25 Mart 2022 Cuma

Bakanlar itiraf ediyor…

                                    26 Mart 2022

Çıkmaza giren ekonominin toplumsal yansımaları açlık, yoksulluk, işsizlik olarak hissedildikçe sorunlara çözüm üretmesi gereken mevkileri işgal edenler de giderek itibarsızlaşıyor. Kendilerini bu mevkiye getiren sarayın eninde sonunda faturayı kendilerine keseceğini de bilen bu zevat; ya ucuz et kuyruklarını ortadan kaldırmak için ete zam yaptıklarını açıklayan EBK Genel Müdürü ya da  “Her şey stabil olsa, emtia fiyatları bu kadar yükselmemiş olsa enflasyon da bu kadar olmayacak” diyen Ticaret Bakanı gibi, milletin aklıyla alay eden açıklamalar yapıyor. Bu zevatın yanında bir de 20 yıllık iktidarın ülkeyi enkaz haline getiren başarısızlıklarını itiraf ederek, kendilerini bir nebze olsun kurtarma çabasında olanlar var.

Ekonominin durumu konusunda itirafların en esaslısı “Zaten Türk Lirası şu an en zayıf durumunda. Gideceği yer yok bir kere. Vatandaş rahat olsun” cümleleriyle, Türk parasının olabileceği en kötü yerde olduğunu söyleyen Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’den geliyor. Bu açıklamanın gölgesinde kaldığından olsa gerek, gündemde fazlaca yer almayan önemli bir itirafı da AKP’nin yıllardır uyguladığı istihdam politikalarının işe yaramadığını söyleyen Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Bilgin oluyor. 2008’den bu yana işsizliği önlemek için “yeni”, “güçlü”, “kalkan” gibi sıfatlar eklenerek pek çok kez ısıtılıp getirilen “istihdam paketleri”nin bir işe yaramadığı itirafının Bakan Nebati’nin “ekonominin çöküşü” anlamına gelen durum arzından pek de geri kalır yanı yok oysa.

Bakan Bilgin, Dünya Gazetesi’nde “Sanayiciye, elemanı da maaşı da devletin vereceği destek geliyor” başlığıyla yayımlanan röportajında “Üretim Sürecine Katılım Projesi” adı altında “yeni bir istihdam modeli”ni gündeme getirdiklerini duyuruyor ve bugüne kadar uygulanan istihdam programlarını değerlendiriyor (Dünya Gazetesi 21 Mart 2022). Bu değerlendirmesinde Bilgin, yıllardır İŞKUR tarafından işsizlikle mücadele amacıyla yürütülen aktif istihdam politikalarını “işlevsiz olduğu, işverenler tarafından istismar edildiği ve işçilerden kesilen İşsizlik Sigortası Fonu’ndan finanse edildiği için” eleştiriyor.

Bakan’ın eleştirdiği “işsizliği önlemeye yönelik programlar”, işverenlerin “daha çok işçi istihdam etmesini sağlamak üzere istihdam üzerindeki yükleri kaldırılmak” amacıyla emek maliyetini (ücret, sigorta primi, vergi vs.) işverenlerin sorumluluğundan alarak devlet vasıtasıyla topluma yüklenmesini içeriyor. Bu yöntemle, “üretim ya da hizmet verilerek yaratılan değer” için işverenlerin cebinden para çıkmazken emek maliyeti, genel bütçeden ya da İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanarak toplumsallaştırılıyor. Kapitalist birikiminin kaynağı olan artı-değerin tamamına sermaye tarafından el konulan bu soygun düzeni, “işsizlikle mücadele” adı altında meşrulaştırılıyor.

Öte yandan belirli bir süreliğine geçerli olan işsizliği önleme programlarında bu süre dolduğunda işverenler işçi çıkartıp, yeniden bu programa başvurarak işçi alıyor ve bu düzenek böyle sürüp gidiyor. Dolayısıyla işsizlik önlenmiş olmuyor, sadece bir süreliğine erteleniyor. Tamamen işverenlerin çıkarlarına hizmet eden istihdam programları aynı zamanda emek piyasasında esnek, güvencesiz ve örgütsüz bir çalışma rejiminin de egemen olmasını sağlıyor.

Bakan Bilgin’in esnek, güvencesiz bir çalışma rejimini dayatan, soygun/sömürü düzenini -adını telaffuz etmeden de olsa- eleştirmesi “yerindedir” elbette. Ama mevcudun yerine getirdiği programın bundan bir farkı yok. Gaziantep’ten başlanıp, başarılı olursa yaygınlaşacağı söylenen “Üretim Sürecine Katılım Yeni Bir İstihdam Modeli”nin halen uygulanmakta olan işbaşında eğitim programından tek farkı, devletin 3 ay emek maliyetinin tamamını karşılamasının ardından “zorunlu istihdam süresi”nin 3 aydan 9 aya çıkarılmış olması. Böylece, işveren işçiyi 6 ay çalıştırıp işten çıkarmak yerine 12 ayın sonunda çıkaracak. Bunun dışında işsizlikle mücadele adı altında kurulu soygun/sömürü düzeneği aynı biçimde işlemeye devam edecek.

Görünen odur ki, AKP’nin 20 yıllık iktidarı süresince uyguladığı politikalarla enkaza dönen ekonomiye ve bunun yarattığı toplumsal sorunlara çözüm olmak bir tarafa, bu sorunları geçiştirecek mecali bile bulunmamaktadır. Hükümet, tüm yetkileri kendisinde toplayan “tek adam”ın buyruğuyla birilerinin mevki sahibi yapıldığı, ardından da azledildiği adeta bir bakan/bürokrat öğütme makinesine dönüşmüştür. Koltuklarından “tek adam” tarafından azledilmeyi bekleyenlerin ise çaresizlik içinde enkazı itiraf etmek ya da mantık dışı açıklamalar yapmanın ötesinde söyleyecek sözü kalmamıştır.

Hükümet edenlerin iktidarsızlığı dillerine böyle yansırken muhalefet edenler ne yapıyor peki? Meselenin en vahim kısmı burası işte: Muhalefet edenlerin de -enkaza döndüğü artık herkesçe malûm- ekonomik ve toplumsal sorunları eleştirmenin ötesine geçerek çözüme yönelecek alternatif politikaları yok. Hadi bu iddiamızı bir örnekle somutlayalım: Millet İttifakı ya da diğer muhalefet partilerinin iktidara geldiklerinde yüzde 20’leri aşmış olan işsizliği önlemeye yönelik politikaları var mıdır? Varsa, kendilerine saklamasın, paylaşsınlar da öğrenelim. Bu toplumun enkazdan çıkış için somut çözüm önerileri duymaya ihtiyacı var zira.


18 Mart 2022 Cuma

Pazarlamacı devlet

                                  19 Mart 2022

Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, Fransa’da düzenlenen Uluslararası Gayrimenkul Fuarı’nı ziyaret etmiş ve Gayrimenkul Yatırımcıları Derneği’nin düzenlediği Uluslararası Yatırımcı Toplantısı’nda yabancı yatırımcılara Türkiye’ye yatırım yapmaları çağrısında bulunarak, “Bir problem mi yaşadınız… Rahat olun. Bize hemen ulaşırsınız. Bürokrasiyi alaşağı ederiz, arkamızda Cumhurbaşkanımız var rahat olun. Mevzuatı da değiştiririz gerekirse” demiş.

Yani TC Devleti’nin bir bakanı “Hukuku, yasaları, bürokrasiyi falan dert etmeyin” dediği sermayedarlara 85 milyon nüfuslu, 783.562 km² yüzölçümlü Türkiye’nin “ormanı, denizi, kıyısı, deresi, bağı, bahçesi için” amiyane tabirle “Dükkan sizin!” demiş. Güvence olarak da Cumhurbaşkanı’nı göstermiş.

Açık sözlülüğünden dolayı Bakan Nebati’yi kutlamak gerekir! Sarf ettiği bu birkaç cümleyle “hiçbir kural tanımaksızın kamu varlıklarını sermayeye pazarlama”yı içeren AKP’nin “pazarlamacı devlet” anlayışının nasıl işlediğini tüm açıklığıyla ortaya koymuş zira.

“Pazarlamacı devlet”in ne olduğunu açıklamak için kısaca kapitalizmde devletin hallerinden söz etmek yerinde olur: Kapitalizmde devlet, değişen sermaye birikim rejimine göre biçim değiştiren bir mekanizmadır. Burjuvazinin feodalizmi yıkarak devleti ele geçirdiğinde yapılandırdığı ilk biçim; “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler”ci, ekonomiye müdahalesi burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını, emekçilerden, yoksullardan korumaktan ibaret olan liberal devletti. Ancak hem liberal devlet 1929 krizine çözüm olamadığı için hem de sosyalist blokun tehdidini aşmak için 1945 sonrasında ekonomiye doğrudan müdahale eden sosyal/refah devleti modeli benimsendi. 1970’lerin başında yeniden krize giren kapitalizm -sosyalist blokun tehdidinin zayıflamasını da fırsat bilerek- devletin sermayenin çıkarlarını öncelediği neoliberal politikaları uygulamaya koyarken “piyasa devleti” modeline geçti. “Piyasa devleti” 1990’lı ve 2000’li yıllarda art arda yaşanan bölgesel ve küresel krizleri aşamayan ülkelerde çözüm üretemeyince hiçbir kural tanımadan, ulusal ölçekteki kamu varlıklarını sermayeye doğrudan satarak ya da imtiyazlar tanıyarak “ekonomiyi döndürmeye” çalışan “pazarlamacı devlet” anlayışı ortaya çıktı.

“Pazarlamacı devlet” anlayışının uygulanabilmesi için olmazsa olmaz koşul, hukukun ve dolayısıyla demokrasinin işlevsiz hale geldiği otoriter bir rejimin varlığıdır. Demokrasinin asgari düzeyde de olsa işlediği bir ülkede, toplum elbette tüm yurttaşların hakkı olan kamu varlıklarını sermayenin ve siyasi iktidarın çıkarları uğruna pazarlanmasına itiraz edecektir. Ancak “piyasa devleti” ile “pazarlamacı devlet” uygulamalarını birbirinden ayırmak pek de kolay olmayabilir. Örneğin özelleştirme gibi neoliberal politikalar uygulanırken de devletler az-çok pazarlamacılığa bulaşmışlardır. Ancak genellikle kapitalizmin uluslararası kurumlarının (IMF, DB, AB vb) belirlediği kurallar ve bunların yansıması olan yasal mevzuat çerçevesinde hareket etmişlerdir.

Türkiye’de 12 Eylül darbe rejiminin baskı koşullarından yararlanarak Turgut Özal kamu mallarını pazarlamayı denemişse de -tüm baskı metotlarını kullanmasına rağmen- toplumsal muhalefeti aşıp tam anlamıyla “pazarlamacı devlet”i gerçekleştirememiştir. 90’lı yıllarda da bu çaba devam etmiş; özellikle Tansu Çiller 94 krizinden ve çatışma ortamından da yararlanarak kamu varlıklarını kural tanımadan pazarlamaya tevessül etmiş ama o da, “yolsuzluk” olarak tanımlanacak kimi girişimlerin ötesine geçememiştir.

“Pazarlamacı devlet” uygulamalarının en bariz örneklerini eski Doğu Bloku ülkelerinde görebiliriz. 90’lı yıllarda süratle kapitalizme eklemlenme çabası içinde olan bu ülkelerde devleti ele geçiren siyasi erk sahipleri; kamu işletmelerini, kamu hizmeti veren kurumları, değerli yeraltı ve yer üstü kaynaklarını kuralsızca ve fütursuzca pazarlamıştır. Bugünlerde Rusya’ya yaptırımlar vesilesiyle sıkça gündeme gelen ve milyarlarca dolar servete sahip oldukları söylenen oligarklar da 1990’lar ve 2000’lerdeki bu “pazarlamacı devlet” anlayışının sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

AKP, iktidarının ilk dönemlerinde kapitalizmin uluslararası kurumları ile yerli ve yabancı sermayenin beklentileri doğrultusunda “piyasacı devlet” anlayışıyla hareket ederken; sonraki yıllarında (yasama, yürütme ve yargı erklerini tek elde toplayarak otoriterleştikçe) hukuku bir yana bırakarak kamu varlıklarını pazarlamaya başladı. 15 Temmuz darbe girişiminin hemen ardından Meclis’e getirilerek yasalaştırılan “Varlık Fonu ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile kurumsallaşan otokratik rejim” sayesinde bu süreç daha da hızlandı. Böylece bir taraftan AKP kendi oligarklarını yaratırken diğer taraftan yerli ve yabancı sermayeyi ihya ettiği satışlarla sağlanan sıcak parayla ekonomide günü kurtarma yoluna gitti.

Toplumsal bir tepki oluşmadığı sürece “pazarlamacı” devlet erkânı, “Dükkân senin!” anlayışıyla ülkedeki tüm yaşam kaynaklarını haraç mezat satmaya devam edecektir. Ta ki içilebilecek tek damla su, soluk alabilecek küçücük bir temiz hava sahası kalmayana dek!

11 Mart 2022 Cuma

Çöken sağlık sisteminin sorumlusu hekimler mi?


12 Nisan 2022

AKP, “sağlık sisteminin neoliberal politikalar doğrultusunda dönüşümünü” kuruluşundan bu yana savunmuş ve iktidarda bulunduğu 20 yıllık süre içinde de yaşama geçirmek için büyük gayret sarfetmiştir. Bu çerçevede sağlık hizmetlerinin piyasaya açılması ve özelleştirilmesi konusunda önemli adımlar atılmış; sağlık, sermaye için -AKP’nin yönetici kadrosu ve yakınlarının da tercih ettiği- üzerinden yüksek kâr elde edilen bir yatırım alanına dönüşmüştür.

Kamusal bir hizmet olmaktan çıkıp, sermaye için kâr alanına dönüşmesi sağlığı, yurttaşların cebindeki parası ölçüsünde ulaşabildiği; niteliğinin de ödenen paraya göre belirlendiği bir hizmet haline getirmiştir. Sağlığın piyasalaşmasıyla metalaşan sağlık hizmetleri, sağlık çalışanlarının emeğini de metalaştırmıştır. Sağlık işletmeleri, kapitalist işletme mantığı içinde emeğin maliyetini düşürüp, verimliliğini yükseltecek (esnek ve güvencesiz istihdam, performans değerlendirmesi vb) yönetim ve organizasyon biçimlerini uygulamaya başlamıştır. Siyasi iktidar da sağlık emek piyasasında her vasıf düzeyinden sağlık çalışanının kendi aralarında rekabetini arttırmak için bir taraftan gerekli niteliğe haiz olmayan tıp ve sağlık fakülteleri açarak emek arzını arttırırken öte yandan yine niteliğe önem vermeden diğer ülkelerden sağlık çalışanı getirme yoluna gitmiştir.

Sağlıkta neoliberal dönüşümün olumsuz sonuçları toplum tarafından hissedilmeye başlandığında ve pandemi sürecinde çok daha görünür olduğunda ise siyasi iktidar, sağlık emekçilerini (ama özellikle hekimleri) “günah keçisi” yapmaya çalışmıştır. İktidar böylece, hem izlediği sağlık politikalarının yarattığı yıkımın sorumluluğunu üzerinden atmayı hem de bu yıkımı teşhir ederek buna karşı mücadele eden hekimleri ve onların örgütlerini itibarsızlaştırmayı amaçlamıştır. Hekimleri hedef alan ve genellikle Erdoğan tarafından dillendirilen bu söylem aynı zamanda nitelikli sağlık hizmetine ulaşamayan yurttaşların öfkesinin sağlık emekçilerine, özellikle de hekimlere yönelmesine neden olmuştur.

Erdoğan geçen hafta, 20 yıldır uyguladıkları politikaların sonucunda çökme noktasına gelen sağlık sisteminde çalışma koşulları giderek kötüleşen, hedef haline getirildikleri için sürekli şiddete maruz kalan hekimlerin istifaları ve yurt dışına gitme taleplerini, gerekçesi sadece daha fazla ücretmiş gibi çarpıtıp “Gidiyorlarsa gitsinler!” sözleriyle yine hedef almıştır.

Türk Tabipleri Birliği (TTB) de bu açıklamaya cevaben “Hiçbir Yere Çekip Gitmiyoruz! Buradaydık, Buradayız, Burada Kalacağız!” başlıklı bir bildiri yayınlamış; bu bildiride “Karanlığa Karşı Önlüğümüzün Beyazına, Özlük Haklarımıza, Halkın Sağlık Hakkına Sahip Çıkıyoruz” diyerek başlattıkları mücadele programıyla sağlıkta yaşanan sorunları teşhir etmeye ve hakları için mücadeleye devam edeceklerini açıklamıştır.

TTB ile birlikte Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES), Diş Hekimleri Birliği (DHB) ve diğer bazı sağlık emek meslek örgütleri 15 Aralık ve 8 Şubat’ta gerçekleştirdikleri Beyaz G(ö)rev eylemini 14-15 Mart tarihlerinde de tekrarlayacaktır. Beyaz G(ö)rev’le amaçlanan, bir kez daha “şiddetin son bulması yani sağlık emekçilerinin can güvenliği ile giderek ağırlaşan yaşam koşullarında insanca yaşayacak ücret ve diğer özlük haklarına ilişkin taleplerin duyulması”dır. Can güvenliği ve insanca çalışma ve yaşama hakkını savunmak ve bunun için üretimden gelen gücü kullanarak g(ö)reve çıkmak son derece meşru bir eylemdir.

Sağlık emekçilerinin taleplerinin muhatabının siyasi iktidar olması gerekir. Ancak sorunların müsebbibi olan AKP iktidarının bu sorunlara çözüm olması elbette beklenemez. Bu nedenle Beyaz G(ö)rev eylemlerini; sağlık emekçilerinin sesinin duyurulması ama bunun da ötesinde “sağlık hakkı elinden alınan, müşteriye dönüştürülen yurttaşlara sağlıkta çöküşün gerçek faillerini işaret etmesi ve sağlık hakkı mücadelesinin toplumsallaşması” olarak değerlendirmek ve bu anlayışla eylemlere destek olmak gerekir.

4 Mart 2022 Cuma

Yarının Türkiye’sini ‘dün’de aramak


5 Mart 2022

Millet İttifakı partileri ile AKP’den yakın zamanda ayrılanların kurduğu DEVA ve Gelecek partilerinden oluşan altılı koalisyon, bir süredir üzerinde çalıştıkları ortak metni “Yarının Türkiye’si İçin…” sloganının öne çıkarıldığı bir toplantıda kamuoyu ile paylaştı. Bu partileri bir araya getiren şey karşı olduklarını söyledikleri, “AKP’nin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adıyla 2017 referandumundan geçirdiği ve 2018’den bu yana uygulayageldiği otokratik rejim”di. Belirttiklerine göre; liberal demokrasinin asgari ölçütü olan “erkler ayrılığı ilkesi”nin bile ortadan kaldırıldığı, yasama, yürütme ve yargının tek elde toplandığı bu otokratik rejimde, muhalefetin siyaset yapma olanağı giderek kısıtlanmaktaydı. Devleti kuran ve bugüne kadar bir biçimde devlet mekanizması içinde yer almış partiler bile iktidar tarafından marjinalleştirilmekte, elleri kolları bağlanmaya çalışılmaktaydı.

Altılı koalisyonun 28 Şubat’ta açıkladığı mutabakat metni, koalisyonu oluşturan partilerin AKP’nin inşa ettiği otokratik rejimdeki sıkışmışlığına tepki olarak hazırlanmış bir belge olarak değerlendirilebilir. Görünen o ki, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne karşı Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem adı altında bir alternatif sunma iddiası taşıyan metinde esas olarak, mevcut siyasal sistemde demokrasinin güçlendirilmesi amaçlanmış. Bu çerçevede devlet bürokrasisi ve yargının yeniden örgütlenmesi, yürütmenin daha etkin ve tarafsız denetlenmesi, yargı bağımsızlığının sağlanması, AYM ve AİHM kararlarına uyulması gibi vaatlere yer verilmiş. Söz konusu vaatler, mutabakat metninin “Türkiye’de devletin 2017 öncesine dönüşünü sağlamak”la sınırlandırılmış olduğuna işaret ediyor.

Gerçi YÖK’ün kaldırılması, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, kadın hakları ve iklim krizinden de söz edilmiş ama metinde bir hayli eğreti duran bu kısımlar; belli ki altı partinin hemfikir olamayıp zevahiri kurtarmak babından iliştirilmiş. Zaten akademik özerklikten söz etmeden YÖK’ü kaldırmanın, İstanbul Sözleşmesi’ni söz konusu yapmadan kadın haklarını inşa etmenin, Kürt sorununun çözümünden bahsetmeden yerel yönetimleri güçlendirmenin, doğayı talan edenin sermaye olduğunu belirtmeden iklim krizine karşı olunacağını ifade etmenin nasıl bir anlamı olabilir ki? Kaldı ki tüm bunlardan söz edilmiş olsaydı bile altı partinin geçmişlerine bakıldığında söyleneceklerin, inandırıcılıktan uzak olacağını iddia etmek de zor olmazdı. Zira mutabakat metni açıklandıktan bir gün sonra bu partilerin Meclis’te AKP ile birlikte hareket ederek HDP’li Semra Güzel’in dokunulmazlığını elbirliği ile kaldırmış olmaları, söz ettiğimiz konulardaki samimiyetlerini göstermek için yeterlidir sanırım.

Altılı koalisyonun ortak metninde en net olan -üzerinde hemfikir olduklarından olsa gerek- “sınıf çelişkilerinden uzak durmak” tavrıdır. Giderek daha kötü koşullarda çalışmaya ve yaşamaya mahkum edilen, haklarını aradıklarında şiddetle baskılanan milyonlarca emekçinin durumu görmezden gelinmiştir. İktidara talip olmanın ötesinde “Yarının Türkiye’si İçin…” diyerek rejimi değiştirmeyi iddia eden bu oluşumun mutabakat metninde “işsizlik, yoksulluk girdabında devlet tarafından elleri kolları bağlanıp sermayenin insafına terk edilen milyonlarca emekçiye dair” (sermaye kesimini ürkütmemek için olsa gerek), tek kelâm edilmemiştir.

Yarının Türkiye’si İçin(!) çıkılan yolda, siyasal sistemi ve devlet bürokrasisini üç-beş yıl öncesine döndürmekle sınırlı bir perspektif, ülkeyi “Dünün Türkiye’si”ne geri döndürmenin ötesine geçebilir mi?

Türkiye’yi, otokratik bir rejimden liberal demokrasinin geçerli olduğu parlamenter düzene geri döndürme çabasını azımsıyor değilim. Ancak bugün gibi “dünün Türkiye’si”nde de darbelerin, işkencelerin, faili meçhullerin, emek sömürüsünün, doğa katliamlarının, ırkçılığın, mezhepçiliğin eksik olmadığını unutmayalım. Demokrasiyi parlamenter sistemden ibaret gören ve “toplumun bilgi edinme, düşünce, ifade, örgütlenme hakkı”nı görmezden gelen bir anlayışın, halkı “ehven-i şer”e mecbur etmekten öte ne anlamı olabilir ki?

Sözün özü: Cumhur İttifakı’nın da Millet İttifakı’nın DEVA ve Gelecek Partisi ile genişlemiş halinin de “toplumun temel sorunlarına ve demokrasi gereksinimine yanıt vermekten uzak olduğu” tüm açıklığıyla ortaya çıkmıştır. Bu durumda halkların, emekçilerin, kadınların, gençlerin özgürlükçü demokrasi anlayışına sahip bir siyasi seçeneğe olan ihtiyacı her geçen gün artmaktadır. Demokrasi İttifakı’nınsa çalışmalarını bir an önce tamamlayarak topluma “seçeneksiz” olmadıklarını göstermesi gerekir.


1 Mart 2022 Salı

Sendikalar sınıf mücadelesinin neresinde?


26 Şubat 2022

Türkiye’de emek ve sermaye arasındaki çelişkilerin, çatışmaların en açık biçimiyle görünür olduğu bir dönemdeyiz. Her şeyden önce ücretli çalışan sayısı, istihdam edilenlerin yüzde 70’ini aştı; nüfusun dörtte üçü kendisinin ya da aile bireylerinin ücretten elde ettiği gelirle yaşamını sürdürüyor. Yani nüfusun çok önemli bölümü emekçilerden oluşuyor ve bu emekçiler arasında işsizlik, güvencesizlik ve yoksulluk giderek yaygınlaşıyor. Sadece işsizler yoksul kalmıyor, günde 12-15 saat çalıştığı halde geliri yoksulluk ve hatta açlık seviyesinin altında kalan milyonlarca insan da buna dahil oluyor. OECD ülkeleri içinde ilk sırada olduğumuz “çalışan yoksulluğu” ile sadece düşük eğitimliler ve düşük vasıflılar değil; eğitimli, profesyonel meslek sahipleri de(doktor, avukat, mühendis vs) karşı karşıya artık.

Emekçi kesimlerin içine düştüğü bu durum sadece Türkiye’ye özgü değil elbette. Neredeyse yarım asırdır uygulanan “neoliberal politikalar ve onun dayattığı esnek, güvencesiz ve otoriter emek rejimi”nin sonuçları, dünyanın pek çok ülkesinde benzer bir tabloyu ortaya çıkartıyor. Ancak tüm bunlardan neoliberalizmi tek başına sorumlu tutmak yanlış olur. Zira kapitalist sistemde -sermayenin çıkarları doğrultusunda- sermaye birikim rejimi şekilden şekle girebilir; savaşları, emek sömürüsünü, doğa talanını kısacası toplumun genel çıkarlarına karşı politikaları dayatabilir. Ama nihai olarak belirleyici olan, “toplumsal mücadeleler”dir.

Dolayısıyla Türkiye’de emekçi kesimlerin bugün içinde bulunduğu sorunların nedenlerini, sermaye ve onun çıkarlarının hizmetkarı olan devlet mekanizmasında aramanın yanı sıra toplumsal mücadelenin dinamosu da olan “işçi sınıfı hareketi”nde de aramak gerekir.

Türkiye’de işçi hareketi, Osmanlıdan bu yana devletin yoğun baskısı altında kalmıştır. İşçi sınıfının adından bile söz edilmediği 1845’te yayımlanan Polis Nizamnamesi’nde sendikalar “fitne fesat örgütleri” olarak tanımlanmış, “faaliyetlerine göz açtırılmaması” talimatı verilmiştir. Ardından Tatil-i Eşgal (1909), Takrir-i Sükun (1925), Sınıf Esasına Dayalı Cemiyet Kurma Yasağı (1938), 1971 ve 1980 darbeleri ile 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL… derken devletin sınıf mücadelelerine yaklaşımı neredeyse 180 yıldır değişmemiştir.

Türkiye’de işçi hareketini değerlendirirken tüm bu baskıları görmezden gelmek mümkün değil elbette. Ancak “sendikaların sınıf perspektifinden uzak ve sermaye birikim rejimiyle birlikte üretim ve emek süreçlerindeki gelişmeleri doğru değerlendirmekten aciz bürokratik yapıları”nın da bunda etkisi olduğunu unutmamak gerekir. Halen en büyük işçi konfederasyonu olan Türk İş’in, kurulduğu 1952’den beri izlediği devlet güdümlü sendikal anlayış; 1990’lardan itibaren sendikaların hemen tümünün -uluslararası sendikal yapıların da telkinleriyle- benimsediği “uzlaşmacı” yaklaşım, sendikaların sınıfın ihtiyacı olan mücadeleyi ortaya koyamamasının en önemli nedenlerindendir.

Neoliberalizme birlikte küreselleşme, teknolojik gelişmeler ve üretim süreçlerindeki esnekleşmenin emeğin yapısında ortaya çıkardığı öznel ve nesnel değişim karşısında sendikalar; hantal, demokrasi anlayışından yoksun, bürokratik halleriyle emekçilerin sorunlarına yanıt olacak bir mücadele örgütlemekte başarılı olamamıştır. Bu nedenle emekçi kesimlerin işsizlik, yoksulluk, güvencesizlikle karşı karşıya olmasında bu köhnemiş sendikaların önemli rolü olduğunu söylemek abesle iştigal olmayacaktır.

Ancak bu durum, kimilerinin iddia ettiği gibi sendikaların tarihsel işlevlerini tamamladıkları anlamına gelmez. Bunun en güzel göstergesi, geçtiğimiz birkaç ay içerisinde gerçekleşen ve bir kısmı kazanımla sonuçlanan işçi direnişleridir. Bu direnişlerin hemen tümünün arkasında yöneticileri milyonluk makam araçlarına binen; beş yıldızlı otellerde genel kurullar yapan hantal, bürokratik sendikalar yoktur. Bu direnişler, çoğu işçilerin son yıllarda kurdukları, yasal olarak toplu sözleşme yetkisi bulunmayan ama yetki için barajı aşmayı da pek dert edinmeden meşruiyetini haklılığına dayandırarak fiilen mücadele yürüten örgütlerin öncülüğünde gerçekleşmektedir.

Tarihsel işlevini tamamlamış -aslında işçi sınıfı için hiçbir işlevi de olmamış- olan sermaye ve devletle uzlaşarak onun ideolojik araçları haline dönüşmüş, bürokratik sendikalardır. Bu tür sendikacılığın işçi sınıfına -yük olmaktan öte- verebileceği bir şey yoktur. Emekçi kesimleri işsizlikten, yoksulluktan, güvencesiz olmaktan kurtaracak olan; kendisini yasalarla sınırlamayan fiili ve meşru bir mücadeleyi esas alan ve elbette “sınıf perspektifiyle hareket eden sendikalar” olacaktır.