26 Aralık 2014 Cuma

2014’ten 2015’e kalan: mücadeleye devam!

ÖZGÜRCE
26/12/2014

2014’te, kapitalist sistemin kirli, vahşi yüzü daha önce hiç olmadığı kadar görünür hale geldi. Kapitalizmin çarklarını döndürebilmek için kaçınılmaz olan hırsızlıklar, yolsuzluklar, işçi katliamları, doğa talanı, ırkçılık, ayrımcılık, savaş ve şiddet 2014 yılında yaşamın hemen tüm alanlarını kapsadı ve bu sistemin insanlık için büyük bir tehdit olduğu çok daha geniş kesimlerce fark edilmeye başladı. Buna karşılık olarak da sistemin uygulayıcısı siyasi iktidarlar, kapitalizmin ve kendilerinin kaybolmaya başlayan ideolojik meşruiyetlerini korumak için baskı ve şiddet politikalarına ağırlık verdi.
2014 yılının en önemli olayı şüphesiz 301 işçinin yaşamını kaybettiği Soma katliamıydı. Soma’da sadece işçi katliamı yoktu. Bu katliamla birlikte siyaset-sermaye ilişkilerinin hırsızlığı, yolsuzluğu da içeren tüm boyutları açığa çıkıyordu. Doğanın talan edilmesiyle işsiz kalan çiftçiler, yaşamlarını sürdürebilmek için kendilerini ölüme götüren madenlerde çalışmaya mecbur bırakılmışlardı. Ortada bir sendika vardı ve işçiler kağıt üzerinde örgütlü görünüyorlardı ama sendika bürokratik bir yapı içine hapsolmuş işçilere yabancılaşmış ve daha çok sermayenin çıkarlarının bekçiliğini yapar hale gelmişti. İşçiler haklarını korumak için ne sendikalarını harekete geçirebiliyor ne de sendikaya rağmen insanlık dışı çalışma ve yaşama koşullarına karşı tepkilerini ortaya koyacak bir mücadele yürütebiliyorlardı. Mücadele etmek istediklerinde de karşılarında devletin şiddetini buluyorlardı. Patron, devlet ve sendika adeta Azrail gibi işçinin karşısına dikilmiş onu ölümüne çalışmaya zorluyordu. Kısacası Soma’da kapitalist düzenin vahşeti tüm boyutlarıyla gün yüzüne çıkıyor, bu sistemin gerçeklerini anlamak istemeyenlerin yüzüne tokat gibi çarpıyordu. Vahşet sadece Soma’da değildi, ülkenin her yerinde her sektöründe benzer durum söz konusuydu. 2014 yılında sadece iş cinayetlerinde 2 bine yakın işçinin yaşamını yitirmesi bu vahşetin en açık göstergesiydi.  Gerek Soma’da gerekse diğer işçi cinayetlerinde sorumlulardan hiçbir biçimde hesap sorulmadı. Soma katliamının birinci dereceden sorumlusu olan bakanlar koltuklarında oturmaya devam etti. Patronlar ise yargı önünde aklandı ve yeni işçi cinayetleri için cesaretlendirildi. İş cinayetlerini önlemek gerekçesiyle çıkartılan yasalar ise sermayeye kaynak aktarmak için bir fırsat olarak görüldü.
2014’ün önemli olaylarından bir diğeri Suriye’de uluslararası güçlerce körüklenen iç savaşın ve IŞİD’in işgalleri, katliamlarıydı. Savaş nedeniyle 2 milyon civarında Suriyeli Türkiye’ye sığınmak zorunda kaldı. Sermaye malını, mülkünü geride bırakıp, canlarını kurtarmak için Türkiye’ye sığınan Suriyelileri ucuz emek gücü olarak değerlendirmekte gecikmedi. Kısa zamanda ülkenin dört bir yanına yayılan Suriyeli mülteciler; Kürtler, Afganlar, Afrikalılar, Gürcülerden sonra işçi sınıfının en alt katmanını oluşturmaya başladı. Suriyeli emekçilerin yaşamlarını sürdürebilmek için en kötü koşullarda en düşük ücretle çalışmaya razı olmalarını, patronlar, diğer emekçilerin de ücretlerinin düşürülmesinin aracı olarak kullanmaya başladı. Bu da tarihte pek çok kez olduğu gibi emekçiler arasında ırkçılığı beraberinde getirdi (Bu konuda Ercüment Akdeniz’in Evrensel Basım Yayın’dan çıkan -Suriye savaşının gölgesinde- Mülteci İşçiler kitabını okumanızı öneririm). Devlet de en son örneklerini Maraş’ta, Antalya’da gördüğümüz gibi Suriyeli mültecilere yönelik ayrımcı uygulamalarıyla ırkçılığı teşvik etti ve zaman zaman fiili şiddete dönüşen olaylara zemin hazırladı. Böylece emekçiler, insanlık dışı çalışma ve yaşama koşullarına karşı patronlar ve siyasi iktidar yerine tepkilerini Suriyeli emekçilere yöneltmiş oldu. Bu arada sendikalar diğer göçmen işçiler gibi Suriyeli emekçileri de sahiplenmeyerek patronlar ve devletle birlikte bu ırkçı, ayrımcı cephede yerini almış oldu.    
Tüm olumsuzluklarına rağmen 2014’de umut veren olaylar da oldu tabii. Egemenlerin çıkarları için cehenneme çevirdiği Ortadoğu’da Rojava devrimi halklara umut veren en önemli gelişmeydi. Bu umudu kırmak, Rojava devrimini sona erdirmek için büyük çabalar harcandı ama tüm zorluklara karşın mücadele başarıyla sürdürüldü. Rojava devrimine saldırıların en büyüğü şüphesiz IŞİD’İn  Kobanê’yi kuşatmasıydı. Türkiye’nin hemen sınırında gerçekleşen kuşatma karşısında siyasi iktidarın tüm engelleme çabalarına karşın Türkiye’deki halklar Kobanê için daha önce görülmemiş bir dayanışma ağı oluşturdular. Kobanê’nin özgürlük mücadelesi için Kürtlerle birlikte Türkiyeliler de canlarını IŞİD barbarlığına siper etti. Birçok genç IŞİD kurşunlarıyla yaşamını yitirirken benim sevgili öğrencim Kader (Ortakaya) gibi birçok genç de devletin silahlarından çıkan kurşunlarla can verdi. Tıpkı iş cinayetlerinde olduğu gibi Kobanê’yi IŞİD  barbarlığından kurtarma mücadelesinde öldürülen Kader’in ve diğer canların faillerini ortaya çıkartmak için de hiçbir girişimde bulunulmadı ve hesap sorulmadı.
2014’de umutlanmamızı sağlayan bir başka olay da cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Selahaddin Demirtaş’ın tüm baskılara, eşitsiz seçim koşullarına rağmen Türkiye’nin batısından da oy alarak önemli bir başarı elde etmesiydi. Bu başarının 2015 genel seçimlerine taşınabilmesi halinde Türk ve Kürt halklarını birbirine düşmanlaştıran politikaların boşa çıkartılmasını sağlayacak ve Türkiye’de barış ve demokrasinin gelişmesi umutlarını daha da yeşertecektir.
Sendikaların önemli bir kısmının işçi sınıfından ve mücadeleden uzaklaştığı bir süreçte işçiler, 2014 yılında da sendikalara rağmen (Bu mücadelelerde işçilerin yanında olan birkaç sendika istisnadır) birçok alanda mücadele sürdürmüşlerdir. Bu mücadelelerin yaygınlığı ve bürokratik sendikacılığı da yargılayan tavrı, önümüzdeki süreçte emekçilerin sendikalarda büyük bir değişimi hedefleyen mücadelelerin yükseleceği yönünde umutları arttırmaktadır.
Sözün özü: 2014 kapitalizmin vahşi yüzünün büyük acılara neden olarak kendisini gösterdiği bir yıl olmuştur. Ancak tüm baskı ve şiddete karşın halklar ve emekçiler bu acılar karşısında susmamış, mücadelesini sürdürmüştür. 2015 yılında acıların azalması ve umutların yeşermesi, antikapitalist, antiemperyalist bir zeminde, halkların eşitliği ve sınıf perspektifiyle yürütülecek mücadelelerin birleşerek büyütülmesine bağlı olacaktır.
2015’in savaşsız, sömürüsüz bir dünya için mücadelelerin yükseldiği bir yıl olması dileğiyle, tüm okurların yeni yılını kutlarım.

12 Aralık 2014 Cuma

Kimin yararı, kimin düzeni? Kamunun mu, toplumun mu?

ÖZGÜRCE
12/12/2014

Nerede yol, köprü, HES, rezidans, AVM, havaalanı yapmak için ağaçlar kesilecek, parklar yıkılacak, dereler betona hapsedilecek olsa gerekçe hazır: “kamu yararı”…
Ağacını, parkını, evini korumak; dilini, inancını, emeğini savunmak isteyip de “kamu yararı” gerekçesine toslayanlar, haklarını yargı kurumundan alamayıp, sokakta hak aramaya çalıştıklarında karşılarına çıkan polisin TOMA’sının, gazının, copunun, göz altıların, tutuklamaların da gerekçesi hazır: “kamu düzeni”…
Belki hiçbir zaman kapısından bile girmeyeceğimiz, üzerinden geçmeyeceğimiz ya da mecbur bırakıldığımız için kullanacağımız havaalanları, köprüler, yollar, AVM’ler için yapılan doğa katliamına karşı çıktığımızda veya eğitim hakkı, sağlık hakkı, insanca çalışma hakkı istediğimizde; kısacası yaşam hakkımızı savunduğumuzda zarara uğrattığımız, düzenini bozduğumuz söylenen bu “kamu” kim Allah aşkına?
Devletin yararını korumakla, düzenini sağlamakla kendisini mükellef saydığı kamunun kim olduğu Fransız İhtilalinden (1789) bu yana tartışılagelmiştir. Genel olarak “kamu yararı” bireyin çıkarlarının kamunun çıkarlarıyla çelişmesi durumunda bireyin çıkarlarının sınırlandırılması olarak tarif edilebilir. Bu tanıma paralel olarak “kamu düzeni” de bireyin özgürlüğünün kamunun düzenini sağlamak gerekçesiyle sınırlandırılmasıdır. Burada kamu yararını ya da düzeninin nasıl sağlanacağını belirleme yetkisi devlete verilmiştir. Peki, devlet kimdir ve bu yetkiyi kullanırken kamuyu, kamu yararını ve kamu düzenini nasıl tarif edecektir?   
Burjuvazi, devletin tüm toplu kesimlerine eşit mesafede bir hakem olduğunu ve genel yararın temsil ettiğini iddia ederek; kamu yararını, toplumun genel yararı olarak tanımlamıştır. Marksistler ise devleti, egemen sınıfın üzerinde baskı kurduğu sınıfı tahakkümü altında tutmanın ve bu sınıfı sömürmenin bir aracı olarak tarif etmiştir. Bu tarife göre kapitalist toplumda devlet, tüm toplumun değil sadece egemen sınıfın (sermayenin) yararını (çıkarını) korur ve onun var olma koşullarını yani kapitalist düzenin sürekliliğini sağlamaya çalışır. “Kamu yararı”, “kamu düzeni” kavramları, devletin taraflılığının üzerini örtmek ve toplumun geniş kesimlerin haklarını çiğneyen devletin icraatlarını meşrulaştırmak için kullanılmaktadır.
Kamu yararının, kamu düzeninin ne ifade ettiği Türkiye’de de özellikle hukukçular tarafından tartışılan bir konu olmuştur. Kapitalist sistemin temelini oluşturan özel mülkiyetin kullanım hakkının devlet tarafından kısıtlanabilmesine gerekçe oluşturan “kamu yararı”, 1924 Anayasası’nda ve sonrasındaki tüm anayasalarda ve birçok yasada yer almış; Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere çeşitli yargı organlarının kararlarına konu olmuştur. Türkiye’de sermaye birikim rejiminin dönemsel ihtiyaçlarına göre farklılıklar içermesine rağmen esas olarak yasalar, yargı kurumları ve devletin icraatlarında “kamu” ve “kamu yararı” tarifi burjuvazinin tanımlamasıyla örtüşmüştür.
Aralarında uzlaşılması imkansız çelişkilerin bulunduğu sınıflardan oluşan kapitalist toplum düzeninde tüm toplumun ortak yararını sağlamak neredeyse olanaksızdır. Özellikle sınıflar arasındaki çelişkilerin ve çatışma alanlarının tarihte olmadığı kadar yoğunlaştığı günümüzde “kamu yararı” ya da “kamu düzeni” gerekçe gösterilerek yapılanların toplumun ne kadarının yararına olduğu sorusunun önemi daha da artmaktadır. Devlet aracılığıyla egemenlerin doğayı talan etmesi, emeği sömürmesi, barınma hakkını, ana dilde eğitim hakkını, örgütlenme hakkını, inanç ve daha nice özgürlükleri ihlal etmesini engellemek üzere “kamu yararı”nın yerine “toplum yararı” kavramı öne çıkartılmalıdır.
“Kamu yararı” - “toplum yararı” üzerine en yalın değerlendirmelerden biri 1979’da katledilen Ümit Doğanay tarafından yapılmıştır. Doğanay, bundan tam 40 yıl önce 1974 yılında Mimarlık Dergisinin 7. sayısında yer alan makalesinde “kamu yararı”nı kurulu düzenin korunması olarak tarif etmekte ve kurulu düzen özel mülkiyete dayanıyorsa, “kamu yararı”nın, özel mülkiyetin korunmasındaki çıkar anlamına geldiğini belirtmektedir. Doğanay’a göre toplumsal yarar ise ülkedeki tüm insanların çıkarlarını kapsar ve kurulu düzenin korunmasını içermez, böylece toplumsal dinamiklere göre düzen değişebilir.
AKP, neoliberal politikalar çerçevesinde özelleştirmeler, kamu hizmetlerinin piyasalaşması ve rant üzerinden birikim yaratarak iktidarını yeniden üretmeye çalışmaktadır. Bunu yaparken kamu-özel ortaklığı üzerinden sermayeye kaynak aktarılması, doğanın hızla tahrip edilmesi ve emekçilerin canına, kanına mal olan sömürü çarkları “kamu yararı” gerekçe gösterilerek maskelenmektedir. Tüm bunların yarattığı olumsuzluklara karşı yürütülen mücadelelere yönelik devlet şiddeti de yine “kamu düzeni” adı altında meşrulaştırılmakta, haklı gösterilmeye çalışılmaktadır.
Sözün özü: “Kamu yararı” siyasi iktidarın, halkın haklarına el koyarak sermayeye aktarmak; “kamu düzeni” ise siyasi iktidarın halkın haklarını korumak için mücadele etmesini engellemek üzere demokratik hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılmak için kullandığı maskedir. Sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin “kamu yararı” ve “kamu düzeni” maskesini ortadan kaldırarak ,”toplum yararı” ve demokratik hak ve özgürlükler için mücadeleyi yükseltmesi gerekir.

5 Aralık 2014 Cuma

Sendikalara güvensizliğin kökenleri ve Memur-Sen

ÖZGÜRCE
05/12/2014

Memur-Sen, hükümetin önerdiğinden bile geri hakları içeren bir toplu sözleşme imzalayarak kamu emekçilerini maddi zarara uğrattı.  Bunun ardından Memur-Sen’e bağlı Eğitim-Bir-Sen, eğitim şûrasına karma eğitimin kaldırılması ve okul öncesi çocuklara din eğitimi verilmesini içeren eğitimde gericileşmeyi daha da ilerletecek önerilerle gitti. Sendika adıyla faaliyet gösteren ve sendikaların sahip olduğu yetkileri kullanan örgütlerin, üyelerini işçi sınıfını ve hatta toplumun tümünü olumsuz yönde etkileyecek faaliyetlerde bulunması sadece Memur-Sen’e ve ona bağlı sendikalara özgü bir durum değildir. Sendikaların işçi sınıfının ve toplumun güvenini kaybetmesine neden olacak bir anlayış içinde olmasının tarihsel arka planı vardır. Sendikaların Memur-Sen gibi sendikacılıkla hiçbir biçimde bağdaşmayan icraatlarını anlayabilmek için sendikaların gerçek işlevlerini de hatırlatarak bu tarihsel arka plana kısaca bakmak gerekecektir.
Sendikalar, kapitalist üretim sisteminin sömürüsüne karşı işçi sınıfının hak ve çıkarlarını korumak, geliştirmek için tarih sahnesine çıkmış ve özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında tarihin gidişatına yön vermiş örgütlerdir. 19. yüzyılın sonlarında toplu pazarlık hakkının elde edilmesinin ardından sendikalar, kapitalizme karşı sınıfın hak ve çıkarlarının savunucusu olmaktan çıkıp sadece toplusözleşmelerde temsil ettikleri üyelerinin hak ve çıkarlarını savunan örgütler haline dönüşmüşlerdir. Bu dönüşümle birlikte sendikalar hızla bürokratikleşmeye ve işçi sınıfından uzaklaşmaya başlamıştır. Sınıftan uzaklaşan ve sadece üyelerinin ekonomik hak ve çıkarlarının temsilcisi haline gelen sendikalar, kolayca sermayenin ve devletin etkisi altında kalmaya ve adeta mücadele etmeleri gereken sistemin ideolojik aygıtları haline gelmeye başlamıştır.
1949’da çatısı altına topladığı kapitalist ülke sendikalarını sosyalizme karşı mücadele örgütlerine dönüştürmek için kurulan Dünya Hür Sendikalar Konfederasyonu (ICFTU) sistemin ideolojik aracı haline dönüşmüş sendikacılığın en çarpıcı örneğidir. 1952 yılında Türk-İş kurulurken de beklenti ICFTU gibi “soğuk savaş” sendikacılığını Türkiye’de yaşama geçirmesidir ki Türk-İş’in bu beklentiyi boşa çıkarttığı söylenemez. Soğuk savaşın sona ermesi ve küresel rekabetle öne çıktığı1980’li yıllarla birlikte soğuk savaş sendikacılığı yerini ucuz emek politikalarını meşrulaştırmayı amaçlayan uzlaşmacı/sosyal diyalogcu sendika anlayışına bırakmıştır. Başta ICFTU (2006’da ITUC adını almıştır) ve ETUC (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu) olmak üzere uluslararası sendikal örgütlerin yönlendirilmesiyle Türkiye’de de sendikalar 1990’lı yıllardan itibaren bu sendikal anlayışı benimsemiştir. 2000’li yıllarda AB üyelik sürecine uyum çerçevesinde uzlaşmacı/sosyal diyalogcu sendika anlayışı daha da gelişmiştir. 2000’li yılların başından bu yana emekçilerin haklarını, çalışma standartlarını gerileten düzenlemeler, uygulamalar karşısında sendikalar, bu uzlaşmacı/sosyal diyalogcu anlayışın sonucu olarak mücadeleyi yükseltememiş ve hatta birçok zaman bu düzenleme ve uygulamaların bir parçası haline gelmiştir.
Uzlaşmacı/sosyal diyalogcu sendika anlayışı diğer tüm ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de sendikalara duyulan güveni yerle bir etmiştir. 2002 yılında iktidara gelen AKP’nin uyguladığı ekonomik programda emekçi düşmanlığı öylesine yüksektir ki uzlaşmacı/sosyal diyalogcu anlayışa sahip sendikaların dahi bu politikalarla uzlaşması zordur. Bu nedenle AKP, iktidara gelir gelmez, emekçiler için kabul edilemez düzenlemeleri ve uygulamaları meşrulaştırması için kendi sendikalarını oluşturmuştur.Memur-Sen, bu sendikaların başında gelmektedir. AKP’nin 12 yıllık iktidarı döneminde üye sayısını yüzde 1714 gibi dünyada eşi benzeri olmayacak bir orana yükselten Memur-Sen, kamu emekçilerine toplusözleşme hakkının tanınmasının ardından yetkili sendika olarak tüm kamu emekçileri adına sözleşme yetkisine sahip olmuştur. Böylece AKP, kamuda gerçekleştirmeyi planladığı ve gerek kamu emekçileri gerekse kamu hizmeti alan toplumun haklarını geriye götüren uygulamaların aracı olarak Memur-Sen’i kullanmaya başlamıştır. 2013 yılında yapılan ve emekçileri maddi olarak zarara uğratan toplusözleşme bunun sadece başlangıcıdır. Bunun ardından kamuda çalışma düzenini tamamen esnekleştirecek ve iş güvencesini ortadan kaldıracak düzenlemelerin yine Memur-Sen aracılığıyla gündeme getirilmesi sürpriz olmayacaktır. Eğitimin daha da gericileşmesine neden olacak önerilerde olduğu gibi kamu hizmetlerinin AKP’nin dünya görüşü doğrultusunda yeniden yapılandırılması konusunda da yine Memur-Sen’in kullanılacağı anlaşılmaktadır.
Emekçiler yerine AKP’nin hak ve çıkarları için faaliyet yürütmeyi kendisine ilke edinmiş olan Memur-Sen’in en geri sendika tanımıyla bile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Ancak Memur-Sen gibi sendikaların ortaya çıkması ve siyasi iktidarın desteğiyle de olsa böylesine büyümesinin zemini sendikaların sınıftan uzaklaşarak, emekçilerin güvenini kaybetmesinin sonucu olduğu da unutulmamalıdır.
Sözün özü: Emekçi düşmanı politikaların aracı olan sendikaları emekçilerin sırtından söküp atılmanın yegane yolu, uzlaşma/sosyal diyalog adı altında sistemin pisliklerini meşrulaştırmaya son vermeleri; bürokratik yapılanmaları kırıp, emekçilerin güvenini kazanmaları yani kısacası yeniden sınıfsal bir perspektife mücadeleye koyulmalarıyla mümkün olacaktır.

21 Kasım 2014 Cuma

Meclis Soma Raporu’nda, çözüm yok aklama var…

ÖZGÜRCE
21/11/2014

Meclis Soma Araştırma Komisyonu taslak raporunu hazırladı. Mayıs ayında 301 işçinin ölümüyle sonuçlanan, Türkiye’nin en büyük işçi katliamı için kurulan komisyondan beklenti;  katliamda sorumluların açığa çıkartılması ve bu katliama neden olan üretim sistemi, denetim mekanizmaları ve çalışma düzeninden kaynaklanan sorunların çözümü için öneriler getirmesiydi. Birçok kişi ve kurumla görüşülerek hazırlandığı anlaşılan raporda Eynez kömür işletmesinde yaşanan katliamın nedeni olarak rödovans, taşeronluk, denetim eksiklikleri gibi yerinde tespitlerde bulunulmuş. Ancak bunlar, işletmenin maliyetlerini ucuzlatarak daha fazla kâr etmesi ve hükümetin kalkınma hedefine ulaşmasını içeren “ekonomik gereklilik” ile ilişkilendirilerek, katliamın nedenleri adeta mazur gösterilmek istenmiş.
Öte yandan katliama neden olan üretim, denetim ve çalışma düzeninden kaynaklanan yanlışların, eksiklerin, ihmallerin sorumluları tanımlanmamış. Yani ne üretim zorlamasına yol açan, rödovans sistemini uygulayan Enerji Bakanlığı ne de işçileri güvencesiz hale getirerek “ölümüne” çalışmaya rıza göstermelerine neden olan ve denetim görevini yerine getirmeyen Çalışma Bakanlığı sorumlu olarak gösterilmiş. Böylece hükümetin ve bakanların sorumlulukları örtbas edilmeye çalışılmış.
Raporda taşeronluk sistemini temize çıkartmak için özel bir gayret sarf edildiği anlaşılıyor. Bu bağlamda uzmanlık alt işverenliği, kapasite alt işverenliği ve ekonomik alt işverenliği olmak üzere üç farklı taşeronluk tanımlanmış. Bunlardan uzmanlık ve kapasite alt işverenliği olumlu olarak gösterilirken ekonomik alt işverenliğin işverenin maliyeti düşürmeyi ve işçileri sendikasızlaştırmayı amaçladığı vurgulanarak olumsuz olduğu varsayımında bulunulmuş. Böylece iyi taşeronluk - kötü taşeronluk varmış gibi bir algı yaratarak; iş güvencesini ortadan kaldıran, işçiyi en kötü koşullarda çalışmaya zorlayan taşeronluk sistemi aklanmak istenmiş. Öte yandan raporda taşeronluk sisteminin katliama neden olan etkenlerden biri olduğu birçok kez ifade edilmişken, çözüm olarak taşeronluk sisteminin kaldırılması savunulacağına "işçilerin sertifikalandırılması" gibi ilgisiz bir öneride bulunulmuş.
Raporda dikkat çeken önemli diğer bir konu da patronların ve hükümetin sürekli olarak kullandığı terminolojiye sadık kalınmış olmasıdır. İş cinayetlerinin "iş güvenliği kültürünün olmaması" ve "eğitim eksikliği"ne dayandırılması bunun en açık örneğidir. Raporda yer alan düşük maliyet, yüksek kâr, sürdürülebilir kalkınma için iş güvenliğinin ihmal edildiği tespitleriyle taban tabana zıt olan bu gerekçeler, aynı zamanda raporun içsel çelişkilerine de bir örnektir. Patronların emek maliyetini düşürerek daha fazla kâr elde etmesi; hükümetin de yüksek büyüme ve sürdürülebilir kalkınma gerekçesine zemin hazırlaması, kültür eksikliği ya da eğitimsizlik olarak değerlendirilemez. Rapor burada yine toplum ve emekçilerin yararını değil, sermayeyi, hükümeti ve kapitalist düzeni koruyup kollamayı amaçlamıştır. Benzer şekilde Türkiye’nin iş kazalarında Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü sırada yer almasına değinildikten sonra bunun gerekçesi olarak “mesleki etik” ilkelerine uyulmaması gösterilerek, kâr hırsına dayanan sömürü koşullarının üzeri örtülmeye çalışılmıştır.
Raporun “benzer kazaların yaşanmaması için neler yapmalı” başlıklı bölümünde, raporda da tespit edilen üretim sistemi ve çalışma düzeninden kaynaklanan nedenleri ortadan kaldırmak yerine, kâr ve kalkınma kıskacında var olan durumun toplumda fazlaca tepki oluşturmayacak biçimde sürdürülebilirliğine yöneliktir. Patronları iş güvenliği tedbirleri almaya teşvik etmek, madencilerin özel şirketlerce sigorta ettirilmesi gibi işçi katliamlarını sermayeye yeni birikim alanları açmanın fırsatı olarak gören yaklaşımlar, Başbakanın geçtiğimiz hafta açıkladığı iş güvenliği paketiyle birebir örtüşmektedir.
Sözün özü: Meclis Soma Araştırma Komisyonu taslak raporu, bir takım doğru tespitleri içermekle birlikte işçi katliamlarının temel nedenini oluşturan üretim sistemi ve çalışma düzenini değiştirecek herhangi bir önermede bulunmamakta, patronların ve hükümetin sorumluluğunu örtbas etmeye çalışmaktadır. Sermayenin çıkarları ve hükümetin politikalarının etkisi altında kalınarak hazırlandığı anlaşılan bu rapor emekçilerin, toplumun beklentilerine yanıt vermekten ve iş cinayetlerine çözüm olmaktan uzaktır. 

14 Kasım 2014 Cuma

Kader…




ÖZGÜRCE
14/11/2014

Öğrencilerin, hocalarının ardından konuşması, yazması olağandır; ama bir hocanın, öğrencisini sonsuzluğa uğurlayıp, ardından konuşması, yazması hiç de olağan değildir. Maalesef çocuklara, gençlere, kıymanın olağan hale geldiği bir ülkede yaşıyoruz. Uğur Kaymaz, Berkin Elvan, Medeni Yıldırım, Ali İsmail Korkmaz, Mert Değirmenci ve daha niceleri; son olarak ise Kader Ortakaya…

Diğer çocukları, gençleri ancak canlarına kıyıldıktan sonra tanıyabilmiştim. Kader ise benim öğrencimdi. Son olarak, katledilişinden bir hafta önce görüşmüştük. Haftalardır Suruç’taydı, heyecanla Suruç’ta tanık olduğu mücadeleyi anlattı, tekrar Suruç’a döneceğini söylerken gözlerinin içi parlıyordu. Burs almak için referans mektubu istedi, sanıyorum bu tür işlerini halletmek için kısa bir süreliğine gelmişti İstanbul’a (Ölümünden sonra yayınlanan, ailesine yazmış olduğu mektuptan burs parasını annesinin ilaçları için kullandığı anlaşılıyor). Çok uzun sohbet edemedik, bir süre önce Kobanê’de IŞİD tarafından öldürülen Abdülaziz Ürselendi için yapılacak anma toplantısına katılmak üzere ayrıldı yanımdan.

Kader, tekstil işçisiyken, üniversiteyi kazanmış emekçi bir ailenin çocuğuydu. Sosyoloji bölümünden mezun olduktan sonra hem Kalkınma İktisadı hem de Çalışma Ekonomisi yüksek lisans programlarından dersler alıyordu. Ama öğrencilikle yetinmiyordu Kader, bir taraftan siyasi çalışmalar yürütüyor, diğer taraftan da İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisinin ve HDK Emek Komisyonunun çalışmalarına katılıyordu. Bu yıl tez çalışmasına başlayacaktı ve tezi, “İş cinayetlerinin ekonomi politiği” üzerineydi (Arkadaşlarının kolektif bir çalışmayla Kader’in tezini bitirmek istediklerini büyük bir mutlulukla öğrendim).
 
Kader, ailesine yazdığı mektupta mücadelesinin amacını şu sözlerle ifade ediyordu: “Ben istiyorum ki bütün insanlar özgür ve eşit bir şekilde yaşasın. Hiç kimse bir lokma ekmek, başını sokacak bir ev için ömrü boyunca sömürülmesin. Bunların olabilmesi için de savaşmak ve mücadele etmek gerekiyor.” Kader, emek sömürüsünün olmadığı, özgür, demokratik bir düzen özlemiyle yürüttüğü mücadelede sadece teorik çalışmalar yapmakla yetinmemiş, pratik mücadelenin de içinde doğrudan yer almıştı. Bu nedenle hemen tüm işçi direnişlerinde, 1 Mayıslarda, Gezi direnişinde ve devamındaki tüm mücadelelerin içinde Kader’i görmek mümkündü.

Kader, gerçek bir sosyalistti. Sömürünün son bulması, işçi sınıfının özgürlüğü için sınıf perspektifiyle yürütülecek bir mücadelenin kaçınılmaz olduğuna inanıyordu. Ama aynı zamanda bu mücadelenin enternasyonal bir anlayışla yürütülmesi ve ezilen, sömürülen, inkar edilen halkların mücadeleleriyle ortaklaştırılması gerektiğini de biliyordu. Kobanê’de IŞİD barbarlığına karşı toprağını, onurunu korumak için yaşamlarını ortaya koyarak mücadele eden Kürt yoldaşlarının yanında olmak istemesinin nedeni de buydu.

Tüm gençler gibi Kader’in de önüne egemenlere biat etmesi, bireysel çıkarlarının peşinde koşturması ve sistemin yeniden üretilmesine hizmet vermesi şartıyla bol tüketim yapabileceği şaşalı bir dünyaya ulaşabilme “hayali” konmuştu. Kader, vadedilen kişisel çıkarlar karşılığında insanlığı, emeği, doğayı sömüren, halkları birbirine düşürerek egemenliğini sürdüren bu sistemin çanağına su taşımayı reddetti. Düzenin kendisine karşı çıkanlara yönelik tehditleri, baskıları da Kader’e diz çöktürtemedi. O tüm bunları bir yana bırakarak doğru bildiği yola; sömürüye, barbarlığa karşı mücadele yoluna gitti.

Eğer bu ülkede çok daha fazla genç onun gibi kendisine, topluma yabancılaşmayı reddedebilseydi ve eğer bu toplum, ancak -kimi zaman marjinal, kimi zaman Vandal, kimi zaman da terörist ilan edilen- bu gençlerin mücadeleleriyle özgürlüğe, aydınlığa, refaha çıkabileceğini bilseydi ve onlara destek olsaydı; o zaman ne Kader’in ne de diğer gençlerin canına kıyılırdı.

Kader’in öldürülmesinin Kader gibi düşünen ve düşündüklerini yaşama geçiren diğer gençlere gözdağı vermeyi amaçladığını düşünüyorum. Ancak Kader’in ardından Türkiye’nin dört bir yanında pek çok gencin onun mücadelesini sürdüreceklerini haykırmasına tanık oldukça gözdağı verme niyetinin ters teptiğini görüyorum. Her geçen gün daha fazla genç, sistemin hayali vaatlerle yönlendirdiği düzenin sınırları içerisine sıkışmayı, kendi çıkarlarını toplumun çıkarları önünde tutmayı reddediyor. Toplumun da artık gençlerine, çocuklarına kıymayı alışkanlık haline getirmiş bir düzende daha fazla karanlığa boğulacağını bilmesi ve bu karanlıktan kurtulabilmek için özgür ve demokratik bir toplum özlemiyle mücadele eden gençlere ve onların mücadelesine sahip çıkması gerekiyor.

7 Kasım 2014 Cuma

İşçi cinayetlerine karşı mücadele, ama nasıl?

ÖZGÜRCE
07/11/2014

Katliam halini alan toplu iş cinayetleri arka arkaya gelince, akıllara hemen bu iş cinayetlerinin nasıl önlenebileceği sorusu geliyor ve iş cinayetlerine karşı hangi taleplerin yükseltilmesi gerektiği üzerine kafa yorulmaya başlıyor. İşçi katliamı en son hangi sektörde olmuşsa genellikle o sektördeki çalışma biçimleri sorgulanıyor. Madende bir katliam olmuşsa madenler, inşaatta katliam olmuşsa inşaatlar ya da mevsimlik işçiler katledilmişse mevsimlik işçilik üzerinde duruluyor. Katliamın sorumlusu olarak görülen patron, devlet, siyasi iktidar ve yasal mevzuat masaya yatırılıyor. Kimi partiler, meslek odaları ya da sayısı bir ikiyi geçmeyen sendika (Sendikaların çoğu iş cinayetleriyle ilgilenmezler) söz konusu katliam üzerine raporlar hazırlıyor, taleplerini kamuoyuyla paylaşıyor ve illa ki “Bu işin peşini bırakmayacağız” açıklamaları yapıyor. Katliamın üzerinden belirli bir süre (Katliamın büyüklüğüne göre değişir) geçtikten sonra raporlar da talepler de takipçi olma sözleri de unutulup gidiyor; ta ki yeni bir katliamın haberi gelene kadar…

Oysa toplu halde olmasa da iş cinayetleri, her gün en az 5-6 işçinin yaşamını almaya devam ediyor. Toplumun bir bölümü basının yansıtmaması ve gündemine almaması nedeniyle iş cinayetlerinden bihaber; yanında, yakınında birisinin başına gelmemişse iş cinayetini dert edinmiyor. Emekçileri ve dolayısıyla iş cinayetlerini dert edinenlerin önemli kısmı ise bir süre sonra bu cinayetleri kanıksamaya başlıyor, vaka-i adiyeden görüyor ve toplu olarak gerçekleşmedikçe tepki bile göstermiyor, gündemine almıyor.   
İş cinayetleri, nedenlerini ortadan kaldıracak bir mücadele iradesi ortaya konulmadan, sadece toplu ölümler olduğunda refleks gösterilerek çözülebilecek bir sorun değildir. Türkiye’nin iş cinayetlerinde dünya sıralamasının en önlerinde olmasını, demokrasi düzeyinin göstergesi olarak da okumak gerekir. Evet, iş cinayetleri demokrasinin göstergesidir; üretim sürecinde (işyerinde) ve buna bağlı olarak toplumsal yaşamda demokrasi sağlanmışsa seri iş cinayetleri yaşanmaz. İş cinayetlerinin kurbanı olan işçilerin hemen tümü çalıştıkları koşullarda başlarına böyle bir olayın geleceğini bilmelerine rağmen -bazılarının iddia ettiği gibi cehaletten değil- işsiz kalmak korkusuyla ses çıkartamamakta ölümü göze alarak çalışmaya mecbur kalmaktadır. İşçiler, bu dayatma karşısında güvenceli ve güvenli çalışabilmek için örgütlenmek istediklerinde veya sokağa çıkıp seslerini duyurmaya çalıştıklarında ise devletin şiddetiyle karşılaşmaktadır. Yani patronlar işçiyi sınırsız biçimde sömürebilsin diye devlet, işçilerin yaşam haklarını dahi savunmalarına izin vermeyerek işçinin elini kolunu bağlamaktadır.İşte bu despot düzen değişmediği sürece iş cinayetleri önlenemeyecek, despotizme karşı demokrasi mücadelesi içerisinde yer almayanların iş cinayetlerini önlemek konusunda söylediklerinin, yaptıklarının da hiçbir hükmü olmayacaktır.
Türkiye’de demokrasi sorununu uygulanan ekonomik politikalardan ayrı düşünmek mümkün değildir. Türkiye’de demokrasiye indirilen en büyük darbe 12 Eylül’dür. 12 Eylül darbesi, 24 Ocak (1980) karalarıyla tercih edilen neoliberal ekonomi politikalarını yaşama geçirmek için gerçekleştirilmiştir ve 34 yıldır bu politikaların uygulanabilmesi için darbe rejimi sürdürülmektedir. AKP, 12 yıllık iktidarı döneminde darbe rejiminin despotizmini daha da ileriye taşımış ve emekçiler üzerinde kurduğu baskı sayesinde neoliberal politikaları “başarıyla” uygulayabilmiştir. Bunun sonucu olarak da 12 yıllık AKP döneminde
 -belirlenebildiği kadarıyla- 14 bin 500 dolayında işçi, ekmeği için çalışırken iş cinayetlerinin kurbanı olmuştur.
Madem ki iş cinayetleri demokrasi yoksunluğunun bir sonucudur; o halde bu cinayetleri engelleyebilmek için her şeyden önce Türkiye’de demokrasi mücadelesini yükseltmek gerekir. Demokrasi, toplumsal sınıflar arasındaki güç dengesine bağlıdır. Kapitalist toplum düzeninde işçi sınıfı güçlü bir mücadele ortaya koymadıkça demokrasi sağlanamaz. Zira işçileri ölümüne çalışmaya zorlayan despotizm, sermaye sınıfının emekçiler üzerinde tahakküm kurma çabasının bir sonucudur. Bu tahakkümü kırarak demokratik bir düzene ulaşmak için ise ancak sınıf perspektifli bir mücadele gerekir. Diğer bir söyleyişle neoliberal politikalara (Kimi liberal sol ve sosyal demokratların savunduğu gibi kapitalizme karşı olmadan sadece neoliberalizme karşı olmak büyük bir çelişkidir) ve onun dayattığı üretim sistemi ve istihdam politikalarına karşı olunamaz. Örneğin CHP Genel Başkan Yardımcısı Selin Sayek Böke’nin de açıkladığı gibi AKP’nin ekonomi politikalarının mimarı olan Kemal Derviş’in politikalarını savunan bir yaklaşımla, ne demokrasi bir adım ileri götürülebilir ne de iş cinayetleri önlenebilir.
Sonuçları sınıflar arası güç ilişkilerini etkilemekle birlikte demokrasi yoksunluğu sadece sınıfsal nedenlere değil ırk, din, dil, cinsiyet ayrımcılığı gibi nedenlerle de ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla iş cinayetlerini önlemeyi sağlayacak bir demokrasi için ayrımcılığı tümden ortadan kaldıracak bütünlüklü bir mücadele gerekir. Örneğin Kürt halkının, Alevilerin, kadınları uğradıkları ayrımcılığa karşı yürütülen mücadeleler görmezden gelinerek ölümüne çalışmaya karşı emekçilerin seslerini yükseltebilecekleri demokratik bir ortam sağlanamaz.
Sözün özü: İş cinayetleri, patronların devlet aygıtını da kullanarak emekçiler üzerinde tahakküm kurmak üzere oluşturduğu despot düzenin sonucudur. İş cinayetlerinin önlenebilmesi her şeyden önce bu despotizme son vererek demokrasiyi egemen kılacak bir mücadeleyi gerektirir. Ancak başarıya ulaşabilmesi için bu mücadelenin sınıf perspektifiyle ve ideolojik tutarlılıkla yürütülmesi esastır.

31 Ekim 2014 Cuma

Emekçiler ölümlerden ölüm beğenmek zorunda mı?

ÖZGÜRCE
31/10/2014

1830’da Fransa’da Lyon dokuma işçileri insanlık dışı yaşam koşullarına karşı “Çalışarak Yaşamak ya da Savaşarak Ölmek” sloganıyla büyük bir direniş gerçekleştirdi. İşçiler, burjuva sınıfına karşı çalışma ve yaşam koşullarını düzeltmek için ölümüne savaşmayı göze almışlardı. Bu direniş ve bu slogan, işçilerin birbirleriyle rekabet etmek yerine çıkarları ortak bir sınıfın mensubu olduklarını, burjuvaziye ve dolayısıyla kapitalist düzene başkaldıracak bir siyasal perspektife ulaştıklarını gösteriyordu. İşçilerin sınıf bilinciyle mücadeleye girişmesinden burjuvazi çok korktu; işçiler katledilerek, sürgüne gönderilerek direniş bastırılmaya çalışıldı. Ama artık ok yaydan çıkmış emekçiler, sömürü düzeniyle ancak birlikte yürütecekleri mücadeleyle baş edebileceklerini öğrenmişlerdi. Lyon’dan sonra işçi direnişleri kısa zamanda diğer ülkelere de yayıldı ve 1848 devrimleriyle birlikte işçi sınıfı devrimci bir güç olarak tarih sahnesine çıktı. 19. yüzyıl sonlarına kadar devrimci karakterini koruyarak sürdürdüğü mücadelesiyle işçi sınıfı çok önemli haklar elde etti. 20. yüzyılla birlikte işçi sınıfı içinde revizyonist eğilimlerin baskın hale gelmesine rağmen, birlikte mücadele iradesinin gösterilebildiği dönemlerde kazanımlar sürerken, mücadelenin zayıfladığı dönemlerde kazanılmış haklar kaybedilmeye başladı. Ancak en zayıf döneminde bile işçi sınıfı, burjuvazinin kabusu olmaya devam etti. Çünkü kapitalizm ve burjuvazi işçi sınıfının sırtında varlığını sürdürmeye, palazlanmaya devam ediyordu ve bu sistem için en büyük tehdit hâlâ işçi sınıfının mücadelesiydi.
Türkiye kapitalizme geç eklemlenen bir ülke olarak kapitalist sömürüyle Avrupa’daki işçilerden daha sonra tanıştı. Türkiye işçi sınıfı birlikte mücadele iradesi gösterebildiği ölçüde Avrupa işçi sınıfının kazanımlarından yararlandı.1970’li yıllarla birlikte küreselleşen dünya ekonomisi içinde -ucuz emek pazarı olarak- kendisine yer arayan Türkiye’de 12 Eylül 1980’de işçi sınıfının kazanımlarına büyük bir darbe indirildi. Bu darbeyle örgütlü gücünü önemli ölçüde kaybeden Türkiye işçi sınıfı, çalışma standartları ve sosyal hakları geriye götüren düzenlemelere karşı direnç gösteremedi. Özellikle AKP’nin iktidarda olduğu son 12 yılda emek piyasasının çok önemli bölümünde esnek çalışma düzeni hakim oldu; iş güvencesi, sosyal güvence ortadan kalktı. Neoliberal politikalarla tamamen piyasanın güdümüne giren devlet, mevcut yasalarda yer alan denetim görevini yerine getirmediği gibi haklarını savunan emekçileri -şiddet uygulayarak- baskı altına aldı. Öte yandan sendikal hak ve özgürlükler engellendi ve sendikaların önemli bir kısmı bürokratikleşti, işçi sınıfından koptu, sermayeye ve siyasi iktidara bağımlı hale geldi.
Sonuç olarak, 2010’lu yılların Türkiye’sinde çalışma koşullarının, kapitalist sömürünün en vahşi dönemi olan ve Lyon işçilerini -ölümüne- direnişe yönelten koşullardan farkı kalmadı. Şüphesiz sömürünün en vahşi hali, işçilerin çalışırken ölmekle açlıktan ölmek arasında bir tercihe zorlanmalarıdır. Türkiye’de bugün madencilikten inşaata, gemi üretiminden makine imalatına, sağlıktan temizlik hizmetlerine kadar birçok alanda emekçiler bu iki ölüm biçiminden birine rıza göstermek zorunda bırakılmaktadır. Ölümlerden ölüm beğenmeye zorlanan emekçilerin ülkesi haline gelen Türkiye’de karnını doyurmak için öleceğini bilerek çalışmak zorunda kalan milyonlarca işçinin her ay ortalama 150’si iş cinayetlerinde katledilmekte, binlercesi yaptıkları işler nedeniyle hastalanarak yaşamını yitirmektedir. İzlediği ekonomik program ve emekçilere yönelik baskıların sonucu olarak AKP’nin 12 yıllık iktidarında sadece iş cinayetlerinde 14 bin işçi katledilmiştir.
Lyon işçileri,önlerine konulan ölümüne çalışmak ya da açlıktan ölmek seçeneklerinden ikisini de reddederek kendilerine ölümü dayatan sisteme karşı savaşma yolunu seçmişlerdi. Tarih, Lyon işçilerini haklı çıkarttı ve işçi sınıfının yaşamak için mücadele etmek zorunda olduğunu; mücadele ettiğinde de insanca çalışma ve yaşama koşullarını elde edebildiğini gösterdi. Türkiye’de bugün emekçilerin önüne konulan seçenekler, yaklaşık 200 yıl önce Lyon işçilerinin önüne konulandan farklı değildir. Madenlerde, inşaatlarda, tersanelerde, hastanelerde, atölyelerde her gün ölümle burun buruna çalışmak zorunda bırakılan Türkiye işçi sınıfının da ölümlerden ölüm beğenmek yerine yaşamak için savaşmaktan (Mücadele etmekten) başka seçeneği kalmamıştır.

23 Ekim 2014 Perşembe

Polis devleti sadece Kürtler için değil...


ÖZGÜRCE
24/10/2014

Burjuva devrimleriyle birlikte, monarşiye karşı, burjuvazinin haklarını ve kapitalizmin işleyişini sağlamak üzere -anayasal düzeni içeren- hukuk devleti anlayışı benimsenmiştir. Hukuk devleti, devlet erkinin yurttaşlara karşı sorumluluğunu düzenleyerek, siyasi iktidarın mutlak egemenliğini sınırlandırmayı amaçlar. Ancak hukukun yasama organı tarafından oluşturulduğu parlamenter sistem, burjuvazinin çıkarları doğrultusunda ve kapitalizmin sürekliliğini teminat altına almayı garanti altına alacak biçimde şekillendirilmiştir. Dolayısıyla burjuva devletinde siyasi iktidarda kimin olduğundan bağımsız olarak yasalar, egemenin çıkarlarını (girişimcilik özgürlüğü ve mülkiyet hakkını) toplumun genel çıkarlarının üzerinde tutar. Burjuva demokrasisi içinde insan hakları ve toplumsal çıkarın geliştirilmesi ise büyük ölçüde işçi sınıfı ve diğer toplum kesimlerinin yürüttüğü mücadelelere bağlıdır.
Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği 1839’dan bu yana Türkiye’de burjuva demokrasisinin yansıması olan bir hukuk düzeni vardır. Ancak gerek Osmanlı gerekse cumhuriyet döneminde hukuk devleti olmanın gereği yerine getirilmemiş; kimi zaman asker kimi zaman da siviller eliyle burjuvazinin çıkarları doğrultusunda hareket eden totaliter bir rejim süregelmiştir. Sermaye birikiminin emek ve doğa sömürüsüne daha fazla gereksinim duyduğu, başka bir deyişle sınıflar arası çelişkilerin arttığı dönemlerde devletin toplum üzerindeki baskısı daha da yoğunlaşmıştır. Bu baskılar, kimi zaman askerin darbe yaparak anayasal düzeni tamamen ortadan kaldırmasıyla, kimi zaman da sivil iktidarların polisiye yetkileri hukukun üzerinde tutmasıyla gerçekleşmiştir.  
AKP’nin iktidarda bulunduğu 12 yıl, cumhuriyet tarihinde emekçiler başta olmak üzere toplumun geniş kesimlerinin kazanılmış haklarına yönelik saldırıların en yoğun olduğu dönemdir. Toplumun hızla yoksullaşıp, yoksunlaştığı bu dönemde AKP, 12 Eylül darbe yasalarından da destek alarak burjuva hukukunun kendisine tanıdığı tüm olanakları kullanmış ve Türkiye’yi ucuz emek, ucuz enerji, ucuz hammadde ve yeni rant alanlarıyla sermaye için çekici bir ülke haline getirmeye çalışmıştır. Böylece bir taraftan emekçiler iş güvencesini, sosyal güvencesini kaybederek son derece kötü koşullarda çalışmak zorunda kalırken; diğer taraftan da parklar, bahçeler, ağaçlar, dereler hızla talan edilmiştir. Öte yandan ırk, din, mezhep ve cinsiyet temelli ayrımcılık, hükümetin kullandığı dil ve uyguladığı baskılarla daha da artmış; bir de bunun üzerine hükümete yönelik yolsuzluk iddiaları ayyuka çıkmıştır. 
Emek ve doğa sömürüsünün, ayrımcılığın, yolsuzluk iddialarının hat safhaya çıkmasıyla birlikte -doğal olarak- toplumsal tepki de artmıştır. İşçiler, köylüler, kamu emekçileri, Kürtler, Aleviler, gayrimüslim halklar, kadınlar, LGBTİ bireyler ve diğer birçok toplum kesimi hükümetin politikalarının kendilerine dokunan yerleri üzerinden tepkilerini sokaklarda ortaya koymaya başlamıştır. Gezi direnişiyle doruk noktaya ulaşan, daha sonra azalarak da olsa devam eden ve Kobanê’ye destek eylemleriyle tekrar yükselen tepkiler karşısında hükümet, zaten doğru dürüst işlemeyen hukuk sisteminden tamamen uzaklaşmaya başlamış ve polis devleti uygulamalarını gündeme getirmiştir.
Polis devleti düzenlemeleri için Kobanê’ye destek eylemlerinin gerekçe gösterilmesi, bunun sadece Kürtlere yönelik olacağı yanılsaması yaratmamalıdır. Polis devleti, sadece kültürel ve siyasal hakları için mücadele eden Kürtlerin değil, ağacına, suyuna, emeğine sahip çıkmaya çalışan, ayrımcılığı reddeden, hırsızlığa, yoksulluğa tepki gösteren tüm kesimlerin de sesini kesmeye yöneliktir. 
Polis devletini tesis etmeye yönelik düzenlemeler, mücadelelerin ortaklaşması için bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Eğer bu süreçte de emeğin, doğanın sömürüsüne karşı çıkanlar, ezilenler, varlığı inkar edilen halklar ortak bir mücadele geliştiremezse polis devleti, kalıcı olacak ve “Yeni Türkiye”nin yönetim biçimi haline gelecektir.

17 Ekim 2014 Cuma

Demokratik çözüm, barışın toplumsallaşmasından geçer!

ÖZGÜRCE
17/10/2014

Müzakere sürecinin ilan edildiği ve karşılıklı olarak silahların sustuğu 2013 Newrozu’nun üzerinden bir buçuk yılı aşkın zaman geçmiş. Kürt sorununun çatışmalı bir süreci doğurduğu 1984’ten 2013’e kadar geçen 28 yılda resmi kayıtlara göre 35 bin 579 asker, polis, gerilla ve sivil ölmüş (Faili meçhullerle birlikte gerçek rakamın bunun çok daha üzerinde olduğu bilinmektedir.) Diğer bir söyleyişle, resmi rakamlara göre 2013 yılındaki barış sürecine kadar ortalama her yıl 1270 kişi çatışmalarda yaşamını kaybetmiş. Bu ortalamadan hareket edersek bir buçuk yıldan bu yana devam eden barış süreci sayesinde 2000’e yakın Kürt’ün, Türk’ün ve diğer halklardan insanın yaşamı kurtulmuş yani 2000 eve, aileye acı düşmemiş.
Elbette ölümlerin olmaması bile başlı başına barış sürecini değerli kılmak için yeterlidir. Ancak çatışma süreci ve bu süreçte ölenlerle birlikte yaralanan, sakat kalan, işkence gören, cezaevlerinde özgürlüğü kısıtlanan, göçe zorlananların bütününden oluşan acı bilanço, Kürt sorununun ve bu soruna yanlış yaklaşımların sadece bir sonucudur. Dolayısıyla barış süreciyle birlikte silahların susması, ölümlerin durması ve diğer acıların yaşanmaması, tüm bunlara neden olan sorunun çözüldüğü anlamına gelmez. Barışın kalıcı olabilmesi için sorunun nedenlerinin ortadan kaldırılması gerekir.
On binlerce insanın ölümüne, milyonlarca insanın acılar çekmesine neden olan çatışma süreci bilindiği gibi, inkar edilen kültürel ve siyasal haklarını talep eden Kürt halkının en vahşi şiddet yöntemleriyle baskı altına alınmasının sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Kürt halkının büyük bedeller ödediği 28 yıllık mücadelenin sonucunda hükümet müzakere masasına oturmaya zorlanmıştı ve bu müzakereden beklenen Kürtlerin haklarının koşulsuz olarak tanınarak sorunun kökten çözülmesiydi.Gelin görün ki AKP hükümeti, bu müzakere sürecinde sorunun temel nedeni olan ve burjuva demokrasisinin asgari koşulları içinde değerlendirilebilecek hakları tanıyarak sorunu çözmek yerine, çatışmasızlık sürecini kendi iktidarını sürdürmenin bir aracı olarak kullanmak istedi. Hükümetin Rojava devrimi ve Kobanê direnişi konusunda izlediği tavır ile müzakere süreci arasındaki çelişkilerin kabul edilemez ölçüye varmasıyla birlikte çözüm süreci ve buna bağlı olarak barış umutlarının boşa çıkma tehlikesinin arttığı bir sürece girildi.
Çözüm ve barış sürecinde karamsar bir tablonun ortaya çıkması sürpriz değildir. AKP Hükümetinin, hegemonyacı ve otoriter siyaset anlayışının çözüm sürecinin sağlıklı bir şekilde ilerlemesinin önündeki en büyük sorun alanı olduğu, bu sürecin henüz başlarında 25-26 Mayıs 2013 tarihlerinde HDK’nin çağrısıyla gerçekleştirilen Demokrasi ve Barış Konferansının sonuç bildirgesinde ifade edilmişti. Bu tespit üzerinden de kalıcı barışın sadece devletle Kürtler arasında sürdürülecek bir müzakereyle sağlanamayacağı; barışın ancak bütün ezilen halk kitlelerinin müdahil olacağı bir mücadeleyle kazanılabileceği ve bunun içinde barışın toplumsallaştırılması gerektiği vurgulanmıştı. HDK ve HDP, müzakere sürecinde (Özellikle yerel seçim ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde) Konferans kararları doğrultusunda, barışın tüm halk kesimleri tarafından sahiplenilmesi, başka bir söyleyişle barışın toplumsallaşması için çaba harcadı (Bu çabanın yeterli olup olmadığı, yeterli olmadıysa bunun nedenleri, ayrıca üzerinde düşünülmesi ve tartışılması gereken konulardır). Ancak sürecin daha en başında öngörüldüğü gibi AKP Hükümeti’nin hegemonyacı ve otoriter siyaseti, çözüm ve barış umutlarının yeşermesinin önündeki en büyük engel haline geldi. Özellikle Kobanê direnişi için Kürt hareketinin ve Türkiye demokrasi güçlerinin ortaya koyduğu eylemler karşısında aldığı tavır,hükümetin müzakere masasına çözümün bir tarafı olarak değil de sorununun nedeni olan 90 yıllık devlet aklının temsilcisi olarak oturduğu izlenimini yarattı. Cumhurbaşkanı ve hükümet üyelerinin Kürt düşmanlığını körükleyen ve çözüm sürecinin en önemli aktörlerinden olan HDP’ye yönelik karalama kampanyasına dönüşen söylemleri, çatışma sürecinin tekrar başlayacağına yönelik kaygıları daha da arttırdı.
1990’lı yıllarda edinilen tecrübeler gösteriyor ki susmuş olan silahların yeniden ateşlenmesi, çatışmaların önceki dönemlerden çok daha yoğun yaşanmasına neden olmakta ve ölümlerle birlikte büyük acılar daha da artmaktadır. Tüm savaşlarda olduğu gibi çatışmaların iki tarafında da acıları yaşayanlar her zaman çoğunluğunu emekçilerin oluşturduğu yoksul halk kesimleri olmaktadır. Bu nedenle emekçiler, yoksullar ve ezilen halk kesimleri kenara çekilip müzakereyi siyasi iktidarın keyfiyetine bırakmamalı; Kürt sorununun demokratik çözümüne ve barışa sahip çıkmalıdır. 
Sözün özü: Barış, Hükümetin inisiyatifine bırakılamayacak kadar değerlidir. Çözüm sürecini iktidarını sürdürmenin aracı olarak gören Hükümet, bunu daha fazla sürdüremeyeceğini görmüş ve çözümü de barışı da gözden çıkartarak daha fazla otoriterleşme eğilimi içine girmiştir. Savaşın acılarını tekrar yaşamamak ve Türkiye’nin demokrasiden daha da uzaklaşmasını engellemek için yegane yol; halkların ırkçı, milliyetçi söylemlere kulak asmayıp; barışa, kardeşliğe sahip çıkması yani barışın toplumsallaşmasıdır. Emekten, barıştan, demokrasiden taraf olan tüm partiler, sendikalar, demokratik kitle örgütleri, barışın toplumsallaştırılmasının sorumluluğunu üstlenmeli ve bu yönde çaba harcamalıdır. 
Not: Demokrasi ve Barış Konferansının ikincisi yine HDK’nin çağrısıyla 18-19 Ekim tarihlerinde Ankara’da yapılacaktır.

10 Ekim 2014 Cuma

Kobanê direnişi demokrasi direnişidir

ÖZGÜRCE
10/10/2014

Halkları birbirine düşman etmeyi kendisine ilke edinmiş devlet aklı hiç değişmiyor. Daha önce birçok kez olduğu gibi Türk ve Kürt halkları arasında duygusal ortaklık yoğunlaşmaya başladığı anda karanlık (ama herkes tarafından bilinen) bir el devreye giriveriyor. Daha geçen hafta Kobanê’de kafa kesen, kadınlara tecavüz edip, pazarlarda satan IŞİD çetelerine karşı evlerini, yurtlarını, onurlarını savunan Kürt kadınların, gençlerin, yaşlıların direnişi milliyetçisinden muhafazakârına birazcık vicdan sahibi olan tüm Türklerin de saygısını kazanmaya başlamıştı. IŞİD tehdidi nedeniyle her şeyini geride bırakarak Kobanê’den gelenler için düzenlenen yardım kampanyalarına bugüne kadar Kürtleri düşman, terörist olarak gören kesimler de katılmışlardı. Böylece 90 yıldır halkları düşmanlaştırmaya yönelik politikaların yaratmaya çalıştığı, Kürtlerin “bölücü teröristler” olduğu algısı artık yıkılmaya yüz tutmuş; yüzyıllardır bir arada yaşadığımız Kürt halkının duyguları diğer halklar tarafından da paylaşılır olmuştu. 
Kürtlere, onların mücadelesine yönelik olarak yaratılmış olan düşmanca algıların yerini, duygusal birlikteliğin almaya başlaması barışın toplumsallaşması için de büyük bir adımdı. Elbette bu adımın atılabilmesinde 2013 baharında başlayan çözüm süreciyle birlikte silahların susmuş olmasının katkısı son derece önemliydi. Çözüm sürecinin ardından sınıf çelişkilerini gizleyen milliyetçilik örtüsü kalkmaya; sadece Kürdistan’da değil, Türkiye’nin batısında da demokrasi talepleri yükselmeye başlamıştı. Gezi direnişi bunun en güzel ve en önemli örneğidir. Öte yandan Ağustos ayında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bir Kürt adayın, Selahattin Demirtaş’ın, bugüne kadar ulusalcı refleksleriyle bilinen bölgelerden de oy alması yine düşmanlık duygularının zayıflayıp barış, kardeşlik duygularının yükseldiğini göstermiştir.
İşte, çözüm sürecinin ortaya çıkarttığı koşullarla birlikte Kobanê’de IŞİD çetelerine karşı canını ortaya koyarak direnen Kürtlere karşı da Türkiye’de düşmanca algılar yıkılmaya başlamış 90 yıldır hiç değişmeyen devlet aklını yine devreye sokulmuştur. AKP Hükümeti, birçok kez söz vermiş olmasına rağmen Kobanê’de direnen Kürtlere yardım koridoru talebini yerine getirmediği gibi IŞİD çetelerini desteklediği yönündeki iddialara inandırıcı bir cevap verememiştir. Öte yandan Cumhurbaşkanı ve hükümet temsilcilerinin topraklarını, onurlarını savunan Kürtlerle kafa kesen, tecavüzcü IŞİD’ı bir tutan söylemleri, çözüm sürecinin, barışın sürdürülmesi konusunda devlete olan “güveni” önemli ölçüde sarsmıştır. Bunun üzerine Kürtler ve Türkiye’deki demokratik kamuoyu, her şeyden önce Kobanê’de bir katliamın önlenebilmesi için hükümeti verdiği sözü tutmaya çağıran; Ortadoğu ve Kürtlere yönelik politikalara tepkisini ortaya koyan eylemlere başlamıştır. 
IŞİD vahşetini lanetleyen ve hükümeti göreve çağırmayı amaçlayan bu eylemlere karşı aynen 1980,  1993, 2011 yıllarında olduğu gibi karanlık el devreye girmiş ve bir anda milliyetçilik üzerinden, karşılıklı çatışmaya dönüşen bir kutuplaşma yaratılmak istenmiştir. AKP hükümeti, kendisinden önceki birçok hükümet gibi Kürt düşmanlığı üzerinden kutuplaşma yaratırken, demokrasi taleplerini susturmayı ve işsizliğin, yoksulluğun, iş cinayetlerinin, kadın katliamlarının nedeni olan politikalarının üzeri örtmeyi amaçlamaktadır.
AKP’nin Kürt düşmanlığı üzerinden milliyetçiliği yükseltirken diğer hükümetlerden farklı olarak bir başka niyeti de Kürtlerin Rojava’da gerçekleştirdiği devrimi ortadan kaldırmaktır. Zira halkların bir arada kardeşçe yaşamasını sağlayan, kadın özgürlüğüne dayanan, özerk, demokratik bir yönetim olan Rojava devrimi ırk, din, mezhep, cinsiyet ayrımcılığı yaratarak toplum üzerinde tahakküm kurmaya alışmış rejimler tarafından tehdit olarak görülmektedir. Bu nedenle gerek AKP gerekse halkları birbirine düşürerek Ortadoğu’da egemenlik kurmak isteyen diğer ülkeler Kobanê direnişini kırarak Rojava devriminin kazanımlarını ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. 
Sözün özü: Türkiye halklarının, emekçilerinin onurlu bir yaşam için mücadele veren Kürt halkıyla hiçbir çıkar çatışması yoktur. Tam tersine Türkiye’de emekçilerin, ezilenlerin, kadınların daha iyi bir yaşam mücadelesi ile Kürt halkının onurlu bir yaşam mücadelesi ancak demokrasi mücadelesi çerçevesinde ortaklaştırılabilirse başarıya ulaşacaktır. Dolayısıyla demokrasiyi daha da geriletecek ve mücadeleye zarar verecek karanlık müdahaleler sadece Kürtlere değil tüm Türkiye halklarının, ezilenlerinin mücadelesine zarar verecek ve hakları geri götürecektir.

3 Ekim 2014 Cuma

Üniversitede despotizm

ÖZGÜRCE
03/10/2014

İş cinayetlerinde her yıl binlerce işçi ölürken; Türkiye hızla gericileştirilirken; ırk, din, mezhep, cinsiyet ve cinsel tercihler üzerinden ayrımcılık giderek artarken; maceracı dış politikalar sonucunda sınırlarımızda halklar tarihin en büyük vahşetiyle karşı karşıya bırakılmışken üniversitelerden kurumsal olarak hiçbir ses çıkmıyor! Neden mi?

Her yıl bin beş yüz dolayında emekçinin iş cinayetlerinde ölmesiyle net biçimde açığa çıkan despotik çalışma düzeni madenler, inşaatlar, fabrikalar, bankalar gibi üniversitelerde de geçerlidir. Gerek özel gerekse kamu üniversitelerinde özellikle akademisyenler işsizlik tehdidiyle baskı altına alınmakta; buna direnen akademisyenler de ya disiplin cezalarıyla karşı karşıya kalmakta ya da bir idari soruşturma sürecine dahi ihtiyaç duyulmadan işten çıkartılmaktadır. 

Örneğin geçtiğimiz yıl içinde Marmara Üniversitesinde akademik ve idari kadroda çalışan birçok emekçi “Gezi direnişine katılmak, eylem yapan öğrencilerin yanında bulunmak” gibi gerekçelerle soruşturmalara tabi tutulmuştur. Diğer birçok üniversitede de benzer birçok olay yaşanmıştır. Bunların en sonuncusu Berkin Elvan için yapılan eylemlere katıldığı gerekçesiyle araştırma görevlisi Nuriye Gülman hakkında Eskişehir Orhan Gazi Üniversitesinin soruşturma açıp ceza vermesidir. 

Özel üniversitelerde akademisyenleri işten çıkartmak için herhangi bir soruşturmaya dahi ihtiyaç duyulmamaktadır.  Örneğin birkaç ay önce Bahçeşehir Üniversitesinde 42 akademisyen herhangi bir gerekçe göstermeden işten çıkartılmıştır. Mersin Toros Üniversitesinde de geçtiğimiz günlerde 10 akademisyen işten çıkartılmış, bu akademisyenlerden Rana Gürbüz, işten çıkartılmasının yanı sıra İİBF dekanının ırkçı ve cinsiyetçi hakaretine maruz kalmıştır. Toros Üniversitesinde akademisyenlere yönelik despot tutum bununla da bitmemiş, akademisyenlerin kişisel maillerini izleyen üniversite yönetimi, Rana Gürbüz’e yönelik küfür olayını bir mailde paylaştığı gerekçesiyle Nevra Akdemir’i de işten çıkartmıştır.

Kapitalist üretim sisteminin yüzyıllar öncesinde geliştirdiği despot çalışma düzeni bugün iş kolu, eğitim düzeyi, kamu-özel işyeri ayrımı olmaksızın tüm emek piyasası için geçerlidir. Diğer tüm çalışma alanları gibi üniversitedeki despotizmin de birinci dereceden mağduru elbette akademisyenlerdir. Ancak egemenlerin, egemenliklerini yeniden üretme alanı olarak gördükleri üniversitede akademisyenin işsizlik tehdidiyle tahakküm altına alınması sadece kendisinin değil, ürettiği ve sunduğu bilginin de egemenler tarafından tahakküm altına alınması anlamına gelir. 

Bugün üniversitede despotizmin artması, üniversitelerin esnek çalışma düzeni içinde emek sömürüsünü arttırmak istemesinin yanı sıra toplumda giderek yükselen siyasi ve ekonomik despotizmin akademi tarafından yeniden üretilmesi ve meşrulaştırılmasını da amaçlamaktadır. Diğer bir söyleyişle, akademisyenin işsizlik tehdidiyle tahakküm altına girmesi, bireysel bir sorun olmanın ötesinde doğrudan toplumu etkileyen bir sorun haline dönüşmektedir. 

Sözün özü: Üniversite kurumsal olarak hemen hiçbir konuda toplumun temel sorunlarını gündemine almamakta, çözüm üretmemektedir. Çünkü üniversitede geçerli olan despot çalışma düzeni akademik özgürlükleri ortadan kaldırmış, üniversiteyi büyük ölçüde egemenlerin kendini yeniden üretme alanlarına dönüştürmüştür. Üniversitenin toplumun, doğanın, insanlığın yararına bilgi üretmesi ancak ekonomik ve siyasi despotizmin hedefindeki toplum kesimlerinin akademik özgürlükler için de yürüteceği mücadeleyle gerçekleşebilecektir.  

26 Eylül 2014 Cuma

Ortak belaya karşı ortak mücadele!


ÖZGÜRCE
26/09/2014

Bir tarafta IŞİD, din adına Kürtler, Êzidiler ve diğer tüm bölge halklarına yönelik katliamlarıyla insanlığı sınıyor. Öte tarafta da dini, imanı para olmuş, kâr olmuş ekonomi anlayışı ve üretim sistemi işçileri katlederek yine insanlığı sınıyor. İnsanlık, bu belalar başına açılırken ve de bu belalardan kurtulmak için yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla sınanıyor.
Dini gerekçelerle halkları katleden IŞİD’la, küresel rekabeti gerekçe göstererek emekçileri katleden ekonomik düzenin kaynağı aynı. Katliamlarını din adına yapan IŞİD daha önce ortaya çıkmış din temelli diğer birçok terör örgütü gibi uluslararası sermaye ve onun devletlerinin besleyip büyüttüğü bir örgüt. Sermayenin ve onun çıkarlarını temsil eden devletlerin IŞİD ve benzeri terör örgütlerinden beklentisi din, mezhep ve bazen de ırk üzerinden halklar arasında ayrışma yaratıp, birbirlerine düşmelerini sağlamak. Böylece bu coğrafyaları egemenlik altına almak, enerji kaynaklarını, hammaddeyi, emek gücünü en ucuza temin etmek ve buraları pazar haline getirmek son derece kolaylaşıyor. Halkları ve onların yaşadığı toprakları egemenlik altına almak için kullanılan yöntem 19. yüzyılda sömürgecilikti. Daha sonra yöntem değişti ve birer birer ulus-devlet haline dönüşen eski sömürgeler emperyalist güçlerin başa getirdiği diktatörler aracılığıyla egemenlik altında tutulmaya başlandı. 1990’lı yıllarla birlikte Doğu Bloku’nun dağılmasının ardından Sovyetler Birliği ile ittifak halindeki ülkeler de egemenlik altına alınmak istendi. Irak gibi buna direnen ülkeler ise ABD ve diğer emperyalist güçlerin doğrudan müdahalesine maruz kaldı. Irak’ta milyonları bulan insanın ölmesine neden olan bu müdahale kapitalist sistemin hegemon devleti ABD’nin ve onunla birlikte de kapitalizmin insanlık adına sorgulanmasına neden oldu. ABD’nin Ortadoğu’daki enerji kaynakları üzerindeki egemenliğini sürdürmek için bölgeye yeni bir müdahalesi hem ABD’nin hem de kapitalist ideolojinin daha yüksek sesle sorgulanmasına neden olacaktır. Bunu engellemek için ABD ve onunla iş birliği içindeki diğer güçler, IŞİD gibi vahşi bir terör örgütü ile bölge halklarına korku salıp, “kurtarıcı” rolüyle bölgeye girerek amaçlarını gerçekleştirmek istemektedir.       
Dünyanın hemen her yerinde ama özellikle Ortadoğu’da halkları birbirine düşürüp katliamlar gerçekleştiren anlayışın madenlerde, inşaatlarda, fabrikalarda her gün onlarca emekçiyi katleden anlayıştan esas olarak bir farkı yoktur. Ucuz enerji sağlayarak üretim maliyetlerini düşürmek için Ortadoğu’da sermaye-devlet iş birliği içinde halkları katleden anlayış, işyerlerinde de emek maliyetini ucuzlatmak için yine sermaye-devlet iş birliği içinde emekçileri katletmektedir. Tıpkı Ortadoğu’da olduğu gibi Türkiye’de emekçiler arasında da ayrımcılık yaratılmakta, Türk, Kürt, Alevi, Sünni gibi ayrımlar üzerinden birbirine düşürülen emekçilerin sınıf anlayışı içinde bir araya gelerek örgütlenmeleri engellenmek istenmektedir. Her türlü ayrımcılığa rağmen örgütlenmek ve mücadele etmek isteyen emekçiler ise devletin baskısına, şiddetine maruz kalmaktadır. Örgütlü bir mücadele yürütmesi engellenen emekçiler süratle ekonomik ve sosyal haklarını kaybederek açlık, yoksulluk tehdidiyle karşı karşıya gelmektedir. Yaşamını sürdürebileceği bir ücret elde edebilmek için emekçiler, aldıkları ücrete, iş güvencesine ve çalışma koşullarına bakmaksızın kendilerini işe alan patronları “kurtarıcı” olarak görmektedir. Emekçiler, kurtarıcı olarak gördükleri patronların önlerine koyduğu tüm koşullara rıza göstermek zorunda kalmaktadır. Bunun sonucu olarak da her ay yüzlerce emekçi, iş kazası ya da meslek hastalığı denilerek üstü örtülmeye çalışılan cinayetlere, katliamlara kurban edilmektedir.
Açlık tehdidi ile emekçinin patrona biçtiği “kurtarıcı” rolüyle, IŞİD vahşetinin tehdidi ile ABD’nin bürünmek istediği “kurtarıcı” rolü arasında bir fark yoktur. İkisi de sermaye birikimi ve kapitalizmin sürdürülmesi için önce halkları, emekçileri ölümle, açlıkla, yoksullukla karşı karşıya getirir sonra da “kurtarıcı” rolünü üstlenerek sömürüsünü, katliamlarını meşrulaştırmaya çalışır. Bu oyunu bozmanın tek yolu, halkların ve emekçilerin birliği, ortak mücadelesidir. Bu birlik ve ortak mücadele sadece tehdit altındaki halkların ya da emekçilerin kendi arasındaki mücadele birliği değildir. Mademki katliamları, vahşeti, ölümü, açlığı dayatan ve bunun üzerinden varlığını meşrulaştırmaya çalışan bela -ki bu kapitalizmdir- ortaktır; o halde halkların emekçilerin ve tüm ezilenlerin mücadelesini, insanlığın başına bela olan kapitalizme karşı birleştirmesi gerekir.
Sözün özü: IŞİD katliamları da işçi katliamları da insanlığın başının belası olan kapitalizmin varlığını sürdürme çabalarının bir sonucudur. O halde Zonguldak’ta, Aydın’da, İzmir’de gerçekleşen işçi eylemleriyle ya da eğitim emekçilerinin grev yaparak ortaya koyduğu mücadeleyle Kobanê’nin Rojava’nın özgürlüğü için yürütülen mücadelenin birbirinden ayrı düşünülmemesi, ortak belaya karşı ortak mücadele yürütülmesi gerekir.

19 Eylül 2014 Cuma

İş güvencesi yoksa can güvenliği de yok!

ÖZGÜRCE
19/09/2014

İş cinayetleri tüm hızıyla devam ediyor. Ekmek parası için canını kaybeden emekçilere her gün yenileri ekleniyor. İş cinayetlerinde onlarca işçinin bir seferde ölmediği yani iş cinayeti katliam boyutuna ulaşamadığı sürece ne medyanın, ne hükümetin ne de toplumun gündemi oluyor. Oysa günde en az 5-6 işçi Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde, çeşitli iş kollarında ölmeye devam ediyor.
Hükümet, iş cinayetlerinin üstünün örtülemediği, bu konuda toplumsal duyarlılığın arttığı dönemlerde, ölen işçileri şehit ilan ederek, adli ve idari soruşturmaların yapılacağını söyleyerek ya da gerekli önlemlerin alındığı yönünde açıklamalar yaparak cinayetin sorumluluğunu üzerinden atmaya çalışıyor. Oysa AKP Hükümetinin uyguladığı politikalar iş cinayetlerinin temel gerekçesini oluşturan koşulları hazırlıyor. AK Parti 2023 Siyasi Vizyonu, AKP Hükümet programları, AK Parti programı; AKP hükümetleri döneminde hazırlanan kalkınma planları, 2023 hedefiyle hazırlanan Ulusal istihdam Stratejisi ve AKP’nin 12 yıllık iktidarı döneminde çıkarttığı yasalar, AKP’nin iş cinayetlerine neden olan politikalarını açık biçimde ortaya koyuyor.
AKP’nin temel belgelerinde hedef olarak belirlenen “küresel rekabet koşullarına uyum” ve bunun sağlanmasının aracı olarak kabul edilen “emek piyasalarının esnekleştirilmesi” anlayışı iş cinayetlerinin zeminini hazırlamaktadır. AKP, küresel rekabet koşullarına uyumu üretim maliyetlerini en aza indirmeyi amaçlamaktadır. Bu amaç doğrultusunda da en ucuz enerji, en ucuz hammadde ile birlikte işgücünü en ucuza sağlamak istemektedir. Emek piyasasında istihdam biçimlerinin, çalışma sürelerinin, ücretlerin esnekleştirilmesi de emek maliyetini düşürmenin yolu olarak görülmektedir. 
Emek piyasasında esneklik, sermayenin değişen üretim ve pazar koşullarına uyum sağlarken; iş -istidam- güvencesini ortadan kaldırmakta; emekçilerin işi, ekmeği, geleceği tamamen patronun inisiyatifine bırakılmaktadır. Bu da patronun emekçiyi denetimi altına alıp, emek gücünü dilediği gibi sömürmesine olanak sağlamaktadır. İşi, ekmeği, geleceği patronun iki dudağı arasına sıkışmış olan emekçi de işten çıkartılma korkusuyla ne örgütlenebilmekte, ne de çalışırken yaşamını tehlikeye atacak koşullara itiraz edebilmektedir. 
Soma’da gerçekleşen madenci katliamı, Torunlar inşaatta gerçekleşen katliam ve diğer tüm iş cinayetleri ve katliamların ardından geriye kalan işçilerin ifadeleri, çalışırken can güvenlikleri olmadığını ama işlerini kaybetmek korkusuyla buna karşı çıkamadıklarını açıkça ortaya koymaktadır. Bu konuda en son ve en çarpıcı örnek, son torba yasada madencilerin koşullarını bir nebze düzeltilmesi karşısında Zonguldak’ta patronlarının maliyetler arttığı gerekçesiyle madenleri kapatma kararına işçilerin verdiği tepkidir. Zonguldak’ta işçiler, işlerini kaybetmemek için canları pahasına çalışmayı kabullenmiş, torba yasada kendilerine getirilen iyileştirmelere karşı çıkarak, kârı azalıyor diye madeni kapatan patronla birlikte gözyaşı dökmüşlerdir. 
İşçilerin canları pahasına en kötü koşullarda çalışmaya tepki yerine rıza göstermesi, AKP’nin sermayeye sınırsız sömürü koşullarını sağlama politikasındaki başarısı olarak değerlendirilebilir. Zaten ulusal ve uluslararası sermaye, “yatırım iklimini” ve “istikrarı” sağladığı için AKP’nin uyguladığı politikaları her fırsatta taktir etmekte ve siyaseten de açık ya da örtük olarak AKP’yi desteklemektedir. 
Burada temel sorun, iş cinayetlerinin zeminini oluşturan ekonomik program ve istihdam politikaları karşısında sendikaların gerekli tepkiyi göstermemesi ve hatta kimi sendikaların işçilerin katledilmesine neden olan bu politikaları desteklemesidir. Sendikalar içinde sorumluluk sadece işçi sendikalarına ait değildir. Kamu hizmetlerinde esnek istihdam biçimlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte iş güvencesini belli sınırlılıklar içerisinde de olsa koruyan kamu emekçileri bu kısmi ayrıcalıklarını kaybetmektedir. Sağlık gibi bazı alanlar dışında kamu işyerlerinde fazlaca öne çıkmayan iş cinayetleri, iş güvencesinin kaybedilmesiyle birlikte kamu emekçileri için de ciddi bir tehdit haline gelecektir. Dolayısıyla işçi sendikalarıyla birlikte kamu emekçi sendikalarının da iş cinayetlerini ve bunun nedeni olan politikaları gündemine alarak ortak bir mücadele programı ortaya koyması gerekir.
Sözün özü: İşçi cinayetleri, AKP’nin 12 yıldır uyguladığı ve 2023 yılına kadar da uygulamayı hedeflediği; iş güvencesini tamamen ortadan kaldırarak, Türkiye’yi patronlar için ucuz işçi cenneti, emekçiler için ise işçi cehennemi haline dönüştüren politikaların sonucudur. AKP’nin hedeflerine ulaşmaktaki başarısı, emekçiler için iş güvencesiyle birlikte can güvenliğini de tamamen ortadan kaldıracaktır. Sendikalar, AKP’nin politikalarını destekledikçe ya da bu politikalara karşı mücadeleyi örgütlemekte yetersiz kaldıkça işçi cinayetlerinin de ortağı olacaktır!

12 Eylül 2014 Cuma

34. yılında 12 Eylül öldürmeye devam ediyor

ÖZGÜRCE
12/09/2014

Bugün 12 Eylül, TÜSİAD’ın, TİSK’in MESS’in gazetelere ilanlar vererek askeri darbeye çağrı yaptığı; darbenin ardından Türkiye’nin en büyük patronu Vehbi Koç’un darbecilere “Zatıalilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim.” sözleriyle biten mektuplar göndererek “darbenizin ardındayız” mesajları verdiği; dönemin TİSK başkanı Halit Narin’in “şimdiye kadar biz ağladık onlar (işçiler) güldü. Şimdi sıra onlarda”, ABD yönetiminin ise “bizim oğlanlar başardı” sözleriyle karşıladığı darbenin 34. yıldönümü. 

12 Eylül 1980’de doğanların Cahit Sıtkı Tarancı’nın yolun yarısı dediği 35 yaşına gelmelerine sadece bir yıl kalmış, yani ortalama insan ömrünün yarısı kadar zaman geçmiş darbenin üzerinden. 12 Eylül faşizmi on binlerce genci yaşamlarının henüz yarısına gelmeden ve hatta birçoğu ortalama yaşam süresinin çeyreğine gelmeden idam sehpalarında, işkencelerde, dağlarda, sokaklarda öldürmüş. 

Tarihin en kanlı darbelerinden birisi olan 12 Eylül darbesi sadece darbenin gerçekleştiği 1980’de genç olanları öldürmekle yetinmemiş; aradan geçen 34 yıl içinde de pek çok gencin canını almayı sürdürmüştür. Çünkü 12 Eylül’ün darbe düzeni 34 yılda kesintisiz olarak devam etmiştir. Bunun belki tek istisnası, SHP’nin HEP’le birlikte girdiği 1991 seçimleri sonrasındaki birkaç yıllık dönemdir. Bu dönemde 12 Eylül’ün kurumları (DGM, YÖK vs) tartışılmaya başlanmış, 1989 Bahar Eylemleri’nin de etkisiyle reel ücretlerinde bir miktar artış gerçekleşmiş ve Kürt sorununun çözümü konusunda umutlar artmıştır. Ancak başta Musa Anter, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis suikastleri ve Turgut Özal’ın şaibeli ölümü ile Sivas katliamı gibi toplumsal travma yaratan olaylar sonrasında bu dönem sona ermiştir. Tansu Çiller’in başbakan olmasıyla birlikte bir taraftan ekonomik kriz gerekçe gösterilerek yükselen işçi hareketi baskılanmış, reel ücretler hızla gerilemeye başlamıştır. Diğer taraftan SHP ile Meclise giren HEP milletvekilleri tutuklanmış, çatışmalar yeniden yoğunlaşmış ve 12 Eylül faşist rejimi kaldığı yerden yoluna devam etmiştir.  Bu arada darbe rejimi ve ardındaki güçler için tehdit olarak görülen REFAHYOL Hükümeti de 28 Şubat 1997’de gerçekleştirilen bir ara darbeyle sona erdirilmiştir.

12 Eylül darbesinin 34 yıldır akıttığı kanın büyük kısmı Kürt halkının kültürel ve siyasal hakları için yürüttüğü mücadelede dökülmüştür. 50 binden fazla gencin öldüğü bu çatışma süreci, Kürt hareketinin hükümeti müzakere masasına oturmaya zorlamasıyla birlikte sona ermiştir. Ancak darbe rejimi başka bir alanda can almaya devam etmektedir. Sadece son 14 yıl içinde en az 15 bin emekçi yaşamlarını sürdürecek bir gelir elde etmek için can vermiştir. Bu rakam sadece iş başındayken gerçekleşen cinayetlerdir. Bundan çok daha fazla sayıda emekçi yaptığı iş ya da çalışma ortamından kaynaklanan nedenlerle yakalandığı hastalıklar sonucunda yaşamını yitirmektedir. Kaydı tutulmadığı için meslek hastalığı olarak tanımlanan nedenlerle ölen emekçi sayısı bilinmemektedir. Ancak her yıl evine ekmek götürebilmek için, binden fazlası iş başında gerçekleşen cinayetlerde olmak üzere on binlerce emekçi canını vermektedir. Son yıllarda iş başında gerçekleşen işçi cinayetleri toplu katliamlar haline dönüşmüştür. Soma’da madende 301, Mecidiyeköy’de inşaatta 10 emekçinin toplu halde katledilmesi bunun son örnekleridir.

2014 yılındaki işçi katliamlarını 34 yıl önce gerçekleşen darbeye bağlamanın ne kadar doğru olacağı sorusu akıllara gelebilir. 12 Eylül darbesiyle bugün yaşanan işçi katliamları arasında doğrudan bir bağlantı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira bugün yaşanan işçi cinayetleri, 34 yıl önce ulusal ve uluslararası sermayenin teşvikiyle doğrudan işçi sınıfının örgütlü gücünü kırmak üzere gerçekleşmiş olan darbenin sonucudur. Çıkarttığı yasalar ve uyguladığı baskılarla bu darbe amacına ulaşmış ve işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlülüğü zayıflatılmıştır. Kolektif haklarından yoksun bırakılmasıyla birlikte emekçilerin büyük bölümü kayıt dışı alanda bireysel haklarından da fiilen yoksun olarak çalışmak zorunda kalmışlardır. Bireysel hakların ortadan kaldırılmasının yasal zemine oturtulması 2000’li yılları bulmuştur. Özellikle 2001 krizi bahane edilerek Kemal Derviş tarafından getirilen neoliberal yapısal uyum programı çerçevesinde patronların emeği serbestçe sömürmesinin yolunu açacak olan esnek çalışma düzeni 4857 sayılı İş Kanunu’yla yasallaşmıştır. Bu yasa beraberinde taşeronluk sistemi başta olmak üzere esnek istihdamı yaygınlaştırmış, çalışma süreleri, ücretler patronların inisiyatifine bırakılmıştır. Esneklikle birlikte iş güvencesini kaybeden emekçilerin bu dayatmalara karşı çıkmaları ve örgütlenmeleri de engellemiştir. Böylece bugün katliama dönüşen işçi cinayetlerinin yolu açılmıştır.

AKP, 12 yıllık iktidarında neoliberal yapısal uyum programını sadakatle uygulayarak, işçi cinayetlerine neden olan koşulları hazırlamıştır. Emekçileri işsizlik tehdidiyle en kötü koşullarda, ölümü göze alarak çalışmaya zorlayan AKP, -yargılamakla övündüğü- 12 Eylül darbe rejiminin emekçiler üzerindeki baskı ve şiddet yöntemlerini kullanmaktan da geri kalmamıştır. Özellikle 2008 sonrasında AKP’nin emekçilere yönelik baskı ve şiddeti -darbenin ardından geçen birkaç yılı saymazsak- geçen 34 yılın en üst düzeyine ulaşmıştır. İşçi ölümlerinde son yıllardaki artış da bunun da önemli etkisi olmuştur.   

TİSK başkanı Halit Narin 12 Eylül darbesini “şimdiye kadar biz ağladık onlar (işçiler) güldü. Şimdi sıra onlarda” diyerek karşılamıştı. Aradan geçen 34 yıl Narin’i haklı çıkardı; 12 Eylül öncesi gülen işçiler, -12 yıllık AKP iktidarının da katkısıyla- bugün ağlamakla kalmıyor ölüyor!  

Sözün özü: 34 yıldır süren darbe rejimi bugün de can almaya devam ediyor. Çözüm süreciyle birlikte silahların susmasının ardından darbe rejiminin aldığı canlar daha çok Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Alevi, Sünni, kadın, çocuk, genç, göçmen işçiler, emekçiler. Daha fazla kanın akmaması darbe rejiminin tamamen sona ermesine bağlı. Bunun için demokrasi; demokrasi için ise birleşik mücadele gerekiyor! 

5 Eylül 2014 Cuma

62. Hükümet programı: Tas eski hamam eski!

ÖZGÜRCE
05/09/2014

Eski başbakanın yeni cumhurbaşkanı olarak göreve başlamasının ardından, eski dışişleri bakanı yeni başbakan olarak hükümeti kurma görevini aldı ve büyük çoğunluğunu eski bakanların oluşturduğu yeni hükümetin programını okudu. Başbakan Davutoğlu “Yeni Türkiye” iddiasını taşıyan 62. Hükümet programını okurken biz de cumhuriyetin bundan önceki 61 hükümet programından ve AKP hükümetlerinin bundan önceki 4 hükümet programından (58, 59, 60, 61) farklı olan, yeni olan ne varmış diye dikkat kesildik. Öyle ya karşınıza “yeni” diye getirilince meraklanıyor insan, “eski”den farklı ne var diye. Gerçi bir ülkede yenilenmekten, değişimden söz ediliyorsa orada ciddi bir ideoloji, zihniyet değişimi gerekir. Sadece sıfatları değişen eski Türkiye’nin yönetici kadrosunun akşamdan sabaha ideolojisini, zihniyetini değiştirmesi ve “yeni bir Türkiye’yi” inşa etmesi beklenemez elbette. Ama olsun, “Acaba eski Türkiye’den farklı ne var diye” merakımızı canlı tutup, Hükümet programını sonuna kadar dinledik; kulağımıza “yeni”ye dair bir şey çalınmayınca, kulaklarımız belki bizi yanıltmıştır diye birkaç kez de program metnini okuduk.
Yeninin nerede olduğunu bulabilmek için kulak, göz derken tüm duyu organlarını devreye koyduk ama nafile… Ekonomi, sosyal politikalar, istihdam, yolsuzluk, yargı, dış politika, çevre politikaları, enerji politikaları, demokratikleşme velhasıl memleketin hemen tüm halleri üzerine ortaya konulan politikalarda çözüm sürecine dair vurgular dışında hiçbir yenilik, hiçbir değişim tespit edemedik. 
Programda “Yeni ekonomi” olarak sunulan, 2001’de Kemal Derviş tarafından getirilen ve AKP’nin 12 yıldır uyguladığı neoliberal yapısal uyum programının devamı. Programa göre küresel rekabet gerekçesiyle gök kubbe altındaki her şey piyasalaşacak, doğa ve emeği sermayenin sınırsız sömürüsüne açan anlayış eski Türkiye’de olduğu gibi aynen devam edecek. İstihdam politikaları, eski Türkiye’de belirlenen Ulusal İstihdam Stratejisi ve 10. Kalkınma Planında belirlenen hedefler doğrultusunda daha da esnekleştirilecek, eğitim sistemi tamamen piyasanın (yani patronların) istekleri doğrultusunda yapılandırılacak. Emeklilik ancak mezarda ulaşılabilecek bir hayal, sağlık ise cepteki paraya göre ulaşılabilen bir hizmet olmaya devam edecek. Vergiyi emekçiler, yoksul halk kesimleri öderken; sermayenin ödediği vergiler göstermelik olmanın ötesine geçmeyecek. Tüm bunlara itiraz edip, örgütlü bir mücadeleyle haklarını almak isteyen emekçiler, sendikalı oldukları için işlerinden atılacak, tepkisini barışçıl yollarla ifade etmek için sokağa çıkanlar, marjinal olarak tanımlanıp devletin gazına, tazyikli suyuna maruz kalacak. Sonuç olarak AKP’nin emekçileri en kötü koşullarda çalışmaya zorlayan; 12 yılda 14 bin emekçinin iş cinayetlerinde ölümüne neden olan politikaları olduğu gibi sürecek. Öte yandan programda AKP’nin yoksulluk politikalarına düzülen övgüye bakılırsa, emekçileri haklarından mahrum bırakıp, yardıma muhtaç hale getirdikten sonra sosyal yardımlar üzerinde siyasi rant elde etme anlayışı da devam edecek.  
62. Hükümet programında “yeniyi” arayışımızın boşa çıkması sadece ekonomi politikalarında ve bunun emekçilere yansımalarında değildir. Örneğin programın Mecliste okunmasının hemen ardından 25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonuna dair takipsizlik kararı verilmesi; cumhurbaşkanı seçildiği halde başbakanlık ve AKP Genel Başkanlığına devam etmesi üzerine Erdoğan hakkında suç duyurusunda bulunan Prof. Dr. Ökçesiz’e soruşturma açılması; Ethem Sarısülük’ü öldüren polislere ödül gibi ceza verilmesi, yeni olduğu iddia edilen Türkiye’de yolsuzluk, yargı, demokratikleşme konularında da hiçbir şeyin değişmeyeceğini göstermektedir.
Sözün özü: “Yeni Türkiye” iddiasıyla sunulan 62. Hükümet programının öncekilerden hiçbir farkı yoktur. 91 yıllık cumhuriyetin ve 12 yıllık AKP’nin ideolojisi, zihniyeti olduğu gibi bu programa yansımıştır. Ülkeyi yöneten kişilerin ya da bu kişilerin sıfatlarının değişmesiyle hiç bir şey değişmemiştir, değişmeyecektir. Değişim ve yenileşme için egemen ideolojinin değişmesi gerekir ki bu da ancak mücadeleyle olur. Bunun kanıtı Hükümet programındaki tek yeniliğin çözüm sürecine ilişkin olmasıdır. Bunu sağlayan Kürt Hareketinin büyük bedeller ödeyerek yürüttüğü mücadeledir. Diğer tüm ezilen, sömürülen, inkar edilen kesimlerin de eşit haklara sahip olduğu, sömürünün, doğa katliamlarının son bulduğu yeni bir düzen için mücadelesi kaçınılmazdır. Bu mücadelelerin ortaklaşması, (Adına yeni denir mi denmez mi onu bilmem ama) demokratik Türkiye”nin bir an önce kurulmasını sağlayacak en önemli koşuludur!

29 Ağustos 2014 Cuma

Savaşı kim ister?

ÖZGÜRCE
29/08/2014

Kimse bu soruyu “Ben savaş isterim” diye yanıtlamaz. Sorduğunuzda herkes barışçıdır; barışı ister, sadece kişiler değil, devletler de her fırsatta savaşa karşı olduklarını söyler, barışa övgüler düzer. “Savaş isterim” denilmez, denilemez çünkü savaş kandır, acıdır, gözyaşıdır; bu nedenle toplumların hemen tümünde savaş, insani ve ahlaki bulunmaz. Peki tüm toplumlar, halklar savaşı insani, ahlaki bulmuyor ve savaş karşıtlığında ortaklaşıyor ve barış istiyorsa savaşlar neden olur?

Lafı fazla dolandırmaya gerek yok, başka insanlar ya da başka halklar üzerinde 
egemenlik-tahakküm kurmak, iktidar olmak niyetindeki herkes, her sınıf, her devlet insani, ahlaki değerleri bir yana bırakmış, barıştan vazgeçmiştir (Tahakküme karşı, özgürlük için yürütülen savunma savaşları bunun dışındadır). Savaşın bedelini ödeyecek olan halklardır. Bu nedenle savaşları halklara kabul ettirmek, meşrulaştırmak son derece önemlidir. Tarihin her döneminde farklılaşmakla birlikte genel olarak, din, mezhep, vatan, millet, toprak gibi toplumda oluşturulmuş değerler, savaşı meşrulaştırmanın aracı olarak kullanılır ve bu değerler uğruna savaşmak, ölmek, öldürmek kutsanır. Böylece savaşın ardındaki gerçek niyetler de gizlenmiş olur.


Kapitalizmde savaşlar, daha önceki toplum düzenlerine göre çok daha yaygındır. Kapitalizm sermaye birikimine, sermaye birikimi de insanın, emeğin, doğanın sömürüsüne dayanır. Sermayeler arası rekabet, bu sömürünün ulus devlet yapılanması içinde başka ülkelerin, halkların sömürüsü üzerinden yaygınlaşmasını gerektirir. Daha ucuz hammadde, daha ucuz enerji, daha ucuz emek gücü ve daha geniş yatırım alanları ve pazarlara ulaşmak için sermayedarlar devlet aygıtı üzerinden diğer ülkeler üzerinde egemenlik kurmak isterler. Egemenlik istekleri karşısında dirençle, direnişle karşılaştıklarında da savaş yoluyla yani güç kullanarak bu ülkeleri, halkları dize getirmeye çalışırlar. Bugün savaşların önemli bir bölümü ucuz enerji kaynaklarına ulaşmak amacıyla gerçekleşir. Ortadoğu’da on yıllardır süren ve milyonlarca insanın ölümüne ve yerinden yurdundan edilmesine neden olan savaşlar bunun en yakın, en çarpıcı örneğidir. 


Bir avuç sermaye sahibinin çıkarı ya da hegemonya heveslisi devlet yöneticilerinin iktidar hırsı için gerçekleşen savaşların bedelini ödeyen her zaman işçi, esnaf, köylü, zanaatkarlardan oluşan yoksul emekçi halk kesimleridir. Dolayısıyla savaşlara karşı mücadele yürütmek de öncelikle bu kesimlere düşmektedir. İşçi sınıfının mücadele örgütü olan sendikaların savaşa karşı mücadelede üstlenmesi gereken rol son derece önemlidir. 


Türkiye’de hükümetin bir süredir izlediği dış politika, Ortadoğu’da kanlı bir savaşa da neden olan hesapları içermektedir.  “Yeni Türkiye” nidalarıyla girilen süreçte söz konusu dış politikanın mimarı olan Davutoğlu’nun başbakanlığında kurulacak hükümetin bu hesapları daha da ileri taşıması sürpriz olmayacaktır. Bunun anlamı, Türkiye halkları da dahil olmak üzere Ortadoğu halklarının kanın acının daha da artacağı bir sürecin içine girmekte olduğudur.  Tüm savaşlar gibi insani ve ahlaki olmayan bu savaş oyununun bozulması, halklar arasında yaratılmak istenen düşmanlığa karşı halkların kardeşliğini daha yüksek sesle dillendirmek ve bunun için mücadele etmekle mümkündür. 


Savaşa karşı mücadelede savaşın bedelini ödeyen emekçilerin örgütü sendikalara önemli görevler düşmektedir. Sendikaların savaşla mücadelede yapabileceklerinin başında, hükümetin savaş politikalarını durdurmak üzere üretimden gelen gücün kullanılması yani grev gelmektedir. Savaşa karşı etkili bir grev, sermaye ve hükümeti savaş politikalarını gözden geçirmeye zorlayacak; bundan daha da önemlisi savaş politikalarının deşifre edilmesi ve emekçi kesimlerin savaşa karşı mücadeleye katılmalarında etkili olacaktır. Öte yandan sendikalar, Ortadoğu’da bir süredir kâr ve iktidar hırsıyla sürdürülen vahşi savaşın acılarını yaşayan halklarla dayanışma içinde olmalı ve tüm olanaklarını seferber etmelidir. Halklarla dayanışma sadece yardım toplayıp, ulaştırmaktan ibaret olmamalıdır. Savaş nedeniyle Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmış olan Suriyelilerin işçi sınıfının bir parçası olarak kabul edilmeleri ve örgütlü mücadele içerisine katılmaları gerekmektedir. Öte yandan Rojava halkının sermaye ve iktidar heveslilerinin yürüttüğü savaşa karşı gösterdikleri onurlu direniş desteklenmeli, görünür kılınmalı ve diğer halkların mücadelelerine esin kaynağı olması sağlanmalıdır. 1 Eylül Dünya Barış Günü, sendikaların savaşa karşı mücadele konusunda mücadelelerini ortaya koymaları için önemli bir fırsattır.