27 Ocak 2023 Cuma

Yüz yıllık müesses nizamın inşası ve İzmir İktisat Kongresi

                                 28 Ocak 2023

AKP hükümeti ve İzmir Belediyesi, 1923 İzmir İktisat Kongresi’nin yüzüncü yılı münasebetiyle Şubat ayı içinde iki farklı kongre düzenleyeceklerini duyurdu. Maliye Bakanı Nurettin Nebati, AKP hükümetinin düzenleyeceği kongrenin 17-19 Şubat 2023 tarihlerinde, ‘Küresel Ekonomik Güç Olma Yolunda Türkiye Ekonomisi’ ana temasıyla toplanacağını duyurdu. Nebati ayrıca, “İzmir İktisat Kongresi, milletimizin cephedeki destansı mücadeleleriyle elde ettiği siyasi bağımsızlığını, iktisadi bağımsızlıkla da perçinleyen tarihi bir kongreydi. Bizler de Cumhurbaşkanımız liderliğinde, esasen tam olarak bu istikamette, yani iktisadi zaferler kazanmak üzere ilerlemeyi kararlılıkla sürdürüyoruz” açıklamasında bulundu.

İzmir Belediyesi ise “İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi” adı altında 15-21 Şubat 2023 tarihlerinde düzenleyeceği kongrede Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni döneminin ekonomi politikasını belirlemek üzere tüccarlar, çiftçiler, işçiler, sanayiciler ve esnafların oluşturduğu -kendi tanımlamalarıyla- paydaşlarının katılımı ile gerçekleştireceğini duyurdu. Arkas Holding, Folkart, T. İş Bankası ve Yaşar Holding’in ana sponsoru olduğu kongre için Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer şunları söyledi: “İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi ile yeni bir sayfayı açmak arzusundayız. Asıl niyetimiz, bundan sonra yaratacağımız iklimle, ekosistemle, ortak akılla ortak hayaller peşinde koşmayı mümkün kılacak bir zemin yaratmak.”

Cumhuriyet henüz ilan edilmeden gerçekleştirilen İzmir İktisat Kongresi’ni AKP hükümetinin ve CHP’li İzmir Belediyesi’nin birbirlerinden ayrı ve farklı temalarla da olsa anma çabası oldukça anlamlıdır. Zira İzmir iktisat Kongresi’nde sadece iktisat ve kalkınma politikaları değil, CHP, AKP ve yüz yıl içinde iktidara gelmiş diğer tüm partilerin takipçisi olduğu devletin müesses nizamını (kurulu düzeni) belirlenmiştir.

Lozan görüşmelerinin tıkandığı bir dönemde alelacele toplanan Kongre, görüşmelerin karşı tarafında bulunan emperyalist devletlere “yeni cumhuriyetin -o dönemde giderek güçlenmekte olan- sosyalist blok içinde yer almayıp, liberal yollarla kalkınmayı yani kapitalist düzen içinde yer alacağı”na yönelik güvence vermeyi amaçlamıştır. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kapitalist sistemi benimsemiş olduğunu ilan etmesi, Kongre’nin tarihsel olarak en önemli sonucudur.

İzmir İktisat Kongresi’nde ayrıca, “Misak-ı İktisadi İlkeleri” ittifakla onaylanmıştır. Bu ilkeler; İttihat ve Terakki hükümetlerinin izlediği iktisat politikalarına yön veren, “ekonomide Müslüman-Türk unsurları egemen kılma”yı amaçlayan milli iktisat görüşünün devamıdır. Kongre’de benimsenen ve “iktisadi milliyetçilik” olarak da ifade edilebilecek bu anlayış, Mustafa Kemal’in Kongre’nin açılış konuşmasında da belirttiği gibi, yabancı sermayeye karşı değildir. Keza kongrenin sona ermesinden yaklaşık bir ay sonra TBMM’de onaylanan anlaşma ile ABD’li “Chaster Şirketler Grubu”na 99 yıllığına Türkiye’de petrol arama, demiryolu yapma ve yaptığı demiryolu hattının her iki tarafında 40 km’lik mesafe genişliğinde her türlü yeraltı kaynağı arama imtiyazı verilmiştir (Şirketin gerekli şartları yerine getirememesi nedeniyle bu sözleşme 1923 yılı sonunda feshedilmiştir.).

İktisadi ilişkiler toplumsal ilişkilerin temelidir. Bu bağlamda iktisadi milliyetçilik ya da ekonominin Türkleştirilmesi, Müslüman-Türk olmayanların sadece iktisadi alandan değil, tüm toplumsal yaşamdan dışlanması anlamına gelir. İktisadi milliyetçiliğin hedefi önceleri gayrimüslimler olmuş, onların ellerindeki varlıkların Müslüman-Türk nüfusa aktarılarak milli burjuvazinin oluşturulması amaçlanmıştır. Ancak ilerleyen yıllarda Kürtler (1925 Takrir-i Sükun Yasası) ve Aleviler (1938 Dersim Tertelesi) de iktisadi milliyetçiliğin türevi olan ırkçılığın hedefi haline gelmiştir.

İzmir İktisat Kongresi’nde ilan edilen yeni cumhuriyetin temel ilkelerinden bir diğeri ise -kapitalizmi benimsemiş olmanın da gereği olan- sınıf ayrımcılığıdır. Her ne kadar “millet ya da halk denen şey bölünmez bir bütün, ‘imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış’ bir kitledir” yaklaşımı Kongre’de sıkça tekrarlanmışsa da işçi temsilcilerinin dışındakilerin -özellikle sanayici ve tüccarların- talepleri uygulanmaya konulurken işçi kesiminin “amele yerine işçi kavramının kullanılması” dışındaki talepleri (grev hakkı, 8 saatlik çalışma günü, iş güvencesi ve sosyal güvence, 1 Mayıs’ın işçi bayramı olması, 12 yaşından küçük çocukların çalıştırılmaması vb.) kabul görmemiş; sendikalaşma hakkı gibi kabul gören kimi talepler ise uzun yıllar uygulanmamıştır.

Kapitalist düzenin kabulü, Müslüman-Türk olmayanların dışlanması (inkâr, asimilasyon, tehcir, imha) ve işçi sınıfının sömürüsü… Bunlar ulus devletleşme çabası içinde bir burjuva devleti olduğunu ilan eden Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yüzyılında “müesses nizam” halini almış temel ilkeleridir ve bu ilkelerin oluşmasında 1923 İzmir İktisat Kongresi’nin son derece önemli bir rolü vardır. Bu rol görmezden gelinerek Cumhuriyetin geçen yüzyılının muhasebesini yapabilmek, “ikinci yüzyıla yeni bir sayfa açmak”, “iktisadi zaferler kazanmak” ya da “demokratik cumhuriyeti inşa etmek” mümkün değildir!



20 Ocak 2023 Cuma

Seçimle Rejim Değişir mi?

                              21 Ocak 2023

Erdoğan’ın 14 Mayıs’ta yapılacağını işaret ettiği 2023 seçimlerini, siyasi iktidarın el değiştirdiği geçmiş seçimlerle aynı kefeye koymak tarihi bir yanılgı olur. Her şeyden önce alışılageldik bir iktidar yarışı olmanın ötesinde bu seçimde muhalefet AKP’nin 20 yıllık iktidarı sürecinde adım adım inşa ettiği -Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olarak adlandırılan- otokratik rejimi değiştirmeyi hedeflerken; AKP/MHP ittifakı ise seçimleri, mevcut rejimi sürdürmek ve köklendirmek için bir var olma koşulu olarak görmektedir. 


Peki muhalefetin hedeflediği gibi seçimlerle rejimler değişir mi?


Sadece seçimler yoluyla rejimlerin değiştirildiği bir örnek yoktur. Devlete tüm kurumlarıyla egemen olan rejimler ancak toplumsal hareketleri arkasına alan devrimler ya da darbelerle değiştirilebilir. Her rejim varlığını sürdürmek için devletin tüm ideolojik ve baskı aygıtlarını devreye sokar. Dolayısıyla rejimin akıbeti, demokratik koşullarda gerçekleştirilecek seçimlerde halka sunulan bir tercihin konusu yapılamaz. 


Örneğin hilafetten cumhuriyete geçiş bir rejim değişikliğidir; yeni cumhuriyetin anayasa başta olmak üzere tüm yasalarının ve tüm kurumlarının birinci gayesi rejimi korumaktır. Bu nedenle 23 yıl boyunca rejime alternatif olacak hiçbir düşünceye, siyasi oluşuma yaşam olanağı tanınmamıştır. 1946’da çok partili yaşama geçiş, II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan yeni dünya düzenine uyum mecburiyetinin sonucudur. Çok partili dönemin ardından toplumsal güç dengelerinin değiştiği, rejimin toplumun geniş kesimleri tarafından sorgulandığı ve değişim taleplerinin yükseldiği dönemler olmuş, bu dönemlerde askeri vesayet sayesinde rejim güvenceye alınmıştır. Askeri darbelerle devlet kurumlarının, siyasetin ve dolayısıyla toplum üzerinde üzerinde “zor” yoluyla kurulan hegemonyanın ardından -rejimin mutlak kabul edilmesi koşuluyla- seçimlere olanak verilmiştir. Rejime tehdit olarak görülen başta Kürt partileri olmak üzere sol ve sosyalist partiler, kimi zaman İslami partiler seçim barajlarıyla, barajların engel olmadığında ise kapatma yoluna gidilerek halkın seçimlerde tercih edebileceği birer seçenek olmaktan çıkarılmıştır. 


2001 krizinde rejimin mevcut partilerinin toplumsal desteği kaybetmesinden yararlanan; uluslararası ve ulusal sermaye ile kapitalizmin egemen devletlerinin desteğini alarak iktidara gelen AKP, 20 yıllık iktidarı sürecinde önce askeri vesayeti ortadan kaldırmış; ardından 12 Eylül 2010 referandumuyla yargıyı ve nihayet 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle ilan edilen OHAL sayesinde parlamentoyu işlevsiz hale getirmiş ve 16 Nisan 2017 referandumu ile otokratik rejimi tescillemiştir. Böylece Türkiye tam bir parti devleti haline dönüşürken Erdoğan da devletin tüm güçlerini tek başına elinde bulunduran otokrat bir muktedir haline gelmiştir. 


Bu koşullarda gidilen 2023 seçimlerinde muhalefetin karşısında AKP/MHP ittifakının yanı sıra otokratik bir rejimin hegemonyası altındaki devlet yapılanması olduğunu görmek gerekir. Muğla Valiliği’nin AKP propagandası yapması; generallerin Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’nu eleştiren sözlerini alkışlaması; Binali Yıldırım’ın hakkında pek çok iddialar bulunan oğlunun Erzurum’da vali ve jandarma komutanı ile verdiği poz; Ali İsmail Korkmaz’ı, Kemal Kurkut’u öldüren devlet görevlilerinin cezasız kalması ve son günlerde yaşanan benzeri pek çok olay tesadüf değildir. Devleti temsil edenler tüm bunlar vasıtasıyla muhalefete göz dağı vermekte; seçimlerde, karşılarında AKP ve MHP’nin yanı sıra kendilerinin de olduğunu anımsatmaktadırlar.     


Emek ve Özgürlük İttifakı içinde yer alan muhalefet, her dönem devletle mesafeli olmuş, rejim tarafından “marjinal” olarak kabul edilmiş; seçimlere bel bağlamak yerine -genellikle- toplumsal mücadelenin güçlenmesini öncelemiştir. Dolayısıyla Emek ve Özgürlük İttifakı için bu seçimin diğerlerinden çok da farkı yoktur. 


Oysa Millet İttifakı içinde yer alan ya da almayan merkez sol ve sağ muhalefet ilk kez tüm kurumlarıyla devlet karşılarında olduğu halde seçim mücadelesi yürütmek zorunda kalmaktadır. Bu durumda kendilerini devletin bir parçası olarak gören muhalefetin mevcut durumun ne ölçüde farkında olup olmadığı son derece önemlidir. HDP ile arasına mesafe koyarak özellikle üniformalı bürokrasiye yaranma çabaları; cumhurbaşkanı adayı belirleme süreci ve seçim kazanıldığı durumda iktidarın ve cumhurbaşkanlığı yetkilerinin nasıl paylaşılacağı vb tartışmalarına bakılırsa muhalefetin bu kesimi, -devlet temsilcilerinin verdiği tüm mesajlara rağmen- durumu henüz kavrayamamıştır. 



 


6 Ocak 2023 Cuma

Sarayın Sendikası

7 Ocak 2023


"Sendikalarımızın ilk ve asli görevi, ister kamu ister özel sektör olsun, emeği, emekçinin hakkını, alın terini ve hukukunu savunmaktır. Kuruluş ve işleyiş tarzı itibarıyla birer sivil toplum örgütü olan sendikalar aynı zamanda demokrasinin vazgeçilmez aktörlerinden biridir.”


Sendikalara ilişkin yukarıdaki tanımın “birer sivil toplum örgütü olan” ifadesi dışında kalan kısmına imzamı atarım. Sendikaların neden sivil toplum örgütü olmadığı konusunu ayrıca tartışmak üzere bir kenara bırakalım ve yazının neden bu alıntıyla başlamış olduğuna değinelim. 


İnanmakta zorlanabilirsiniz belki ama sendikalara yönelik bu tanımlama Cumhurbaşkanı Erdoğan’a aittir. Öyle on yıllar öncesinde, grev gözcüsü önlüğüyle poz verdiği dönemlerde de değil, Memur Sen’in 3 Ocakta düzenlediği Sözleşmeliye Kadro Şöleni”nde yaptığı konuşmasında bu sözleri sarfetmiştir. Erdoğan’ın bu konuşmada sendikalara yönelik ifadeleri bununla da sınırlı değildir. Aynı konuşma içinde demokrasi kültürünün gelişmesiyle sendikal hareketlerin etkinliği arasında doğru orantının bulunduğunu; demokratik teamül ve işleyişin güçlü olduğu sistemlerde sendikaların hak ve adalet mücadelesinin en ön safında yer aldığını söyleyen Erdoğan, “millet iradesine vesayet gölgesinin düştüğü toplumlarda sendikaların etkisiz eleman olmaktan, geri plana itilmekten kendilerini kurtaramayacağını” da vurgulamaktadır.


Erdoğan’ın sendikalara yönelik tanımlamalarıyla bu konuşmanın yapıldığı toplantıyı düzenleyen Memur Sen’in sendikal var oluşu tam bir ironidir. Erdoğan aslında bu konuşmasında Memur Sen’in neden gerçek bir “sendika” olmadığını da belirtmektedir. Zira AKP’nin 20 yıllık iktidarı döneminde üye sayısını tam 24 kat arttıran Memur Sen, “emeği, emekçinin hakkını, alın terini ve hukukunu savunmak” bir yana Türkiye’nin önce bir parti devletine ardından da otokrasiye (tek adam rejimine) dönüşmesinde önemli bir aparat işlevi görmektedir. 


Memur Sen’in dünyada eşi benzeri olmayan üye artışının hikmeti, kamu emekçilerinin atama ve yükselmesinde Memur Sen’e bağlı sendikalara üye olmanın temel koşul haline getirilmesidir.  AKP’nin yan kuruluşu haline getirilen Memur Sen üyeliği vasıtasıyla kamu emekçileri arasında yaratılan ayrımcılık, kayırmacılık had safhaya ulaşmış; emekçilerin hakkı, hukuku değil, yandaşların çıkarını savunan, dolayısıyla yandaş olmayanın hakkını gasp eden bir örgüt çıkmıştır ortaya. Haliyle bu örgüt, demokrasinin bir aktörü olmak bir yana AKP’nin otoriter rejimi inşasında temel yapı taşlarından biri olmuştur. 


Zaten Erdoğan da konuşmasının devamında, Memur Sen’in 20 yıllık iktidarına ve yeni rejimi inşa sürecine katkısını taktir etmekte ve geleceğe dönük beklentilerini açıkça ifade etmektedir. 


"Memur-Sen, 28 Şubat başta olmak üzere tüm antidemokratik girişimlerde daima milletin ve millî iradenin safında yer almıştır. 27 Nisan bildirisinden Gezi olaylarına, 17-25 Aralık teşebbüsünden 15 Temmuz ihanetine kadar demokrasimize kast eden tüm saldırıların üstesinden Memur-Sen camiasıyla birlikte geldik… Her mücadelesinde yanında olduğum, her mücadelemizde yanımızda bulduğumuz Memur-Sen'le inşallah gelecekte de omuz omuza, yürek yüreğe yol yürümeye devam edeceğiz… Memur-Sen'in bugüne kadar olduğu gibi inşallah 2023 seçimlerinde de haktan, demokrasiden, kalkınmadan ve özgürlüklerden yana çok güçlü bir duruş sergileyeceğine inanıyorum. Bu noktada her ne olursa hangi sebeple olursa olsun birlik ve beraberliğimizden kesinlikle taviz vermememiz gerektiğinin altını özellikle çizmek istiyorum. Rabbim 'muhabbetimizi, dayanışmamızı daim kılsın' diyorum.”


2012’den bu yana en yüksek üyeye sahip konfederasyon sıfatıyla, tüm kamu emekçileri adına AKP hükümetleriyle toplu pazarlık masasına oturan Memur Sen, Erdoğan’ın konuşmasından da anlaşılacağı gibi emekçilerin hakkını, hukukunu koruyan bir sendika değil, AKPnin organik bir aygıtıdır. Bu bağlamda otokratik rejimin inşasının yanı sıra yıllardır kamu emekçilerinin yoksullaşmasının da baş sorumlularındandır. 


Yukarıda alıntılanan konuşmaların gerçekleştiği “şölen”de Memur Sen’liler Erdoğan’ın yüzde 200’lere varan enflasyon ortamında memur ve emeklilere müjde olarak açıkladığı yüzde 25 maaş artışını avuçları kızarana kadar alkışlaması da; kamu emekçilerinden ve emeklilerden gelen tepkiler üzerine Erdoğan’ın zam oranını yüzde 30 çıkarması üzerine bunu kendi mücadelelerinin sonucu olarak deklare etme yüzsüzlüğü de bu konfederasyon için şaşırtıcı olmamıştır.


Sendikalar Erdoğan’ın da belirttiği gibi “emeği, emekçinin hakkını, alın terini ve hukukunu savunan örgütlerdir ve demokrasinin vazgeçilmez aktörlerinden biridir.” Dolayısıyla sendikaların bu işlevini yerine getirebilmesi için sermayeden ve siyasi iktidardan bağımsız olması gerekir. Bunu yerine getirmeyen sendikalar emekçilere, işçi sınıfına ihanet halindedir ve bu tür sendikalar, sendika tarihinin utanç raflarında “sarı sendika” olarak anılırlar.