türkiye’ye neoliberal politikaları yerleştirme girişiminde AKP’yi tek sorumlu olarak görmek, AKP’ye gereğinden fazla önem atfetmek anlamına gelecektir. Bu süreçte yukarıdaki soruları, işçi sınıfını temsil ettiğini savunan sendika yönetimlerine çok daha yüksek sesle sormak gerekir. Elbette bu soruları sendikalara yöneltirken, canla başla savunmaya devam ettikleri “AB’ye uyum için” gerçekleştirilen özelleştirmeler, esnek çalışma, sağlık ve sosyal güvenlik hakkının ortadan kalkması, kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması da hatırlatılmalıdır. Zira, AB sürecinde sadece çalımı değil golleri de yiyen emekçi kesimlerdir!..

19 Mayıs 2009 Salı

Kamuda 4/C Uygulaması ve Kölelik Düzeni


15/05/2009

ÖZGÜRCE

Hükümet, kamuda esnek çalışma rejimini yeniden gündeme getireceğinin sinyallerini vermeye başladı. Bu kapsamda, özellikle kamu emekçilerinin hizmet sunum sürecinde daha yoğun çalıştırılmaları ve iş güvencelerinin ortadan kaldırılmasına yönelik Kamu Personel Reformu da raftan indi ve yeniden önümüze geldi. Ancak, halihazırda mevcut yasal düzenlemeler üzerinden kamu hizmetlerinin sunumunda esneklik uygulamaları gerçekleştirilmektedir. Özellikle 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu içerisinde istihdam biçimlerine yönelik tanımlama farklılıkları esneklik uygulamaları için dayanak haline getirilmiştir. Kanunun 4. maddesine göre kamu hizmetlerini gerçekleştirenler memur (4/A), sözleşmeli personel (4/B), geçici personel (4/C) ve işçiler (4/D) olarak dört farklı statüye ayrılmışlardır. 1975 yılında gerçekleştirilen bu düzenleme, kamu hizmetlerinin piyasalaşma sürecine girdiği 1980’li yıllara kadar önemli bir sorun teşkil etmemiştir. Ancak, 1980’lerle birlikte uygulamaya konulan neoliberal politikalar kapsamında gerçekleştirilen özelleştirmeler ve kamuda başlayan esnekleştirme uygulamaları ile birlikte bu maddedeki hükümler, esnekleştirme ve emekçileri bölme aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bugün aynı işyerinde, aynı niteliklere sahip ve aynı işi yapan kamu çalışanlarının bu statü ayrıştırması nedeniyle özlük hakları arasında büyük farklılıklar doğmaktadır. İş güvencesi, ücret ve sosyal haklar başta olmak üzere yaratılan bu farklılık, özellikle 4/C ile çalışanlar için “kölelik” koşullarını anımsatır hale gelmiştir. İçlerinde önemli bir kısmı işyerleri özelleştiği için diğer kamu kurumlarına gönderilen personelden oluşan 4/C’lilerin her şeyden önce statü tanımlamalarında bir karmaşa vardır. 657 sayılı DMK, 4/C maddesinde çalışanları “bir yıldan az süreli veya mevsimlik hizmet görenler” olarak tanımlamıştır. Bu tanımlama, memur statüsü için belirtilmiş olan “…asli ve sürekli kamu hizmetinin ifası ile görevlendirilenler” hükmüne uymadığı için 4/C’liler memur sayılmamaktadır. Ama yasa, 4/C maddesinde açıkça “…sözleşme ile çalışan ve memur sayılmayan kişilerdir” tanımlaması yaptığı için 4/C’liler işçi olarak da kabul edilmemektedir. Ne işçi ne de memur kabul edilmeyen 4/C’liler, işçi sendikalarına mı yoksa kamu emekçi sendikalarına mı üye olabilecekleri belirlenemediği için sendika haklarını kullanamamaktadır. Bunun yanı sıra “bir yıldan az süre” ile çalışmaları öngörüldüğü için ücret ve sosyal haklarını en fazla 10 ay süreyle alabilmektedir. Geriye kalan 2 aylık sürede ise ne sosyal güvenceleri ne de ücret hakları vardır. Hangi kurumda çalıştırılacakları, hangi işi yapacakları ve çalışma saatleri, amirlerinin insafına bırakılmıştır. 4 ayda 2 günden fazla sağlık raporu alamaz ve mazeret izni kullanamazlar; yani, hasta olmaya dahi hakları yoktur. Ayrıca 4/C’liler, emeklilik ikramiyesi alamaz ve diğer kamu çalışanlarının yararlandığı yiyecek, giyecek, yolluk ve ödeneklerden de yoksundur. Kısacası devlet, 4/C uygulaması ile kamu hizmetlerini kölelik düzeni içinde çalıştırdığı emekçilere yaptırmaktadır. Bu düzenin birinci elden mağdurları -şimdilik- kamu emekçileri içinde görece az sayıda bulunan 4/C ile çalışanlardır. Ama kamu hizmetlerinde piyasalaşma ve esnek çalışma düzeni yaygınlaştıkça, hiç kuşku olmasın 4/C kamuda hakim çalışma düzeni olacaktır. Dolayısıyla bugün 4/C’lilerin karşı karşıya olduğu sorunları 4/A, 4/B, 4/D olarak tasnif edilmiş tüm kamu emekçilerinin sahiplenmesi ve mücadelenin ortalaştırılması gerekir.

AB Günü Kime Kutlu Olsun?


12/05/2009
Cumartesi günü cep telefonuma Avrupa Birliği Günü’mü kutlayan bir mesaj geldi. Önce benim AB konusunda düşüncelerimi bilen bir arkadaşın şakası olduğunu zannettim. Ama bir süre sonra aynı mesajın başkalarına da geldiğini öğrenince, bu “şaka gibi” mesajı gönderenin müşterisi olduğum GSM operatörü olduğunu fark ettim. Sonra sermaye, ürettiği bilumum lüzumsuz ürünü satmak için uydurduğu yılbaşı, sevgililer, anneler, babalar, yaşlılar günü gibi günlerin ardından şimdi de AB günü mü uydurdu? diye düşündüm.
Bu soru çok mantıklı değildi, çünkü AB gününde kim kime hediye alacaktı ki? Olsa olsa birkaç aklı evvel birbirine AB bayrağı ya da 9. Senfoni’nin cd’sini hediye ederdi herhalde ama bu kadarcık da sermayeyi kesmezdi. O halde ardında başka bir şeyler olmalıydı…
Yıllardır AB konusuyla ucundan da olsa ilgileniyordum ama açıkcası bu “AB günü” bana bir şey ifade etmiyordu. Sonra öğrendim. Meğer, AB’nin “atası” sayılan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (CECA)’nın 1950’de kuruluş düşüncesinin ortaya atıldığı günmüş AB günü olarak kabul edilen 9 Mayıs…
Oysa, AB’nin gerçek “atası”, ABD’li general Marshall’ın 1947 yılında yaptığı çağrı (ya da verdiği emir mi demeli.!) üzerine, Avrupa’yı SSCB’den ve sosyalizmden korumayı amaçlayan Marshall Yardımları’nın koordinasyonu için 1948 yılında kurulan Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü (OECE)’dir. Ama AB, bu örgütü geldiği köken olarak asla kabul etmemiştir. Çünkü AB, ABD kapitalizmine göre “daha sosyal”, “daha insani” bir kapitalizm olduğu yanılsamasını yaratmayı benimsemiş ve ABD ile arasındaki organik ilişkiyi daima reddetmiştir. Öte yandan OECE, Türkiye’nin de içinde yer aldığı geniş bir coğrafyayı kapsamaktadır. Oysa AB, kurucuları daima dar çerçevede bir Avrupa tanımlaması yapmıştır. Bu tanımlama üzerinden de hem CECA, hem de AB Belçika, Fransa, Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda’dan oluşan 6 ülkenin katılımıyla kurulmuştur. 1973 yılındaki birinci genişleme sürecine kadar da bu 6 ülkeden oluşan birlik devam etmiştir.
Tüm bunlar bir şekilde anlaşılmaya çalışılabilir belki de ama hala cep telefonuma gelen kutlama mesajı ile bağlantımı kuramadım. Hani, OECE ile bağlantılı olsa, Türkiye’nin de üyesi olduğu bir birlik üzerinden kutlanmış olduğum anlamını çıkartmak üzere zorlayacağım belki ama 9 Mayıs ve CECA ile aramda bir bağ kurmamın hiçbir mümkünü olmadı doğrusu...
Sonra bu mesajı gönderenleri anlamaya çalıştım. Gerçekten nasıl bir psikoloji halindeydiler acaba, 50 yıldır AB kapısında olan bir ülkenin insanlarına bu mesajı gönderirken? Bu soruya sadece iki cevap bulabildim. Ya AB’den medet uman yurdum insanıyla dalga geçiyorlardı, ya da yıllardır sürdürülen “AB’ye girince hayatınız kurtulur“ aldatmacasına devam ediyorlardı.
Her iki olasılık için de diyeceğim bir şey yok doğrusu. Bu ülkede yıllardır, iktidarı muhalefeti, patronu sendikacısı ve hatta sosyalist ya da aydın olduğunu iddia edenlerin AB konusunda toplumla dalga geçtiği de olmuştu toplumu aldattığı da…
AB ile toplumu aldatma öyle boyutlara ulaşmıştı ki Türkiye’de… AB üyeliği gerekçe gösterilerek, emekçiyi köleleştiren iş yasası çıkartılmış, tarım ve hammadde üreten sanayi tasfiye edilmiş, emekçilerin sosyal güvenlik ve sağlık hakkı başta olmak üzere pek çok hakkı ortadan kalkmış, kamu hizmetleri piyasalaştırılmıştır AB sevdası ile...
Son 30 yılda Türkiye’yi kapitalizmin neoliberal sürecine eklemlemekten başka bir işe yaramayan AB konusunda en açık, en dürüst açıklama, 50 yıldır Türkiye toplumunu aldatan Fransa’nın Cumhurbaşkanı ve Almanya’nın Başbakanı’ndan gelmiştir. Fransa’nın Cumhurbaşkanı Sarkozy: “Türkiye’ye boş vaatlerden vazgeçelim” derken Almanya’nın Başbakanı Merkel de Sarkozy’i desteklemiştir.
Türkiye’de başta hükümet olmak üzere AB’yi üzerinden çıkar sağlayan yapılar Sarkozy ve Merkel’in nadir rastlanan bu dürüst söylemlerinden rahatsız olmuşlardır. Oysa, Türkiye’de AB aldatmacası üzerinden maddi ve siyasi rant sağlayanların maskelerinin düşüp, gerçek yüzlerinin ortaya çıkmasını sağlaması bakımından gelişmeler son derece olumludur…!

8 Mayıs 2009 Cuma

1 Mayıs’tan Sonrası…


Özgürce

08/05/2009

Tüm heyecanı ve tartışmalarıyla bir 1 Mayıs’ı daha geride bıraktık. Bilindiği gibi 1 Mayıs’ın anlamı, sermayeye ve onun iktidarına karşı emekçilerin sınıf dayanışması içerisinde mücadele iradesinde olunduğunu göstermesiydi. 1 Mayıs alanlarında hem emekçiler kendi güçlerini hissedecekler hem de sermaye iktidarına “seninle mücadeleye hazırız” mesajı verilecekti. 2009 1 Mayıs’ının alan üzerinden yürüyen tartışmalarını bir kenara bırakıp, 1 Mayıs gününden sonraki birkaç gelişme üzerinden 1 Mayıs’ın gerçek anlamına karşılık gelip gelmediğine bakmaya çalışacağım.
1 Mayıs’ta emekçiler alanlara çıkarken (ya da çıkmaya çalışırken) başbakan, hükümette oldukça kapsamlı bir değişikliğe gitti. Bu değişiklikte, önümüzdeki dönemde emekçilerin yaşamlarını doğrudan belirleyecek politikaların uygulayıcısı olan bakanlıklar ön plana çıktı. Her şeyden önce tüm ekonomi yönetimi neredeyse tamamen değişti. Bunun yanında, yine çalışma yaşamı üzerinde doğrudan etkisi olan Çalışma Bakanı ve Sanayi Bakanı da yenilendi.
Ekonomi ve çalışma yaşamı üzerinde doğrudan etkiye sahip bakanlıklardaki bu değişikliklerin hemen ardından öncelikle gündeme getirilecek icraatlara ilişkin haberler de gelmeye başladı. Bunlardan ilki “Kamuda Esnek Çalışma” başlığı ile basında yer aldı. Bunun ardından da “Sağlıkta Memur ve Yeşil Kartlı da Katkı Ödeyecek” haberi gündeme geldi.
Yenilenen hükümetle birlikte apar topar gündeme getirilen bu düzenlemelerin ikisi de aslında yeni değildir. Kamuda esnek çalışma, özellikle 2001 krizi sonrasında IMF, Dünya Bankası ve AB’nin de dayatmalarıyla fiilen uygulanmaya başlamıştır. Sözleşmeli çalışma, taşeronlaştırma, norm kadro uygulaması ve performans değerlendirme gibi yöntemlerle uygulanan esnekleşmenin Kamu Personel Reformu adıyla yasallaştırılmasına çalışılmışsa da sonuca ulaşılamamıştır. Bugün yapılmak istenen, kamuda esnekleşme uygulamalarını yaygınlaştırmak ve yasal hale getirmektir.
Memur ve yeşil kart sahiplerinin sağlık hizmeti alırken katkı payı ödemesi de geçen yıl yürürlüğe giren 5510 sayılı SSGSS yasasının içinde var olan bir uygulamadır. Hükümet, yerel seçim öncesi gelecek tepkileri de düşünerek bunu uygulamaya koymamıştı. Ancak, yerel seçimin ardından ortamın uygun olduğunu da düşünerek memurun ve yeşil kart ile yoksulluğu tescillenmiş olan yurttaşların da sağlık hakkını ellerinden alan bu düzenlemeyi yaşama geçirmek için kolları sıvamıştır.
Gerek Kamu Personel Reformu gündemde olduğu dönemde, gerekse SSGSS’nin yasalaşma süreçlerinde sendikalar, bir takım eylemliliklerde bulunmuşlardır. Ancak, Kamu Personel Reformu ve onunla birlikte Kamu Yönetimi Temel Kanunu gündemden düştüğünde hem eylemliliklerini hem de bu konuda eğitim ve yayın çalışmalarını bir tarafa bıraktıkları gibi fiili esnekleşme uygulamalarına karşı da yeterli mücadeleyi gösterememişlerdir. SSGSS’nin yasalaşma sürecinde de hatırlanacağı gibi Emek Platformu içinde yaşanan ayrışma ile mücadele kırılmıştır. SSGSS’nin yasalaşmasının ardından da sendikalar, yasayı kabullenmiş ve yasanın uygulanması aşamasında neredeyse hiçbir tepki ortaya koymamıştır.
Hükümetin emekçiler başta olmak üzere geniş toplum kesimlerini yoksullukla, işsizlikle baş başa bırakan ve ellerindeki tüm haklarını ortadan kaldıran bu uygulamaları cesaretle sürdürmesinde en önemli etken kuşkusuz emek örgütlerinin mücadele sürecindeki zaaflarıdır. 2009 1 Mayıs’ının hemen birkaç gün sonrasında hükümetin emekçilere saldırıyı içeren böylesine düzenlemeleri gündeme getirmeye devam etmesi, 1 Mayıs’ın bu zaafın gölgesi altından kurtulamadığını göstermektedir.
Gerek sendikalar üzerine yıllardır çalışmalar yapan bir akademisyen, gerekse doğrudan sendikal mücadele içerisinde bulunmaya çalışan biri olarak sendika(cı)ların -özellikle üst yapılarında bulunanların- içinde bulundukları zaafları kabullenip, bunları ortadan kaldırma çabası içinde olmalarını beklemiyorum. Bu nedenle de daha fazla yoksullaşmayı, işsizleşmeyi, örgütsüzleşmeyi ve hakların ortadan kaldırılmasını beklemeden örgütlü-örgütsüz tüm emekçilerin sendikaların ve sendikacıların bu zaaflarını onlara hatırlatıp, bunun hesabını sorması gerektiğini düşünüyorum..!

Kamuda Esnek Çalışma Rejimi Yeniden Gündemde...


05/05/2009
AKP Hükümeti kamu yönetimini ve kamu hizmetlerinin sunumunu piyasalaştırmaya yönelik düzenlemeleri fiilen yaşama geçirirken bu konuda yasal düzenlemeleri uzunca bir süredir rafa kaldırmıştı. Belki de yasama organı, geçen bu süre içinde emekçilerin eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi sosyal haklarını ortadan kaldırıp, sermaye için istihdamı neredeyse bedava hale getirecek yasal düzenlemeleri yapmaktan buna fırsat bulamamıştı.!
Nihayet Hükümet, devletin dönüşümü anlamına da gelen kamu yönetimi ve kamu personel rejimini piyasa koşullarına göre yeniden düzenleyecek yasaları gündemine aldı. Hem de tam krizle birlikte devletlerin hazinelerinin kapısını açmasının kimilerince “Keynesyen politikalar geri mi geliyor” beklentisinde dönüştüğü bir dönemde…
Evet, 12 Eylül 1980’den bu yana hemen her alanda fiilen yaşanan neoliberal dönüşüm sürecinin yasal zemine oturtulamamış nadir alanlarından biridir kamuda piyasalaşmanın bütünlüklü bir biçimde yasallaşmamış olması. Bu konuda birçok ikili ve çok taraflı sözleşmeler ile taahhütte bulunulmuş olmasına karşılık yasalaştırmanın gecikme nedenlerinin başında fiili uygulamaların yasalara rağmen rahatlıkla gerçekleştirilebilmesi gelmektedir kuşkusuz.
Özellikle 2001 krizinin ardından hızlanan kamu hizmetlerinin piyasalaşma sürecinde bir taraftan kamu hizmetleri piyasa koşullarında metalaşırken, diğer yandan da kamu hizmetlerinin sunumunda esneklik uygulamaları getirilmiştir. Bu bağlamda, norm kadro, sözleşmeli personel ve taşeronlaştırma gibi uygulamalarla istihdam biçimleri esnekleştirilirken, çalışanlar arasında sunî statü ve ücret farklılaşması yaratmak üzere kariyer ve performans değerlendirme gibi uygulamalar getirilmeye çalışılmıştır. Kamu personel reformu adı altında getirilen bu uygulamalarla bir taraftan kamuda çalışanların iş güvenceleri ortadan kaldırılırken diğer taraftan iş yükleri arttırılmış, ücretleri düşürülmüştür. Böylece kamu çalışanlarının maliyetleri aşağıya çekilerek sunulan hizmetten daha yüksek oranda kâr edilmesi hedeflenmiştir.
Eğitimden sağlığa, yerel yönetimlerden büro hizmetlerine kadar hemen her alanda fiilen geçerli hale getirilmiş olan esneklik uygulamalarının yasal zeminde düzenlenmesi bu uygulamaların çok daha yaygın ve etkin biçimde uygulanmasına yol açacaktır. Bu da bir taraftan kamu emekçilerinin iş yüklerinin arttırıp, onları her türlü güvence ve örgütlenmeden yoksun bırakırken, bu olumsuz koşullar içerisinde sunulacak olan kamu hizmetlerinin niteliğini de kötüleştirecektir.
Sözün özü: Tekrar gündeme getirilmekte olan kamu personel rejimiyle birlikte hizmet sunumunun esnekleşmesi, sadece kamu çalışanları için değil kamu hizmetinden yararlanan tüm toplum için olumsuz sonuçlar ortaya çıkartacaktır. Bunun önlenmesi için başta KESK olmak üzere tüm sendika ve demokratik kitle örgütlerine önemli görevler düşmektedir.

3 Mayıs 2009 Pazar

120 Yıldır Söndürülemeyen Ateş: ‘1 Mayıs’


01/05/2009

ÖZGÜRCE

Tüm dünyada aynı amaçta ortaklaşarak kutlanan tek bir gün vardır ki, o da 1 Mayıs’tır. Bundan 120 yıl önce II. Enternasyonal, 1 Mayıs’ı “Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü” olarak kabul etmiştir. Tam 120 yıldır din, ırk, millet ayrımı olmadan beş kıtada emekçiler 1 Mayıs’ı işçi bayramı olarak kutlamaktadır. Bu bayram kimi ülkelerde yasal düzenlemeler içerisinde gerçekleşirken, kimi ülkelerde yasaklamalara rağmen kutlanır. İster yasalar içinde isterse yasalara rağmen kutlansın, tüm ülkelerde sistemin temsilcisi iktidarlar, bu kutlamalar sırasında “diken üzerinde” olurlar. Çünkü işçilerin, emekçilerin 1 Mayıs’ın gerçek anlamını benimseyip sınıfsal dayanışma içerisinde sistemle mücadeleye girişmelerinden korkarlar. Ve 1 Mayıs’ın kutlanmasını engellemek ya da onu gerçek anlamından uzaklaştırmak için ellerinden geleni yaparlar (maalesef, bürokratikleşmiş kimi sendikal yapılar da bu sürece aracılık eder).Neoliberal politikaların etkin biçimde uygulanmaya başlandığı 1970’li yılların ortalarından itibaren küreselleşen kapitalizm, emek sömürüsünü çok daha yoğunlaştırmış ve 1 Mayıs’ı çok daha anlamlı hale getirmiştir. Küreselleşen sömürünün kaynağı dünya emekçilerinin birbiriyle rekabet ettirilmesine dayanmaktadır. Dolayısıyla emekçilerin her düzeyde birliğe, beraberliğe ve dayanışmaya her zamandan daha fazla ihtiyacı vardır. 2008 yılında küresel kapitalizmin ve neoliberalizmin çöküşü, sistemin savunucularının dahi gizleyemediği ve “kriz” olarak ifade etmek zorunda kaldığı bir boyuta ulaşmıştır. Kapitalizmin krizi derinleşerek devam etmektedir ve her kriz döneminde olduğu gibi kapitalizmin insanlık üzerinde, emekçiler üzerinde ve doğa üzerinde yarattığı tahribat çok daha açık biçimde ortaya çıkmıştır. 2009 1 Mayıs’ı, işte bu tahribatın yarattığı açlığın, yoksulluğun, işsizliğin, güvencesizliğin ve sömürünün en üst düzeyde yaşandığı bir dönemde kutlanmaktadır. Bugün emekçilerin karşı karşıya bulunduğu koşullar, Amerikalı işçilerin 8 saatlik işgünü mücadelesi verdiği 1886 yılında olduğundan ya da 1 Mayıs’ın dayanışma günü olarak kabul edildiği 1889 yılında olduğundan çok daha zorludur. Çünkü sermayenin emekçiler üzerindeki tahakkümü ve emekçiler arasında yarattığı rekabet çok daha fazladır. Emekçilerin bu koşullarla baş edebilmesinin tek yolu, sermaye tarafından yaratılmış olan bu rekabeti ortadan kaldırıp tekrar sınıfsal bir bilinç içerisinde mücadelede ortaklaşmalarıdır. 1 Mayıs’ın gerçek anlamı, işte bu ortaklaşmanın sağlanmasıdır. Bugün işçiler, işsizler, güvencesiz çalışanlar, emekliler, ev kadınları, gençler, öğrenciler, evlerinden çıkmalı ve açlığa, işsizliğe, yoksulluğa, güvencesizliğe ve her türlü sömürüye karşı 1 Mayıs alanlarında birliğin, beraberliğin ve dayanışmanın gücünü göstermelidir.Yaşasın, emekçilerin Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü! Yaşasın 1 Mayıs!