31 Aralık 2010 Cuma

2011 Sendikal Bürokrasiyle Mücadele Yılı Olmalı!..

31/12/2010

ÖZGÜRCE

1990’lı yılların ortalarından itibaren sessizliğe bürünen Türkiye emek hareketi, 2007’de başlayan Novamed direnişi, THY grev süreci, Telekom grevi, Tuzla tersane işçileriyle dayanışma eylemleri, Yörsan, Tega, Sinter Metal ve daha birçok işyerindeki grev ve direniş sayesinde yeniden canlanmıştır. SSGSS’nin yasalaşma sürecinde ve 2008 krizinin ardından emekçilere yönelik saldırılarındaki artış karşısında küçüklü büyüklü birçok direniş sergilenmiştir. Bu sürecin devamı olarak 2009’un 25 Kasımında kamu emekçilerinin gerçekleştirdiği iş bırakma eylemi ve Ankara’da devam eden TEKEL direnişi sayesinde emekçiler, 2010 yılına üzerlerindeki ölü toprağını atıp yeniden topyekün mücadeleye girişecekleri umuduyla girmişlerdir.

Ama maalesef umutlar boşa çıkmış, 2007’den 2010 yılına kadar yükselen emek hareketi, yükselişini sürdüremeyerek, yeniden gerilemeye başlamıştır. Bu gerilemenin sinyalleri ilk olarak TEKEL işçilerinin 17 Ocakta düzenlediği mitingde görülmeye başlanmıştır. Bu mitingde DİSK ve KESK başta olmak üzere konfederasyonlar, TEKEL işçilerinin yanında yer almayarak, direnişi sahiplenmeyeceklerini, sadece göstermelik bir destekle yetineceklerini göstermişler ve TEKEL işçilerini Türk-İş bürokrasisiyle baş başa bırakmışlardır. Konfederasyonların direnişe yönelik desteğinin göstermelik olduğu 4 Şubat grevinde de açıkça görülmüştür. Nihayet konfederasyonların 22 Şubatta aldıkları kararla kendilerinden beklenen eylemliliği tam üç ay sonrasına 26 Mayısa ertelemeleri hem TEKEL direnişinin hem de son üç yılda emek hareketindeki yükselişin sonunu getirmiştir.

Oysa TEKEL direnişi, Türkiye’deki tüm işsizlerin, güvencesizlerin, örgütlü ve örgütsüz tüm emekçilerin ortak hareketi haline getirilebilir; direnişin emekçi kesimlerde yarattığı heyecan, emek mücadelesinde yeni mücadele dalgalarına dönüştürülebilirdi. Ama maalesef emekçilerin siyasi iktidar ve sermaye karşısındaki direnci yine sendikal bürokrasiye yenik düşmüştür(!)

Sendikal bürokrasi sadece TEKEL direnişinin değil, daha birçok mücadele alanının önünde engel haline gelmiştir. Hükümetin işsizliği önleme bahanesiyle emek piyasasını esnekleştiren, emekçiyi yoksullaştıran, güvencesizleştiren ve iş cinayetlerini olağan hale getiren uygulamaları karşısında sendikalar, kendilerini ölü toprağının en derinlerine gömmüşlerdir. Sendikaların bu hali, siyasi iktidara ve sermayeye öylesine büyük bir cesaret vermiştir ki; hükümetin bakanları, sendika genel kurul salonlarında, işçi sınıfının 200 yıllık kazanımlarını yok sayarak işçilerin 16-18 saat çalıştırılabileceklerini söylemekten bile çekinmemişlerdir.

Sendikal bürokrasinin örgütlülüğü anlamsızlaştıracak düzeydeki sorumsuzluğu sayesinde 2010 yılında gerileyen mücadelenin sonucu olarak, emekçiler 2011 yılına daha yoksul, daha güvencesiz, daha örgütsüz ve belki hepsinden önemlisi daha umutsuz girmektedir. Ama umutsuzluk, kabullenmişlik tüm sorunları daha da arttıracak, emekçilerin yaşamlarını daha da çekilmez hale getirecektir. Onurlu bir yaşam için emekçilerin kendilerine dayatılan koşulları kabullenmeleri mümkün değildir, bu nedenle emekçilerin umutsuzluğa kapılma ve mücadeleden uzaklaşma gibi bir lüksü olamaz(!)

2011 yılında emekçilerin her türlü olumsuz koşula karşın mücadeleyi yeniden yükseltmesi gerekir. Bunun başarılabilmesi için ise her şeyden önce emek mücadelesinin önünü tıkayan bürokratik sendikal anlayış yıkılmalıdır. Bürokratik sendikal anlayışın yıkılması, sendika içi mücadeleyi gerektirir. Burada görev öncelikle sendikalar içerisinde bürokratik anlayıştan uzak kalmayı başarmış, sınıf bilinciyle hareket eden sendikacılara ve sendikalı emekçilere düşmektedir. Halen örgütsüz olan emekçilerin de sendikalardan uzak durmak yerine örgütlenip, sendika içi mücadelede yerlerini almaları gerekir.

Sözün özü: Emekçiler yüzyıllarca süren mücadelelerle edinilmiş olan haklarına yönelik saldırıları durdurmak ve emeğine, ekmeğine sahip çıkmak için 2011 yılında emek mücadelesini yeniden yükseltmek zorundadır. Bunun için de öncelikle yapılması gereken; mücadelenin önünü tıkayan sendikal bürokrasiden kurtulmaktır(!)

2011’in sendikal bürokrasiyle mücadele yılı olması umuduyla, mutlu ve umutlu bir yıl dilerim…

24 Aralık 2010 Cuma

Sermayenin Güneydoğu’ya İlgisi Üzerine…

24/12/2010

ÖZGÜRCE

Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu (TÜRKONFED) ve Diyarbakır Organize Sanayi İşadamları Derneği (DOSİAD) tarafından düzenlenen 14’üncü Girişim ve İş Dünyası Zirvesi geçen hafta Diyarbakır’da yapıldı. Zirvede gerçekleştirilen görüşmeler medyanın gündeminde fazlaca yer almazken, TÜSİAD başkanı Ümit Boyner’in konuşmasına Kürtçe başlaması ve Büyükşehir Belediye Başkanı Baydemir’le halay çekmesi ön plana çıkartıldı. Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki uzun yıllar baskı altında tutulmuş, görmezden gelinmiş bir dili, bir kültürü görünür kılacak adımları kimden gelirse gelsin olumlu olarak kabul etmek gerekir. Hele ki Boyner’in konuşmasındaki gibi barış ve dostluk mesajları içeriyorsa…

Zirve’nin medyada ön plana çıkartılan kısmıyla ilgili düşüncelerimizi paylaştıktan sonra, Zirve’nin içeriğine dair de birkaç söz söylememiz gerekir. Önce Zirve’nin düzenleyicilerinden olan TÜRKONFED’i kısaca tanıtmakta yarar vardır. Türkiye’nin en büyük sermaye örgütü olan TÜRKONFED, 2004 yılında Türkiye Sanayici ve İşadamı Dernekleri Platformu üyesi dernekler ile Sektörel Dernekler Platformu üyesi derneklerin oluşturduğu federasyonlar tarafından kurulmuştur. Kuruluş amacı, bölgesel ve sektörel kaynakların uluslararası entegrasyona ve rekabet gücünün artırılmasına olanak sağlayacak biçimde değerlendirilmesi için projeler üretmektir. DOSİAD ve TÜSİAD da TÜRKONFED üyesidir.

14’üncü Girişim ve İş Dünyası Zirvesi’nde gündem, TÜRKONFED’in de kuruluş amacına uygun olarak “Bölgesel Kalkınma ve İş Dünyasının Rolü” olarak belirlenmiştir. Hükümetin Devlet Bakanı Cevdet Yılmaz tarafından temsil edildiği Zirve’de Bölgesel Kalkınma Ajansları çerçevesinde Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yatırım ikliminin oluşturulmasına yönelik çalışmalar yapılmıştır.

Bölgesel Kalkınma Ajansları kapsamında yatırım ikliminin oluşturulması, özü itibariyle, bölgede bulunan tüm kaynakların, rekabet gücünü arttırmak isteyen sermayeye “cazip koşullarda” sunulması anlamına gelmektedir. Bunun gerçekleşmesi durumunda dereler, ormanlar, yeraltı suları, madenler gibi doğal kaynakların kullanımı bölge halkının elinden alınarak, sermayeye devredilecektir. Sermaye de tüm bu doğal kaynakları, tıpkı Munzur’da olduğu gibi üzerinden kâr elde edeceği biçimde metalaştıracak, bir taraftan doğayı tahrip ederken diğer taraftan da bölge halkının bin yıllardır sahip olduğu kaynakları onlara parayla satacaktır. Doğanın kâr alanlarına dönüşme sürecinde kültürel değerler de Hasankeyf gibi acımasızca yok edilecektir.

Bir bölgenin, sermayenin yatırımları için uygun hale getirilmesi yani üretim maliyetlerini minimum düzeye çekebilmesi sadece doğanın ve kültürel değerlerin talan edilmesiyle kalmamaktadır. Bunun yanında sermayenin yatırım için en öncelikli koşulu ucuz emek gücüdür. “Güneydoğu’yu Türkiye’nin Çin’i yapacağız” açıklamalarıyla sermaye çevreleri bu bölgeyi ucuz emek bölgesi haline çevirme özlemlerini uzun zamandır gündemde tutmaktadır. Hükümet de sermayenin bu özlemini karşılamak üzere yatırımı ve istihdamı arttırmak görüntüsü altında önemli adımlar atmıştır. Öte yandan bölgesel asgari ücret uygulaması ve bölgede çalışma yaşamının tamamen kuralsız hale getirilmesine yönelik çalışmalar da halen devam etmektedir.

Sermaye çevrelerini temsil eden iş adamı ve iş kadınlarının, 30 yıldır yaşanan baskılar ve acılar karşısında sessiz kalarak göz ardı ettikleri bir kültürü, bir dili bugün birden bire hatırlamalarını bölge halkı, demokrasi ve insan haklarına olan saygının bir ifadesi olarak kabul eder mi bilemiyorum(!) Bu konuda naçizane benim düşüncem, doğası gereği sermaye burada da çıkarlarıyla hareket etmekte ve daha fazla kâr elde etmek uğruna doğasıyla, kültürüyle ve insanıyla bu bölgeyi de sömürü alanı haline getirmeye çalışmaktadır. Kürt sermayesinin bu süreçten nemalanma beklentisinde olması ve tüm bu gelişmeleri desteklemesi doğaldır. Ancak Kürt nüfusun çok önemli kesimini oluşturan emekçiler, kendi emekleriyle birlikte doğayı ve kültürlerini de korumak gibi bir sorumlulukla karşı karşıya kalacaktır. Bu sorumluluğun yerine getirilmesi için en önemli koşul ise Türk ve Kürt emekçilerin birlikte mücadelesidir(!)

17 Aralık 2010 Cuma

ÖĞRENCİLER ŞAŞIRTIYOR…!

17/12/2010

ÖZGÜRCE

Üniversite öğrencilerinin siyasetçilere tepki göstermesi büyük bir şaşkınlık yarattı. Özellikle siyasetçiler gördükleri tepkiler karşısında şaşkınlığın da ötesinde hayal kırıklığına uğradı. Öyle ya bugün kendilerinin temsil ettiği 1980 sonrası siyaset anlayışında eğitim ve yükseköğretim politikalarının temelinde düşünmeyen, sorgulamayan ve dolayısıyla ne olursa olsun tepki göstermeyip, kendilerine her söyleneni kuzu gibi dinleyip, kabullenen bir gençlik yaratmak vardı.


Geçen 30 yıl içinde her türlü baskı ve sindirme yöntemleri de kullanılarak bu politikalar önemli ölçüde amacına ulaşmıştı. Artık okulda öğretmeninden, okul idaresinden, sokakta polisten, işyerinde patronundan korkan, sorgulama yetisini kaybetmiş, kendisinden tüm istenenlere itaat eden bir nesil ortaya çıkmıştı. Bundan üniversitedeki öğrenciler de ziyadesiyle nasibini almıştı. Üniversite öğrencileri sadece şiddet yöntemleriyle değil, üniversiteye girme yarışında önlerine konulan sınavlarla her zaman bireysel çıkarlarını düşünmeleri ve arkadaşlarıyla sürekli olarak rekabet etmeleri yönünde de baskılanıyorlardı. Üniversitede de bu rekabetçi anlayış, kariyer basamaklarını beşer onar atlamak hayaline dönüşüyor ve üniversiteyi, toplumu sorgulamayan, sorunların çözümünde söz sahibi olmayı aklının ucundan bile geçirmeyen, dayanışma düşüncesinden uzak bir üniversite gençliği yaratılmak isteniyordu.

Gençliği toplumdan soyutlayarak bencilliğe sürüklemeye çalışan, 12 Eylül darbesinin ardına gizlenmiş olan piyasacı anlayış amacına büyük ölçüde ulaşmış görünüyordu. Dolayısıyla politikacılar, üniversitelere giderken karşılarında 30 yıllık politikalarının ürünü olan öğrencileri bekliyordu. Ama üzerlerindeki tüm baskılara rağmen, halen üniversitenin ve toplumun sorunlarına sahip çıkmaya çalışan, kendilerine dayatılanlara itaat etmek yerine sorgulayan ve belki hepsinden önemlisi dayanışmayı bireysel çıkarlarının önüne çıkartan bir gençlikle karşılaşınca doğal olarak şaşkınlığa uğradılar. Bu şaşkınlığın ve belki şaşkınlığın da ötesinde yaşadıkları hayal kırıklığının nedeni, geçen 30 yılda tüm yapmaya çalıştıklarının boşa çıkma düşüncesiydi.

Üniversite öğrencilerinin son dönemlerdeki tepkilerini şaşkınlıkla karşılayan diğer bir kesim de kendi öğrenciliklerinde toplumsal duyarlılıkla mücadele etmiş ama daha sonra kendisini piyasaya ve siyasi iktidara adamış olan 68 ve 78 kuşağından olan kalem erbabıydı. Çok şaşırmışlardı, çünkü gençlikten ilk umudu kesen onlar olmuştu. Onlara göre kendi gençliklerindeki dünya değişmişti. Artık, Doğu bloğu çökmüş, işçi sınıfı mücadelesi iflas etmiş, piyasa anlayışı alternatifsiz kalmıştı. Bu durumda uzlaşmadan ve piyasa değerlerine sahip çıkmaktan başka bir yol yoktu. Bunları kabullenmeyen ve hala emekten, sömürüden söz edenler çağdışı kalmış dinozorlardı. Bu kesimin kendi çocukları başta olmak üzere tüm gençliğe önerisi bireysel çıkarlarının peşinde en kısa yoldan köşeyi dönüp, liberalizmin nimetlerinden yararlanmalarıydı. Aslında bunları savunmaktan başka çareleri de yoktu. Zira yaşadıkları ideolojik sapışı kendi vicdanlarında ve toplum gözünde meşrulaştırabilmek hiç de kolay olmuyordu.

Eskinin öğrenci hareketi içinde olup bugünün piyasa savunucusu olanlar, öğrencilerden yükselen tepkiler karşısında şaşkınlıktan da öte ideolojik sapışlarının deşifre olacağı telaşına kapıldılar. Ve bu telaşla öğrencilerin tepkilerinin ardındaki nedenleri sorgulamak yerine eylem biçimlerini ön plana çıkartarak eylemlerin içeriğini boşaltıp eylem biçimlerini savunmaya çalıştılar. Böylece siyasi iktidarı ve patronlarını kızdırmadan -tıpkı TÜSİAD başkanı gibi- demokrasi görüntüsüne halel getirecek polis müdahalelerini eleştirip, yumurta atmanın hoş görülmesi gerektiği üzerinde durdular.

Hangi çerçeveden bakılırsa bakılsın üzerlerindeki tüm baskılara rağmen üniversite öğrencilerinin tepkilerini ve taleplerini ortaya koymaları son derece önemlidir. Zaten dikkat edilirse Başbakan’ın ve hükümet temsilcilerinin bu tepkilere karşı yaklaşımları, -birinci yılı dolan- TEKEL direnişine yönelik yaklaşımlarına çok benzer biçimde öfke ve tehdit içermektedir. Sadece bu bile öğrenci eylemlerinin doğru yönde olduğunu ve doğru adrese ulaştığını göstermektedir.

Ancak burada dikkat edilmesi gereken birkaç nokta vardır. Bunlardan birincisi geçtiğimiz günlerde Başbakan ve YÖK başkanının da vurguladıkları gibi uzun yıllardır hazırlıkları yapılan yükseköğrenim sisteminde köklü bir değişiklik için harekete geçilmek üzeredir. Üniversitenin tümüyle piyasalaştırılmasını içeren bu köklü değişiklikler karşısında tepkileri engellemek için üniversitedeki baskılar arttırılmak istenecek ve öğrenci eylemleri de bunun için gerekçe haline getirilmeye çalışılacaktır. Geçmişte yaşanan pek çok deneyim, bu tür eylemlerin toplumdan tepki çekecek biçimlere dönüşmesini sağlamak üzere -derin güçler tarafından- provake edildiğini göstermiştir. Bu konuda başta öğrenciler olmak her kesimin son derece dikkatli olması ve geçmişte kurulan acı tuzaklara düşülmemesi gerekir. Ayrıca eylemlere gerekçe oluşturan nedenlerin açık biçimde toplumla paylaşılması ve başta üniversitenin diğer bileşenleri (akademisyen, idari ve tektik personel) olmak üzere sendika ve demokratik kitle örgütlerinin özgür ve demokratik üniversite mücadelesini sahiplenmesini sağlamak gerekir(!)

10 Aralık 2010 Cuma

(Asgari) Ücret Ne Kadar Olmalı?

10/12/2010

ÖZGÜRCE

Kapitalist üretim sisteminin doğuşundan bu yana işçi ve sermaye sınıfının arasındaki mücadelenin en temel konusu emeğin üretimden alacağı pay yani ücret olmuştur. Ücret, emekçilerin yaşamlarını sürdürebilmelerini sağlayan gelirdir. İşverenler için ise ücret, üretimin gerçekleştirilmesinde bir maliyet unsurudur. İşveren işçiye ne kadar düşük ücret verirse kârı o kadar yüksek olacaktır.


Ücret, yaşamlarını sürdürecek bir gelir anlamına geldiği için emekçiler, işverenden ücret talep ederken, ihtiyaçlarını ne ölçüde karşılayabileceklerini göz önünde bulundururlar. Örneğin emekçi, 1 kilo daha fazla et satın alabileceği bir ücret artışını kazanım olarak görebilir.

Ücret pazarlığında işverenlerin yaklaşımı emekçilerden farklıdır. Onlar, ücret miktarını belirlerken, emekçinin temel ihtiyaçlarını karşılayacak ve ertesi gün yeniden işbaşında olmasını sağlayacak bir miktarı yeterli görür. Bu nedenle -Türkiye’de asgari ücretin hesaplanmasında da olduğu gibi- emekçiyi eşi ve çocukları olan, kültürel etkinliklere ihtiyaç duyan bir sosyal varlık olarak görmezler. Diğer bir söyleyişle emekçinin de insan olduğunu hesaba katmazlar. İşverenlerin emekçilere yönelik bu yaklaşımı, tarihsel süreçte işçi sınıfının mücadeleleriyle değişmiş ve işçi sınıfının önemli bir güç haline geldiği dönemlerde sermaye, -kendi işine geldiği ölçüde de olsa- emekçinin bir insan olduğunu kabullenmek zorunda kalmıştır.

Küreselleşme ve üretim süreçlerindeki esnekleşmeyle birlikte emekçiler arasında rekabetin artması ve sendikal örgütlenmelerin başarısızlıkları işçi sınıfının zayıflamasına neden olmuştur. Böylece sermaye, yeniden emekçiyi herhangi bir makine gibi kendisine kâr sağlayan üretim ya da hizmet sunum sürecinin bir unsuru olarak görmeye başlamış ve ücret konusundaki yaklaşımı da bu yönde değişmiştir.

Emekçilerin sermaye tarafından yeniden insan olarak kabul edilebilmeleri ve insanca bir gelire kavuşmaları, tarihsel süreçte de olduğu gibi mücadelenin yükseltilmesine bağlıdır. Ancak bu mücadele sürecinde emekçilerin, ücreti sadece yaşamı sürdürmeye yarayan bir gelir olarak görme anlayışını gerek bireysel pazarlıklarda gerekse işletme, iş kolu ya da asgari ücret gibi ulusal düzeydeki toplu pazarlıklarda değiştirmeleri gerekmektedir.

Emekçilerin ücret talepleri, emek gücünün üretim ya da hizmet sunum sürecinde yarattıkları değer üzerinden olmalıdır. Gerçi sermaye, emekçilerin, yarattıkları değer üzerinden pay istemelerini engellemek için üretim sürecini emeğin yarattığı değeri görünmez hale getirecek biçimde sürekli olarak karmaşıklaştırmaktadır. Ama tüm karmaşıklığa rağmen özellikle toplu düzeyde yürütülen pazarlıklarda toplam hasıla üzerinden emeğin hakkına sahip çıkılması gerekir. Örgütsüz emekçilerin işyerlerinde bunu gerçekleştirmeleri son derece zordur. Ancak örgütlü işyerlerinde sendikaların işletmenin satış hasılatı ve kârlılığı üzerinden yapacakları hesaplamalarla emekçilere düşen payın yükseltilmesi yönünde bir mücadele yürütmeleri mümkündür.

Bilindiği gibi özellikle son 30 yılda hemen her düzeydeki toplu pazarlıklarda emeğin ürettiği değer yerine enflasyon temel alınmıştır. Ücretin enflasyona endekslenmeye çalışılması ve enflasyon oranlarının da siyasi iktidarların ve sermayenin etkisiyle son derece sübjektif kriterlerle belirlenmesi yıllar içinde toplam hasıla içinde emeğin payının giderek düşmesine neden olmuştur. Bunun sonucu olarak da işçilere günlük bir simit fiyatına denk gelen komik ücret artışları yapılırken, birçok şirket kâr rekorları kırmıştır.

Asgari ücretin belirlendiği bir süreçte olmamız nedeniyle ücretin nasıl hesaplanması gerektiği yönündeki tartışmalar, yeniden gündeme gelmiştir. İşçi tarafını temsil eden Türk İş, asgari ücretin belirlendiği masaya her zaman olduğu gibi enflasyon oranı üzerinden yüzdelik ücret artışı talebiyle oturacaktır. Sonuç olarak da yine bir simit ya da bir çay fiyatına karşılık gelecek ücret artışına razı olarak masadan kalkılacaktır.

Emekçinin insan yerine konmadığı ve onu giderek daha fazla açlığa, yoksulluğa sürükleyen bu ücret belirlenme oyuna artık son verilmelidir(!) Asgari ücret pazarlığında ücretin emeğin yarattığı değerin karşılığı olduğu anlayışı içerisinde bir tutum alınmalıdır(!) Ulusal düzeyde bir pazarlık olan asgari ücret tespitinde işçileri temsil eden sendikaların masaya getirmesi gereken kriter, kişi başına düşen milli gelir olmalıdır(!). AKP Hükümeti iktidarda bulunduğu dönemde sürekli olarak Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYH) rekor derecede büyümesiyle ve kişi başına düşen milli gelirin artmasıyla övünmektedir. Bakanlar Kurulu’nun 25 Kasım tarihli Resmi Gazete’de yayınladığı düzeltmeye göre 2011 yılında her bir T.C yurttaşının başına düşecek olan milli gelirin 16.126 dolar olacağı öngörülmüştür.

Bu durumda Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda işçi sınıfının temsilcisi olarak masa başına oturanların milli gelirden kişi başına düşeceği öngörülen miktarı dikkate almaları gerekir(!) Eğer Türkiye iddia edildiği kadar büyüdüyse bunda en büyük pay kuşkusuz emekçilerindir. O halde işçilerin haklarını alabilmelerinin ön koşulu asgari ücretin en az kişi başına düşen milli gelir düzeyinde olmasıdır. Ayrıca eşi çalışmayan ve çocuk sahibi olan emekçiler için eş ve çocuklarına düşen pay da talep edilmelidir.

Asgari ücret masasında oturan sermaye ve hükümet temsilcilerinin birkaç simit bedelini bulmayan ücret artışlarını bile yüksek bulacaklarına şüphe yoktur. Böyle bir ortamda yukarıda paylaştığım yöntemle hesaplanacak talepler gerçekçi görülmeye bilir. Ama emek sömürüsünün gerçekliği karşısında hak aramanın ve hak almanın yolunun bize “gerçek” olarak gösterilenleri sorgulamaktan geçtiğini unutmamak gerekir (!)

26 Kasım 2010 Cuma

Sendikal Bürokrasiyi Aşmak Gerek!..

26/11/2010

ÖZGÜRCE

İşçi sınıfını baskı altına almak için kullanılan en etkili araç işsiz bırakma tehdididir. Yaşamını sürdürecek yegane geliri, emeği karşılığında aldığı ücret olan emekçiler için işsizliğin anlamı aç kalmakla eşdeğerdir. Sanayi devriminin ardından işçileşmenin ve beraberinde de yedek işçi ordusunun artması emekçilerin iş için birbirleriyle rekabetini arttırmış ve bunun sonucu olarak da sermayenin emekçiler üzerinde baskı kurma olanağı artmıştır. Sendikalar, emekçiler arasındaki dayanışmayı arttıran, rekabeti engelleyen ve böylece sermayeye karşı mücadelede işçi sınıfının tek vücut haline gelmesini sağlayan örgütler olarak tarih sahnesinde çıkmışlardır. İşçi sınıfının mücadele aracı olarak sendikalar, işçi sınıfı üzerindeki baskıları önemli ölçüde geri püskürtmüş ve özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında sadece emekçilerin haklarında değil, genel olarak özgürlükçü demokrasinin gelişmesine de katkı sağlamışlardır.

Ancak 20. yüzyılın son derece hareketli geçen siyasi tarihi içinde sendikalar, kapitalizmle mücadele etmek yerine kapitalizm içerisinde uzlaşmacı bir yaklaşımla çalışma standartları ve sosyal haklarda iyileştirmeyi amaçlayan bir role bürünmüştür. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında emekle sermaye arasındaki çelişkilerin azaldığı sosyal/refah devleti politikalarının uygulandığı dönemde birçok sendika, giderek mücadeleden kopmuş ve bürokratik bir yapı içerisine girmiştir.

1980’li yıllarla birlikte hızlanan küreselleşme sürecinde üretimin esnekleşmesi ve devletin piyasalaşma süreçlerinde işçi sınıfından önemli ölçüde kopmuş olan bürokratikleşmiş sendikalar, emekçilerin hakları için mücadele etmek yerine emekçilerin bu süreçteki tepkilerini kontrol altında tutmak gibi bir işlev edinmiştir. Böylece işçi sınıfının kendi içindeki rekabetini önlemek üzere dayanışma içinde sermayeye karşı mücadelenin aracı olan sendikalar artık, sermayeyle uzlaşı içinde işçi sınıfının mücadelesinin önünde bir “barikat” haline gelmiştir. Hal böyle olunca da bürokrasinin hakim olduğu sendikalar içerisinde işçiler, sermayenin işsiz bırakma tehdidine karşı sermayeyle mücadeleden önce önlerine kurulmuş barikatları aşmak zorunda kalmaktadır.

Sendikal bürokrasinin işçi sınıfı mücadelesinin önüne kurmuş olduğu barikatların açık bir örneği TEKEL işçilerinin mücadele sürecinde yaşanmıştır. Sermayenin ve dolayısıyla siyasi iktidarın işsizlikle tehdit ederek, 4-c denilen statü içinde güvencesizliğe, yoksullaşmaya mahkum etmeye çalıştığı TEKEL işçileri, Türkiye işçi sınıfı tarihinin en büyük direnişlerinden birini gerçekleştirmiştir. Direniş boyunca TEKEL işçileri hükümetten gelen en sert, tehditlere ve baskılara boyun eğmemiş direnişini Ankara’nın en soğuk günlerinde sürdürmüştür.

Ama gelin görün ki hükümetin baş eğdiremediği direniş, konfederasyon yönetimlerinin başındaki bürokrasi tarafından önce TEKEL işçisi yalnızlaştırılarak zayıflatılmış, daha sonra da hiçbir zaman gerçekleştirilmeyecek vaatler verilerek sonlandırılmaya çalışılmıştır. TEKEL işçisinin örgütlü olduğu Tek Gıda İş Sendikası da direnişin Sakarya Meydanı’ndaki aşaması sona erdikten sonra işçilere verdiği mücadeleyi sürdürme sözünde durmamış ve binlerce TEKEL işçisini 4-c’yi kabullenmeye zorlamıştır. Yani hükümetin 78 gün boyunca kırmayı başaramadığı Sakarya direnişi sendikal bürokrasi tarafından kırılmış ve binlerce TEKEL işçisi çaresizlik içinde güvencesizliği, yoksulluğu yani 4-c’yi kabullenmek zorunda kalmıştır.

Sendikal bürokrasinin yine galip geldiği düşünüldüğü bir zamanda Ekim ayının başında kendilerine dayatılan güvencesizliği, yoksulluğu kabul etmeyen bir avuç TEKEL işçisi yeniden direnişe geçmiştir. Sendika yöneticileri haklarına, mücadelelerine sahip çıkmadıkları TEKEL işçilerinin direnişini kırmak için kolluk güçlerinin de desteğini alarak şiddete başvurmaya başlamıştır. Bu sendikal bürokrasinin ne kadar köşeye sıkışmış olduğunun açık bir göstergesidir.

Sendikal bürokrasiyle mücadele, içinde bulunduğumuz süreçte en az sermayeyle mücadele kadar önemlidir. Bu mücadelenin başarısı için sendikal bürokrasi dışında kalmayı başarmış sendikacılar başta olmak üzere emekten demokrasiden yana olan tüm güçlerin tepkilerini ortaklaştırmaları gerekir. Ancak işçi sınıfı mücadelesinin önündeki bu büyük barikat aşıldığı zaman sendikalar, tarihsel işlevlerine geri dönecek ve yeniden işçi sınıfı mücadelesinin bir aracı haline gelebilecektir (!)

19 Kasım 2010 Cuma

Bayramda ‘Müjde’ Masalı

19/11/2010

ÖZGÜRCE

Bayram çeşitli kesimlere verilen “müjde” haberleriyle başladı. Önce memur ve emekliye daha sonra işçiye, işsize, esnafa “müjde” haberleri manşetlere taşındı. Memur ve emekli, “müjde” sözünü duyunca heyecanlandı belki ama “müjde” denilenin maaş artışı ya da ikramiye gibi bir şey değil, sadece maaşların bayramdan önce dağıtılmasından ibaret olduğu kısa zamanda anlaşıldı. Yani diğer bayramlarda olduğu gibi bu bayramda da maaşı eline erken geçen memur ve emekli bayramın coşkusuyla parasını erkenden harcayacak ve ay sonuna kadar daha uzun süre cebi boş gezmiş olacak. Dolayısıyla erken maaş ödemesini, memur ve emekli değil ama belki esnaf, üç beş mal daha fazla satarım düşüncesiyle “müjde” olarak kabul edecektir. Ancak erken maaş ödemesi ve bayram vesilesiyle talebin körüklenmesinden aslan payını alan büyük patronlar olacaktır.

Bayram öncesinde hükümetin ve onun yandaşı medyanın öne çıkardığı diğer bir manşet de “işsize müjde” şeklindedir. Çalışma Bakanı’nın açıkladığı ve işsizler için müjde olarak sunulan haberler, daha önce 2008 ve 2009 yıllarında çıkartılan istihdam paketlerinin yeni bir versiyonudur. Diğer istihdam paketleri gibi bu pakette de işverenin “istihdam üzerinde yük” olarak tanımladığı vergi ve sigorta primlerine muafiyet getirilmesi ve esnek -düşük ücretli, örgütsüz ve güvencesiz- istihdamın daha da yaygınlaştırılması amaçlanmaktadır. Bu bağlamda “müjde” olarak sunulan “200 bin yeni istihdam”ın vergi ve sigorta primi ödemeyen işverenin stajyer adı altında asgari ücretin üçte biri ücretle işçi çalıştırmasına olanak tanınarak gerçekleşmesi beklenmektedir. Öte yandan “kamuya 100 bin yeni istihdam” başlıklı müjdeli haberin altında da kamuda emekli olanların yüzde 20’si kadarı olan 25 bin kişi için kadro verileceği diğer 75 binin ise güvencesiz (4-b ve 4-c’li) olarak istihdam edileceği belirtilmektedir.

Sonuç olarak, “işsize müjde” söylemi altında işsizler, çok düşük ücretlerle, hiçbir güvenceye sahip olmadan çalışmaya zorlanırken; işverenlerin vergi ve sigorta primleri toplumun üzerine yıkılmaktadır. Yani “müjde”, daha fazla sömürülen işsiz için değil, daha ucuza işçi çalıştıran, vergi ve primini topluma ödeten işveren için geçerli olmaktadır(!)

Bayram öncesinde diğer bir “müjde” haberi de esnaf ve küçük üretici için gelmiştir. Buna göre KOBİ’lerin ölçeklerine göre en fazla 30 ile 80 bin TL, İhracat Kredisi Destek Programı adı altında ise 200 bin dolara kadar kredi verilmesi öngörülmektedir. Ancak bu kredileri almak için işletme cirolarının milyon dolarları bulması şart koşulmuştur. Hal böyle olunca da milyon dolarlık cirosu olan esnaf ve küçük üreticilerin nerede bulunabileceği sorusunu sormamak ve “esnafa müjde”nin aslında yine “büyük sermayeye müjde” anlamına geldiğini düşünmemek olanaksızdır (!)

Bayram müjdelerinin belki en fazla ses getireni “borçlulara af müjdesi” olmuştur. Hükümetin, Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı affı olarak nitelendirdiği kamu alacaklarının yeniden yapılandırılmasına ilişkin düzenlemede, vergiden SGK primine, elektrikten doğalgaz borcuna kadar son derece geniş bir kapsamda borçların anapara dışındaki kısımları affedilmiştir. Son 10 yılda ardı ardına gelen krizler, artan işsizlik ve düşen ücretler dikkate alındığında bu affın işçi, esnaf, çiftçi ve küçük üretici için gerçekten “müjde” olduğu düşünülebilir. Ancak başta sabit gelirli işçi, memur ve emekliler başta olmak üzere dar gelirli kesimler borçlarına sadıktır. Gerekirse boğazından keser ama borcunu öder. Esnaf, çiftçi ve küçük üretici içinde vergi adaletsizliği ve krizler nedeniyle borçlarını ödeyemeyen bir kesim mutlaka vardır ve bu af onları sevindirmiştir. Ancak bu kesimin borçları kendileri için büyük de olsa kamunun alacağı olan toplam borçlar içindeki payı son derece düşüktür. Kamuya olan borçların büyüğü servet sahipleri ve sermayedarlarındır. Basına yansıdığı kadarıyla sadece Aydın Doğan’ın bu af kapsamında silinen borcu 3.4 milyar TL civarındadır ki bu rakam milyonlarca esnafın, çiftçinin af kapsamında silinecek borcundan fazladır. Dolayısıyla bu afta da “müjde”nin sahibi yine büyük sermayedir.

Diğerlerinden biraz farklı olmakla birlikte medyada yer alan müjde manşetlerinden biri de “işçiye bayram müjdesi” başlığıdır. Bu başlık altında haberleştirilen bayramdan hemen önce Türk Metal Sendikası ile MESS arasında gerçekleştirilen ve 120 bin işçiyi kapsayan toplu iş sözleşmesinin bağıtlanmasıdır. “Müjde” olarak verilen sözleşmede sosyal yardımlar yüzde 10-15, saat ücretleri ise ortalama yüzde 5.35 arttırılmıştır. Metal sektöründeki kârların yüksekliği ve giderek artan enflasyon düşünüldüğünde yapılan sözleşmenin işçi için ne kadar “müjde” olduğu tartışılır. Ancak bir biçimde metal sektöründe çok kötü bir sözleşme imzalanmadıysa bunda metal işçisinin diğer sözleşme dönemlerinden farklı olarak sendikasını iyi bir sözleşme için baskı altına almasının ve yapmış olduğu eylemlerin önemli katkısı olmuştur.

Sözün özü: Bayram öncesinde medyada yer alan işçi, memur, emekli, işsiz, esnaf, çiftçi ve küçük üreticiye yönelik “müjde” manşetleri kocaman bir yalandır(!) “Müjde” olarak sunulan tüm bu düzenlemeler, emekçi kesimlerin daha fazla ter akıtıp daha az ekmek alabileceği; sahip olduğu tüm değerlerin devlet eliyle sermayeye aktarıldığı bir düzeneğin parçasıdır(!) Emekçiler kendileri için “müjde”nin sadece kendi elleriyle yaratılacağını unutmamalı ve kendilerine “müjde” olarak sunulan düzmece masalları elinin tersiyle itmelidir(!)

5 Kasım 2010 Cuma

29. Yılında YÖK, Üniversite ve Toplum

05/11/2010

ÖZGÜRCE

Türkiye üniversiteleri YÖK’le geçen 29 yılını geride bıraktı. Aradan geçen 29 yıl içerisinde YÖK’ün kuruluş yıldönümü olan 6 Kasımlar demokrasi ve özgürlük olmadan üniversitede bilgi üretmek ve sunmanın da mümkün olmayacağını düşünenler tarafından protesto günü olarak ilan edildi. YÖK’ü protesto günlerinde sendika ve derneklerde örgütlü olan az sayıda öğretim elemanı ve idari personel dışında çoğunlukla üniversite öğrencileri tepkilerini gösterdi. YÖK protestolarında hedef YÖK’ün kurumsal yapısı oldu elbette. Ama kimi zaman YÖK başkanlarına gösterilen tepki, kuruma olan tepkinin de önüne geçti.

YÖK’e ve YÖK başkanlarına gösterilen tepkiler, genellikle türban yasağı ya da rektör atamalarıyla başlayan kadrolaşma girişimleri üzerinden topluma yansıdı. Bu bağlamda özellikle 28 Şubat sürecinin üniversiteye yansımasını sağlayan Kemal Gürüz ve ondan sonra göreve gelen Erdoğan Teziç, türbanı yasakladığı için; halen görevdeki Başkan Yusuf Ziya Özcan ise türbana serbesti getirdiği için kamuoyunun gündemine geldi. Yine bu süreçte Cumhurbaşkanları Ahmet Necdet Sezer ve Abdullah Gül’ün yaptığı rektör atamaları da kamuoyunda haber değeri buldu. Hal böyle olunca da toplumda üniversite sorunu sadece laiklerle antilaiklerin çatışması olarak algılandı.

Oysa üniversitelerde yaşanan gerçek sorun ne sadece kadrolaşma çabaları ne de türban meselesiydi. 12 Eylül darbecilerinin YÖK’ü üniversiteler üzerine musallat etmesinin tek bir nedeni vardı o da üniversitelerin darbenin de gerekçesi olan neoliberal politikaların gerekleri doğrultusunda yeniden yapılandırılmasıydı. Üniversitede neoliberal yeniden yapılanma, üniversitenin ve dolayısıyla bilimin toplumsal olmaktan çıkartılıp, bütünüyle piyasanın yani sermayenin hizmetine amade edilmesiydi. Bunun gerçekleşmesi için önce üniversitedeki idari ve akademik özerkliğin ortadan kaldırılması gerekiyordu. YÖK sayesinde üniversite özerkliği ortadan kaldırıldı ve üniversite, siyaset kurumuna bağımlı hale getirildi. Artık üniversite bileşenlerinin (Akademisyen, öğrenci, idari personel) hiçbir söz hakkı kalmıyor, tüm işleyiş, atanmış rektörlerin iki dudağı arasına bırakılıyordu. YÖK kurulduktan sonra ilk icraat olarak üniversitedeki özgür düşünceyi savunan bilim adamlarını tasfiye etti. Daha sonra kışla düzenine uygun biçimde akademik hiyerarşiyi keskinleştirdi ve örgütlülüğü engelledi.

Üniversitede idari özerkliğin ortadan kalkmasıyla yaratılan baskı ortamı akademik özerkliğe de yansıdı ve akademik çalışmalar, siyasi iktidarların ve piyasanın çıkarlarıyla sınırlı bir çerçeve içerisine sıkıştırıldı. Öte yandan üniversitelere genel bütçeden ayrılan payın ve akademisyen ücretlerinin bilinçli bir biçimde sınırlandırılmasıyla birlikte yaratılan mali baskılar da idari baskılarla birleşince akademik özerklik tamamen ortadan kalkmış oldu.

YÖK düzeni içinde idari, mali ve akademik baskılarla geçen 29 yılın ardından bugün üniversiteler, öğrenim faaliyetlerini öğrencilerden topladıkları harçlardan, araştırma faaliyetlerini ise üniversite-sanayi işbirliği içerisinde elde edilen projelerden sağlamaktadır. Öğretim faaliyetlerinde amaç sermayenin istediği nitelikte işgücü yetiştirmekten ibarettir. Araştırma faaliyetleri de yine sermayenin ihtiyaç duyduğu alanlarda yapılan çalışmalarla sınırlandırılmıştır. Dolayısıyla üniversitede toplumun refahı ve gelişmesi için bilimsel bilgi üretme ve sunma işlevinden tamamen uzaklaşmıştır.

Maalesef geçen 29 yılda YÖK ve üniversitede yaşananlar toplumu doğrudan ilgilendiren yönleriyle anlatılamamış, sadece kişiler üzerinden yürüyen kısır bir laik - antilaik ayrışması gibi gösterilmiştir. Oysa bu ayrışma görüntüsünün ardında, bugüne kadar YÖK’ün başında bulunan beş başkanın beşi de istikrarlı bir biçimde üniversitedeki bu yapısal dönüşümü yaşama geçirme gayretinde olmuştur.

Bu yıl da gelenekselleştiği üzere YÖK 6 Kasım’da protesto edilecek ve YÖK’ün kaldırılması istenecektir. Elbette YÖK’ün kaldırılmasını için yapılacak olan protestolar son derece anlamlıdır. Ancak, sadece üniversite bileşenlerinin içinde yer alacağı bir platformda YÖK ve üniversite sorunun çözülemediği de 29 yıllık tecrübe ile sabittir. Bu durumda yapılması gereken, yılda bir kez gerçekleştirilecek eylemlerin yanı sıra üniversitede yaşanan sorunları ve bu sorunların başta emekçiler olmak üzere toplumun geniş kesimlerine nasıl yansıdığını anlatmak ve böylece YÖK’e ve üniversitedeki piyasalaşma sürecine karşı tepkiyi ve mücadeleyi toplumsallaştırmaktır(!)

29 Ekim 2010 Cuma

Üniversitede Türban Üzerine…

29/10/2010

ÖZGÜRCE


Türkiye’de hizmet alan bakımından kıyafet sınırlamasının olduğu tek kamu alanı eğitimdir. Yani okul öncesi eğitimden üniversiteye kadar hizmet alan durumunda olan öğrenciler her istedikleri kıyafetle okula gidemezler. Üniversite dışındaki okullarda belirli bir kıyafet giyinme zorunluluğu varken üniversitede dini simge haline gelmiş kıyafetler dışında belirli bir sınırlama yoktur. 12 Eylül referandumu sonrasında yeniden alevlenen tartışmalar, daha önce de olduğu gibi üniversitede dini simge olarak kabul edilen “türban”a yönelik yasağın kaldırılması üzerinde yoğunlaşmaktadır. Hal böyle olunca bir kıyafet biçimi olan türbanı, üniversitenin işlevlerini de dikkate alarak değerlendirmek gerekmektedir. Üniversitede türban üzerine düşüncelerimi, bu konunun daha önce gündeme geldiği 2008 yılında bu köşede yayınlanan “Türban ve Üniversite Üzerine…” başlıklı yazıda ifade etmeye çalışmıştım. 1 Şubat 2008 tarihli bu yazıda yer alan düşüncelerimi konunun güncelliğini göz önünde bulundurarak bir kez daha sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Üniversite, bu köşede birçok kez dile getirmeye çalıştığım gibi bilimsel bilgi üretmesi ve sunması gereken bir kurumdur. Bilimin olmazsa olmaz koşulu ise özgür düşünme ve tartışma ortamının gerekliliğidir. Yani, bilimsel faaliyet içinde bulunacak kişiler (öğrenciler de bu faaliyetin doğrudan içindedir) tamamen dogmalardan uzak düşünmeye ve sorgulamaya açık olmalıdır. Mutlaklaştırılmış kabullerin ötesine geçemeyen itaatin, özgür düşünceyi engellediği de anımsanırsa böyle bir anlayış içerisinde gerçeklikleri anlamak, sorunları çözmek ve toplumsal ilerlemeye katkı sağlamak nasıl mümkün olabilir?


Üniversiteye ilişkin bu genel tanımlamadan sonra gelelim türbana; mademki bir inancın gereği olarak talep edilmektedir, o halde en temel insan haklarından biri olması gereken inanç özgürlüğü bağlamında diğer giyim kuşam şekilleri gibi türbana da karşı olmamak gerekir. Ancak, konu “üniversitede türban” olunca, dini bir simge olan türbanı tercih edenlerin mutlaklaştırılmış kabulleri olduğu ve bu kabuller doğrultusunda itaatin, özgürce düşünme ve sorgulamanın önüne geçeceği kaygıları ortaya çıkmaktadır. İşte bu noktada türban ya da benzeri inanç simgelerini taşıyanların bilimsel faaliyet içinde katkı sağlamaları beklenemez. Dolayısı ile üniversitede türbanı değerlendirirken şekil açısından değil, türbanın altındaki zihniyetin bilim ve üniversitenin işlevleriyle arasındaki çelişki açısından konu ele alınmalıdır.


Burada haklı olarak şu soru akıllara gelecektir: Peki, bilimsel faaliyete engel olacak dogmalar, mutlaklaştırılmış, itaate dayalı düşünceler sadece türbanla mı ortaya çıkar, türbanın yasak olması üniversitelerde düşüncenin özgür olduğu anlamına mı gelir?


Sorunun cevabı elbette “hayır” olacaktır. Başı açık ama beyni örtülü birçok kişi üniversitelerdedir ve zaten üniversitelerin bugün işlevlerini yerine getirmekten uzak olmasının temel nedeni de budur. Ve beyinlerdeki bu örtü sadece dinle sınırlı değildir. Irkçılığı, şovenizmi ve sermayeciliği dogma haline getirmiş, mutlaklaştırmış ve ona itaat eden de önemli bir kesim vardır. Bu kesimin de bilim ve üniversite ile çelişkileri dini dogma haline getirmiş olanlardan daha az değildir.


O halde, öncelikle üniversitede türbanı savunmamak gerekir ama en az türbanla simgeleşen dogmalar kadar üniversitenin işlevlerini engelleyen diğer örtülü beyinlerle de mücadele etmek gerekir. Öte yandan, türban konusunda düşünürken sadece türbana karşı çıkmak yerine, türbanın ve onun temsil ettiği düşüncenin son 30 yılda böylesine yaygınlaşmasının nedenlerine de bakılmalıdır. Zira türban talebinin böylesine yoğunlaşması sadece bir sonuçtur. İnsanları dine yönelten en temel etken bu dünyadan umutların kesilip, diğer dünyadan beklentilerin artmasıdır. Bu dünyada umutları tüketen ise özgürlükçü düşünce ortamının baskılanması ve bu baskı ortamından faydalanılarak toplumun geniş kesiminin haklarını elinden alıp, onları açlığa, yoksulluğa, işsizliğe iten politikalardır. Sermayenin çıkarları doğrultusunda oluşturulan bu politikalar sorgulanmadan Türkiye’de irtica ve de türban konusunda yapılacak tartışmalar lafı güzaftır.”

22 Ekim 2010 Cuma

Yargıdan AKP’ye Büyük ‘Destek’!..

22/10/2010

ÖZGÜRCE


Türban, iktidarda 8 yılını dolduran AKP’nin iç siyasetteki en önemli dayanağı olmuştur. Türban üzerinden yaptığı manevralar sayesinde AKP, “şekli laisizmin” savunucusu CHP’yi de yargı kurumlarını da elimine etmeyi başarmıştır. Öte yandan AKP, çoğu zaman planlı biçimde gündeme getirdiği türban meselesi üzerinden hem gerçek gündemin üzerini örtmüş hem de toplum desteğini kaybedip köşeye sıkıştığında türban nedeniyle hakkında açılan kapatma davalarında büründüğü mazlum rolü sayesinde bu sıkışmışlıktan kurtulmuştur.

Bunun en açık örneği 2008 yılında yasalaştırılmak istenen SSGSS’ye karşı toplumda muhalefetin en üst düzeyde olduğu bir dönemde yaşanmıştır. Emek Platformunun tüm ülkede iki saatlik iş bırakma kararını uygulayacakları 14 Mart 2008 günü AKP’ye kapatma davası açılacağı haberi gündeme bomba gibi düşmüş ve emekçilerin eylemi başarıya ulaşamamıştır. Daha sonra da AKP’nin kapatma davası nedeniyle büründüğü “mazlum” hali Emek Platformunu bölmüş ve emekliliği mezara taşıyan, sağlığı bütünüyle piyasaya terk eden 5510 sayılı SSGSS Yasası Meclisten geçmiştir.

Benzer bir durum bugün de söz konusudur. HSYK seçimleri sonrasında AKP’nin hukuk ve demokrasi anlayışı 12 Eylül referandumunda kendisini destekleyen kesimler tarafından dahi eleştirilmeye başlanmıştır. Öte yandan CHP, “şekli laisizm” anlayışını yumuşatarak, 2008’de AKP’ye kapatma davasına gerekçe olan “Türbanı sadece üniversitede serbestleştirme” formülünü önermiştir. CHP’nin bu hamlesi, AKP’nin iktidarını sürdürmesini sağlayan çok önemli bir kozun elinden alınması anlamına gelmektedir. Bu önemli kozun elinden alınmasını engellemek isteyen AKP, türban hedefini genişletmek ve türban serbestisinin kamusal alanının bütününü kapsayacak biçimde yayılmasını savunmak durumunda kalmıştır. Her ne kadar AKP’nin nihai hedefi türbanın her alanda kullanımının serbestleşmesi olsa da böylesine köklü bir düzenleme, -karşılaşabileceği tepkiler nedeniyle- AKP için de henüz erkendir. Gerek HSYK seçimleri gerekse türban meselesinde atmak zorunda kaldığı adımlar AKP’yi pek çok yönden sorgulanır bir konuma düşürmüş ve köşeye sıkışmasına neden olmuştur.

İşte AKP’nin yine köşeye sıkıştığı bir dönemde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, yeni bir kapatma davası açılabileceğini ima eden bir açıklama yapmıştır. Bu açıklama 2008’deki kapatma davasının açılmasında olduğu gibi AKP’nin halen yargı baskısı altında olduğu söylemiyle yeniden mazlum görüntüsüne bürünmesine yol açacaktır. Böylece HSYK seçimleri ve AKP’nin yargı üzerinde gerçekleştirildiği iddia edilen operasyon ile AKP’nin türban meselesindeki yeni konumu sorgulanmayacak; adil bir hukuk düzeni ve demokrasi adına AKP’yi destekleyen ama son gelişmeler üzerine AKP’yi eleştirenler de yeniden AKP savunuculuğuna devam edecektir.

Sözün özü: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı yine en zor zamanında mazlum rolüne bürünmesini sağlayarak AKP’ye destek olmuştur. Sayın Başbakan, sürekli olarak eleştirdiği Başsavcıya ne kadar teşekkür etse azdır (!)

15 Ekim 2010 Cuma

2011 OVP; Kime Ne Getirir, Kimden Ne Götürür?

15/10/2010

ÖZGÜRCE

2011-2013 dönemini içeren Orta Vadeli Program (OVP) yayınlandı ve hemen ardından da borsa rekor bir yükselişle tarihinin en yüksek düzeyine çıktı. OVP’nin toplumun hangi kesimlerine neler getirip, hangi kesimlerinden neler götüreceğini anlamak için borsanın verdiği bu tepkiye bakmak yeterlidir aslında…

Bilindiği üzere borsa, kağıtları işlem gören şirketlerin kârlarının ya da kâr beklentilerinin artmasıyla yükselir. Şirketlerin kârının yükselmesi de maliyetlerinin düşmesi ve rekabet edebilme kabiliyetlerinin yükselmesiyle olur. Maliyetlerin düşmesi ve şirketlerin pazar paylarının artması ya ihtiyacın yüksek olduğu çok özel bir ürünün piyasaya sürülmesiyle ya da verimliliği olağan üstü düzeyde yükseltecek bir üretim tekniğinin bulunması ve uygulanmasıyla gerçekleşir. Eğer bu özel durumlar dışında bir şirketin kârı ve dolayısıyla hisselerinin değeri yükseliyorsa bunun nedeni emek maliyetinin ve/veya vergi giderlerinin düşürülmesidir.

Devletin izlediği ekonomi politikaları şirketlerin kârlılık düzeyini birçok yönden etkiler. Örneğin bugün Türkiye’de olduğu gibi cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanlar, şirketlerin temsilcisi gibi ülke ülke dolaşır ve bir taraftan bu şirketlerin mal ve hizmetlerini pazarlamaya çalışır veya bu şirketlere yatırım yapacak ortak ararlar. OVP gibi programlar ise hükümetlerin devlet erkini kullanarak uygulanacakları politikaları ve tercihleri belirtir. Bu tür programlarda vergilerin hangi toplum kesiminden alınacağı, bütçeden hangi toplum kesimine daha fazla kaynak aktarılacağı gibi maliye politikalarının yanı sıra uygulanacak sosyal politikalar ve istihdam politikalarıyla da hangi toplumsal sınıfın çıkarlarının korunacağı ortaya konulur.

2009 yılında hazırlanan OVP gibi 2010 yılında hazırlanan ve 2011-2013 dönemini kapsayan OVP’de de “Ekonominin rekabet gücü, kamu harcamalarında etkinlik, iyi yönetişim, devlet yardımları, eğitim sistemi, yargı sistemi, kayıt dışılık, yerel yönetimler ve bölgesel gelişme alanlarında yapısal dönüşüm ihtiyacı devam etmektedir” tespiti yapılmıştır. Söz konusu yapısal dönüşüm, tamamen piyasanın ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olarak neoliberal politikalar çerçevesinde gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.

Bu bağlamda 2010 OVP ile bir taraftan “kamu açıklarının azaltılması…” hedefi ortaya konulmuş, diğer taraftan da “...özel sektörün kullanabileceği kaynakların artırılmasına katkı sağlayacak ve böylece özel sektör öncülüğünde bir büyüme sürecinin gerçekleşmesine yardımcı olacaktır” ifadesi kullanılmıştır. Bunun anlamı, kamu gelirleri arttırılıp, kamu giderlerinin azaltılacağı ama bu yapılırken özel sektörün çıkarları gözetileceğidir. Yani kamu gelirlerini arttırmak için toplumun ödediği dolaylı vergiler artacak, kamu giderlerini azaltmak için de eğitim, sağlık gibi kamu hizmetlerine ayrılan pay düşecektir. Böylece sermaye daha az vergi öderken bütçeden yüklü teşvikler alacaktır.

2010 OVP’de diğer bir hedef de “…işgücü piyasasının esnekliğini ve işgücüne katılımı artıracak politikalara ağırlık verilecektir” ifadesiyle ortaya çıkmaktadır. AKP hükümeti özellikle 2008 yılından buyana ekonomik krizi ve krizle birlikte yükselen işsizliği de bahane ederek istihdama ilişkin bir dizi politikayı uygulamaya koymuştur. Bu politikalar sermayenin üzerindeki emek maliyetini en aza indirmek üzere bir taraftan maliyetin bir kısmını genel bütçenin ve İşsizlik Sigortası Fonunun (İSF) üzerine yıkmak, diğer taraftan da istihdamda esnekliği arttırmaktır. Sosyal güvenlik primlerinin, vergilerin ve kısmi çalışma ödeneği gibi adlar altında ücretlerin genel bütçe ve İSF üzerine yıkılmasıyla sermaye büyük bir yükten kurtulmakta ve bu yük toplumsallaştırılmaktadır. Öte yandan işgücü piyasasının esnekleştirilmeyle birlikte işveren, işçiyi istediği zaman işten çıkartma, istediği süre ve istediği ücretle çalıştırma özgürlüğüne kavuşmaktadır. Bunun emekçiler için anlamı ise daha düşük ücret, daha uzun, daha kötü koşullarda çalışma ve güvencesizlik olmaktadır.

Kısacası, emekçiler için 2010 OVP, yeni zamlar, daha kötü ve daha pahalı kamu hizmeti, daha düşük ücret, daha uzun süreyle daha kötü koşullarda çalışma ve güvencesizlik anlamına gelmektedir. Ama buna karşılık sermaye için OVP, daha az vergi, daha fazla devlet teşviki ve daha ucuz işgücü demektir. İşte bu nedenle borsalar coşmakta ve AKP Hükümetiyle arası açık gibi görünen TÜSİAD’ın ve diğer tüm sermaye kesimlerinin yüzü gülmektedir. Tüm bunlar olurken sendikalar ise sessiz sedasız olan biteni izlemekle yetinmektedir (!)

8 Ekim 2010 Cuma

‘2. Tekel Direnişi’

08/10/2010

ÖZGÜRCE

TEKEL işçisi, iş güvencesi için, ekmeği için kışın en soğuk günlerinde Sakarya Caddesi’nde 78 gün direndi. 78 gün boyunca Türkiye’nin gündemi bu direnişe odaklandı. Direniş sadece TEKEL işçisinin direnişi değildi; Türkiye’de yıllardır işini, ekmeğini kaybetmiş ya da kaybetme tehdidi altındaki milyonlarca emekçinin de direnişiydi. Türkiye’nin her yerinden emekçiler Ankara’ya akın etti, TEKEL işçisinin yanında direnişe katıldı, dünyanın pek çok ülkesinden emekçiler TEKEL işçisiyle dayanışma eylemleri yaptı. Uzun yıllar sonra ilk kez TEKEL direnişiyle birlikte işçi sınıfı halen var olduğunu gösterdi. Direnişte geçen 78 gün, siyasi iktidarın ve sermayenin kabusu olurken, emekçiler için umut oldu.

TEKEL işçisi direnişi boyunca sadece Ankara’nın soğuğu ve iktidarın tehditleriyle değil, sendikal bürokrasinin engellemeleriyle de mücadele etmek zorunda kaldı. Ve sendikal bürokrasinin elbirliği ile sergilediği oyun, direnişin kırılmasında en önemli etken oldu. 22 Şubatta konfederasyonlar TEKEL işçisinin talepleri yerine getirilmezse genel greve -ya da eyleme- gideceklerini vaat ettiler; Tek Gıda-İş Sendikası eylemliliklerin tüm Türkiye’de süreceği sözünü verdi. Ama bu sözlerin, vaatlerin hiçbiri yerine getirilmedi. Son olarak 9 Ağustosta Tek Gıda-İş Genel Merkezi’nden yapılan bir açıklamayla 2 Martta ilan edilen eylem programının iptal edildiği duyuruldu ve işçilerin direnişinin temel gerekçesi olan 4-c kadrosuna geçmeleri istendi. Eylem programının iptaline gerekçe olarak da; “1 Mayıs Taksim Mitingi ve 26 Mayıs Genel Grev uygulamalarında yaşananlar ve Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun ittifakla aldığı karar gereği 4-c’nin Anayasa Mahkemesine gönderilmesi” gösterildi. Sendikadan yapılan bu açıklama TEKEL direnişinin yok sayıldığını ve sendikanın TEKEL işçilerini tamamen gözden çıkarttığını gösteriyordu.

TEKEL işçisinin sendikasından gördüğü bu tavır, 78 gün boyunca direnişi manşetlerinden düşürmeyen, direnişe çok büyük anlamlar ithaf edenler tarafından maalesef görülmedi. Direniş boyunca TEKEL işçisini göklere çıkartanlar artık onları unutmuştu. 78 gün boyunca “Ölmek var dönmek yok” diyen TEKEL işçisi, tamamen yalnızlaştı ve işçilerin büyük çoğunluğu çaresizlik içinde 4-c’yi kabul etmek zorunda kaldı.

TEKEL mücadelesinin sınıf mücadeleleri tarihine “Hazin bir yenilgi” olarak geçeceği düşünülmeye başladığı bir sırada, Türkiye’nin dört bir yanından bir kısım TEKEL işçileri, kendilerine verilen sözlerin tutulmadığını, 4-c’yi kabul edenlerin dahi işbaşı yaptırılmadığını söyleyerek, yeniden kendi yuvalarına Tek Gıda-İş Sendikasına geldiler. Ama ne yazık ki daha önce Türk-İş yönetiminin yaptığını bu kez Tek Gıda-İş Sendikası yaptı ve “Polis gücü kullanarak”, işçileri kendi yuvalarına sokmadı. Sayıları az da olsa TEKEL işçileri haklarını almak için kendi ifadeleriyle “2. TEKEL direnişini” başlattılar ve sendikalarının önünde direnişe geçtiler.

TEKEL işçisinin talebi, sendikayı harekete geçirmek, sendikanın mücadelelerini sahiplenmesini sağlamak ve sendikanın şemsiyesi altında mücadeleyi sürdürmek(!) Sizce TEKEL işçisi çok şey mi istiyor? Eğer bir sendika emekçilerin iş, ekmek mücadelesini sahiplenmeyecekse, emekçilerle arasına polis gücü koyacaksa ona nasıl sendika denir? Emekçileri polis aracılığıyla sendikadan uzak tutmaya çalışan, mücadeleden kaçan sendikacılar var oldukça, emekçilerin sendikalara güvenmesi beklenebilir mi?

1 Ekim 2010 Cuma

Barınma ve Yaşam Hakkını İhlal ya da Bir Sermaye Birikim Hikayesi…

01/10/2010

ÖZGÜRCE

Türkiye’de konut sorunu 1950’lerin sonları 1960’ların başlarıyla birlikte hızlanan köyden kente göçle birlikte ortaya çıkmıştır. Sanayinin yoğunlaştığı büyük şehirlere çalışmaya gelenlerin barınma ihtiyaçlarını karşılamak için devletin tek yaptığı gecekondulaşmaya göz yummak olmuştur. Gecekondulaşmaya göz yumarak, bir taraftan devlet sosyal konutlar yapmak için bütçeden pay ayırmak zorunda kalmamış, diğer taraftan da barınma maliyetinin en düşük düzeyde tutulması sağlanarak, düşük ücretle işçi çalışması olanaklı hale getirilmiştir. 1970’li yıllara gelindiğinde derme çatma gecekonduların yerine emekçiler, -büyük çoğunluğu imar izni de alarak- dişlerinden tırnaklarından ayırdıkları paralarla daha düzenli, kalıcı konutlar yapmışlar ya da müteahhitlerce yapılan apartman daireleri satın almışlardır.

1980’lerle birlikte üretimin büyük fabrika düzeni yerine küçük ve orta ölçekli üretim alanlarına kaymasıyla kentlerde kurulu büyük fabrikaların önce işçi sayısı azalmış, daha sonra da bu fabrikalar kapatılmış ya da kentlerin dışına taşınmıştır. Üretimin kent dışına çıkmasıyla birlikte, emekçilerin de bu üretim alanlarını çevreleyen barınma alanlarında yaşamlarını sürdürmeleri sermaye için bir ihtiyaç olmaktan çıkmıştır. Ayrıca sermaye kesimi, büyük çoğunluğu kentlerin ortalarında, rantın yüksek olduğu bu yerleşim alanlarını kendisine yeni kâr alanı haline getirmek üzere emekçileri buralardan tasfiye edilip, lüks konut ve ticaret merkezleri haline dönüştürme çabası içerisine girmiştir.

Kentsel dönüşüm adı altında yürütülen projelerle kent merkezlerindeki barınma alanlarından “sürgün” edilen emekçiler için kent merkezlerinin dışında, Emlak Bank ve TOKİ aracılığıyla toplulaştırılan araziler üzerine yapılan konutlar yeni barınma alanları olarak gösterilmiştir. Başlangıçta çok düşük gelirli kesimlerin de sahip olabileceği konutlar üretileceği propagandası yapılmışsa da kısa süre içinde lüks konut üretimi ağırlık kazanmış ve konutların aylık taksitleri birçok yerde ortalama gelire sahip bir emekçinin bir yıllık gelirleri düzeyine ulaşmıştır. Böylece geniş emekçi kesimler için kentlerde barınacak bir konut edinebilmek neredeyse imkansız hale gelmiştir. Emekçiler ve sermaye dışındaki diğer kesimlerin barınma hakkını elinden alan konut politikaları, 2001 ve 2008 krizlerinde izlenen, inşaat sektörüne kaynak aktarma yoluyla ekonomiyi canlandırma anlayışının da sonucu olarak Türkiye’de yeni bir sermaye birikimi sağlama aracı olarak kullanılmıştır. Özellikle 2000’li yıllarla hızlanan kentsel dönüşüm, konut politikalarındaki değişimin yarattığı yeni sermayedarlara en iyi örneklerden biri Ağaoğlu Şirketler Grubu’dur.

Dünün müteahhidi bugünün en büyük sermaye sahiplerinden biri olan Ali Ağaoğlu, son günlerde kendi görüntülerinin de yer aldığı sayfa sayfa gazete ilanları ve televizyon reklamlarıyla gündeme gelmiştir. Ali Ağaoğlu’nun “Bu ülkede herkes iyi yaşamayı hak ediyor” sözünün öne çıkartıldığı bu ilan ve reklamlara bir de -emekçilerle dalga geçer gibi- “10 bin peşin daire senin” notu düşülmüştür… 1981 yılında inşaat faaliyetlerine başlayan Ağaoğlu, 1982-2000 arasındaki 18 yılda 208 villa ve 949 daire yapmışken; 2000-2009 yılları arasında 367 villa, 288 konak daire, 1 tarihi konak, 122 ofis ve 8 bin 856 daire inşa etmiştir. 2000 sonrasında inşa edilen dairelerin yüzde 87’si ise 2007-2009 arasında gerçekleştirilmiştir (www.agaoglu.com.tr). Orta düzeyde bir müteahhit olan Ağaoğlu’nun, ekonomik krize de denk gelen son birkaç yıl içinde böylesine ciddi bir büyüme göstermesinde uygulanan kentsel dönüşümün, kamu kaynaklarının inşaat sektörüne aktarılmasının ve orman arazileri de dahil olmak üzere kamu arazilerinin büyük teşviklerle elde etmesinin çok önemli payı olduğuna kuşku yoktur.

Ağaoğlu’nun 1980’lerdeki ilk yatırımlarını gerçekleştirdiği sermayeyi edinme süreci de en az son üç yıldaki hızlı büyüme hikayesi kadar ilginçtir. Ali Ağaoğlu, 17 Ağustos depreminin yıldönümü vesilesiyle Referans gazetesinde yer alan söyleşide aynen şunları söylemiştir: “Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. İstanbul konut inşaat sektörünü en iyi bilen isimlerden biri olarak söylüyorum ki; mevcut yapı stokunun yüzde 70’i deprem açısından güvenli değil. 1970’li yıllarda İstanbul’un Anadolu yakasında yapılan yapıların büyük bir kısmına inşaat malzemesini ben sattım. Kumları Marmara Denizi’nden demirleri hurdadan çektik. O zamanın şartlarında en iyi malzeme buydu. Sadece biz değil tüm firmalar aynı şeyi yapıyordu. Deprem olursa İstanbul’a ordu bile giremez, ölen şanslıdır” (Referans gazetesi, 20.08.2009).

“Bu ülkede herkes iyi yaşamayı hak ediyor” diyerek milyonlarca liralık reklamlar veren bir sermayedarın, bulunduğu yere nasıl geldiği, buraya gelirken en temel insan hakkı olan barınma hakkını ve hatta yaşama hakkını nasıl yok saydığı kendi sözleriyle ortaya çıkmaktadır. Ağaoğlu’nun hikayesi elbette bir istisna değildir. Tüm dünyada sermayedar olarak tanımlanan hemen herkesin buna benzer ve belki bundan çok daha çarpıcı hikayeleri vardır. Ama onların hikayeleri, kendileri açıkça itiraf etmedikleri ve bunu kendilerine soran olmadığı sürece bilinmeyecek ya da bilinse bile hesabı sorulmayacaktır.

24 Eylül 2010 Cuma

Menderes’i Kim Astı?..

24/09/2010

ÖZGÜRCE

Adnan Menderes ve arkadaşlarının idam edilmesi sadece insani açıdan değil, Türkiye’nin toplumsal yapısına müdahale bakımından da kabul edilemez bir vakadır. Menderes ve arkadaşlarını idama götüren süreçte 27 Mayıs 1960 darbesi son derece önemli bir aşamadır, ancak başlangıç noktası değildir. Aradan geçen 50 yılda etkileri halen devam eden bu idamlara giden süreç, 1950’li yılların ortalarında Menderes’in başında bulunduğu DP hükümetinin kapitalist sistemin dönemsel koşullarına uyum sağla(ya)mamasıyla başlamıştır.

1950’li yıllar, Sovyetler Birliği’nin gücünü hissettirdiği ve özellikle Avrupa’da geniş toplum kesimlerinin sosyalizme yakınlaştığı bir dönemdir. Avrupa’yı Sovyetler Birliği’nin ve sosyalizmin etkisinden kurtarmak isteyen ABD, bir taraftan maddi yardımlarla kalkınma programlarını; diğer taraftan da kapitalizmin çirkin yüzünü bir nebze de olsa gizleyebilmek için sosyal devlet uygulamalarını yaşama geçirmeye çalışmaktadır. Buna karşılık Türkiye, ABD tarafından getirilen kalkınma programlarının kapsamında bulunmasına rağmen, özellikle sosyal devlete ilişkin düzenlemeleri uygulamaya koymaktan kaçınmıştır. Çünkü büyük toprak sahipliğinden gelen Menderes ve diğer DP yöneticilerinin önceliği, sanayileşmeye dayalı kalkınma politikalarından ziyade mensubu oldukları kesimin çıkarlarını savunmaktı. Öte yandan sanayileşmenin zayıf, sanayi işçilerinin de sayısal olarak az olmasıyla da bağlantılı olarak sendikal hak ve özgürlükler ile sosyal güvenlik sistemi DP için öncelikli olmamış, bunun yerine geniş köylü nüfusa hitap edecek yardımlaşma ve hayır mekanizmasına dayalı geleneksel “Güvence sistemlerine” destek verilmiştir.

Kapitalizmin dönemsel koşullarına aykırı olmakla birlikte Türkiye’nin toplumsal yapısı içinde kabul gören politikaları sayesinde DP, yaklaşık on yıl boyunca iktidarını sürdürmeyi başarmıştır. Ancak Türkiye’yi Batının kapitalizminden koparan bu gelişmeler, coğrafi ve siyasi olarak stratejik bir konuma da sahip olan Türkiye’ye bir müdahaleyi gerekli hale getirmiştir. Önceleri diplomatik seviyedeki bu müdahaleler sonuç vermemiş ardından Menderes’in uçağının düşmesi gibi şüpheyle karşılanabilecek gelişmeler olmuş ve nihayetinde 27 Mayıs 1960’da askeri darbe gerçekleşmiştir. Darbenin hemen ardından kurulan hükümet, kapitalizmin dönemsel koşullarına uyum sağlayacak biçimde bir taraftan planlı kalkınma programlarını uygulamaya koyarken diğer taraftan da devletin sosyal işlevlerin arttıran politikalar izlemeye başlamıştır. Bu politikalar sonucunda bir taraftan sanayi kapitalizminin gelişmesi yönünde devlet, özel sektörü, kalkınma programları çerçevesinde desteklerken diğer taraftan da emekçi kesimler için grev hakkı ve örgütlenme özgürlüğü getiren, sosyal güvenlik hakkını genişleten düzenlemeler yapmıştır.

Menderes ve arkadaşlarını idam eden 27 Mayıs darbe rejimi, her ne kadar emekçi kesimler tarafından olumlu değerlendirilen düzenlemeler getirmişse de sonuç itibariyle uzun dönemde kârlı çıkan sanayi sermayesi olmuştur. Emekçilerin bu süreçte sahip olduğu haklar ise 1970’li yılların başında kapitalizmde yaşanan dönüşüm koşulları doğrultusunda parlamenter düzen içinde (15-16 Haziran eylemlerine neden olan düzenlemeler gibi) ve 12 Mart 1971 darbesiyle geri alınmaya çalışılmıştır.

27 Mayıs darbesinin emekçiler yönünden en olumsuz tarafı kuşkusuz toplumsal yapıya dışarıdan müdahale yolunu açmış olmasıdır. Menderes hükümetlerinin uygulamaları ne kadar antidemokratik olursa olsun, emekçi kesimler tarafından olumlu algılanan bu darbe, doğal değişimin yolunu önemli ölçüde kapatmış ve dışarıdan müdahale ile kurtuluş olacakmış gibi bir yanılsama yaratmıştır. Bu da gerek 12 Mart gerekse 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerine karşı emekçi kesimlerin direncini zayıflatmıştır. Öte yandan 27 Mayıs darbesi ve Mendereslerin idamı sürekli olarak, emekçilerin ve sol, sosyalist yapıların baskılanmasının bir aracı olarak kullanılmıştır.

Menderes’in idamını politik malzeme olarak kullanılmasının son örneğini 12 Eylül referandumu sürecinde Başbakan Erdoğan sergilemiştir. Erdoğan, daha önce Demirel, Özal ve Çiller’in yaptığı gibi Menderes’in milliyetçi, muhafazakar kimliği üzerinden emekçilerin haklarını ortadan kaldırmayı hedeflemekte ve bunun üzerinden iktidarlarını sürdürmenin hesabını yapmaktadır. Oysa, Menderes’in asılmasına gerekçe oluşturan anlayış, Menderes’in idamı üzerinden politika yapan diğer politikacılar gibi Erdoğan’ın da bugün uygulayıcısı olduğu kapitalizmin dönemsel koşullarına entegrasyonu savunanlarla paraleldir. Yani entegrasyona direnen Menderes’in idamını politikalarına alet edenler aslında Menderes ve arkadaşlarına idam fermanı veren entegrasyoncularla aynı saftadır(!)

Bugün emek ve demokrasi mücadelesi içinde olanların, uyguladığı tüm muhafazakar ve emek karşıtı politikalara rağmen 27 Mayıs darbesine de Menderes’i asanlara da karşı olması gerekir. Zira siyasal yapının toplumsal yapıya uygun olarak değişimi için önce ideolojik hegemonya kırılmalıdır. Oysa hangi görüntü altında olursa olsun darbeler, baskı yoluyla egemen ideolojinin hegemonyasını sağlamaya hizmet eder. Egemen ideolojinin hegemonyasını kırabilmesi; toplumun kendi yapısına uygun bir ideolojiyi benimsemesi ve bu ideolojiyi egemen kılacak yönde bir değişim için mücadeleye girişmesiyle mümkün olacaktır.

10 Eylül 2010 Cuma

Neden ‘Boykot’ Değil?..

10/09/2010

ÖZGÜRCE


22 Temmuz 2007 genel seçimleri öncesi seçimlere dair düşüncelerimi 8 Haziran 2007 tarihinde bu köşede yayınlanan “Emekçiler İçin Seçimin Anlamı” başlıklı yazının girişinde şu şekilde ifade etmiştim:

“Kapitalist sistem içerisinde parlamenter demokrasi, burjuvazinin iktidarını meşrulaştırma ve böylelikle toplumun diğer kesimlerine kabul ettirmenin en temel yoludur. Parlamenter sistemde toplumun önüne bir sandık konulur ve bu sandığa oy atan yurttaşlar da demokratik bir düzen içinde olduklarını, kendilerini yönetecek kişilerin seçiminde ve dolayısıyla yönetimde söz hakları bulunduğunu zannederler. Sonra da seçtiklerini zannettikleri kişiler, kendi sorunlarına çözüm getirmeyip durumlarını daha da kötüleştirince, sistemin bütününü sorgulamak yerine yanlış bir seçim yaptıklarını düşünür ve bu yanlışı bir dahaki seçimde düzeltebileceklerini umarlar. Oysa aynı oyun, daha sonraki seçimlerde de oynanır ve oy sandığında “makus talihini” yeneceği umudunu sürdüren toplum kesimleri, yıllar ve yıllar boyu daha fazla acılar çekerek ömürlerini tüketirler.”

Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere seçimlere dair genel düşüncem, kapitalist bir sistem içinde işçi sınıfı zayıf olduğu sürece “demokrasi” adına emekçilerin önüne konulan her sandığın bir aldatmacadan ibaret olduğu yönündedir. Böyle bir yapı içinde emekçilerin oy kullanmasının tek anlamı, emekçi sınıfları temsil eden partilerin oy sayısına bakıp sınıfsal çıkarlarının farkına varmış emekçiler ile solcuların sayısını tespit etmekten ibarettir. Dolayısıyla özellikle genel seçimlerde –bölgesel özelliklere göre bazen yerel seçimler anlamlı olabilir- sandığa gitmenin kaba bir istatistiksel bilginin ortaya konması dışında fazlaca bir önemi yoktur.

Seçim sandığını aldatmaca, sandığa gitmeyi de gereksiz gören biri olarak, başından beri 12 Eylül referandumunu “boykot” etmek yerine sandığa gidilmesini ve “hayır” oyu verilmesini savundum. Bunun iki gerekçesi vardı. Birincisi, referandumda sermaye sınıfını en iyi temsil etmeye aday üç-beş seçeneğin önümüze konulmasından farklı olarak; mevcut siyasi iktidar, bu siyasi iktidarın hazırladığı anayasa değişiklikleri ve yine bu siyasi iktidarın tümden yeni bir anayasa hazırlamasının yolunun açılıp açılmamasının oylanmasıydı. Ben, Cumhuriyet tarihi boyunca emekçilerin haklarına en büyük saldırıyı gerçekleştiren işsizliği, güvencesizliği, örgütsüzlüğü ve yoksulluğu emekçilerin boynuna pranga olarak vurduğunu düşündüğüm AKP’nin iktidarda kalmasını istemiyorum. Ayrıca referandumda oylanan anayasa değişikliklerinin emekçiler ve demokrasi adına hiçbir olumlu düzenleme getirmediği gibi emekçilerin haklarını ve mücadele güçlerini daha da geriye götürdüğünü ve iktidar ile sermayeyi mutlak hakim kılacak bir yargı sistemi yarattığını somut olarak görüyorum. Sekiz yıllık icraatları ve anayasa değişikliği olarak önümüze koyduğu metni değerlendirdiğimde bu iktidarın hazırlayacağı yeni bir anayasanın da emekçiler için 12 Eylül darbe Anayasası’ndan daha da beter olacağına şüphe duymuyorum. Hal böyle olunca da sandığa gidip AKP’ye de Anayasası’na da “hayır” demek gerektiğini düşünüyorum (bunu söylerken, referandumda “hayır” diyen CHP ve MHP’nin de emekçilerin hakları ve demokrasi konusunda yaklaşımlarının AKP’den farklı olmadığını ve onlar için de AKP’den farklı düşünmediğimi özellikle belirtmek isterim).

“Boykot” yerine “hayır”ı savunmamın ikinci gerekçesi ise birincisinden bağımsız olarak sandığa gitmemenin yani “boykot”un yaratacağı sonuçlar üzerinedir. Hiç şüphe yok ki “boykot”, grev gibi son derece etkili bir eylem biçimidir. Ancak yine grev gibi “boykot” da doğru zaman ve doğru yerde kullanılmalıdır. Aksi halde boykot sadece değersiz hale gelmekle kalmaz, terse dönüp boykot yapanın aleyhine bir durum da ortaya çıkartabilir. Bu bağlamda, BDP’nin oy oranının yüksek olduğu Güneydoğu illerinde eğer sandık başına gidenlerin oranı yüzde 40 ve hatta yüzde 30’un altına düşerse, bunun yaratacağı siyasi sonuçlar bakımından “boykot”un başarıya ulaştığı kabul edilebilir. Ancak eğer seçime katılım DTP’nin 28 Mart 2009 yerel seçimlerinde aldığı oy oranının üzerine çıkarsa BDP için “boykot” ters tepebilir ve ciddi biçimde BDP’nin bölgedeki siyasi temsili tartışma konusu haline getirilebilir. Güneydoğu dışında ve özellikle de İstanbul, İzmir, Ankara gibi seçmen sayısı bakımından seçimlerde belirleyici olan illerde durum daha farklıdır. 2009 yerel seçimlerinde bu illerde DTP’nin oy oranı yüzde 5 civarındadır. Bu seçmenlerin tamamı “boykot”a katılsa bile sandığa gitmeyenlerin bayram tatilinde mi yoksa “boykot”ta mı oldukları belli olmayacaktır. Yani bu illerde “boykot”, bu kararı alanların murat ettiği siyasi sonuçları ortaya çıkartmayacak, sadece sandıkta güçlü olan tarafa katkı sağlayacaktır. Aynı durum BDP dışındaki çok küçük oy oranlarına sahip olan sol partiler için de ziyadesiyle geçerlidir.

İşte tüm bu gerekçelerle genel anlamda seçim sandığının bir oyun olduğunun bilincinde olarak; 12 Eylül referandumuyla getirilenlerin, 12 Eylül darbe rejiminin emek ve demokrasi mücadelesinin önünde daha büyük bir engel oluşturacak biçimde güncellenmesini amaçladığına inandığım için sandık başına gidilmesi ve “hayır” denilmesi gerektiğini düşünüyorum.

6 Eylül 2010 Pazartesi

Emekçi, Sanatçıyla Aldatılmaya “Evet” der mi?

07.09.2010

Mehmet Altan, Star Gazetesindeki köşesinde “U2 ve Bono da “evet” diyor...” başlığını atmış. Aslında Mehmet Altan’ın bu başlığı referandum tartışmalarının nasıl yürütüldüğü konusunda oldukça aydınlatıcıdır.


U2, İrlanda kökenli bir rock grubudur. Bono da U2’nin gitaristi ve en çok tanınan vokalistidir. Ürettikleri müzikle dünyanın dört bir yanında hayranları vardır. Öte yandan Afrika halkının yaşadığı açlık ve AIDS başta olmak üzere insan hakları ve sosyal adalet konusunda pek çok sorun üzerine yürütülen mücadelelere verdikleri destekle de tanınır ve takdir görürler…

Ama tüm bu meziyetleri yanında Bono ve diğer U2 üyeleri Türkiye’de yaşamamıştır ve Türkiye’den de Türkiye halkının yaşadıklarından da bihaberdir. Örneğin, U2 üyelerine Yörsan işçilerini direnişini ya da TEKEL işçilerinin direnişini sorsak bilmezler. Muhtemelen eğitim, sağlık, altyapı hizmetleri Türkiye’de piyasalaşıyor, toplumun çok büyük kısmını oluşturan emekçiler bu hizmetlerden artık yararlanamıyor dersek, onlar için yine pek bir şey ifade etmez. Tersanelerde, madenlerde ölen işçilerden haberdar olduklarını da sanmıyorum U2 üyelerinin…

Sadece Türkiye’de değil, kendi ülkeleri İrlanda da benzer sorunlardan haberdar olduklarını sanmam U2’nin. Eğer öyle olsaydı, önce kendi memleketlerindeki emekçilerin sorunlarına sahip çıkar, dünyadaki sorunlara da anti-kapitalist bir çerçeveden bakarlardı. Ve o zaman, bizim Başbakanı ve ondan gelen görüşme önerisinin niyetini daha iyi değerlendirebilir ve Mehmet Altan gibilerce hiçbir bilgiye sahip olmadıkları referanduma malzeme edilmezlerdi.

AKP’nin çıkarlarına malzeme edilen sadece Türkiye’de yaşananlardan uzak olan U2 grubunun elemanları değildir. Türkiye’de iş cinayetlerini umursamayan; Yörsan, Sinter Metal, TEKEL ve daha nice direnişin farkında olmayan ama onların ekmeklerinden ayırdıkları paralarla dinledikleri müzik, izledikleri film ya da maçlar sayesinde yat, kat sahibi olmuş sanatçılar, sporcular da vardır. Onlar da aynen U2 üyeleri gibi toplumsal sorunların temeli olan kapitalizmden bihaber oldukları için ve sadece kendi ceplerine girecek paranın hesabını yaparak sanattan ya da spordan elde ettikleri saygıyı AKP’ye malzeme olarak kullandırmakta ve referandumda “evet” oyu vereceklerini açıklamaktadır. Böylece her gün iş cinayetlerinin tehdidi altında, güvencesiz, karnını zor doyuracağı bir ücretle sabahtan akşama kadar çalışıp ekmeğini kazanmaya çalışan emekçilerin, içinde bulundukları tüm bu sömürü çarkını unutup, sevdikleri sanatçı ve sporcuların peşinde AKP’nin iktidarını perçinlemeleri istenmektedir.

Gerçekten merak ediyorum; acaba TEKEL Direnişinde yer almış bir işçiler ya da madende, tersanede can vermiş emekçilerin yakınları ve her gün aynı akıbetin tehdidi altın çalışan işçiler İbrahim Tatlıses, Orhan Gencebay, Sezen Aksu ya da Hakan Şükür’den etkilenerek sandıktaki oylarını belirlerler mi? Bunu tespit etmek ve sorunun cevabını bulabilmek son derece güç elbette.

Çoğunluğu emekçilerden oluşan toplum kesimlerinin kendi çıkarlarına tamamen aykırı olacak bir yönde oy vermeleri için bir takım sanatçı ve sporcular kullanılarak aldatılmaya çalışılması, iki nokta üzerinde özellikle düşünülmesini gerektirmektedir. Bunlardan birincisi bu toplum kesimlerinin ve özellikle de emekçilerin böyle kolayca aldatılacak kadar sınıf bilincinden uzak, sınıfsal çıkarlarına yabancılaşmış olup olmadıklarıdır. İkincisi ise sanat ve spor alanında bir şekilde tanınmış ve toplumun bir kesiminde de olsa saygı duyulur hale gelmiş olanların bu saygınlığı, toplumun aldatılmasında kullandırmasının sonuçlarının neler olması gerektiğidir.

Emekçi kesimlerin önemli bir bölümünün içinde yer aldığı sınıfa karşı yabancılaşmış olduğu açıktır. Ancak sınıf bilincine sahip olan ve direnişlerle tepkisini ortaya koyan emekçilerin bu süreçte seslerini daha yüksek çıkartmaları ve kendilerini aldatmaya çalışanlara hak ettikleri dersi vermeleri gerekir.

3 Eylül 2010 Cuma

12 Eylül’de Emekçiler “Taraf” mı, “Bitaraf” mı yoksa “Bertaraf” mı olacak?

03/09/2010
ÖZGÜRCE

12 Eylül referandumu Başbakan’ın tehdit içeren veciz sözleriyle de belirttiği gibi “taraf olmak, bertaraf olmak, bitaraf olmak” çerçevesinde yürümektedir. Aslında yüzyıllar önce İngiliz yazar William Shakespeare, “olmak” ya da “olmamak” sözüyle bizim Başbakan’ın derdine deva olmuştur. Gerçekten Başbakan, Shakespeare’in o meşhur sözünü başka bir üslupta da olsa doğru zaman ve mekanda gediğine koymaktadır(!)


Başbakanın belirttiği gibi Türkiye’de toplumun hemen tüm kesimleri için12 Eylül referandumu “olmak ya da olmamak” meselesi haline gelmiştir. Gerçi Başbakan “bertaraf olma” konusundaki tehdidi sermayenin kendi yandaşı olmadığını düşündüğü kesimi içindir. Korkut Boratav’ın 29 Ağustos tarihinde www.sol.org.tr’de yayınlanan “Burjuvazi, 12 Eylül ve AKP” başlıklı yazısında son derece açık biçimde ortaya koyduğu gibi sermayenin önemli bir kesimi bu tehdit üzerine vakit geçirmeden tövbe edip “evetçi” olduklarını açıklamışlardır.

Başbakanın tehdidinin sermaye kesiminde büyük bir hızla karşılık bulması, sermayedarlığın yani burjuva olabilmenin yolunun devletle olan ilişkilerden geçmesinden kaynaklanmaktadır. Her fırsatta devleti “”tu-kaka” eden ama daima devletten beslenmiş ve ondan aldığı ihaleler ve teşvikler sayesinde burjuva sınıfı içerisine dahil olanların bu sınıf içinde kalabilmesi de yine devletle olan ilişkilerine bağlıdır. Zaten devlet mekanizmasının başına geçebilmenin yani iktidar olmanın en önde gelen amacı da toplumsal kaynakların çok önemli bölümünü kontrol altında bulunduran devletin yani musluğun başını tutabilmektir. Özellikle azgelişmiş kapitalist ülkelerde genel bir eğilim olarak iktidarı ele geçirenler bir taraftan uluslararası sermaye ve ona eklemlenmiş olan büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda icraatlarını yürütürken diğer taraftan da kendi “yandaş” sermayesini yaratmaya çalışmaktadır. Bu nedenle büyümeyi amaçlayan küçük burjuva kesimi her zaman iktidarlara yanaşma çabası içerisine girmektedir.

12 Eylül darbesinin ardından Özal’lı Anavatan Partisi, uyguladığı neoliberal politikalarla devleti sosyal işlevlerinden uzaklaştırırken topluma aktarılması gereken sosyal harcamaları kısıp yandaş burjuvazi yaratmak üzere kullanmaya başlamıştır. Aradan geçen 30 yıla yakın sürede iktidarı ele geçiren diğer partiler de bu politikayı belirli ölçüde devam ettirmiştir. 28 Şubat’ta İstanbul sermayesi olarak da bilinen büyük burjuvazi bu gidişatı yavaşlatmaya çalıştıysa da AKP’nin iktidara gelmesiyle bu yeni burjuva kesiminin yükselişi tekrar hızlanmıştır.

Bugün toplumsal kaynakların önemli bir kısmı, 8 yıldır iktidarı elinde bulunduran AKP’nin himmetiyle inşaattan sağlığa, enerjiden eğitime, ulaşıma kadar her alanda aldıkları ihaleler ve imtiyazlar sayesinde bu burjuva kesiminin eline geçmiştir. Bu kesim, sayesinde müthiş bir birikim elde etmiş olduğu AKP’yi -çöküşü kesinleşene kadar- desteklemek, onun yandaşı olmak zorundadır. Bu nedenle Türk ve Kürt burjuvazisinin, iktidarlara yandaş olarak varlığını sürdüren kesimleri, Başbakan’ın “bertaraf” olma tehdidinin “devlet kaynaklarından bertaraf olma” anlamına geldiğini derhal kavramış ve “taraf”ını kendi sınıfının çıkarları doğrultusunda belirlemiştir.

Burjuvazi tarafında anında yankı bulan “bertaraf” olma tehdidini, burjuva sınıfının aksine emekçi sınıflar üzerlerine alınmamıştır. Zira 12 Eylül darbesiyle başlayan ve onun devamı olarak süregelen rejim, emekçileri zaten “bertaraf” etmiştir. Dolayısıyla emekçilerin 12 Eylül rejiminin devamı olan AKP hükümetinden -iktidarı bırakıp gitmesi dışında- hiçbir beklentisi yoktur. Ancak AKP hükümeti, yarattığı yandaş sendikalar aracılığıyla yüzde 3-4’lük zamlarla 8 yıllık emek karşıtı icraatlarını unutturup emekçilerin kendisinden “taraf” olmasını istenmektedir.

Burjuvazinin ağırlıklı olarak “evet” dediği 12 Eylül referandumunda emekçilerin alacağı tavır üzerine şu üç seçenek ortaya çıkmaktadır:

1. Emekçiler, emekliliği mezara taşıyan, iş güvencesini ortadan kaldıran, barınma hakkını, ulaşım hakkını yok sayan, sağlık ve eğitim başta olmak üzere tüm kamu hizmetlerini ticaretleştiren, milyonlarca emekçiyi açlık sınırının altına mahkum eden, iş cinayetlerini olağanlaştıran AKP’nin yanında “taraf” olup; örgütlenme hakkını, grev hakkını yok sayan, yasaları tamamen iktidarın ve piyasanın çıkarları doğrultusunda düzenlemeye çalışan anayasa değişikliklerine “evet” diyerek kendi geleceğini belirleme hakkından “bertaraf” olmaya devam edecektir.

2. Emekçiler, 30 yıldır “bertaraf” oldukları; kendilerini işsizleştiren, güvencesizleştiren özgürlüklerini baskılayan rejime ve referandumla getirilen sahte demokrasiye “hayır” diyerek, kendi sınıfsal çıkarlarının “taraf”ında olacaklardır.

3. Emekçiler, ne “evet” ne de “hayır” diyerek sandığa gitmeyecek ve niyetleri bu olmasa da sonuç olarak “bitaraf” olacaklardır.

“Taraf”, “bitaraf” ya da “bertaraf” olma konusunda tercih emekçilerindir(!)

27 Ağustos 2010 Cuma

Güvencesiz ve Örgütsüz Bir Yaşama ‘EVET’ mi ‘HAYIR’ mı?

27/08/2010

ÖZGÜRCE

AKP’nin 8 yıllık iktidarında ısrarla uyguladığı neoliberalizmin Yapısal Uyum Programları (YUP) sayesinde, ulaşımdan barınmaya, eğitimden sağlığa kadar “hak” olarak tanımlanan pek çok alan piyasaya terk edilmiştir. Sosyal hakların piyasalaşmasından en çok etkilenen de bu hakları oluşturan kamu hizmetlerini talep eden ve bunları sunan emekçi kesimler olmuştur.

Kamu hizmeti sunan emekçi kesimler AKP iktidarı öncesine denk gelen sürece kadar işçi ve memur olarak iki ana statüde istihdam edilmektedir. Gerçi 1980’lerden itibaren sözleşmeli personel uygulamaları başlamıştır ama bunlar kamu emekçileri arasında küçük bir kesimi oluşturmaktadır. Bir de 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren taşeron uygulamaları vardır. Ama bu da sayısal olarak küçük bir kesim için geçerlidir ve aslında 2003 tarihli 4857 sayılı İş Kanunu çıkana kadar yasal bir uygulama da değildir.

AKP, iktidarı eline geçirir geçirmez kamu hizmetlerini piyasalaştırma sürecine hız vermiş ve kamu hizmet sunumunun da piyasa kuralları içinde düzenlenmesine yönelik Kamu Personel Reformu’nu gündeme getirmiştir. “Reform” yasalaşmasa sa kamu da piyasalaşmaya yönelik pek çok uygulama özelleştirme ve ticarileştirmeler yoluyla fiilen gerçekleşirken kamuda istihdam da esnekleşmeye başlamıştır.

Kamuda istihdamın esnekleştirilmesi sadece kamu hizmetlerinin piyasalaşma sürecinin bir gereği olarak görülmemektedir. Bunun yanı sıra özellikle 1980 sonrasında hızlanan emek karşıtı politikalarla birlikte Türkiye’de halen örgütlü ve güvenceli istihdamın en yoğun olduğu yer kamu kurumlarıdır. Dolayısıyla Türkiye’de emekçi kesimleri tümden örgütsüz ve güvencesiz hale getirmek için de kamuda istihdamın esnekleştirilmesi gerekmektedir.

AKP hükümetinin kamuda esneklik uygulamaları için en önemli dayanağı, 4857 sayılı İş Kanunu olmuştur. Taşeronlaşmayı ve süreli iş sözleşmelerini meşrulaştıran bu yasayla birlikte bir taraftan kamu işyerlerinde taşeron uygulamaları hızla artmaya başlamış, diğer taraftan da kadrolu istihdam sınırlandırılırken, kamuya sözleşmeli personel alımı yaygınlaşmıştır. Bu süreçte kamu hizmetlerinin tamamen ya da kısmen özelleştirilmesi de yine kamu hizmeti verenleri –özel hastanelerde, özel okullarda, özel üniversitelerde, özel şehir içi ulaşım hizmetlerinde vs- esnek istihdam biçimleriyle çalışmaya mecbur bırakmıştır.

Kamuda örgütlü işçi sendikaları, yine AKP döneminde hızlanan özelleştirmelerle güç kaybederken, memur statüsündekileri örgütleyen kamu emekçi sendikaları da yandaş sendikalar hortlatılarak ve sendikalar bürokratik bir yapıya yöneltilerek etkisiz hale getirilmiştir. Böylece kamu hizmetlerinin piyasalaşması ve kamu istihdamının esnekleşmesi sürecinde AKP hükümeti ciddi bir dirençle karşılaşmamıştır. Bu konuda en önemli direnç, TEKEL işçileri tarafından gösterilmiştir, ancak bu direniş sendikalar ve diğer emekçi kesimler tarafından yeterince sahiplenilmediği için süreci engellemekte yeterli olamamıştır.

TEKEL Direnişinin süreci engellemekte yetersiz kalması hükümeti daha da cesaretlendirmiş ve kaybettiği pek çok hakka rağmen kamu emekçilerinin bir kısmının halen sahip olduğu iş güvencesinin kaldırılması hükümetin temel hedefi haline gelmiştir. Hükümetin bu konudaki niyetini son olarak Başbakan, “İşçi-memur ayrımı kalksın, herkes çalışan olsun” teklifiyle dillendirmiştir.

Ayrıca 12 Eylül’de referanduma sunulacak anayasa değişikliği paketinde yer alan ve kamu emekçilerine “toplu sözleşme hakkı” veriyormuş aldatmacasıyla sunulan 53. maddedeki değişikler de yine kamuda halen güvenceli olan kesimleri güvencesizleştirmenin yolunu açabilecek düzenlemeler içermektedir. 53. madde her şeyden önce grev yasaklarıyla kamu emekçilerinin elini kolunu bağlamakta(54. maddede aynı yöndedir), daha sonra da “toplu sözleşme” adı altında kamudaki tüm çalışma düzenini, Kamu Hakem Kurulu adıyla türettiği, son sözü söylemeyle yetkili bir “zorunlu hakemlik” mekanizmasının eline teslim etmektedir. Bu durumda bugüne kadar 657 sayılı yasayla korunan iş güvencesi, yetki sahibi yandaş bir sendikanın teklifiyle ya da kamu işvereni olan hükümetin teklifiyle ve Kamu Hakem Kurulunun onayıyla bir andan ortadan kaldırılabilir hale gelmektedir. Buna karşı her türlü grev hakkı engellenmiş olan kamu emekçilerinin de –yasal çerçeve içinde- yapabileceği bir şey kalmamaktadır.

Sözün özü: AKP Hükümeti, “Türkiye’de güvenceli tek bir emekçi bırakmama” politikasını kararlılıkla sürdürmektedir. 12 Eylül’de önümüze konulacak olan anayasa değişiklik paketi de bu kararlığın bir ürünüdür. 12 Eylül’de emekçiler ya kendilerine dayatılan güvencesiz, örgütsüz bir yaşama “HAYIR” diyecekler ya da -Tayfun Özkaya’dan ödünç aldığım- “Kuzunun safı kasabın bıçağını yalarmış” sözü yerini bulacaktır!

20 Ağustos 2010 Cuma

'Evet’in ve ‘Boykot’un Vebali…

20/08/2010

ÖZGÜRCE

12 Eylül 1980’de gerçekleşen darbe aradan 30 yıl geçmesine rağmen etkisini en ağır biçimde sürdürmektedir. 12 Eylül 2010’un Türkiye’nin geleceğine etkisi de en az 12 Eylül 1980 kadar olacaktır(!)

12 Eylül 2010’da oylanacak olan sadece anayasadaki bazı maddelerin değiştirilmesi değildir. Eğer öyle olsaydı daha önce defalarca yapıldığı gibi Meclis’te eller kaldırılıp indirilerek bu mesele halledilirdi. AKP’nin bunu yapabilecek gücü vardı (en azından bugün BDP’nin “evet” oyu vermek için ortaya koyduğu beklentilerin bir kısmı o zaman karşılanabilir ve BDP’nin ve bazı bağımsızların desteği alınabilirdi). O halde AKP referanduma gerek bırakmadan değişiklikleri Meclis’ten geçirmesi mümkünken anayasa değişikliğinin referandum sürecine taşınmasının bilinçli bir tercih olduğunu tespit etmek gerekir. Zaten bugün yaşanan referandum havasına bakınca da meselenin sadece anayasa değişikliği olmadığı rahatlıkla anlaşılabilir.

Referandumda ne “evet”çi AKP’nin ne de “hayır”cı CHP ve MHP’nin anayasa değişikliğinin içeriğiyle hiçbir ilgileri yoktur. Anayasadaki bu birkaç maddelik değişiklik Türkiye’de iktidar kavgasına dönüştürülmüştür. Ama kavga, muhalefetin iktidarın koltuğunu kapmaya çalışması, AKP’nin de bunu savunma kavgası değildir. Esas mesele önümüzdeki dönemde yeniden kızışacak olan Orta Doğu ve Kafkasya bölgesinde ABD’nin politikalarını en iyi biçimde temsil edebilecek bir hükümetin oluşturulmasıdır. Bir koalisyon hükümetinin ya da Meclis çoğunluğu yeterli olmayan bir hükümetin önümüzdeki süreçte ABD’nin politikalarını temsil etmek üzere gerekirse Türkiye’yi sıcak bir savaşın içine sokabilmesi son derece zor olabilir.

AKP halihazırda sahip olduğu Meclis çoğunluğuyla iktidardadır. Ama özellikle iç politikada ziyadesiyle yıpranmıştır ve yapılacak bir genel seçimde tek başına güçlü bir hükümet kurabilmesi neredeyse olanaksızdır. İktidara en yakınmış gibi gözüken CHP ve MHP’nin ABD’nin çıkarlarını harfiyen uygulayacak Meclis çoğunluğuna sahip bir hükümet kurması son derece güçtür. Bu durumda geriye kalan tek seçenek AKP’nin mutlak gücü eline geçirebileceği bir ortamı hazırlamaktır. Zaten AKP, yargıya ve orduya düzenlediği operasyonlarla bu yönde önemli yol kaydetmiştir. Geriye kalan, halkın desteğini alıp AKP’nin yıpranmışlığını telafi etmektir. İşte, 12 Eylül Anayasası’nı “sözde” demokratikleştirme görüntüsü sergilenerek 12 Eylül 2010 referandumundan beklenen tam da budur.

Buraya kadar paylaşmaya çalıştıklarım referandumun geneli üzerine görüşlerimdir. Bir de referanduma konu olan anayasa değişikliklerinin içeriği meselesi vardır. Bu konuda “Eşit ve Özgür Bir Ülke İçin 12 Eylül Anayasası’na da AKP Anayasası’na da HAYIR” deklarasyonunu yayınlayan ÖDP, EMEP, TKP ve Halkevleri ile diğer emekten, demokrasiden yana örgütlerin bu konuda önemli tespitleri olmuştur. Zaten bu tespitler referandumda “hayır” diyenleri birbirinden ayıran en önemli göstergedir.

12 Eylül 1980’in vebali -bu sürecin baş mimarı Özal’ı yere göğe sığdıramayanlar ve bu sürecin ürünü olarak iktidar elde edenler de dahil olmak üzere- tereddüt edilmeden her kesim tarafından darbeci generallere çıkartılmıştır. Toplumsal etkileri 12 Eylül 1980’den çok daha vahim olacağı şimdiden belli olan 12 Eylül 2010’un vebalini birilerine atmak o kadar kolay olmayacaktır. Özellikle 12 Eylül 1980’in darbesini en fazla yemiş olan kesimlerin ondan daha beter olan 12 Eylül’ün 2010 versiyonunun vebalini nasıl taşıyacaklarını sandık başına gidene kadar uzun uzun düşünmeleri gerekir(!)

Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki referandum sonucu siyah ve beyaz gibi net olan bir seçimdir. Bu seçimde ben siyahtan da beyazdan da yana değilim diyenler en ağırlıklı olan kesime dolaylı da olsa destek vermiş olurlar. 12 Eylül referandumu için bugün görünen tabloda ABD’nin Ortadoğu’daki hesapları ile sermayenin emeği daha fazla sömürme hesaplarını yerine getirmek için AKP’ye “yola devam” diyenlerin oyunu tutmuştur. Yani referandumda –BDP doğrudan “evet” demezse- az bir farkla “evet” çıkacaktır ve “boykot”, bu oyuna destek anlamına gelecektir. Eğer BDP, Türkiye’de emekçilerin haklarını, demokrasi mücadelesini yok sayıp, yapacağı pazarlıklar sonrasında “evet” derse, sandıktan “evet” sonucu çıkacağı neredeyse kesindir. Tabi bu durumda Kürt hareketiyle, emek hareketi ve sosyalist hareket arasındaki ilişkilerin yeniden tanımlanması gerekecektir.

Son söz: 12 Eylülün 2010 versiyonunun vebali, 1980 versiyonundan çok daha ağır olacaktır ve referandumda “evet” veya “boykot” tercihini kullananların bunun vebalinden kurtulmaları hiç de kolay olmayacaktır. (!)

13 Ağustos 2010 Cuma

Tek Gıda İş’in 9 Ağustos Açıklaması Üzerine..

13/08/2010

ÖZGÜRCE

2009’un Aralık ayında TEKEL işçileri Ankara’nın soğuğunda iş güvencelerine, ücretlerine yani ekmeklerine sahip çıkmak için direniş başlattıklarında yıllardır ezilen emekçiler umutlanmıştı. Umudun nedeni; emekçilerin yıllardır ellerinden alınan haklara karşı mücadelenin düşüncesinden bile uzak olmalarıydı. Ama artık bunun kader olmadığı TEKEL işçileri sayesinde yeniden hatırlanmaya başladı.

TEKEL işçileri güvencesizliği, düşük ücreti ve örgütsüzlüğü dayatan 4-c uygulamasına karşı direniyordu. Daha önce pek çok işçi TEKEL işçilerinin kabul etmediği bu koşullara karşı çıkamamıştı. Ayrıca ismi 4-c, 4-b, taşeron işçisi ya da her ne olursa olsun güvencesiz, örgütsüz ve kölelik ücretiyle çalışma Türkiye’deki emekçilerin çok büyük bir çoğunluğu için geçerliydi. Ama onlar bu koşullara karşı mücadele edememişti. Sendikalar emekçiler için kabusa dönüşen çalışma koşulları karşısında hiçbir tepki göstermedikleri gibi sermaye ve siyasal iktidarla uzlaşı içinde bu koşulların meşrulaşmasına katkıda bulunuyorlardı.

Ankara’dan TEKEL işçilerinin direniş haberi duyulduğunda ilk tepkiler, diğer birçok mücadele girişimi gibi bunun da başarısız olacağı yönündeydi. Zira böyle bir direniş örgütsüz olmazdı. Evet, TEKEL işçileri sendikalıydı ama sendikaların hali malumdu. İşçiler ne kadar kararlı olsalar bile nasılsa TEKEL işçisinin örgütü Tek Gıda-İş Sendikası ve Türk-İş, bir yolunu bulur en kısa yoldan direnişi bitirirdi. Aslında hükümet de böyle düşünüyordu. Hükümetin özellikle Türk-İş yönetiminden hiç şüphesi yoktu, diğer bazı sendikalar gibi Türk-İş’in son genel kurulda, kendisine sorun çıkartmayacak bir yönetimin oluşmasını sağlamıştı.

TEKEL işçisi herkesi şaşırttı ve direnişini 78 gün sürdürerek işçi sınıfı tarihine geçecek bir mücadeleyi gerçekleştirmiş oldu. 78 gün direnmek kolay olmadı elbette bir taraftan hükümet direnişi kırmak için her türlü gayreti gösterirken diğer taraftan da Türk-İş ve diğer sendikal yapılar TEKEL işçisini yalnızlaştırarak direnişin bir an önce bitmesi için elinden geleni yaptı.

TEKEL işçisi tüm bu baskılara karşı direnirken örgütlülüğünü hiç bozmadı, kimi zaman eleştirerek kimi zaman överek Tek Gıda-İş Sendikası’nın direnişin içinde kalmasını sağladı. Tek Gıda-İş Sendikası’nın direniş sürecindeki tavrı, eleştirilecek kimi yönleri olsa da sendikal yapıların genel durumu düşünüldüğünde oldukça olumluydu.

Altı konfederasyon, direnişi sonlandırma çabalarının bir adımı olarak 22 Şubat’ta aldıkları -mücadeleyi 26 Mayıs’a ertelemeyi de içeren- kararla başarıya ulaştılar ve TEKEL direnişi sona erdi. Tek Gıda-İş Sendikası, 2 Mart’ta direnişin sona erdiğini açıklarken 4-c’ye karşı mücadelenin tüm Türkiye’ye yayılacağını ve bir program çerçevesinde eylemleri devam edeceğini duyurmuştu.

9 Ağustos tarihinde Tek Gıda-İş Genel Merkezi’nden bir açıklama yapıldı. Bu açıklamada 2 Mart’ta ilan edilen eylem programının iptal edildiği duyuruldu ve işçilerin 4-c kadrosuna geçmeleri istendi. Eylem programının iptaline gerekçe olarak da; “1 Mayıs Taksim Mitingi ve 26 Mayıs Genel Grev uygulamalarında yaşananlar ve Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun ittifakla aldığı karar gereği 4-c’nin Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmesi” gösterildi.

Her şeyden önce Tek Gıda-İş Sendikası’nın işçilerin 78 gün direndikleri 4-c’yi kabul etmelerini istemesi kendisinin de bir biçimde parçası olduğu TEKEL direnişini yok sayması anlamına gelmektedir. Milyonlarca emekçi için umut olmuş, işçi sınıfı mücadelesinin yeniden yükselmesi beklentisiyle heyecan yaratmış ve sadece Türkiye’de değil dünyada büyük saygı uyandırmış bir direnişi böyle bir kalemde silip yok saymaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Bu bakımdan Tek Gıda-İş Sendikası’nın almış olduğu bu karar son derece vahimdir.

Tek Gıda-İş Sendikası’nın aldığı kararın kendisinden daha vahim olan yanı ise sendikanın eylem programını iptal etme konusundaki gerekçeleridir. Bu gerekçelerden biri 1 Mayıs Taksim Mitingi ve 26 Mayıs grev uygulamalarında yaşananlar olarak ifade edilmektedir. Emekçilerin sendikalara üye olma nedenleri kapitalist üretim sürecinde karşılaştıkları sefalet ve sömürüyle ancak örgütlü biçimde mücadele edebileceğini bildikleri içindir. Eğer bir sendika emekçilerin kendisinden beklediği gibi haklarını savunmak üzere bir mücadele örgütleyemiyorsa ve sefalete, sömürüye göz yumuyorsa emekçilerin bu sendikaya yönelik her türlü tepkisi meşrudur. TEKEL işçisi de bu meşru tepkisini göstermiştir.

Bir sendikanın üyelerinin tepkisini gerekçe göstererek onları cezalandırma anlamına gelecek bir söylemle eylem programını iptal edip 78 gün direndikleri bir konuda teslim olmalarını istemesi eşine benzerine zor rastlanır bir durumdur. Tek Gıda-İş Sendikası, üyelerinin tepkisini gerekçe gösterip mücadeleyi terk eden bir sendika olarak Türkiye ve hatta dünya sendika tarihine geçecek bir tavır sergilemiştir. Ayrıca Tek Gıda-İş Sendikası, bu yaklaşımıyla direniş sürecinde kimi zaman diğer sendikal yapılardan farklı olduğu yönündeki algıların bir yanılsamadan ibaret mi olduğunu düşündürmüştür.

Sendikanın açıklamasında eylem planının iptali ve işçilerin 4-c’ye geçmesini isterken bir başka gerekçesi de 4-c uygulamasının Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmiş olmasıdır. Sendikaların faaliyetlerini yasal mevzuatlarla sınırlandırıp, mücadeleden uzak durmaları uzlaşmacı, bürokratik sendikal anlayışın genel eğilimidir. Bu yolla işçiler, sınıf mücadelesinden uzak tutulmakta ve kapitalist sistem içerisindeki ülkelerde burjuvazinin egemen olduğu parlamentoların çıkarttığı yasalara teslim edilmektedir. Tek Gıda-İş Sendikası da bu yolu seçmiş, yasalara ve yargı kararlarına sığınarak mücadeleden uzaklaşmıştır.

Sözün özü: 9 Ağustos açıklamasıyla Tek Gıda-İş Sendikası, TEKEL direnişi sürecinde kendisine olan güveni boşa çıkartış ve “bu sendikalarla mücadele olmaz” anlayışındakiler maalesef bir kez daha haklı çıkmıştır.