23 Şubat 2020 Pazar

HDP’nin şişeden çıkarttığı cin


22 Şubat 2020
Eş genel başkanlarından milletvekillerine, belediye eş başkanlarından her düzeyde parti yöneticisi ve aktivistine kadar binlerce kadrosu özgürlüğünden yoksun bırakılmış HDP kadar tüm baskı ve marjinalleştirme çabalarına rağmen ülke siyasetinde etkili olan başka bir siyasi parti var mıdır acaba? Hiç sanmıyorum. Dünyada ve Türkiye’de baskılanan, dışlanan, kapatılan birçok parti oldu elbette. Ama burada özellikle vurgulamak istediğim, tüm baskılara karşın “HDP’nin siyasi yaşamdaki belirleyici konumu”dur.
HDP 2012’de, KCK operasyonlarının ve ölüm oruçlarının ülkeye karabulut gibi çöktüğü bir dönemde kuruldu. Kuruluş amacı sadece AKP’nin despotizmini aşmak değil; 90 yıldır süren ayrımcılık ve düşmanlaştırma politikasının; şiddete dönüştüğü 12 Eylül darbesinden bu yana süren baskılara da son vermekti. Bunun yolu, düşmanlaştırılmaya çalışılan kesimleri bir araya getirerek barışı toplumsallaştırmak olarak görülmüştü. Zira ekonomik ve siyasi egemenliği elinde bulunduran küçük bir azınlığın dışında, bu politikanın “kazanan”ı yoktu. Dolayısıyla bu azınlık dışındaki toplum kesimlerini oluşturan Kürt, Türk, Ermeni, Alevi, Sünni, kadın, erkek ya da LGBTİ birey -yani emekçilerin ve yoksulların hepsi- aynı kaderi paylaşıyordu. O halde aralarında çıkar çelişkisi olmayan bu kesimlerin mücadelesi “tek çatı” altında toplanmalıydı.
HDP; kurulduğu tarihten parti olarak ilk kez katıldığı 7 Haziran 2015 genel seçimlerine kadar, siyasal düzenin antidemokratik koşullarına ve ekonomik olanakların eşitsizliğine rağmen, toplumsal problemlerin yaşandığı tüm alanlarda mücadelesini sürdürdü. “2014 yerel seçimlerini ve cumhurbaşkanlığı seçimi”ni kazanılması gereken bir seçim olmanın ötesinde, Türkiye’nin her köşesinde barışı toplumsallaştırmanın aracı olarak gördü. Bu nedenle Kürtleri yedeklemeye çalışan AKP başta olmak üzere, siyasi rakiplerinin beklemediği bir hamleyle seçime bağımsız adaylarla değil parti olarak girdi. Amaç, 30-35 milletvekiliyle Meclis’e girmek değil; siyasal sisteminin tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan yüzde 10 barajını aşmak, onu işlevsiz hale getirmekti.
HDP, bu seçimde amacına büyük ölçüde ulaştı. Yüzde 13’ü aşan oyuyla seçim barajını yıktı. Ama daha önemlisi, Kürt illeri dışında oylarını arttırarak, halklar arasına örülen duvarları yıkmış oldu. Artık cin şişeden çıkmış; egemenlerin, halkları ayrıştıran, birbirine düşmanlaştırmaya çalışan politikaları önemli ölçüde çökmüştü.
7 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan tablo, devlet üzerinde hakimiyet kurmuş tüm güçleri dumura uğrattı, onlara demokratik yollarla egemenliklerini sürdüremeyeceklerini gösterdi. Devletin derin ve sığ yapılanması içinde birbiriyle kimi zaman mücadele halindeki bu güçler, seçim sonuçlarının yarattığı korkuyla bir araya gelerek şişeden çıkan cini, şişeye tekrar tıkmak için önce müzakere sürecini sonlandırdı; ardından da yarattıkları şiddet ve gerilim ortamında ülkeyi yeniden seçime götürdü. Ama tüm baskı ve sandık oyunlarına rağmen 1 Kasım 2015 seçimlerinde de HDP’nin parlamento dışında kalmasını sağlayamadılar.
Siyasi iktidarın “Allah’ın lütfu” olarak gördüğü 15 Temmuz darbe girişimi ve bu gerekçe gösterilerek ilan edilen OHAL, darbenin faili olarak görülen cemaate karşı çıkartılmış gibi gösterilse de doğrudan HDP’yi, onun savunduğu değerleri ve bunun için mücadele veren güçleri sindirme aracı olarak kullanıldı. Seçilmişlerin tutsak edilmesi, belediyelere kayyum atanması, özgür basının susturulması OHAL ile meşrulaştırılmak istendi. Ancak tüm bu “olağanüstü” baskılara rağmen HDP, 24 Haziran 2018 seçimlerinde de barajı geçmeyi başardı. Dahası, 2020’nin ilk haftalarında yapılan kamuoyu araştırmaları, HDP’nin tüm baskı ve kısıtlamalara rağmen bugün de seçim barajını rahatlıkla aştığını; halkların muktedire karşı birliğinin sürdüğünü göstermektedir.
HDP’nin ilkelerini savunmadaki direnci, toplumsal karşılık bulmakla sınırlı kalmadı; iktidarın halkları düşmanlaştıran politikalarına birçok kez destek veren CHP’nin de -şimdilik söylem düzeyinde de olsa- toplumsal barışı dillendirmesini sağladı.
HDP; özetle anlattığım, çoğunuzun bildiği bu süreci yaşarken, onca engelleme ve baskıya rağmen Türkiye’nin siyasi yaşamında belirleyici bir etki yaratmıştır. Ancak eksiklikleri olduğu da aşikârdır. Önemli kısmı karşı karşıya olduğu baskılar nedeniyle olsa da kendi yapılanmasından kaynaklanan kimi sorunlar olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir. Özellikle batıda barışın toplumsallaştırılması üzerine yürütülen çalışmaların daha geniş kesimlere ulaştırılamamış; ekonomiden eğitime, sağlıktan barınmaya kadar halkın gündelik sorunlarıyla ilgili alternatif politikalar üretilmesi konusunda beklentilere yeterince yanıt verilememiş olması gibi… Bunlara, yerel düzeyde örgütlenmelerin zayıflığı ve yerelin iradesinin yönetime yansıtılamaması ve partinin merkeziyetçi bir görünümünden çıkamamasını da eklemek gerekir.
Yarın yapılacak 4. Olağan Kongre’de bu sorunların da çözüleceği, halklarının özlemi olan barış ve demokrasinin oluşumunda HDP’nin çok daha etkin bir rol üstleneceği inancıyla, Kongre’nin başarılı geçmesini diliyorum.

21 Şubat 2020 Cuma

Savaş tamtamları sahneye çıkınca…


15 Şubat 2020
Yer, AKP Meclis Grup Toplantı salonu… Kürsüde AKP’nin de siyasi iktidarın da devletin de başkanı Erdoğan… Gündeminde İdlib’de savaş ve Kılıçdaroğlu’nun FETÖ’nün siyasi ayağı olduğu iddiaları… Salonda her şeyi alkışlamayı görev edinmiş taraftarlar… Derken beklenmeyen bir şey oluyor. Başkanın konuşmasını kesen bir ses “Çoluk çocuğum aç!” diye haykırıyor. Sesin sahibi hızla etkisiz hale getiriliyor (daha sonra bu kişinin gözaltına alındığını öğreniyoruz). Bir anlık duraksamanın ardından hem kürsüdeki konuşma hem de izleyici kitlede böyle bir olay hiç yaşanmamış gibi davranma, başkanlarını dinleme, çılgınca alkışlama devam ediyor.
Geçtiğimiz hafta TBMM’de yaşanan bu sahne, İktidar sahiplerinin gündemiyle halkın gündemi arasındaki uçurumun ne kadar büyük olduğunu gözler önüne seriyor. İktidardakiler, bir yandan toplumu, başka bir ülkenin topraklarında o ülkenin ordusuna karşı bir savaşın meşruiyetine ikna etmeye; öte yandan cemaatin siyasi ayağının, ana muhalefet partisi olduğuna inandırmaya çalışıyor. Ama halkın büyük kısmının derdi başka: Giderek artan işsizlik, pahalılık, yoksulluk…
Türlü baskılarla sindirilenlerin büyük kısmı, korkudan yoksulluğunu da yoksunluğunu da içine atıyor. Ne var ki bıçak kemiğe dayanmış artık! Çaresizlikten kendi canına kıymalar başlamış: Kimi sessiz sedasız son veriyor yaşamına, kimi geride bırakacaklarının sefil olmasından endişeli ailece intiharı seçiyor, kimiyse sesini kesen engelleri bedenini ateşe vererek yaşamı pahasına haykırmak istiyor. Ama nafile! İktidar sahiplerinin gözüne, kulağına, aklına ulaşmak ne mümkün? Yürekler, vicdanlar taşlaşmış. Belki bir anlık istemsiz duraksama…Sonra umursamazlık yine.
Belli ki tek amaç iktidarı sürdürmek. O da bisiklet sürmek gibi, durdunuz mu düşersiniz! Savaştı, darbe girişimiydi, iç düşmandı, dış düşmandı, komşu düşmandı… Düşmemek için pedal sürekli çevrilmeli. Pedalın sahibi bugünlerde “savaş”tan medet umuyor daha çok. Savaş tamtamları sahneye çıkınca diğer sesler kesilir çünkü!
Savaş! Başka ülkenin topraklarında, o ülkenin ordusuna karşı savaş! Libya’da, İdlip’te savaş! Meşruiyeti hem insani hem de uluslararası hukuk bakımından son derece problemli bir savaşın parçası olmak. Amaç sadece iktidarı kaptırmamak değil elbette. Kapitalist düzende krizleri aşmak, sermaye birikiminin gelişmesini, genişlemesini sağlamak için savaşlara her zaman ihtiyaç duyulur. Başta Ortadoğu olmak üzere pek çok ülke bunun için biçilmiş kaftan; çok petrol, çok maden, az demokrasi, yok hükmünde bir halk iradesi, uluslararası güçlerin güdümündeki otoriter rejimler…
Sermaye, katma değeri yüksek, teknolojik yatırımlar için”iktidarını akılla, bilimle, özgür düşünceyle temellendirmek yerine düşünmeyen, sorgulamayan, biatçı bir nesil üzerine kurmuş otoriter rejimle yönetilen bir ülke”ye gelmez. Bu durumda da geriye doğal kaynakların, emeğin sömürüye açılması kalır. Açılır da!
Türkiye de özellikle son 20 yıldır, emek ve doğa sömürüsünün bütünleştiği inşaat üzerinden ekonomisini döndürmeye çalıştı. Ama bunun bir sonu vardı. O son geldi işte. Sermaye artık konut üreterek istediği birikimi elde edemiyor. O zaman da Üçüncü Havalimanı, Kanal İstanbul gibi rasyonel olmadığı ve ekolojik felakete yol açacağı bilimsel olarak da belirlenmiş “çılgın” projeler, yatırımlar devreye sokuluyor. Ama bu da yetmiyor. Savaşın yıktığı Suriye’nin alt yapısının yeniden inşasında ihale kapma beklentisi, yatırımcıların ağzını sulandırıyor. Bunun için de savaştan pay kapmak, buranın yeniden yapılanmasında -Suriye’ye rağmen- söz sahibi olmak gerekiyor, Bu arada 2002’de 1 milyar dolar olan silah sanayi cirosunun 2018’de 8.7 milyar dolara, 5.5 milyar dolar olan silah sanayi proje sözleşme bedelinin 60 milyar dolara çıktığını yani savaş politikalarının sermayeye silah sanayi üzerinden küçümsenmeyecek bir olanak yarattığını hatırlatmakta yarar var.
Ülkemizdeki iktidar, bir savaşla iki kuş vurmayı amaçlıyor: Birincisi savaşın gürültüsüyle açların, işsizlerin çığlığını kesmek, ikincisi ise sermayeye yeni yatırım olanakları sağlamak; böylece iktidarı bir süre daha devam ettirebileceğini umuyor. Bunun sebep olduğu insani trajediyi, toplumsal bedeli ise umursayan yok.

10 Şubat 2020 Pazartesi

Metal sözleşmeleri ve sendikalar…


8 Şubat 2020
Sendikalar, kapitalist sömürü ve bunun yarattığı toplumsal sefalete karşı işçi sınıfının üretim sürecindeki mücadele aracıdır. Bunu gerçekleştirebilmesi için sendikaların en azından şu dört kriteri yerine getirmesi beklenir:
Birincisi, sermayeden ve siyasi iktidardan bağımsız olması; ikincisi, bürokrasiden arınmış ve sendika içi demokrasiyi tam olarak işler hale getirmesi; üçüncüsü sınıf bilincini, öncelikle üyeleri olmak üzere tüm emekçilere aktarabilmesi; dördüncüsü ise milliyetçi, ırkçı eğilimlerden uzak, enternasyonel değerlere sahip olmasıdır.
Birinci kriteri yerine getiremeyen yani sermayeden ve siyasi iktidardan bağımsız olmayan sendikalar literatürde “yellow dog” (sarı köpek) ya da “sarı sendika” olarak anılır. Bu “sendika”lar işçi sınıfına da üyelerine de bir fayda sağlamadığı gibi temsil ettikleri işçilerin haklarını, patron ve siyasi iktidara teslim eder, dahası işçi düşmanı politikaları meşru hale getirir. Dolayısıyla birinci kriteri sağlamayan “sendika”lardan diğerlerini beklemek de abes olur
İkinci kriterin olmadığı yani sendika içi demokrasinin sağlanamadığı sendikalarda işçi ile sendika yönetimi arasında bürokratik bir duvar oluşur. İşçi, sendikaya ve beraberinde sınıf mücadelesine yabancılaşır. Bu sendikaların işçinin iradesini temsil etmesi beklenemeyeceği gibi bürokratlaşmış yönetimlerin, patronların ve siyasi iktidarın yörüngesine girme olasılığı da artar.
Üçüncü kriter; sendikaların, emekçilerin örgütlenmeleri ve mücadeleye katılmaları için gerekli olan sınıf bilincini edinmelerini sağlamasıdır. Medyasıyla, eğitim sistemiyle, siyasi partileriyle, dini kurumlarıyla burjuvazinin ve devletin ideolojik bombardımanı altındaki emekçilerin; kapitalizmin, kendi emeklerinin sömürülmesiyle var olduğu ve bir sınıf olarak dayanışma içinde mücadele edilirse bu sistemi değiştirme gücüne sahip olduklarının bilincine varması gerekir. Sendikalar bunu eğitim ve yayın faaliyetleriyle gerçekleştirebilir.
Dördüncü kriter olan enternasyonalizm yani işçi sınıfının uluslar ve halklar arası dayanışması, emekçiler arası rekabeti dayanışmaya dönüştürmekle mükellef olan sendikaların savunması gereken olmazsa olmaz koşuldur. Aksi halde sendikalar, etnik köken, inanç ve kültür farklılıklarını emekçileri birbirine düşürmek için kullanan patronların ve halkların birbirine düşmanlaştırılması üzerinden egemenliğini sürdürmeye çalışan siyasi iktidarların ekmeğine yağ sürmüş olur.
Bugün Türkiye’de sendikaları bu temel kriterler çerçevesinde değerlendirdiğimizde birçoğunun ne yazık ki birinci kriteri dahi yerine getirmediğini yani “sarı sendika”cılıkta kaldığını görürüz. Bu tanımlama içine alamayacağımız az sayıdaki sendikanın önemli bölümünün ise -ki buna kamu emekçi sendikaları da dahildir- diğer üç kriteri de yerine getirmediğini söyleyebiliriz.
Geçtiğimiz günlerde sonuçlanan metal iş kolundaki toplu sözleşme süreci, bu konuda değerlendirme yapabileceğimiz önemli bir örnektir. Metal patronlarının ve siyasi iktidarların baskıları karşısında metal iş kolunda toplu sözleşme yetkisine sahip üç sendikadan en fazla üyesi olan Türk Metal ve Özçelik İş, sendikalardan beklenen dört kriterden hiçbirini taşımaz, bu konuda -genel geçer söylem dışındaherhangi bir iddiası da yoktur zaten. Sadece Birleşik Metal-İş, sınıf sendikacılığı yaptığını savunur ve hemen her sözleşme döneminde, üyelerinin taleplerini savunduğunu bunun için gerekirse grev silahını kullanacağı, çıkışını yapar. Ama devamı, bu çıkışın bir boş gürleme olduğunu gösterir. Zira ya hükümetin grev erteleme kararını kabullenir ya da diğer sendikalar gibi üyelerinin beklentisi dışında MESS’le (Bu iş kolundaki işveren örgütü) uzlaşır.
Tablo bu yıl da tekrarlandı. Önce MESS’e direneceğini eylem planları açıklayarak ilan eden Türk Metal, ücrette reel kayıpları kabullendiği bir sözleşmeyi imzaladı. Bu sözleşmeyi kabul edilemez bularak grevde kararlı olduğunu duyuran diğer sendika Birleşik Metal-İş ise “Kabul edilemez!” olarak değerlendirdiği sözleşmenin hemen hemen aynısını nedense (!) “bir pazar gecesi” imzaladığını açıkladı. 
Sonuç olarak metal işçisi hangi sendikada örgütlü olursa olsun, iradesini toplu sözleşmeye yansıtamamış; gelinen noktada metal işçisiyle birlikte tüm emekçiler kaybetmiştir. Böylece 2015 yılında “metal fırtına” olarak anılan, Türk Metal üyelerinin sendikalarına rağmen ve sendikalarına karşı yürüttüğü mücadelede kendilerini hayal kırıklığına uğratan sendika, 2 Şubat gecesi, üyelerinin iradesine rağmen MESS’le sözleşme imzalayarak 2015 yılının hayal kırıklığını katmerlemiştir.

4 Şubat 2020 Salı

Tebaa olmak ya da olmamak!


1 Şubat 2020
Deprem sonrası, tüm baskı ve tehditlere rağmen sosyal medya aracılığıyla toplumdan cılız da olsa bir ses, bir soru yükseldi: “Depreme hazır değilsek vergilerimiz nerede?” Bu soruya neden olan, deprem sonrasında devlet yetkililerinin yaptığı açıklamalardı. Önce Kızılay başkanı depreme dair ilk haberlerin gelmesiyle, halkı depremzedeler için bağış toplamaya çağırdı. Ardından Enerji Bakanı “Her şeyi devletten beklemeyin!” açıklaması yaptı. Nihayet devletin ve hükümetin tepesindeki kişi, “20 yıldır deprem için ne yaptınız?” sorusunu yöneltenleri terbiyesizlikle itham edip, “Depremi durdurma şansımız mı vardı?” gibi saç baş yolduran yanıtla durum tespitini sonlandırdı.
Tüm bu açıklamalar daha doğrusu açıklayamamalar gösteriyordu ki devletin bir deprem durumunda hiçbir hazırlığı yoktu. Oysa Türkiye’nin bir deprem bölgesi, depremi felakete dönüştüreninse yanlış yapılaşma ile kurtarma ve yardım organizasyonundaki yetersizlikler olduğu defalarca yaşanan acı tecrübelerle biliniyordu.
Yıkıcı bir depremin ardından yurttaşların beklentisi tabii ki, devletin bu duruma hazırlıklı olması ve en hızlı şekilde depremzedelere ulaşıp, kurtarma çalışmaları yapması ve yaraları sarmasıydı. Beklenti bu iken devletin tepesindekilerden “topu taca atan” açıklamalar gelince bugüne kadar ödenen vergilerin, bağışların ne olduğu sorusu da vatandaşın aklına geliverdi haliyle. Eskiden olsa “Seçimleri bekle, vergilerin nereye gittiğinin hesabını sandıkta sorarsın!” denebilirdi belki ama geçen 3-4 seçimde ayyuka çıkan şaibeler nedeniyle sandığın da hiçbir inandırıcılığı kalmadı.
Bu durumda tepki göstermenin en kolay ve hızlı yolu, sosyal medyada 100-150 karakterlik birkaç cümleyle de olsa, ödediği vergilerin nereye gittiğini sormak oldu. Bu haklı soruyu soran yurttaşların aklına, yetkililer ve yandaş medya tarafından “bozguncu, provokatör hain, terörist” olmakla itham edilecekleri gelmemişti belli ki! Hele bu nedenle haklarında soruşturma açılacağınıysa hiç beklemiyorlardı.
Ama oldu. Belediyesine kayyum atanmasına, seçtiği milletvekillerinin, belediye başkanlarının özgürlüklerinin kısıtlanmasına tepki gösterenlerden; “Savaşlara hayır!” diyerek barış isteyenlerden; işsizlikten, geçim sıkıntısından yakınanlardan sonra “hain, terörist ilan edilme” sırası, ödediği verginin nerede kullanıldığını soranlara gelmişti. Hem de depremin yıkıntıları altında insanların henüz yardım beklediği bir zamanda yapılmıştı bu mimleme.
Tüm tehditlere, ithamlara rağmen “Deprem vergileri nerede?” yönündeki sorular artarak devam edince, üzerine de Kızılay’ın kimi yandaş vakıflara para aktardığı haberleri ortaya çıkıca, hükümetin tepesi yine gürledi: “Harcanması gereken yere harcadık. Bundan sonra da bu tür şeylerin hesabını vermeye zamanımız yok!” Meali “Hikmetimden sual olunmaz!” olan bu yanıt, vergilerin nerelere harcandığı meselesinin çok ötesinde, Türkiye’de gerçekleşen rejim değişikliğinin ete kemiğe bürünmüş halini de gözler önüne seriverdi.
Türkiye’de rejim, OHAL koşullarında gerçekleşen anayasa referandumuyla değişti aslında ama halen birinci maddesinde “demokratik hukuk devleti” ifadesi bulunan T.C. Anayasası yürürlükte. Dolayısıyla Türkiye’de -kağıt üzerinde de olsa- yurttaşların devlet karşısında haklarının güvence altına alındığı ve haklarını özgürce savunabildiği ve gerekirse devleti yönetenlerden hesap sorabildiği bir düzen mevcut. Ya da kimi yurttaşlar halen böyle olduğunu zannediyor(!)
Haklarını arayan yurttaşların “terörist, provokatör, hain” ilan edilerek cezalandırıldığı, ülkenin “hikmetinden sual olunamayan” tek adam tarafından yönetildiği bir düzende ne demokrasiden ne de hukuktan söz edilebilir. Aslına bakarsanız böyle bir düzende “yurttaş”tan da söz edilemez. Çünkü yurttaşın yerini artık, “tek adamın kulları” haline getirilmiş yani “tebaalaştırılmış bireyler” almıştır.
Görünen odur ki toplumu tebaa olmaya razı etme/alıştırma süreci, “terörist, hain vs” suçlamalarının tehdidi altında “savaş, ekonomik kriz, deprem…” gibi vesilelerle devam edecektir. “Türkiye halkları buna rıza gösterecekler midir yoksa özgür yurttaşlar olmak için insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü esas alan bir mücadele mi yürütecektir?” göreceğiz. Zira ülkede gelecek on yıllarının nasıl şekilleneceği, bu sorunun yanıtına bağlıdır.