30 Nisan 2010 Cuma

Yaşasın 1 Mayıs…

30/04/2010

ÖZGÜRCE

Gazetelerde televizyonlarda haberleri şaşkınlıkla izliyorum(!) Yedi buçuk yıldır emekçilerin hakları ve demokrasi taleplerine karşı üç maymunu oynayan hükümet, bir anda emekçiden, demokrasiden söz etmeye başladı. Sanki sermayenin temsilcisi, serbest piyasa ekonomisinin uygulayıcısı, emekçilerin haklarını yok eden, hakkını arayan emekçilere en sert biçimde saldıran hükmet gitmiş de yerine, sosyal devleti savunan, özgürlükçü demokrasi anlayışını temsil eden bir hükümet gelmiş(!)

Bir taraftan Başbakan emek sömürüsünden söz ediyor, Taksim Meydan’ı 1 Mayıs’a açılıyor ve hatta AKP’nin 1 Mayıs’a katılacağı söyleniyor diğer taraftan Meclis’te hükümet partisinin milletvekilleri 12 Eylül darbesinin kurbanlarını anıyor, darbecilere yargı yolu açılıyor. Hani bir anda insanın tamam işte 30 yıldır beklediğimiz -emekten yana sosyalist- hükümet buydu diyesi geliyor(!)

Son bir ayda hükümetin söylemlerindeki büyük değişimin samimiyetini anlamak için önce bu söylem değişikliğinin nedenlerine bakılmalıdır. Bu arada hükümette izlenen değişimin sadece söylemde olduğunu da özellikle belirtmek gerekir. Zira icraatta emek karşıtı politikalar devam ettiği gibi AKP, iktidarını ebediyete taşıma hevesiyle burjuva hukukundan bile uzaklaşıyor ve bir sivil diktaya yönelişin ayak sesleri daha da yakından hissediliyor.

Aslında AKP’nin söylemlerindeki değişimle iktidarını sürdürebilme planları arasında paralellik vardır. Zira AKP’nin iktidara geldiği günden buyana emekçilere ve dolayısıyla demokrasiye yönelik saldırı niteliğindeki icraatları bugüne kadar -darbe dönemleri hariç- hiçbir hükümet tarafından sergilenmemiştir. Şimdi bu icraatların sonuçları emekçi kesimlerin yaşamına işsizlik, güvencesizlik, iş cinayeti, açlık, yoksulluk olarak yansımaktadır. Dolayısıyla Anayasa değişikliği için gidilmesi muhtemel bir referandumda ya da erken bir genel seçimde AKP’nin bu milyonlarca emekçinin oyuna ihtiyacı vardır. İşte bu nedenle AKP, sadece söylemde de olsa emekten ve demokrasiden yana imiş gibi görünmek zorunda kalmaktadır.

Ancak AKP’nin ikiyüzlü yaklaşımının tek nedeni bu değildir. AKP’yi bu söylem değişikliğine zorlayan diğer bir neden de özellikle son bir yılda artan emek mücadelesidir. Her ne kadar sendika üst yönetimleri tarafından sahiplenilmemiş ve hatta küçümsenmiş olsa da 25 Kasım grevi ve TEKEL direnişi başta olmak üzere küçüklü büyüklü birçok eylem, hükümet tarafından önemli bir tehdit olarak algılanmıştır. Çünkü giderek yaygınlaşan bu eylemler, toplum tarafından meşru kabul edilmeye ve desteklenmeye başlamıştır. Bunda da emekçilerin eylemlerini bastırmak için uygulanan şiddetin önemli etkisi olmuştur. Bu nedenle hükümet artık emekçilerin mücadelelerini baskıyla değil de emekçilerin haklarına saygı gösteriyor(muş) rolüne bürünerek yani emekçileri ikna ederek -kandırarak- etkisiz hale getirmek istemektedir.

2010 1 Mayıs’ına giderken emekçiler, geçen otuz yılda olduğundan çok daha güçlüdür. Çünkü geçen bir yılda yaşanan eylemler, direnişler emekçilere örgütlenmenin, dayanışmanın ve mücadelenin tek kurtuluş yolu olduğunu hatırlatmıştır. Emekçiler, dayanışma ve mücadele kararlılığını 1 Mayıs meydanlarında en geniş katılımla bir kez daha göstermelidir. Bu, aynı zamanda mücadeleyi kırmaya çalışan sermayenin ve AKP’nin oyunlarına karşılık verilecek en anlamlı cevap olacaktır.

Yaşasın 1 Mayıs…

26 Nisan 2010 Pazartesi

Ergenekon’a da AKP’nin Anayasası’na da Hayır..!


27.04.2010

Ufuk Uras, Meclis'te görüşmeleri yapılan Anayasa Paketi için: “Paketin 330’un altında kalması, Ergenekon’un zaferi olur” demiş. Peki, biz de soralım o zaman: Paketin 330’un üzerinde olması kimin zaferi olur?

Örneğin işçiler, memurlar, işsizler için 330’un üzeri zafer olur mu? Ya da esnaf, çifçi, küçük üretici için..?

Cevap olarak, Anayasa’nın 51, 52 ve 53. maddelerinde yapılan düzenlemelere bakıp, toplu sözleşme ve grev hakkı gelişiyor demeyin sakın. Çünkü emek sermaye ilişkilerini ve bugünkü çalışma düzenini biraz bilen akıl sahibi herkes bu düzenlemelerin sendikal hak ve özgürlüklerde hiç bir ilerleme getirmeyeceğini görür. Ayrıca AKP’nin iktidarı süresince uyguladığı emek düşmanı politikaları sonucunda sağlık hakkını, sosyal güvenlik hakkını kaybeden, iş güvencesi olmadan kölelik koşullarında çalışmaya mahkûm edilen ya da işsiz kalanlar da AKP’den kendilerine hiçbir hayır gelmeyeceğini çok iyi bilir.

Zaten bunlar bilindiği için “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” yöntemi kullanılır. Aslında bu yöntem, Türkiye’de çok bilinir ve sıkça da kullanılır. Örneğin, 12 Eylül öncesinde yaratılan terör ortamında her gün öldürülen gençler gösterilip, halkın 12 Eylül darbesine razı edilmesi ya da emekçilere işsizlik gösterilip, en derin sömürü koşullarına razı edilmesi gibi... Özellikle siyasetçiler ve sermayedar tarafından başvurulan bu yönteme dair örnekler yaşamın her alanında çoğaltılabilir. Sonuçta amaç, toplumu, emekçileri ehven-i şer’e yani, iki beladan birine razı etmektir.

Peki, iki belaya da razı olmayanlar için üçüncü bir seçenek yok mudur?

Elbette vardır. Ama üçüncü seçenek ehven-i şer’i gösterenlerin işine gelmez. O yüzden üçüncü seçeneği, bu tuzağa düşürülmek istenenlerin kendisi bulmak zorundadır. Aslında kapitalist bir sistemdeyseniz ve daha önce de birçok kez aynı tuzak önünüze konmuşsa üçüncü seçeneği bulmak çok zor değildir. Çünkü üçüncü seçenek için önce ehven-i şer’i kabul ettirmeye çalışanlardan ve sistemden kurtulmak gerekir. İşte o zaman hiç bir belaya razı olmadan çok daha mutlu bir dünyaya ulaşmak mümkün olacaktır. Ancak bunun için en az bu tuzağı kuranlar kadar örgütlü olmak ve mücadele etmek gerekir.

Sözün özü: Ergenekon’u gösterip AKP’nin Anayasası’na razı etmeye çalışanlara cevabı yüksek sesle vermek gerekir: Yemezler...!

23 Nisan 2010 Cuma

Ayinesi İştir Kişinin Lafa Bakılmaz…

23/04/2010

ÖZGÜRCE

Başbakan’ın TOBB üyelerine yönelik, “emek sömürüsü”ne dair sözlerini duyunca insanın aklına elinde bir “sömürüye hayır” pankartıyla Başbakan’ı 1 Mayıs alanında görür müyüz acaba düşüncesi geliyor. Öyle ya Başbakan’ın sözleri pek çok sendikacının ömrü boyunca –komünizm propagandası mı yapmış olurum korkusuyla- ağzına almadığı kavramlarla sömürü sürecini açık biçimde ortaya koyuyor. Sömürüyü tarif ederken de çok doğru biçimde, ne sermayenin işçiye ödediği ücretlerin 200 TL’ye kadar düşmesini, ne işçinin keyfi olarak kapı dışına konulmasını, ne de sigortasız işçi çalıştırmasını bırakıyor, hepsini ortaya döküveriyor.

Başbakan’ın tüm bu söylediklerini emekçiler zaten yaşıyor, Evrensel de bunları her zaman yazıyor. Ama emek sömürüsünü böylesine açık biçimde ortaya koyan kişi bir Başbakan olunca işin rengi değişiyor. Hele ki ülke tarihinde emekçi haklarına saldırılar ve emek düşmanı politikalar en yoğun biçimde bu Başbakan’ın iktidarında yaşanmışsa…

Başbakan’ın bu görevi üstlendiği 15 Mart 2003’den bugüne emek karşıtı icraatlarını üç başlık altında toplamak mümkündür:

Bunlardan birincisi, emek karşıtı yasal düzenlemelerdir. Bunlar içinde ilk akla gelenleri “kölelik yasası” olarak da bilinen ve esnek çalışmayı yasallaştırarak, iş güvencesi başta olmak üzere emekçilerin pek çok hakkını ortadan kaldıran 4857 sayılı İş Kanunu ile sosyal güvenlik ve sağlık hakkını ortadan kaldıran 5510 sayılı SSGSS’dir.

İkincisi, emek karşıtı hükümet uygulamalarıdır. Bunların başında da kamuda istihdamı güvencesizleştirmesi, düşük ücret politikası ve sendikal örgütlenme hakkını engellemek üzere sermayeyle birlikte hareket etmesidir.

Üçüncüsü ise emekçilerin mücadelelerine yönelik olarak takınılan düşmanca –antidemokratik- tavırdır. 1 Mayıs’lar ve TEKEL direnişinde kolluk güçleri aracılığı ile gerçekleştirilenler bu düşmanlığın en açık örnekleridir.

Aslında Başbakan’ın bugün sözünü ettiği emek sömürüsünde sermayeyi cesaretlendiren de sömürüyü derinleştiren de Başbakan’ın ve hükümetinin yukarıda sözünü ettiğimiz icraatlarıdır. Yani, Başbakan’ın daha 2-3 ay önce TEKEL işçileri üzerinden tüm emekçilere hakaretler yağdırırken bugün referandum ve erken seçim hesapları içerisinde bu söylemi tutturmasının emekçiler için inanılacak, güvenilecek hiçbir yönü yoktur. Dolayısıyla lafa değil icraata bakmak gerekir.

Ancak Başbakan’ın sermayenin emeği sömürdüğünü açık biçimde dillendirmesi, sömürü lafını ağzına bile almayan ve hatta sermaye ile işbirliği içinde “krizden çıkma”, “işsizliği önleme” gibi arayışlarda olan sendikacıların ne kadar “aldatıcı” olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Emekçiler için hiçbir inandırıcılığı olmayan Başbakan’ın sözleri, kimi sendikacıların emekçi haklarını korumaktan ne denli uzakta olduğunu göstermesi bakımından üzerinde düşünmeye değerdir.

12 Nisan 2010 Pazartesi

Başbakan diyor ki: “Emeği Sömürerek, Ben Zengin Oldum Demek Olmaz..!”


13.04.2010

 Başbakan, TOBB’un geçen hafta yapılan bir toplantısında kendisinden beklenmeyen “önemli” sözler sarf etmiştir. İşsizlik üzerine düşüncelerini anlatırken Başbakan: “İşsizlik bana göre yapısal bir sorun değil sanal bir sorundur” diyor. Başbakan’ın işsizliğin sanal olduğu yönündeki düşüncesine katılmamak mümkün değildir. Gerçekten işsizlik, emekçilerin birbirleriyle rekabet etmesini ve daha düşük ücretle çalışmaya mecbur ederek, emeğin sermaye tarafından daha fazla sömürmesinin sağlayan bir araçtır. Yani, doğal bir durum değil, başbakanın dediği yaratılmış –sanal- bir durumdur ve bunu yaratan kapitalist sistemin ta kendisidir. İşsizliğin sanal olduğuna dair tespitine katıldığımız Başbakan’ın işsizliğin yapısal bir sorun olmadığı görüşüne ise katılmak maalesef mümkün değildir, çünkü işsizlik, yukarıda ifade edilmeye çalışıldığı gibi kapitalizmin yapısal bir sorunudur. Ama Başbakan’ın aklında kapitalizm dışı bir sistem varsa onu bilemeyiz elbette..!

Aslında konuşmasının devamına baktığımızda, başbakanın kafasının karışıklığına ilişkin şüphelerimiz artıyor. Zira başbakan, TOBB üyelerine diyor ki: “'Ben nasıl daha fazla kazanırım' derken, orada insanımızın sömürüsü yapılıyor, emek sömürüsü yapılıyor. Bu kadar açık konuşuyorum.” Başbakan bu sözlerle de yetinmeyip devam ediyor: “Böyle 'emeği sömürerek, ben zengin oldum' demek olmaz. Çalıştıracaksın, hakkını vereceksin.”

Evet, Başbakanın söylediği gibi sermaye, daha fazla kazanmak için emeği sömürmekte ve zenginliğine zenginlik katmaktadır. Emek sömürüsü konusundaki tespitlerine gönülden katılmakla birlikte, Başbakan’ın yedi buçuk yıllık iktidarı süresince sadece bu sömürüye seyirci kalmayıp; uyguladığı politikalarla emek sömürüsünü daha da yoğunlaştırdığını düşününce bu kez bizim kafamız karışıyor.

Ama Başbakanın işsizlik ve emek sömürüsü konusundaki bu önemli tespitlerinin ardından çözüm konusundaki sözlerini duyunca kafamızdaki karışıklık bir anda çözülüveriyor. Başbakan, işsizlik ve sömürü sorununun çözümünü sorunun kaynağı olan sermayeye yani, TOBB’a bırakıyor. Ardından da tehditkâr bir edayla: 'Bunu TOBB olarak siz çözdünüz çözdünüz…” diye söze başlayınca acaba başbakan, devletin yasaların uygulanmasını sağlaması gerektiğini mi hatırladı diye düşünüyorduk ki cümlenin devamında yine yanıldığımızı anladık. Çünkü Başbakan sözün devamını şöyle getirdi: “…çözmediğiniz takdirde bundan böyle dolaştığım illerde, bakan arkadaşlarımla dolaştığımız illerde, sanayi ve ticaret odalarıyla birebir görüşeceğiz.”

Sözün özü: Başbakan işsizliği ve sömürüyü çok iyi biliyor. Ama bunun çözümünü işsizliğin ve sömürünün kaynağı olan sermayeye bırakıyor. Dolayısıyla sermayeye devlet olarak ben tüm yaptıklarınızı biliyorum ama size karışmayacağım, bu işi siz bildiğiniz gibi halledin demeye getiriyor. Bize de işsizliğin de sömürünün de kapitalist sistemin sonucu olduğunu ve bu sistem içinde ne başbakanlardan ne de devletten çözüm beklememek gerektiğini ve tek çözümün örgütlü mücadele olduğunu bir kez daha hatırlatmak kalıyor.

9 Nisan 2010 Cuma

Sistemin eğitimi öldürüyor!..

09/04/2010

ÖZGÜRCE

Soner Semih Sipahi, 18 yaşında bir lise öğrencisiydi. İntihar ederek yaşamına son verdi. Çünkü annesi 2 ay önce kendisi ve kardeşinin dershane parasını ödeyemediği için cezaevine konulmuş ve Soner de annesinin bu yüzden cezaevine girmesini kabullenememişti.

Soner’in annesi ve şoför olan babasının çocuklarını dershaneye gönderirken amaçları, milyonlarca anne baba gibi çocuklarının girecekleri sınavlarda diğer çocuklardan daha “başarılı” olması –daha yüksek puan alması- ve iyi bir gelecek sağlayacağını düşündükleri üniversiteye girebilmesiydi. Böylece çocuklar, emek piyasasına yani çalışma yaşamına daha nitelikli emek gücü olarak girecek ve daha kolay iş bulup, daha yüksek bir ücretle çalışabileceklerdi. Başka bir söyleyişle çocukları kendileri gibi sıkıntı çekmeyecek daha refah içerisinde yaşayacaklardı.

Soner’in ailesi gibi milyonlarca aile, eğitimi çocukları için daha iyi bir yaşamın anahtarı olarak görmektedir. Zira kapitalist sistem, daha önceki sistemlerden farklı olarak insanların toplumsal sınıflar arasında geçiş yapabileceği yanılsaması yaratır. Örneğin köleci toplumda ya da feodal toplumda kölenin, serfin ya da köylünün aristokrasi içine girebilmesi mümkün değildir. Oysa kapitalizmde “bağımsız” imiş gibi görülen işçi sınıfındaki bireylerin kişisel azimle (Güncel tabiriyle performansla) yüksek gelirli ve statülü bir düzeye gelebileceği ve hatta burjuva sınıfına dahil olabileceği umudu verilir. Böylece burjuvazinin ve onun yüksek gelirli, yüksek statülü çevresinin sahip olduğu ayrıcalıkların bir başarının sonucu olduğu; bunlara ulaşamayıp emekçi sınıf içinde kalanların ise kendi tembellik ya da beceriksizliklerinin bir sonucu olduğu düşüncesi hakim kılınmaya çalışılır. Bunun sonucunda da işsizlik, yoksulluk, güvencesiz ve yoğun çalışma gibi sorunlarla karşı karşıya olan emekçiler, bunların sistemden değil kendilerinden kaynaklandığını düşünür ve sistemi sorgulamazlar.

İşte bu aldatıcı süreçte eğitim, başarının yani sınıf atlamanın bir aracıymış gibi gösterilir ve Soner’in ailesi gibi çocukları için daha iyi bir yaşam hayali kuranların ödeme güçlerinin üzerinde de olsa eğitime daha fazla para harcamaları sağlanır. Böylece bir taraftan, metalaşan eğitim üzerinden birileri yüksek kârlar edinirken, diğer taraftan da bireysel kurtuluş yolu arayanların sistemi sorgulamaları ve değiştirmek için mücadele etmeleri engellenmiş olur. Geriye de hayal kırıklıkları, yaşanamayan çocukluk ve gençlik dönemleri, bireysel kurtuluş masalıyla uyutulmuş ve diğer emekçilerle rekabet ederek kurtulabileceğini zanneden bir toplum kalır.

Daha başında olduğu yaşama son veren Soner ve Soner’in ailesinin yaşadıkları, kapitalizmin ve onun eğitim anlayışının mengenesine sıkışmış milyonlarca insanın içinde bulunduğu durumun en acı biçimiyle görünür olmuş halidir. Yani Soner’in ve ailesinin başına gelenler Türkiye’deki tüm emekçi ailelerin içinde bulunduğu durumu yansıtmaktadır. Sistemin eğitim üzerinden oynadığı bu oyunu fark edip, buna karşı mücadeleye girişilmediği sürece de maalesef pek çok genç yaşam ya Soner gibi sonlanacak ya da hayal kırıklıkları ve acılar içinde devam edecektir.

6 Nisan 2010 Salı

1 Mayıs'a Giderken...


06.04.2010

1 Mayıs yaklaşırken sendikalar ve demokratik kitle örgütleri tarafından 1 Mayıs’ın Taksim Meydanı’nda kutlanacağına ilişkin açıklamalar gelmeye başladı. İşçi Bayramı’nın her kentin en merkezi alanında kutlanması önemlidir. İstanbul’da 1 Mayıs kutlamasının en merkezi alan olan Taksim’de yapılması hepsinden daha önemlidir. Çünkü Türkiye’nin yakın tarihinde Taksim Meydanı 1 Mayıslarla özdeşleşmiştir ve Türkiye işçi sınıfı açısından sahip olduğu bu tarihsel önem nedeniyle sermaye ve devlet 1 Mayıs’ı işçilere kapatmak için her türlü şiddeti uygulamaktan çekinmez. Hal böyle olunca Taksim’de 1 Mayıs kutlamanın önemi daha da artar.

Ancak 1 Mayıs İşçi Bayramı’nın gerçek anlamını bulabilmesi için -tüm manevi önemine karşılık- Taksim’de kutlanmasından daha önemli etkenler de vardır. Her şeyden önce 1 Mayıs’ın neden işçi bayramı olduğunun bugün işçilerin karşı karşıya olduğu tehditlerle bağlantısı kurularak anlatılması gerekir. Eğer bu yapılmazsa 1 Mayıs’ın her geçen gün daha da anlamsızlaşan dini ve milli bayramlardan farkı kalmayacaktır. Bunu engellemenin yolu, 1 Mayıs alanlarını işçi sınıfının gündemindeki en yakıcı sorunların ve çözüm için taleplerin dillendirildiği mitinglere dönüştürmektir. Elbette bunun için çalışmaların çok öncelerden başlaması ve işçilerin, emekçilerin “görev icabı olarak değil”, gereğine inandıkları için 1 Mayıs etkinliklerine katılmaları sağlanmalıdır.

İşçilerin, emekçilerin bileşik gücünü göstermesi bakımından merkezi alanlarda buluşmaları son derece önemlidir. Ancak çalışma düzeni ya da başka nedenlerle merkezi alanlara gelemeyenler için yerel düzeydeki kutlama ve etkinliklere de önem verilmelidir.

2010 yılı 1 Mayıs’ı Türkiye işçi sınıfı için önemli dönemeç olabilecek bir sürece denk gelmiştir. Bir taraftan işsizlik ve çalışma düzenin güvencesiz, örgütsüz bir hale getirilmesine yönelik dayatmalar hiç olmadığı kadar yoğunlaşmıştır. Ama buna karşılık diğer taraftan da TEKEL direnişi sayesinde uzun yıllar sonra Türkiye işçi sınıfı “sınıf” olduğunu ve örgütlü mücadele edilirse kazanılacağını yeniden hatırlamaya başlamıştır. Öte yandan büyüklü küçüklü birçok işyerinde direnişler ve örgütlenme mücadelesi sürmektedir. Böylesine bir ortamda 1 Mayıs’ı içi boş kutlamalarla geçiştirmek yerine emekçilerin taleplerinin ve mücadelelerinin ortaklaştırıldığı bir gün haline getirmek gerekir.

Sözün özü: 1 Mayıs’ın hangi alanda ve hangi örgütlerin birlikteliğiyle yapılacağına fazla takılmadan, 1 Mayıs’ı işçi sınıfı mücadelesini ileriye taşıyacak bir basamak haline dönüştürmek gerekir. 2010 yılı 1 Mayıs’ı arkasına TEKEL direnişinin rüzgarını da alarak Türkiye’deki tüm emekçileri tehdit eden “işsizlik, güvencesizlik ve örgütsüzlüğe karşı” mücadelenin ortaklaştığı bir gün haline getirilmelidir. Bunun için de bugünden işyerlerinde, mahallelerde çalışmalara başlanmalı ve 1 Mayıs bugünden tüm emekçi kesimlerin gündemi haline gelmelidir. Zaten bu başarılırsa emekçilerin Taksim’e de başka alanlara da girmesini hiçbir güç engelleyemeyecektir (!)

2 Nisan 2010 Cuma

AKP’nin KABUSU TEKEL (!)

ÖZGÜRCE
02/04/2010

Bu yazının yazıldığı saatlerde TEKEL işçileri Ankara’ya, yani Türkiye’nin başkentine alınmıyordu. Ankara’daki emekçiler ise Sakarya Meydanına sokulmuyordu. Yani devlet, Ankara’nın hem girişini hem de merkezini abluka altına almış, Ankara’yı işçilere yasaklamıştı.


Amaç; ekmek mücadelesi veren işçileri engellemek yani ekmekleri ellerinden alınırken onları susturmaktı. Hem de en sert polisiye tedbirlerle, tıpkı 12 Mart, tıpkı 12 Eylül’de olduğu gibi…

AKP iktidarının demokrasi teranesiyle Anayasa’yı değiştirmeye çalıştığı bu günlerde Ankara’da yaşanan abluka, aslında AKP’nin demokrasi anlayışını da ayan beyan ortaya koyuyor.

AKP’nin, ekmeğinin kavgasını veren işçiye, emekçiye karşı olabilecek en anti-demokratik yöntemlerle müdahale ederken demokrasiden söz etmesi tamamen mesnetsiz bir yaklaşım değildir. Sermayenin temsilciliğini yapan AKP’nin demokrasi anlayışı liberal demokrasi anlayışının özüne uygundur. 19. Yüzyılın ortalarında başlayan işçi sınıfı mücadeleleri liberal demokrasi anlayışını biraz olsun insanileştirmeden önce tam da bugün AKP’nin uyguladığı demokrasi anlayışı hâkimdir. Yani, emekçiyi sınırsızca sömürmek serbest, ekmek istemek suçtur(!)

Evet, bugün AKP, 19. yüzyılın ilk yarısındaki yani daha işçi sınıfı bilincinin tam olarak oluşmadığı ve sınıf mücadelelerinin başlamadığı ya da işçi sınıfının silah zoruyla susturulduğu darbe dönemlerindeki demokrasi anlayışına sahiptir. Ve elindeki iktidar gücünü de kullanarak bu anlayışı hâkim hale getirmeye çalışmaktadır.

Peki, AKP iktidarı işçilerin sınıf bilincine ulaşamadığı ya da silah zoruyla baskılandığı dönemlerin demokrasi anlayışını hâkim kılmaya çalışırken işçi sınıfı ne yapıyor?

Öyle ya bugün ne 19. yüzyılın ilk yarısındaki kadar bilinçsiz bir işçi sınıfı var ne de işçilerin üzerinde açık bir darbe baskısı bulunuyor. O halde AKP, emekçileri böylesine yok sayan bir yaklaşımı hangi cesaretle sergiliyor?

Her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki özellikle 1970’lerden buyana uygulanan üretim sistemleri ve buna bağlı olarak yaratılan tüketim kültürü işçi sınıfının kendi içerisinde suni olarak ayrışmasına neden olmuş ve sınıfsal bir bütünlük oluşturması engellenmiştir. Bunun yanı sıra Türkiye’de özellikle 12 Eylül darbesinin örgütlü sınıf mücadelesini darmadağın etmesi ve aradan geçen 30 yılda halen sınıf mücadelesini yürütecek siyasal örgütlenmelerin toparlanamaması da AKP’ye cesaret veren diğer bir etkendir.

Ancak bunların hem nedeni hem de sonucu olarak emekçiler ve özellikle de sendikal yapılar sınıf ideolojisinden uzaklaşmış ve kendi kafalarında ekmek mücadelesini ablukaya almıştır. Dolayısıyla emekçiler ve onların örgütleri sermayenin ve siyasi iktidarın ablukasından önce kendileri mücadeleden uzak durmaktadır. Böylece emekçiler tarafından yeterince sahiplenilmeyen sendikalar, sermaye ve siyasi iktidarlarla uzlaşı içinde emekçilerin kazanımlarının yok edilmesine seyirci kalmakta ve hatta bazen ortak olmaktadır. Emekçilerin örgütlenmeleri ve mücadeleyi sahiplenmemesiyle işçi sınıfının gücünü gösterememesi de yine AKP’yi emekçileri yok sayma konusunda cesaretlendirmiştir.

AKP’yi emek karşıtı yaklaşımında cesaretlendiren etkenler 78 günlük TEKEL direnişi sırasında büyük ölçüde sarsılmıştır. AKP’yi yedi buçuk yıllık iktidarında hiç olmadığı kadar sarsan TEKEL direnişi, AKP’nin adeta kabusu olmuştur. 1 Nisan’da bu kabusu yeniden yaşamaktan korkan AKP, gerçek demokrasi anlayışı açığa çıkması pahasına TEKEL işçilerini engellemeye çalışmaktadır.

TEKEL işçisi 78 günlük direnişinde ve daha sonrasında emekçilere sınıf olduklarını ve ancak sınıf bilinciyle hareket edildiğinde kazanılabileceğini hatırlatmışlardır. TEKEL işçisinin direnişin bundan sonraki aşamalarında da aynı kararlı ve tutarlı sınıf tavrını göstermeye devam edeceğine kuşku yoktur. Umarız ki tüm emekçiler ve özellikle sendikalar TEKEL işçisinin hatırlattığı değerlere sahip çıkarlar. Zira sadece TEKEL işçisinin değil, Türkiye’deki diğer tüm emekçilerin işi, aşı ve ekmeği TEKEL direnişinin büyütülmesi ve tüm emekçilerinin direnişi haline dönüştürülebilmesine bağlıdır.