27 Aralık 2009 Pazar

2009’dan 2010’a Kriz ve Emek Mücadelesi…


2010 YENİYIL EKİ
27/12/2009




Birçok ülke gibi Türkiye’de de emekçiler 2009 yılına kriz koşullarının getirdiği yıkım ve bu yıkımdan doğacak mücadelenin umuduyla girdi. Krizin yarattığı yıkım beklendiği gibi işsizlikle, ücretlerin ödenmemesi ya da düşürülmesiyle, taşeronlaşma ve örgütsüzleştirme baskılarıyla geldi. Diğer pek çok ülke gibi Türkiye’de de siyasi iktidar krizle ortaya çıkan yıkımı önlemek bir tarafa krizin sermaye için fırsata dönüşmesini sağlayacak politikaları uygulamaya koydu. Bunun sonucunda da 2009 yılında işsiz ve yoksullar 2008’den çok daha fazla oldu.

Krizin yarattığı yıkım karşısında mücadele umutlarının ne kadar yeşerdiğine gelince… 2009 yılında mücadeleler 2008’e göre çok daha yoğun oldu. Pek çok işyerinde işgallere varan direnişler gerçekleşti. Bu direnişleri gerçekleştirenlerin önemli bir kısmı örgütsüz emekçilerdi. Eğer, direnişin yaşandığı iş kolunda mücadele düşüncesine sahip bir sendika varsa direnişler sendikalar tarafından da desteklendi. İşverenlerin kriz bahanesiyle emekçilerin haklarını gasp etmeleri, daha fazla sömürmeleri ve tüm bunları rahatça yapabilmek için sendikalaşmayı engellemeye çalışmaları nedeniyle gerçekleşen birçok işyeri direnişi halen devam etmektedir.

Kriz sürecinde emekçileri yıkıma götüren koşullar sadece işverenlerin işyerlerindeki uygulamalarıyla sınırlı kalmadı. Siyasi iktidar da uyguladığı ekonomi politikalarıyla emekçilerin işsiz kalmasını, yoksullaşmasını ve daha fazla sömürülmesini sağlayarak krizin emekçiler için yıkıma dönüşmesinde önemli bir rol üstlendi. Hal böyle olunca da işyeri düzeyindeki direnişlerin etkisi sınırlı kaldı ve emekçilerin haklarını hükümet politikalarına karşı en geniş düzeyde yürütecek mücadelelerin gerekliliği çok daha acil hale geldi.

Sendikalar krizin telaffuz edilmeye başlandığı 2008 yılı Ekim ayından itibaren hazırladıkları ve “krizin faturasını ödemeyeceğiz” başlıklı programlarda ve diğer açıklamalarda daha çok üyelerinin işsiz kalmalarını engellemeye öncelik verdiler. İşten çıkartmaların bir anda arttığı bir süreçte sendikaların üyelerinin istihdamını korumak istemesi ilk refleks olarak anlaşılabilirdi elbette. Ama ortaya sendikaların üyeleri olmayan milyonlarca örgütsüz emekçiyi temsil etmek istemedikleri gibi bir tablo çıktı.

Sendikalar kriz karşısında emekçileri ve diğer toplum kesimlerini tatmin edecek alternatif politika üretmek konusunda da yetersiz kaldılar. Sendikaların krize karşı hazırladıkları programlar sınıfsal bir analizden uzak, büyük ölçüde devletin korumacılığını talep eden bir içeriğe sahipti. Aslında sendikaların bu talepleri sermayenin ve hükümetin krizin öncesinde uygulamayı amaçladığı politikalarla da örtüştü. Zira hem Türkiye’de işveren kesimi hem de Dünya Bankası ve AB Türkiye’de istihdam üzerindeki yüklerin fazla olduğunu ve azaltılması gerektiğini uzun zamandır vurguluyordu. Hatta krizin varlığı açıkça telaffuz edilmeden önce 2008 Mayıs ayında hükümet “istihdam paketi” adıyla getirdiği düzenlemelerle işverenlerin üzerindeki vergi ve sosyal güvenlik primlerinin genel bütçeden karşılanması kararı almıştı. Krizin getirdiği işsizlik dalgası ve sendikaların taleplerin de örtüşmesi sermayenin emek maliyetini azaltmasını hem kolaylaştırmış hem de meşrulaştırmış oldu. Bunun yanı sıra yeni getirilen düzenlemeler emek maliyetini sadece genel bütçenin değil İşsizlik Sigortası Fonunun da üzerine yükledi. Böylece sadece işçinin sigorta primi ve vergisi değil ücreti de genel bütçe üzerinden topluma, İşsizlik Sigortası Fonu üzerinden ise emekçilerin sırtına yüklendi. Diğer bir söyleyişle sendikalar kriz sürecindeki söylemleriyle faturayı kendi elleriyle emekçilerin sırtına yüklemesine katkı sağlamış oldu.

Kimi sendikaların sermayenin ekmeğine yağ sürmesi bununla da sınırlı kalmadı. TİSK, TOBB gibi sermaye örgütleriyle işbirliği içerisine giren Türk İş, Hak İş ve T.Kamu Sen işini, ücretini kaybeden emekçilerle dalga geçercesine “Eve Kapanma Pazara Çık” kampanyalarına ortak oldu. DİSK/Tekstil ise krizi sermaye ile işbirliği içinde aşma düşüncesini daha ileri aşamaya taşıyarak gazetelere; sermayenin krizin mağduru olduğu ve sanayici örgütlerinin hükümetten çekindiği için sorunlarını dile getiremediği yönünde ilanlar verdi. Sendikaların devletten medet uman ve sermayeyle işbirliği içinde krizi emekçiye ödetmeme fantezisi, tam bir fiyaskoya dönüştü ve emekçi kesimlerin sendikalara yönelik güvensizliği daha da arttı.

Sendika üst yönetimlerinin sınıfsal analizden uzak politikalarla krize karşılık verme anlayışının yanında tabandan gelen baskılara karşılık vermek üzere az da olsa kitlesel katılımlı eylemler de düzenlendi. Sendikalar tarafından 2009 yılında krizin yıkımına karşı düzenlenen kitlesel eylemlerden ilki 15 Şubat’ta İstanbul’da düzenlenen mitingdir. Katılımın Marmara Bölgesiyle sınırlı olduğu mitingin en önemli özelliği KESK ve DİSK’in dışında genellikle merkezi eylemlerden uzak duran Türk İş sendikalarının da mitinge yoğun biçimde katılmış olmasıdır.

2009’da sendikaların gerçekleştirdiği diğer kitlesel eylem ise 25 Kasım’da gerçekleştirilen bir günlük uyarı grevidir. Memur Sen dışındaki kamu emekçi sendikalarının ortaklaşa katıldığı grev, uzun yıllardır bu kapsamda bir grevin ilk kez gerçekleşmesi ve milliyetçi/muhafazakar bir yönetime sahip olan T. Kamu Sen’in de grevi üstlenmiş olması bakımından önemlidir.

2009’da akıllarda kalan iki kitlesel eylemin diğer yıllarda gerçekleştirilmiş olan benzer eylemlerden farkı; solcu olarak bilinen örgütler dışında daha çok sağ tabana sahip olduğu düşünülen sendikaların da bu eylemler içerisinde yer almış olmasıdır. Bu gelişme Türkiye emek hareketi için son derece önemlidir. Özellikle 12 Eylül darbesinin ardından sınıfsal algıları hızla zayıflayan emekçiler, krizin getirdiği yıkım koşulları karşısında -diğer kimliklerini bir tarafa bırakarak- tekrar sınıfsal tepkilerini ortaya koyma eğilimi göstermiştir. Bu eğilimin sürmesi ve krizin getirdiği koşullara karşı, dayanışmadan gelen gücün harekete geçirilerek karşı konulması bu eğilimin güçlenerek sürmesine bağlıdır. Bunun için de sendikaların sınıf tutarlılığı ile hareket edip emekçilerin krizin yıkımına karşı tepkilerini mücadeleye dönüştürmesi gerekir.

Sendikaların bu süreçteki görevi sadece üyeleri olan emekçilerin mücadelesini merkezi eylemler için örgütlemek değildir. Örgütlü olamayan, çalışma ve yaşam koşulları son derece kötü olan emekçilerin de sorunlarını sahiplenerek onları da mücadeleye katmalıdır. Öte yandan Türkiye’nin dört bir yanında onlarca işyerinde sürmekte olan direnişin ortaklaştırılarak dayanışma içinde güçlendirilmesi gerekir.

Kriz dönemlerinde emekçilerin karşılaştıkları yıkım sadece işyerleriyle sınırlı değildir. Barınmadan ulaşıma, eğitimden sağlığa kadar pek çok alanda da krizi fırsat bilen sermaye mevcut hakları gasp etmenin yollarını aramaktadır. Krizin başından bu yana Türkiye’de yaşanan da budur. Bir taraftan emekçiler işini, ücretini kaybederken, diğer taraftan hükümet sağlıktan, eğitimden, alt yapı hizmetlerinden daha fazla katkı payı almanın hesabını yapmakta ve elektrikten, doğal gaza birçok temel üretim ve hizmete zam yapmaktadır. Ayrıca 2010 bütçesiyle emekçiler ve diğer geniş toplum kesimlerince ödenen vergiler yüzde 30’lara varan düzeyde arttırılmaktadır.

İşyerindeki sömürünün ötesinde krizin yıkımını daha da derinleştiren hükümet politikalarına karşı da 2009 yılında birçok direniş ve eylem gerçekleştirilmiştir. Üniversite harçlarına, kentsel dönüşüme, suyun ticarileştirilmesine ve barajlara ve kent içi ulaşım ücretlerine yapılan zamlara karşı mücadeleler bunlardan bazılarıdır. Emekçilerin çalışma yaşamında karşılaştıkları sorunlarla diğer yaşam alanlarındaki bu sorunların kaynağı aynıdır. Her ikisi de kapitalist düzen içinde sermayenin çıkarları doğrultusunda emekçilere yönelen saldırının parçalarıdır. O halde kaynağı sermaye sınıfının çıkarlarına dayanan bu sorunlarla mücadelenin de sınıfsal bir perspektifle ortaklaştırılması gerekir. Bu da yine sendikalar başta olmak üzere meslek örgütleri ve emekten yana siyasi partilerin güç birliği içerinde gerçekleşebilir.

2009 gibi 2010 yılına da emekçiler kriz koşullarının getirdiği yıkım ve bu yıkımdan doğacak mücadelenin umuduyla girmektedir. 2009’da yaşanan olumsuzluklardan ders çıkartılabilir, olumlu gelişmeler bundan sonra gerçekleşecek mücadelelere basamak yapılabilirse umutların yeşerme olasılığı çok daha fazla olacaktır. Aksi halde krizin getirdiği yıkım çok daha derinleşecek ve mücadelenin başarı olasılığı azalacaktır.

25 Aralık 2009 Cuma

‘Mazlum’ Oldu ‘Zalım’…

25/12/2009

ÖZGÜRCE

AKP’nin 2002 yılında iktidara gelmesinde en önemli etkenlerden biri “mazlum” görüntüsüydü. Parti hakkında kapatma davası vardı, R.T.Erdoğan cezaevine gönderiliyordu. Bu koşullar içerisinde AKP, ulusal ve uluslararası sermaye ile DB, AB gibi kurumların ve ABD’nin desteğini almıştı. Geriye sadece sandıktan yeterli oyun çıkması kalıyordu ki, o da “mazlum” görünümü sayesinde oldu. AKP’yi iktidara taşıyan etkenler son derece çelişkiliydi. Çünkü AKP’yi “mazlum” gördüğü için oy verenler kendi mazlumluklarıyla AKP’yi özdeşleştirmişti. AKP’yi seçen toplum kesimlerinin mazlumluğu, onu iktidara uygun gören ulusal ve uluslararası kurumların 1980’lerden beridir uygulattığı neoliberal politikalardan kaynaklanıyordu. Bunun yaratılmasında Meclis’te bulunan ve çeşitli zamanlarda iktidara ortak olan tüm partilerin sorumluluğu vardı. Bunlar içerisinde AKP’nin içinden geldiği Refah Partisi de vardı ama Refah Partisi, rolü tam olarak belirginleşmeden 28 Şubat darbesiyle birlikte apar topar kapatılmıştı. Dolayısıyla Refah Partisi’nin içerisinden gelen AKP, geniş toplum kesimlerinin mazlumluğundan sorumlu tutulmuyordu.

Oysa AKP’yi tek başına iktidara getiren ulusal ve uluslararası sermayenin amacı, halkı mağdur eden “zalim” politikaların daha hızlı ve etkili biçimde uygulanmasıydı. Yani neoliberalizmin darbesini yiyen toplum kesimleri yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş oldu.

AKP, 2007 seçimlerine giderken e-muhtıra, cumhurbaşkanlığı seçim süreci derken bir kez daha “mazlum” rolüne büründü ve yeniden iktidara geldi. 2007 seçimleri sonrasında AKP, neoliberal politikaları çok daha etkili biçimde uygulamaya başladı. Bu bağlamda SSGSS başta olmak üzere emekçi kesimlerin sosyal hakları ortadan kaldırılırken, kamu hizmetleri de hızla piyasalaşmaya ve özelleşmeye başladı. Öte yandan gerek özel sektörde gerekse kamuda esnek çalışma daha da yaygınlaştı ve düşük ücret, güvencesiz istihdam olağan çalışma koşulları haline geldi.

2008 kriziyle birlikte AKP hükümeti sermaye kesiminin krizi fırsata çevirmesine çanak tuttu ve neoliberal politikaları daha da hızla yaşama geçirmeye başladı. Böylece esnek ve güvencesiz çalışma, asgari ücretin altında ücret ödenmesi, uzun ve yoğun çalışma, keyfi işten çıkartmalar ve iş cinayetleri daha da yaygınlaştı. Çalışma yaşamındaki tüm bu mezalim yetmezmiş gibi toplumun ödediği vergiler ile temel tüketim mallarına yapılan zamlarla, “mazlum” görüntüsüyle iktidara gelenlerin ne kadar zalimleşebilecekleri bir kez daha görülmüş oldu. Tıpkı 1983’te darbecilerin partisi karşısında seçime giren ANAP’ın, 1992’de siyaset yasağı kalkan Demirel’in DYP’sinin nasıl mazlum gelip zalim haline dönüşmesi gibi…

Şimdi yine işçisi, memuru, çiftçisi, esnafıyla toplumun çok büyük bölümü mazlumluklarıyla özdeşleştirip iktidara getirdiklerinin mezaliminden kurtulmaya çalışıyor. Ama bir zalimden kurtulmaya çalışırken yine başka bir zalimin pençesine düşmemek için gerçek zalimi artık tanımak gerek. Gerçek zalim kapitalist sistemin ta kendisidir. Kapitalizmin yolunda giden siyasi yapıların iktidar olunca en azılı zalimlere dönüşmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle mezalimden kurtulmak için kapitalizmi uygulayacak farklı suretlerden birini tercih etmek yerine kapitalizmden ilelebet kurtulmak gerekir. O da emeğe ve ekmeğe sahip çıkmakla başlar.

18 Aralık 2009 Cuma

Ekmek Olmadan Demokrasi, Demokrasi Olmadan Ekmek Olmaz!..

18/12/2009

ÖZGÜRCE

Memleketin dört bir yanındaki emekçi direnişlerine bu hafta yenileri eklendi.
Önce TEKEL işçileri, işyerlerinin özelleştirilmesi sonrasında özelleştirilen diğer KİT’lerdeki işçiler gibi 4-c’li olmamak için yani iş güvencelerini kaybedip, daha az ücrete mahkum olmamak için Başkent’in yollarına düştü.

Daha sonra İstanbul Belediyesi itfaiye işçileri, taşeronlaşmanın kurbanı olup işlerini kaybetmemek için sokağa çıktı. Ve nihayet 25 Kasım’da grev hakkını kullandığı için işten atılanlar için demiryollarında emekçiler, üretimden gelen güçlerini yeniden kullandı.

Çalışma ortamındaki olumsuzlukların sonlarını hazırladığına günbegün tanıklık eden 19 maden işçisi ise bu koşullara karşı direniş gösteremeden iş cinayetine kurban gitti…

Keşke sermayenin kâr hırsına kurban gitmeden önce onlar da dayanışmadan ve üretimden gelen güçlerini kullanabilseydi de şimdi direnişte olanlar arasında onları da sayabilseydik(!)

Halen direnişte olan binlerce işçi gibi TEKEL işçileri, itfaiye işçileri, demiryolu işçileri de işverenlerinin insafsızlığı ve siyasi iktidarın uyguladığı politikaların ellerinden aldığı iş için ekmek için direnmektedir.

Her iş, her ekmek kavgasında olduğu gibi onların da karşılarında yine tazyikli suyla, gaz bombasıyla “Demokratik Açılım”ın koordinatörü olan içişleri bakanının emrindeki kolluk güçleri vardır.

Eğer 19 emekçiye mezar olmadan önce o madende de yaşama hakkı için direnişe geçilseydi, muhtemelen onlar da karşılarında yine aynı gücü bulacaklardı.

Belki de karşılarında devletin gücünü bulacaklarından çekinerek, şimdiye kadar kendilerini ölüme götüren koşullara karşı çıkmamışlardı.

Keşke ölüm koşullarına direnselerdi ve yaşasalardı.

Gaz bombası, tazyikli su ya da tüfek dipçiği onları sevdiklerinden ayırmazdı, en azından kara toprak kadar…

Memlekette bir taraftan emek sömürüsü ve o sömürüye karşı direnişler yaşanırken, diğer taraftan Kürt-Türk çatışmasının derinleşmesi ve yaygınlaşması için de “karanlıktakiler” yine harekete geçmiş görünüyor.

Belli ki oynanan oyun bu kez çok büyük; Türk’le Kürdü birbirine kırdırıp, ardından büyük parsayı toplama hevesinde birileri…

İşte, sermayeye ve onun iktidarına karşı yürütülen direnişler, aslında Türk-Kürt çatışması üzerinden oynanmak istenen oyuna karşı da en iyi cevap aslında.

Zira, Ankara sokaklarındaki TEKEL işçileri, İstanbul sokaklarındaki itfaiye işçileri, 25 Kasım grevi nedeniyle işten atılan ve onlar için yeniden greve giden demiryolu emekçileri birbirlerine sormazlar; ‘Sen Türk müsün Kürt müsün?’ diye.

Türküyle, Kürdüyle dayanışma içindedir onlar, ekmeklerinin peşinde. Diğer pek çok işyerinde yaşanan direnişlerde olduğu gibi…

İş cinayetinin kurbanı 19 emek şehidi gibi… Onlar için de kimsenin aklına gelmemiştir; hangisi Türk, hangisi Kürt ya da Çerkez diye…

Türk de olsalar Kürt de Çerkez de olsalar, onlar sermayenin daha fazla kâr hırsının kurbanı olmuşlardır, direnmeye fırsat bulamadan.

Tıpkı tersanelerde, inşaatlarda ve nice işyerlerinde kâr hırsının kurbanı olan on binler gibi…

Sözün özü: Eğer bu memlekette insan gibi özgürce yaşayacaksak, bozacaksak üzerimizde oynanan oyunu, her türlü hegemonyanın çıkarlarına kurban gitmeden; bizi bir arada tutan ekmek mücadelesinin etrafında birlik olmak gerek… Ve unutmamak gerek ki, “ekmek olmadan demokrasi, demokrasi olmadan da ekmek olmaz”!..

7 Aralık 2009 Pazartesi

Darbelerin Gerçek Sahipleri Nerede?



08.12.2009

Yazdır Arkadaşına gönder AKP’nin “demokratlığını” yere göğe koyamayanlar, şimdi de AKP’yi kendisine yönelik darbe girişimlerinin üzerine gitmeye cesaret eden ilk Cumhuriyet hükümeti olarak ilan ediyorlar. İlk bakışta, AKP’nin demokratlığı gerçekten inandırıcı görülebilir. Ama Türkiye’de demokrasiye karşı darbelerin ve AKP iktidarının arka planını biraz olsun hatırlayanlar için gerçeğin hiç de gösterilen gibi olmadığı ortadadır.

Bugün AKP’ye karşı darbe girişiminde bulunduğu iddia edilen askerlerden yargı önünde hesap sorulmaktadır. Başlı başına bu sürece bakarak Türkiye’de darbe dönemlerinin bittiğini ve demokrasinin kökleştiğini düşünmek büyük yanılgı olur. Zira gerçekleşmemiş bir darbenin faillerinden önce gerçekleşmiş ve büyük acılara neden olmuş darbenin sahiplerinden hesap sorulmalıdır.

Darbecilerden hesap sorulması gündeme geldiğinde hemen akıllara darbe fiilini gerçekleştiren üniformalılar gelmektedir. Üniformalılardan darbelerin ya da darbe girişimlerinin hesabı elbette sorulmalıdır. Ama emekçileri, aydınları baskılayıp işkenceden geçiren her askeri darbenin ardında avuçlarını ovuşturup zenginliklerine zenginlik katan -darbelerin gerçek sahibi- “siviller” olduğu da unutulmamalıdır.

Darbe yaşamış diğer ülkeler gibi Türkiye’de de darbelerin ardındaki “siviller” sermaye sahipleridir. TİSK Başkanı Halit Narin'in 12 Eylül darbesinin hemen ardından dile getirdiği "Bugüne kadar işçiler güldü bizler ağladık, şimdi gülme sırası bizde" sözleri sermayenin darbe destekçiliğinin en açık örneğidir. Narin’in bu sözlerinin yanı sıra Türkiye’nin en büyük sermayesinin sahibi Vehbi Koç’un gözaltında kayıpların ve işkencenin en üst düzeye çıktığı bir dönemde 3 Ekim 1981 tarihinde Kenan Evren’e yazdığı mektup da son derece anlamlıdır. Koç mektubunda Evren’e şöyle seslenmektedir: “Şimdi, faşist ordu iktidara geldi, kapitalistlerle birleşerek Türk işçisini istismar ediyor propagandası yapılmaktadır. Böyle bir iftira karşısında işçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar, taraflar için adilane bir şekilde ve asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bu düzenleme yapılırken, bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler göz önünde bulundurulmalıdır… İşçi sınıfını ayaklandırmak amacıyla, Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır. Bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri muhakkak engellenmelidir… Basının kalemine tenkit fırsatı verilmemelidir.” (Tam metin için bkz: M. Sönmez, Kırk Haramiler, Arkadaş Y. 1990)

Yine darbe yaşamış diğer ülkeler gibi Türkiye’de darbenin gerisinde ABD ve uluslararası kapitalizmin kurumları da yerlerini almışlardır. ABD’nin darbeyi başarıyla gerçekleştiren “bizim oğlanları”, Sabancı Holding’in üst düzey yöneticiliği, MESS başkanlığı, AET Koordinasyon Kurulu başkanlığı ve Dünya Bankası'nda danışmanlık yapmış olan Turgut Özal’ın komutasında 24 Ocak’ın ekonomi politikalarını da sahiplenmişlerdir. Darbeciler, “sözde” demokrasiye geçişin ardından da ülke yönetimini, darbenin gerçek sahibi ulusal ve uluslararası sermayenin temsilciliğini yapan Turgut Özal’a emanet etmiştir.

Bugün darbelerle mücadele ediyor görüntüsüyle demokrasi havarisi ilan edilen AKP hükümeti, kendine her muhalif olanı darbe destekçiliği ile suçlarken gerçek darbecileri ve onların ardındaki “sivil” aktörleri görmezden gelmektedir. İktidara gelmesinin ve yedi yıldır orada kalmasının ardındaki etkenlere bakıldığında AKP’nin bu tavrı son derece anlaşılırdır. Zira AKP, 12 Eylül rejiminin temsil ettiği paradigmanın temsilciliğini yürütmektedir ve o darbenin gerçek sahibi “sivil” aktörler bugünün demokrasi havarisi AKP’nin arkasında yer almaktadır.

4 Aralık 2009 Cuma

AKP ‘Demokrasisi’ne Karşı 25 Kasım Grevi Uluslararası Hukuk’la Savunulabilir mi?

04/12/2009

ÖZGÜRCE

AKP’nin son dönemde dilinden düşürmediği “demokrasi” konusunda gerçek yüzü, 25 Kasım greviyle bir kez daha ortaya çıktı. 25 Kasım öncesinde başlayan AKP’nin emekçilere yönelik tehditleri grevin ardından Başbakan’ın “Bir ülkede yasaların çiğnenmesine müsaade edilirse, o ülke yolgeçen hanına döner” sözleriyle devam etti.

Siyasi iktidara sahip olanların toplumdan böylesine büyük tepki alması elbette kolay hazmedilir bir durum değildir. Zira hükümetin yönetimi altındaki yüz binlerce kamu emekçisi ve onlara destek olan milyonlarca yurttaş, hükümetin “iktidar”ını sorgulamış ve uyguladığı politikalara karşı çıkmıştır. Hem de bu karşı çıkış, sınıfsal bir eylemle yani grevle gerçekleşmiştir. Hükümete yönelik tepkilerin grev gibi işçi sınıfının en güçlü silahı aracılığıyla gerçekleşmesi, tepkinin sadece AKP hükümetine değil onun temsilcisi olduğu ve iktidarının kaynağı olan kapitalist sisteme yönelik olduğunu da göstermektedir. Dolayısıyla AKP, sadece kendi iktidarına değil, temsil ettiği sisteme karşı tepkilerin ve tehditlerin yoğunlaştığını da hissetmiştir. İktidarını tehdit altında hisseden mutlakıyet rejimleri gibi AKP de tehdit ve baskı yoluyla kendisini tehdit eden gücü sindirme yoluna gitmiştir.

Yasalar, siyasi iktidarların ve onun temsil ettiği egemen sınıfın çıkarlarını meşrulaştırmanın ve tehdit olarak gördüğü unsurları ortadan kaldırmanın en temel dayanağıdır. Egemen gücün çıkarları bir kez yasal metinler haline dönüştü mü –yasama sürecinde demokrasinin ne ölçüde geçerli olduğuna bakmadan- ona karşı çıkmak da artık “suç” haline dönüşmüş demektir. AKP de bu doğrultuda bir taraftan sistemin çıkarlarına uyan yasaları sahiplenirken, diğer taraftan –demokratik olmayan bir seçim süreci sonucunda elde ettiği- 7 yıllık iktidarı süresince çıkarttığı yeni yasalarla sistemin ve iktidarının varlığını güçlendirmeye çalışmıştır. 25 Kasım grevi karşısında göstermiş olduğu tepki, AKP iktidarının –işine geldiği zaman karşı çıktığı- yasaların ardına saklanma gayretini tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır.

AKP bugün kimi kesimlerce Türkiye’de “Demokrasinin mimarı ve güvencesi” olarak ilan edilmektedir. Demokrasi kavramını, kapitalizmle bütünleşme ve piyasanın serbestleşmesi -ABD’nin Irak’ta ve Afganistan’da yaptığı gibi- olarak gören kesimler için AKP’ye yönelik bu niteleme doğru olarak kabul edilebilir. Ancak demokrasi, toplumsal özgürlükler bağlamında nitelendiriliyorsa AKP, bırakınız demokrat olmayı tam tersine -25 Kasım grevinde de görüldüğü gibi- özgürlükleri sınırlayan, otoriter, baskıcı bir anlayışa sahiptir.

AKP’nin 25 Kasım grevi karşısında demokrasiden uzak, yasaların ardına sığınan tehditkar ve baskıcı tutumu karşısında KESK yönetimi, uluslararası hukuku referans alarak grevin yasallığını ispata yönelmiştir. Hukuk zemininde –yargı sürecinde- her türlü yasal dayanak üzerinden savunma yapmak elbette gereklidir. Ancak sınıf mücadeleleri –ya da Başbakan’ın tabiriyle “ideolojik” mücadeleler- sadece yasal zemin içinde yürütülemez. Kaldı ki yasal savunma için referans alınan kaynaklara ait yaklaşımların AKP’den pek farklı olmadığını da unutmamak gerekir(!) AKP, 7 yıllık iktidarı boyunca sürekli olarak söz konusu uluslararası kaynaklara dayanarak icraatta bulunmuştur. Bunların başında da AB hukuku gelmektedir. AB, tıpkı AKP gibi demokrasiyi piyasanın serbestleşmesiyle sınırlandıran bir anlayışa sahiptir. Zaten 25 Kasım’da greve çıkan emekçilerin gerçek sorunu olan çalışma yaşamında esnekleşme, güvencesizlik ve kamu hizmetlerinin piyasalaşmasına yönelik uygulamaları da AKP, AB’nin direktifleri doğrultusunda yapmıştır. KESK’in yasal dayanak olarak referans verdiği ILO da piyasa ekonomisinin hakimiyetiyle birlikte işlevsiz hale gelmiş bir kurumdur. ILO’nun ne sermaye ne de devletler üzerinde yaptırım gücü yoktur. Dolayısıyla Anayasa’nın 90. maddesinden yola çıkarak uluslararası kurumların yasa ve normlarından medet ummak emek mücadelesini hiçbir yere götüremez.

Yapılması gereken; uluslararası hukuktan beklenti içine girmek yerine emeğin örgütlülüğünü ve mücadele gücünü yükseltmektir. Zira, sermaye ve onun temsilcileriyle mücadele, ulusal ya da uluslararası yasalarla değil, emeğin üretimden ve dayanışmadan gelen gücü ile gerçekleşebilir(!)