28 Nisan 2009 Salı

"Patronla Çıkar Aynı" İse 1 Mayıs Niye?



28/04/2009
2005 yılı 1 Mayıs günü Akşam Gazetesi’nde DİSK Başkanı Süleyman Çelebi ile yapılan bir söyleşi “Patronlarla Çıkarımız Aynı” başlığı ile manşetten verilmişti. Ahmet Tulgar tarafından gerçekleştirilen söyleşinin bir yerinde Sayın Çelebi aynen şunları söylüyordu: “Sermaye ne istiyor burada? Daha büyümek istiyor, daha çok para kazanmak istiyor. Ama o büyüyünce, bizim de istediğimiz oluyor işte: İşsizliğe karşı yeni istihdam oluşmuş oluyor”. Bu sözlerle Çelebi, emek sermaye çelişkisinin kalktığına, ortak çıkarlar etrafında buluşulduğuna dair düşüncesini savunuyordu.
Çelebi’nin bu düşünceleri savunduğu söyleşinin üzerinden tam dört yıl geçti. Bu süreçte patronlar, ücretleri daha da baskılamak için emekçileri; yatırımlarını Çin’e ya da Mısır’a kaydırmakla tehdit ettiler. İstekleri, Türkiye’deki işgücü maliyetinin ve dolayısıyla çalışma koşullarının Çin, Mısır gibi ülkeler düzeyine getirilmesiydi. Bu amaçla, bölgesel asgari ücret uygulaması da dahil olmak üzere bir çok öneri getirerek “Türkiye’nin kendi Çin’ini yaratması” gerektiğini savundular. Patronların bu tehditleri büyük ölçüde başarıya ulaştı. Geçen dört yıl içerisinde emek verimliliği (yani emek sömürüsü) hızla artarken, reel ücretler geriledi, binlerce emekçi iş cinayetlerinde yaşamını kaybetti. Yani ücretler, çalışma saatleri ve çalışma koşulları neredeyse Çin’in, Mısır’ın düzeyine geriledi. Sağlık, sosyal güvenlik gibi sosyal haklar ise Çin’in de gerisine gitti.
Kısacası, Çelebi’nin istediği oldu; emekçilerin yoksullaşması, iş cinayetlerine kurban edilmeleri yani daha fazla ter daha fazla kan dökmeleri pahasına da olsa sermaye büyüdü, patronlar çok daha fazla kazandı.
Peki, tüm bunların karşılığında Çelebi’nin beklediği gibi işsizlik azalıp yeni istihdam yaratıldı mı?
TÜİK’in o son derece tartışmalı istatistiklerine göre dahi Çelebi’nin bu sözleri dillendirdiği 2005 Mayıs’ında yüzde 9.2 olan işsizlik bugün yüzde 15.5’i aştı. Yani neredeyse 2/3 oranında arttı.
Çelebi, 2005’te “patronlarla çıkarlarımız aynı” derken neyi, kimi kast etmişti bilemem ama patronlarla Çelebi’nin temsilcisi olduğunu iddia ettiği emekçilerin çıkarlarının hiç de aynı olmadığı bugün -bir kez daha- ayan beyan ortaya çıkmış durumdadır.
Bir sendika liderinin, hele de DİSK gibi Türkiye işçi sınıfı tarihinde ismi altın harflerle yazılmış bir sendikanın liderinin yanlışlığının böylesine açık bir biçimde ortaya çıkması halinde beklenen sanırım ya bulunduğu konumu terk etmesi –veya ettirilmesi- ya da yaptığı yanlışı görerek bu hatadan dönmesi olmalıydı...
DİSK üyeleri, 13. Genel Kurul’da Çelebi’ye yeniden teveccüh gösterdi ve bir dönem daha kendisini Genel Başkan olarak seçti.
Sayın Çelebi ise DİSK/Tekstil Sendikası’nın geçtiğimiz günlerde gazetelere verdiği ve hükümetin sermaye sınıfına destek olmasını talep ettiği ilanların altına -Rıdvan Budak’la birlikte- attığı imza ile patronlarla çıkarlarının aynı olduğu yönündeki düşüncesinin değişmediğini gösterdi.
Başta genel başkan olmak üzere DİSK yönetiminin Türkiye’deki emekçileri ne ölçüde temsil ettiği ve onların haklarını savunduğunun takdiri, başta DİSK üyeleri olmak üzere emekçilere düşmektedir.
Benim bu noktada merak ettiğim esas konu “patronlarla çıkarlarının aynı” olduğunu savunanların 1 Mayıs’ta emekçileri kime karşı hangi taleplerle meydanlara çağırdığıdır..!
Evet, tam da 1 Mayıs ya da ona yakın günlerde dillendirdikleri söyleme bakarak ve her 1 Mayıs çağrısına uyan bir emekçi olarak DİSK yöneticilerine sormak istiyorum: “Sizce, 1 Mayıs işçi sınıfının enternasyonal dayanışma günü mü yoksa patronlarla dayanışma günü mü?”

27 Nisan 2009 Pazartesi

Türk-İş’in Sendika Yasa Taslağı Üzerine…



17/04/2009


ÖZGÜRCE


Türkiye’de emekçileri doğrudan ilgilendiren yeni bir yasal düzenleme yapılırken, sermaye kuruluşları ya da hükümet bir taslak hazırlayıp tartışılmak üzere ortaya atar. Emek örgütleri de sermayenin ya da hükümetin hazırladığı bu taslak üzerinden konuyu tartışır ve genellikle yeni getirilen düzenlemeye karşı çıkar ama kendi getirdiği bir alternatif de olmadığından, mevcut olanı savunma konumuna düşer. Mevcut yasaların da pek çoğu emekçilerin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olduğu için emek örgütleri, getirilen düzenlemelere karşı kendi üyelerini bile mücadeleye dahil edemezler. Sonuç olarak da sermaye ve hükümet, İş Kanunu, SSGSS gibi emekçilerin en temel haklarını ortadan kaldıran düzenlemeleri ciddi bir mücadeleyle karşılaşmadan hayata geçirir. Sendikalara ilişkin yeni yasa tartışmaları bir kez daha gündeme geldiğinde, Türk-İş bu geleneği bozdu ve kendi hazırladığı alternatif bir taslağı ortaya koydu. Türk-İş’in bizim hiç alışık olmadığımız ama gerekliliğine sonuna kadar inandığımız bu yaklaşımı son derece önemlidir.Türk-İş’in Toplu İş İlişkileri Kanunu adıyla hazırlamış olduğu ve benim de önemli olduğunu düşündüğüm taslağın içeriği ise maalesef son derece düşündürücüdür. Çünkü Türk-İş, yasa taslağını hazırlarken bir emek örgütü olduğunu unutmuş ve sendikal faaliyetleri sermaye karşısında sınırlayan bir anlayışı ortaya koymuştur. Örneğin Türk-İş, hazırladığı bu taslakta işverene lokavt hakkı tanımış; grev hakkını, toplu iş sözleşmesi hakkını sınırlandırmış, devlet denetimini ve müdahalesini kabullenmiştir. Bunlar sendikal özgürlükleri kısıtlayıcı düzenlemelerdir ve sermaye ile siyasi iktidarların işçi sınıfı ve sendikalar üzerindeki kontrolünü -tahakkümünü- sağlamak üzere yasalara konulurlar. Bir emek örgütünün yeni bir sendika yasasının tartışıldığı bir süreçte kendi kendisini kısıtlayan bir öneriyle ortaya çıkması, “kendi ayağına kurşun sıkmak”tan başka bir anlam taşımaz. Oysa, Türk-İş’in bir emek örgütü olarak -hem de Türkiye’nin en büyük emek örgütü olarak- yapması gereken; sendikal örgütlenmenin ve sendikal faaliyetlerin tamamen özgürleşmesini sağlayacak bir alternatifi ortaya koymaktır. Ancak böyle bir alternatif etrafından emek örgütleri ve emekçiler bir araya gelebilir ve sermaye ile hükümetin sendikaları tamamen etkisiz hale getirmeyi içeren planı bozulabilir. Sözün özü: Sendikaların sermayeye karşı işçi sınıfının mücadele aracı olduğunu unutup, sendikal rekabette üstünlük sağlama düşüncesiyle hareket eden bir anlayış içerisinde tek kazanan sermaye, kaybeden ise yine işçi sınıfı olacaktır!..

14 Nisan 2009 Salı

Türkel Hoca ve Dalganın 12.si…




14/04/2009
Sivil toplumculuğa oldum olası karşıyımdır. Çünkü sivil toplumculuğun, toplumu siyasetten uzak tutmanın, toplumu edilgen hale getirmenin bir aracı olduğunu düşünürüm. Kapitalizmin sınıflı toplumunda herkes üretim süreci üzerinden belirlenen bir sınıfa aittir. Bireylerin toplumsal düzen içindeki rolü ve işlevi ait oldukları sınıfın diğer sınıfla olan güç ilişkisine yani siyasi mücadeledeki yerine bağlı olarak belirlenir. Sivil toplum tanımlaması içerisinde bireyler ve onların oluşturdukları toplum kesimleri siyasetten uzaklaştırılır ve karşı sınıfın tahakkümü altına girmiş olur. Sivil toplum örgütlerinin (STÖ) soğuk savaş döneminde ve sonrasında kapitalizmin çevre ülkelerdeki propaganda aracı olarak gördüğü ve görmekte olduğu işlev, bu konudaki düşüncelerimi daha da netleştirmiştir.
İki ayı biraz aşan bir süre önce kaybettiğimiz çok sevgili hocamız Türkel Minibaş, bilindiği gibi bir STÖ olan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) Genel Başkan Yardımcısıydı. Ve eğer yaşamda olsaydı, bu görevi nedeniyle Ergenekon denilen operasyonun 12. dalgasında “darbe yapmaya teşebbüs” suçlamasıyla dün gözaltına alınmış olacaktı.
Türkel Hocayla birkaç kez sivil toplumculuk ve STÖ’ler üzerine düşüncelerimi paylaşmış, STÖ’ler üzerinden yürüyen eğitim ve benzeri diğer hizmetlerinin sermayenin “sosyal sorumluluk” adı altında kendilerini meşrulaştırdığı görüşünde olduğumu söylemiştim. O da bir STÖ yöneticisi olarak, tüm bu düşüncelerime katıldığını ama içinde bulunduğumuz ortamda olanağı olmayan tek bir çocuğu bile okutabilmenin çok önemli olduğunu söylemişti. Türkel Hoca açıkça söylememişti ama söylediklerinden devletin boş bıraktığı bu alanları STÖ maskesine bürünmüş tarikatların, cemaatlerin doldurduğunu; onlarla yine onların yöntemiyle mücadele etmek gerektiğini düşündüğü sonucunu çıkartmıştım.
Dün sabah Türkan Saylan Hocanın evinde ve tüm ÇYDD’lerde arama yapıldığı ve daha sonra da ÇYDD yöneticilerinin gözaltına alındıkları haberini duyunca Türkel Hocayı ve onunla bu konuda yaptığımız sohbetler düştü aklıma...
Sonra, sistemin işine geldiğinde Deniz Feneri, Açık Toplum Enstitüsü ve türlü türlü adlarla kurulu STÖ’lerle kendi siyasi emellerini nasıl meşrulaştırdığını; ama işine gelmeyen STÖ’leri de nasıl “siyasi” kabul edip, terör örgütü yerine koyduğunu düşündüm…
Sonra, daha birkaç gün önce Kenan Evren’in Çankaya Köşkünde Cumhurbaşkanı Gül’ü ziyaretini ve gazetelere yansıyan samimi görüntüleri ile yaşasaydı “darbeye teşebbüs” ile suçlanacak olan Türkel Hocayı bir araya getirmeye çalıştım aklımda…
Nurlar içinde yatsın sevgili Türkel Hoca, keşke görseydi bu günleri eminim çok gülerdi, dalgasını geçerdi 12. dalgayla…

10 Nisan 2009 Cuma

BAŞBAKAN TALİMATIYLA YENİ YASA OYUNU..!



ÖZGÜRCE
10 NİSAN 2009

Başbakan, Çarşamba akşamı 1 Mayıs’ın tatil olması ve Sendikalar Kanunu ile Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunlarının değiştirilmesi için çalışma başlatılması talimatı verdiğini açıkladı. Aslında yasa değişikliği çalışmaları zaten uzun süredir yapılıyordu. Son olarak 2008 yılı Mayıs ayında 2/240 esas numarası ile getirilen kanun teklifi halen Meclis gündeminde bekletilmektedir.
Başbakan’ın bu son açıklamasının ardından Meclis’te bekleyen teklif dışında başka bir tasarı mı hazırlanacaktır ya da bunun üzerinde bir değişiklik mi yapılacaktır şimdilik bilemiyorum. Bu çıkışın daha önce olduğu gibi 1 Mayıs öncesinde sendikal alanda suni bir gündem oluşturmayı amaçlayıp amaçlamadığını da “bilmiyorum”.
Ama şunu çok iyi biliyorum: Mevcut iktidar ve Meclis oluşumu içinden emekçilerin örgütlenmesini ve ekonomik – siyasi mücadelesini düzenlemeye ilişkin çıkacak bir yasa emekçilerin örgütlenme hakkını ileri taşıyacak daha özgürlükçü bir düzenlemeyi içermeyecektir.
Neden mi? Çünkü mevcut hükümet ve mevcut Meclis, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde emekçilerin -sağlık ve sosyal güvenlik başta olmak üzere- haklarına yönelik en büyük tahribatı yapan yasal düzenlemeleri çıkartmıştır. Elbette emekçilerin haklarını tahrip eden bu düzenlemelerde AKP Hükümeti başı çekmiştir. Ama Meclis’te yer alan diğer partilerin hiçbiri AKP’nin bu icraatlarına ciddi bir muhalefette bulunmamış, hatta pek çok konuda uzlaşarak destek vermiştir.
Getirilecek yeni bir yasanın 12 Eylül darbe rejiminin ürünü olan mevcut yasalardan daha özgürlükçü olmayacağı düşüncesine sahip olmamız sadece yasallarla emekçi haklarının tahrip edilmesine bakarak oluşmamıştır. AKP hükümetinin darbe yasalarında tanınmış olan son derece kısıtlı hakları dahi baskılaması, getirilecek olan yasanın bugünkünden daha da baskıcı olacağı yönündeki düşüncemizin temel dayanağını oluşturmaktadır. Özellikle, THY grev süreci, Telekom grevi; Yörsan, Tega, Sinter, Desa, ATV-Sabah gibi işyerlerindeki örgütlenme mücadelelerine yönelik yaklaşımları AKP’nin örgütlenme özgürlüğü karşısında 12 Eylül darbecilerinden daha baskıcı bir anlayışta olduğunu göstermiştir.
Öte yandan AKP hükümeti, işçi ve kamu emekçi sendika ve konfederasyonlarının genel kurullarına açıkça müdahale etmiş, kendine yandaş olmayan sendikaların örgütlü olduğu alanlarda ise yandaş sendikalarının egemen hale gelmesi için akla gelmedik oyunlara başvurmuştur. Kamu emekçi örgütleri içerisinde KESK’i baskılarla eritip, Memur Sen’i öne çıkartmaya çalışması; gıda, ormancılık, havacılık iş kollarında Türk İş sendikalarının yerine Hak İş’i öne çıkartmaya çalışması bunun en açık örnekleridir.
Halen Meclis gündeminde bekletilmekte olan yasa teklifi de yine AKP hükümetinin icraatlarını yasalaştırmaya yönelik bir düzenleme yapmaya niyetli olduğunu göstermektedir. Zira yasa teklifi, sendikaların sosyal diyaloga zorlanması, işkollarının yandaş sendikaların yetkili olacağı biçimde yeniden düzenlenmesi, sendikaların ticari faaliyetlere yönlendirilmesi gibi sendikal mücadeleyi olanaksız hale getirecek pek çok düzenlemeyi içermektedir.
Tüm bu göstergeleri bir araya getirdiğimizde Başbakan’ın talimatla hazırlattığı yasaların sendikal özgürlüklerin önünü açmak bir tarafa sendikal mücadeleyi bütünüyle ortadan kaldırmaya yönelik olduğu açık biçimde görülmektedir. Hükümet, bu gerçeğin üzerini örtmek için her zaman yaptığı gibi –sendikacıların da pek sevdiği- AB ve ILO normlarına uyumu ve darbe yasalarının kaldırılmasını gerekçe olarak göstermektedir. Emekçilerin her zaman temel taleplerinden olan 1 Mayıs’ın tatil olması da yine tam aynı dönemde gündeme getirilerek sendikal mücadeleyi tamamen yok edecek bu düzenlemelere karşı “sus payı” olarak verilmek istenmektedir.Sendikalar ve emekçiler, sendikal özgürlükleri ortadan kaldıracak ve sendikal mücadeleyi yok edecek bu oyuna gelmemelidir. Eğer sendikaların üst yapıları bu oyunun bir parçası olmayı kabullenirse, emekçilerin sendikacıları uyarmaları ve bu oyunun bir parçası olmaması için sendikalarına sahip çıkmaları gerekir.

7 Nisan 2009 Salı

Gitti Bush (ama) Geldi Obama!..



07/04/2009


ABD, başkanı Bush ile 21. yüzyılın ilk 8 yılını cehenneme çevirdi; tıpkı daha önceki yüzyılda olduğu gibi. ABD, dünyayı cehenneme çevirebildi çünkü, 21. yüzyılın ilk 8 yılında da ABD, kapitalist sistemin egemeniydi. 20. Yüzyıldan nam-ı değer milenyuma geçmişti insanlık ama ABD’den kurtulamamıştı. Kurtulmak bir yana 21. yüzyılda ABD çok daha vahşiydi önceki yüzyıla göre… ABD’nin daha da vahşileşmesi, 20. yüzyılda sadece kapitalist dünyaya egemen bir ülke durumdayken yüzyılın son on yılında ABD’nin vahşetini dizginleyen SSCB’nin ortadan kalkması ve küresel düzeyde piyasalaşma anlayışının dünyanın egemeni haline gelmesiyle oldu. Bush’un yüzündeki küstahlık ve çirkinlik aslında kapitalizmin ve ABD’nin dünya üzerindeki egemenliğinin küstahlığı ve çirkinliğiydi. Kapitalizm ve ABD, yerkürenin her bir noktasında öylesine küstahlaşmış ve çirkinleşmişti ki bu küstahlık ve çirkinlik ABD’nin başkanı Bush’un yüzüne yansıdı ve dünya kapitalist düzen ile ABD’ye olan tepkilerini Bush’un şahsiyetine yöneltti. Sistem, her zaman olduğu gibi yıpranan maskesini yenilemesini bildi. Ama bu kez çirkinlik öyle boyutlara ulaşmıştı ki yeni maskede radikal değişiklikler gerekiyordu. Gereken yapıldı ve en fazla sömürülmüş, en fazla aşağılanmış olan ırktan biri maskenin yeni yüzü oldu. Böylece, küstah ve çirkin yüzün yerini mazlum ve gülen bir yüz aldı.Maske değişti değişmesine de aynı sistem aynı egemenle yoluna devam ediyordu. Maske değişimi daha öncekiler gibi başarılı oldu ve kapitalizmin ve ABD’nin vahşetiyle ezilen, sömürülen halkların önemli bir kısmı maskedeki yeni yüzle her şeyin değişeceğini düşünmeye başladı.Birçok ülke gibi Türkiye’de de toplumun önemli bölümü neoliberal politikaları aynen sürdüren kapitalizme ve Bush’un temsil ettiği dünyayı cehenneme çevirme politikalarına aynen devam eden Obama’yı bağrına bastı. Hem de ne basmak… Obama’yı kutsama, göklere çıkartma yarışında seçim öncesinde düşman olan medya bir anda kardeş oluverdi. Hatta yandaş medya bile çıkarttı padişahlık tacını daha önce başına taktığı zattan, taktı Hüseyin-el Obama’nın başına… Bırakın medyayı, seçimde birbirini boğazlayan -iktidarıyla muhalefetiyle- Meclis partileri bile kimin padişah -ya da patron- olduğu konusunda tartışmaya bile gerek duymadan uzlaştı bu konuda… Böylece hem biz öğrenmiş olduk hem de dünya alem; başımızın tacının gerçek sahibi ile onun suretinin kimler olduğunu…

6 Nisan 2009 Pazartesi

Seçimler, Emekçiler ve Yükselen Milliyetçilik…



03/04/2009

ÖZGÜRCE


29 Mart seçim sonuçlarına yönelik değerlendirmeler büyük ölçüde AKP üzerinden yapılmaktadır. Elbette yerel de olsa bir seçimin iktidar partisi üzerinden değerlendirilmesi olağandır. Zira yerel seçimler, yerel yöneticilerin belirlenmesinin ötesinde iktidar partisinin icraatlarının ve diğer partilerin alternatif politikalarının değerlendirildiği bir referandum işlevi de görür. Ancak, seçimin ilk sonuçları alındığı saatlerden bu yana yapılan değerlendirmelerde icraatlar ya da alternatif politikalar değil sadece partiler üzerinden değerlendirilmeler yapılmaktadır. Hal böyle olunca da ortaya AKP’nin seçimin kaybedeni, MHP ve CHP’nin ise kazananı olduğu gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır.Oysa, parti isimlerini kapatıp, seçimlere sadece icraatlar ve bu icraatlara alternatif olarak getirilen politikaların değerlendirmesi olarak baktığımızda ortaya çıkan sonucun hiç de algılandığı gibi olmadığı görülecektir. Çünkü seçimin kazananı olarak görülen partilerin Türkiye’nin temel sorunları konusunda seçimin kaybedeni olarak görülen AKP’nin mevcut icraatlarından farklı bir yaklaşımı yoktur. AKP’ye alternatif politikalara sahip partiler ise seçim sisteminin antidemokratik yapısı ve ekonomik olanaklardaki olağanüstü eşitsizlik nedeniyle seçmenle buluşamamıştır. Dolayısıyla, sandık başına giden işçiler, emekçiler, ezilenler oy pusulası üzerinde kendi sorunlarına çözüm olabilecek bir alternatif bulamamış ve yine “sistemin hazırladığı oyun alanı içinde” sistem partilerinden birini seçmek zorunda kalmıştır. Şimdi, seçimi partiler üzerinden değerlendirmek konusundaki bu çekincemizi saklı tutarak; AKP’nin iktidarı döneminde en fazla ezdiği, haklarını ellerinden aldığı emekçi kesimlerin tepkilerini ölçmek bakımından mevcut tablo üzerinden oy tercihlerini değerlendirmeye çalışalım. AKP iktidarı, sadece son bir yıl içerisinde emekçilerin sosyal güvenlik ve sağlık haklarını ellerinden almış, güvencesizliği yaygınlaştırmış, emekçinin üzerindeki vergi yükünü arttırmış, örgütlenme hakkını baskılamıştır. Bunun ötesinde krizle birlikte sermayenin üzerindeki tüm yükü işsizlik ve yoksulluk olarak emekçilerin sırtına aktarmıştır. Emekçilere reva gördüğü bu mezalim karşısında AKP’nin oylarındaki sadece 6-7 puanlık düşüş önemli bir kayıp olarak kabul edilemez. Kaldı ki özellikle, krizin ilk aşamada etkilediği emekçi kesimin yoğun olarak yaşadığı Kocaeli, Bursa, Denizli, Sakarya gibi kentlerde AKP’nin oyları ortalamadan daha az düşmüş ve bu illerin belediye başkanlığı AKP’de kalmıştır. Seçimlerde emekçilerin eğilimlerini yorumlarken yaşattığı mezalime rağmen AKP’nin oy orandaki azalmanın düşüklüğü yanında AKP’den giden oyların nereye kaymış olduğu da son derece önemlidir. Bu çerçeveden bakıldığında emekçilerin yoğun olduğu kentlerde oyunu en fazla arttıran partinin MHP olduğu görülmektedir. MHP bir önceki yerel seçimlere göre oy oranını Manisa’da yüzde 35, Sakarya’da yüzde 25, Bursa’da yüzde 9, Kocaeli’de ise yüzde 5 dolayında arttırmıştır. Bu da sosyal haklarını kaybetmiş, krizle birlikte işsizleşmiş, yoksullaşmış emekçilerin sorunlarını çözecek bir alternatif bulamayarak daha milliyetçi bir çizgiye doğru yöneldiklerini göstermektedir. Emekçilerin içinde bulunduğumuz kriz koşullarında daha milliyetçi bir çizgiye yönelmeleri bundan önceki krizlerde diğer pek çok ülkede de yaşanmış bir durumdur. 1929 krizi sonrasında Almanya ve İtalya’da Hitler ve Mussolini rejimlerinin iktidara gelmesi buna en iyi örnektir. Öte yandan 1970’lerin krizini aşmak üzere uygulanan neoliberal politikaların Berlin Duvarı’nın yıkılması ardından Avrupa ülkelerinde daha etkin uygulanmasıyla yükselen ve yaygınlaşan milliyetçi eğilimler de yine önemli bir örnektir.Önümüzdeki süreçte krizin etkileri daha da derinleştikçe emekçiler, bu durumdan çıkış için siyasal arayış içerisinde olmaya devam edecektir. Bu dönemde emekçilerin sorunlarını çözecek alternatif politikaları temsil eden partiler önlerindeki engelleri aşıp emekçi kitlelerle buluşamazlarsa emekçiler arasında milliyetçi–muhafazakâr yönelimlerin daha da güçlenmesi kaçınılmazdır…