25 Şubat 2011 Cuma

Yıkılan Diktatörlerin Altından Çıkan Sözde Demokrasiler…

25/02/2011

ÖZGÜRCE
Orta Doğu’nun dikta rejimleri birer birer yıkılırken, bu yıkıntının altından batının pisliğe bulanmış “sözde” demokrasileri çıkmaktadır. Diktatörleri koltuklarından yuvarlayan isyan ateşi insan hakları, demokrasi denilince mangalda kül bırakmayan ülkelerin medeni görünümlü liderlerini ve sermayedarlarını da tedirgin etmiştir. Zira onlar, halk isyanlarının sadece diktatörleri değil, o diktatörleri var eden ve kendi çıkarları için kullanan küresel kapitalizmi de hedef aldığını çok iyi bilmektedir.

1960’lı yılların sonlarından itibaren krize giren kapitalizmin varlığını sürdürebilmek için benimsediği yol, kapitalizmin sömürü alanını tüm dünyaya yaymak olmuştur. Küreselleşme adı da verilen bu süreçte Latin Amerika’dan Afrika’ya, Orta Doğu’dan Uzak Doğu’ya kadar tüm yerkürenin emek gücüyle ve doğal kaynaklarıyla kapitalizme hizmet etmesi hedeflenmiştir. Kapitalizmin hedefindeki halkların bu sömürü düzenine demokratik bir ortam içerisinde razı olması elbette mümkün değildir. İşte bu yüzden ülkelerin toplumsal yapıları dikkate alınarak halkların baskı altında bu düzeni kabullenmesi sağlanmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda Şili, Arjantin ve Türkiye’de önce askeri darbeler yapılmış ve toplum uluslararası kapitalizmin ihtiyacı doğrultusunda sindirilmiş ve daha sonra iktidarlar “sözde” sivilleştirilmiş yani “sözde” demokrasiye geçilmiştir. Bugün halk hareketlerinin yaşandığı ülkelerde ise aynı süreçte kurulan dikta rejimlerinde darbeleri gerçekleştiren diktatörler aradan geçen 30-40 yıllık süre içinde koltuklarında oturmaya devam etmiş ve bu ülkelerde “sözde” de olsa demokrasiye geçilmemiştir.

Küreselleşme süreci içinde baskı altına alınan tüm ülkelerde -sözde demokrasiye geçen ülkelerde görece daha az olmakla birlikte- bir taraftan emek gücü diğer taraftan da doğal kaynaklar en ucuz biçimde uluslararası sermayenin hizmetine sunulmuştur. Bunun sonucu olarak bu ülkelerin halkları yoksullaşmış ve en kötü koşullarda yaşamak, çalışmak zorunda kalmıştır. Halk yoksullaşırken sözde demokrasilerde iktidara yakın küçük bir zümre kendilerine tanınan imtiyazlarla sermaye birikimi edinirken; dikta rejimlerinde diktatörler, uluslararası sermayeden aldıkları rüşvetlerle çok büyük servetler edinmiştir. İşte bu yüzden yoksulluğa ve otoriter rejimlere karşı isyan eden halklar, diktatörlerle birlikte o diktatörlerin ardındaki küresel kapitalizmi ve onu yönlendiren demokrat görünümlü aktörleri de hedefine almaktadır.

Dikta rejimlerin gerçek mimarı olan sözde demokratların kimler olduğunu açıkça ifşa etmek Türkiye açısından da özel bir öneme sahiptir. Çünkü halklarını baskı altında tutan ve hatta onları katleden bu diktatörlerin ardındaki güçlere Türkiye’de de demokrasi, insan hakları adına bel bağlayanlar olmuştur.

Dikta rejimlerinin ardındaki güçlerin en başında elbette kapitalizmin hegemon devleti ABD gelmektedir. Vietnam’da, Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da ve daha onlarca ülkede katliamlar gerçekleştiren ABD’nin “sözde” de olsa demokrat olmadığı -ABD hayranı dar bir kesim dışında- hemen herkes tarafından kabul edilmektedir. Esas aldatıcı olan ABD’nin demokrasi dışı rolünü kabul edip, AB ülkelerinin kapitalizmin demokratik, sosyal yüzü olarak gösterilmesidir. Özellikle 1999 yılı sonunda Türkiye’nin aday ülke olarak kabul edilmesiyle birlikte birçok sendika ve emekten yana olduğunu söyleyen birçok siyasi parti AB’yi Türkiye’de insan haklarının, demokrasinin ve sosyal hakların anahtarı olarak göstermiştir.

Oysa halk isyanlarıyla yıkılan dikta rejimlerinin yıkıntısının altından başta Almanya ve İtalya olmak üzere AB içinde demokrasisi gelişmiş olarak kabul edilen ülkeler çıkmıştır. Cezayir, Fas ve diğer bölge ülkelerinde yaşanması olası benzer süreçler sonucunda diğer birçok AB ülkesinin de diktatörlerin destekçisi olduğunun açığa çıkacağına kuşku yoktur.

Şunu unutmamak gerekir ki Avrupa ülkeleri tüm aldatmacasına rağmen halen dünyada demokrasinin beşiği olarak kabul ediliyorsa bu o ülkelerde 19. yüzyılda gerçekleşen işçi sınıfı mücadelelerinin sonucudur. Ancak üzüntüyle izlemekte olduğumuz durum; özellikle küreselleşme süreciyle birlikte Avrupa işçi sınıfının mücadele gücünü önemli ölçüde yitirdiğidir. İşçi sınıfının gücünü yitirmesi sermayenin egemenliği arttırmış ve Avrupa’da sosyal kazanımlar ve demokrasi hızla gerilemeye başlamıştır. Böylece Avrupa ülkelerinin kendi içinde demokrasi zayıflarken, bu ülkelerin iktidarları insanlık düşmanı diktatörleri destekleyecek kadar insanlık dışı bir tutum içerisine girebilmiştir.

Ortadoğu’daki halk hareketleri kapitalizmin tek bir yüzü olduğunu ve onun da insanlık için felaketleri getirdiğini bir kez daha göstermiştir. Umarız AB’yi demokrasinin insan haklarının ve sosyal hakların savunucusu olarak görenler de bu gerçeğin farkına varır ve AB’ye üyelik gerekçesiyle Türkiye emekçilerinin çalışma standartları ve sosyal haklarını geriye götüren yapısal düzenlemeleri desteklemekten vazgeçerler (!)

18 Şubat 2011 Cuma

Afşin-Elbistan’da Özelleştirmeyle Gelen İş Cinayetleri…

18/02/2011

ÖZGÜRCE

Dört gün arayla toplam on emekçiye mezar olan Afşin Elbistan Linyit İşletmeleri’ne 1994 yılında doktora tez çalışması için gitmiştim. Tez çalışmamın konusu özelleştirmenin çalışma yaşamına etkileri üzerine bir alan araştırmasıydı ve araştırma alanı olarak da bu dönemde özelleştirilme sürecinde olan Afşin Elbistan Linyit İşletmeleri Müessesi (AEL)’i seçmiştik. 1994 yılı Temmuz ve Eylül aylarında AEL işçileri, yöneticileri ile Elbistan ve Afşin’in siyasi parti temsilcileri, meslek odaları ve esnafla görüşmeler yaparak, AEL’in özelleştirilmesi durumunda çalışanların ve yörenin nasıl etkileneceğini belirlemeyi amaçlamıştım. Zira bu dönemde bir takım özelleştirmeler gerçekleştirilmişse de AEL gibi büyük bir kamu işletmesi henüz özelleştirilmemiş ve özelleştirmenin toplumsal sonuçları belirgin biçimde ortaya çıkmamıştı.

GAP’tan sonra dönemin en büyük yatırımlarından biri olan Afşin Elbistan Termik Santrali’ne kömür sağlayan AEL’in maliyeti 1990 fiyatlarıyla 1 milyar 111 bin Dolar civarındadır. Türkiye’deki işlenebilir linyit rezervlerinin yüzde 54’üne sahip olan Afşin-Elbistan kömür havzasında faaliyette bulunan AEL’de açık ocak sistemiyle üretim gerçekleştirilmektedir. Açık ocak işletmeciliği, üretimin daha etkin ve verimli olmasını sağladığı gibi meslek hastalıkları ve iş kazaları bakımından kapalı ocaklara göre çok daha az risklidir. Ayrıca 1994 yılında tanık olduğum kadarıyla AEL’de kazı sonrasında sahanın tekrar kapatılması ve yeşillendirme çalışmalarıyla çevreye zararın en alt düzeye indirilmesi hedeflenmektedir.

AEL, Türkiye ekonomisine sağladığı katkının yanı sıra bulunduğu bölgedeki en büyük istihdam alanıdır. 1994 yılında 2255’i işçi, 328’i sözleşmeli personel ve 80’i memur olmak üzere 2663 kişi istihdam edilmektedir. Ayrıca işletmenin dışarıdan aldığı hizmet ve düzenli gelire sahip olan AEL çalışanları, bölgede ekonominin canlılığı için büyük önem taşımakta ve dolaylı olarak da istihdama katkıda bulunmaktadır.

Özelleştirme konusunda işçilerin en büyük kaygısı işçi sayısının azaltılması ve ücretlerin düşmesidir. Tez çalışmasının gerçekleştirildiği 1994 yılına kadar özellikle maden sahasında önemli bir iş kazasının olmamasından kaynaklanmış olsa gerek ki özelleştirmenin iş güvenliğini olumsuz etkileyeceğine ilişkin kaygılar üçüncü sırada yer almıştır. Özelleştirmenin işletmeye yönelik etkileri konusunda en önemli kaygı ise kâr amacının ön plana çıkmasıyla verimliliğin düşeceği ve çevrenin daha fazla kirletileceği üzerinedir.

Afşin-Elbistan A Termik Santrali ve AEL İşletme Müdürlüğü 1994 yılında Erg-Verbund firmasına satılarak özelleştirilmeye çalışılmış, ancak açılan dava sonucunda satış 2008 yılına kadar gerçekleştirilememiştir. 2008 yılında ise sendika ve işçilerin mücadelesi sonucunda topyekûn özelleştirme engellenmiştir. Ancak 2007 yılında yapılan bir anlaşma ile Afşin- Çöllolar kömür sahası’nın işletmesi toplam 28 yılığına Ciner Grubuna ait olan Park Teknik Elektrik Madencilik Turizm Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ye devredilmiştir. Daha sonra Askar ve Toprakoğlu madencilik şirketleri de taşeron olarak bu alanda çalışmaya başlamıştır.

1994 yılından bu yana bir taraftan kamu işletmelerinin piyasa mantığı içinde işlemeye başlaması diğer taraftan da kısmî özelleştirme uygulamaları AEL işçisinin özelleştirmeye yönelik kaygılarını haklı çıkartmıştır. Bu bağlamda AEL’in hala kamuya ait olan kısmında emekliye ayrılanların yerine yeni işçi alınmamış ve işçi sayısı 1050 kişiye düşmüştür. Özel işletmelerde çalışan sayısı ise 700 – 800 civarındadır. Günde üç vardiya halinde çalışan işçiler, düşük ücretle ve iş güvencesi olmadan çalıştırılmaktadır. İşçi sayısının gerçekleştirilen üretime göre düşük olması iş yoğunluğunu ve bununla birlikte iş güvenliği ve meslek hastalığı tehdidini artırmaktadır.

Özelleştirme işçilerin kendilerine yönelik kaygılarında olduğu gibi AEL’de üretime ilişkin kaygıları da haklı çıkartmıştır. Bu konuda somut sonuç geçen hafta gerçekleşen iki toprak kaymasında -ki bunları iş cinayeti olarak da tanımlayabiliriz- on emekçinin yaşamını yitirmesidir. Bu cinayetler tıpkı daha önceki iş cinayetleri gibi kârın insan yaşamından daha önemli görülmesindendir.

Emekçileri bilerek ölüme gönderen bu üretim tarzı devam ettikçe iş cinayetlerinde ölenlere her gün yenileri eklenecektir. Bu gidişin durdurulabilmesi sadece emekçilerin örgütlü mücadelesiyle olabilir. Ancak ne acıdır ki açıkça katliam haline dönüşmüş olan iş cinayetlerine karşı sendikaların taziye mesajları vermekten ve basın açıklamasından başka yaptıkları hiçbir şey yoktur(!)

11 Şubat 2011 Cuma

Tahrir Meydanı’ndan Sakarya Meydanı’na…

11/02/2011

ÖZGÜRCE
Kahire’nin Tahrir Meydanı, Ankara’nın Sakarya Meydanı’nın geçen yıl bu zamanlardaki haline giderek daha fazla benzemeye başladı. Bu benzeşme sadece Tahrir Meydanı’ndaki çadırlar yüzünden değil, direnişin kırılması ya da sulandırılmasına yönelik gayretler nedeniyle de…

Şimdi çıkıp, Sakarya Meydanı’ndaki birkaç bin TEKEL işçisiyle Tahrir Meydanı’na ve Mısır’ın diğer kentlerindeki meydanlara çıkan milyonları nasıl benzeştirirsin diyenler olacaktır. Elbette kapsamı ve hedefleri bakımından iki direniş arasında dağlar kadar fark varmış gibi görülebilir. Örneğin Tahrir Meydanı’ndaki milyonları Sakarya Meydanı’ndaki binlerle karşılaştırmak abes kabul edilebilir. Ya da Tahrir Meydanı’ndaki “devrim” sloganlarıyla 30 yıllık dikta rejimini yıkma hedefi karşısında Sakarya Meydanı’nda TEKEL işçileri ve onlara destek olan birkaç bin emekçinin daha güvencesiz bir yaşama ve daha düşük bir gelire karşı haklarını korumayı hedefleyen direnişleri arasında ilk bakışta bir benzeşme görülemeyebilir.

Ancak şunu unutmamak gerekir ki her iki direnişin çıkış noktasında ekmek ve o ekmek için gerçekleştirilen mücadeleye engel oluşturan baskılar vardır. Mısır, 30 yıllık Mübarek rejimi süresince küresel sermayenin ucuz emek alanı haline getirilmeye çalışılmıştır. Bu süreçte toplumun küçük bir kesimi müthiş zenginleşirken toplumun çok büyük bir kesimi açlığa, yoksulluğa, işsizliğe itilmiştir. Sırtı batı demokrasilerince sıvazlanan Mübarek rejimi, buna karşı çıkanları engellemek için sivilleşme görüntüsü altında bir polis devleti kurarak, tüm toplumsal muhalefeti baskı altına almış, sendikaları ise rejimin arka bahçesi haline getirmiştir. Ama tüm bu sürecin sonunda bıçak kemiğe dayanmış ve Mısır halkı, rejime karşı ayaklanmıştır. Rejimin simgesi olan Mübarek’in gitmesi, daha demokratik ve daha hakça paylaşımın olduğu bir Mısır için halk Tahrir Meydanı’ndadır.

Mısır gibi Türkiye’de de 30 yıldır, ülkeyi küresel sermayenin ucuz emek alanı haline getirmeye çalışan bir rejim hakimdir. Türkiye’de Mısır’dan farklı olarak iktidar koltuğunda farklı siyasi partilerin başındaki farklı siluetler görüntü vermiştir. Ancak özünde uygulanan politikalar değişmemiş, Türkiye’de de Mısır’daki gibi küçük bir azınlık müthiş zenginleşirken toplumun geniş kesimleri açlığa, yoksulluğa, işsizliğe ve güvencesizliğe itilmişlerdir. Mısır’dan farklı olarak Türkiye’de siyasi iktidarlar demokrat oldukları iddiasında olmuşlar ama Mısır’daki gibi toplumsal muhalefeti baskılamak ve sendikaları arka bahçeleri haline getirmek için de ellerinden geleni yapmışlardır.

Tüm bu süreç sonunda Mısır’daki gibi emekçi kesimlerin ekonomik, sosyal kayıpları ve bunlara karşı tepki verenlere yönelik baskılar sonucunda Türkiye’de de bıçağın kemiğe dayandığı yere gelinmiştir. Ancak Mısır’ın görece homojen olan toplumsal yapısına karşılık Türkiye’de hem işçi sınıfı içerisinde katmanlaşma hem de etnik köken ve mezhep farklılıkları çok daha fazladır. Bu da Türkiye’de toplumun suni farklılaşmalar üzerinden bölünerek yönetilmesine olanak sağlamaktadır. Suni farklılıkların öne çıkartıldığı bir düzen içinde de özünde çıkar ortaklığı bulunan kesimler içinde bıçağın kemiğe dayanmasını algılamada zaman farklılığı ortaya çıkmaktadır.

TEKEL direnişinin sadece TEKEL işçilerinin direnişi olarak kalması ve aslında aynı koşulları yaşayan diğer kesimlerin bu direnişi kendileriyle özdeşleştirmemeleri de algılamadaki bu zaman farklılaşmasından kaynaklanmaktadır. Ve bu farklılaşma nedeniyle Türkiye’de -en azından şimdilik- Tahrir Meydanı’ndaki gibi topyekün bir direniş yerine, Sakarya Meydanı’ndaki gibi katılımın sınırlı olduğu ve rejimle uyumlaşmış sendikaların kolayca engelleyebildiği bir direnişle yetinilmiştir. Bunun sonucu olarak da Mısır’daki gibi açlığı, işsizliği, yoksulluğu güvencesizliği dayatan rejimi sarsmak bir yana, ekonomik ve sosyal haklar en hızlı biçimde tırpanlanmaya devam ederken, buna karşı yürütülen mücadelede baskılar -en son torba yasaya karşı Ankara’daki eylemde de görüldüğü gibi- şiddetini arttırarak sürmektedir.

Bu tablo karşısında küresel sermayenin yayın organları ve temsilcileri tarafından Türkiye’nin ekonomik ve demokratik yapısıyla Mısır’a ve halk hareketlerinin yoğunlaştığı diğer ülkelere bir model olarak gösterilmesi son derece anlamlıdır. Ancak bu süreçte Türkiye’nin de ekmek mücadelesi veren kesimlere karşı uyguladığı baskılar bakımından özellikle demokrasi, hak ve özgürlükler konusunda örnek gösterildiği ülkelere benzeştiğini de gözden kaçırmamak gerekir.

3 Şubat 2011 Perşembe

Sınıf Perspektifi Olmayan Halk Hareketleri Başarıya Ulaşabilir mi?

04/02/2011

ÖZGÜRCE

Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde dikta rejimlerine karşı halk isyanları dalga dalga yayılmaktadır. Halkın isyan ettiği dikta rejimlerinin iki ortak yönü vardır. Bunlardan birincisi yarattıkları baskı rejimi sayesinde küreselleşme sürecinin gerekleri doğrultusunda ülkelerini ucuz emek alanlarına dönüştüren politikaları uygulamaya koymalarıdır. İkincisi ise yine yarattıkları baskı sayesinde halklarının sesini kesip, küresel kapitalizmin ve elbette bunun merkezi olan ABD’nin bölgedeki çıkarlarının bekçiliğini yapmaktır. Bu ülkelerde dikta rejimlerinin başlangıcı -tıpkı bizim 12 Eylül darbesi gibi- küreselleşmenin yaygınlaşmaya başladığı 1970’li yılların ortaları ile 1980’li yılların başlarına denk gelmektedir. Dikta rejimlerinin tümü demokrasinin sözde savunuculuğunu yapan tüm merkez kapitalist ülkeler tarafından da desteklenmişlerdir.

Dikta rejimlerine yönelen halk hareketlerinde yıllarca süren baskı rejimlerinin son bulması ve daha fazla demokrasi talebi öne çıkmaktadır. Bu talebin isyana dönüşmesinin ardında en önemli etken, dikta rejimlerinin uyguladığı politikalar yani küreselleşme sürecinin derinleştirdiği yoksulluk, işsizlik ve sömürüdür. Batıya biat eden ve bölge halklarının çıkarlarına ters düşen karaktersiz dış politika uygulamaları da yine isyanın büyümesine yol açan önemli etkenlerden bir diğeridir.

Yoksulluk, işsizlik, artan sömürü ve yine onlarca yıldır süren dikta rejimlerinin kaynağı kapitalist sistem olduğuna göre Tunus, Mısır ve ardından gelmesi beklenen diğer ülkelerdeki halk isyanlarının da özü itibariyle kapitalizme karşı olduğunu söylemek mümkündür.

Ancak -en azından şimdilik- görünen odur ki söz konusu halk hareketlerinin hedefinde sorunların gerçek nedeni olan kapitalizm değil, kapitalizmin kuklası haline gelmiş dikta rejimleri ve bu rejimlerin başındaki diktatörler vardır. Bunun en önemli nedeni bu hareketlerin içerisinde yer alanların büyük kısmını emekçi kitleler oluşturmasına rağmen sınıfsal perspektife sahip bir örgütlenme içerisinde hareket etmemeleridir. Buna bağlı olarak halk hareketleri içerisinde yer alanların mevcut dikta rejimlerine son verdikten sonra demokratik ve ekonomik taleplerini yerine getirecek somut bir iktidar alternatifleri de bulunmamaktadır (Kimi sendika ve sol partileri bunun dışında tutmak gerekir. Ancak bunların halk hareketlerinin bütünü içinde yaratabildiği etkinin son derece sınırlı olduğu görülmektedir).

Tarihte sınıfsal bir perspektife sahip olmayan ve bu perspektifte örgütlenmemiş halk hareketlerinin sonucunda ya burjuvazi egemenliği ele geçirmiş ya da İslami rejimler kurulmuştur. Örneğin 17. yüzyılda İngiliz, 18. yüzyılda Fransız ve 19. yüzyılda Avrupa’nın diğer ülkelerinde yaşanan halk hareketleri burjuva devrimleri olarak sonuçlanmıştır. 1990’lı yıllarda Doğu Bloku’nun dağılmasının ardından farklı adlarla tanımlanan ve kapitalizmin egemen hale geldiği rejim değişiklikleri de yine benzer halk hareketlerinin sonrasında gerçekleşmiştir. Bugün yaşanan halk hareketlerine benzer biçimde kapitalizmin kuklası olan Şah’a karşı girişilen halk hareketi ise İslami bir rejimi beraberinde getirmiştir. Tüm bu örneklerde daha iyi yaşam ve demokrasi talebiyle başlayan halk hareketleri amacına ulaşamadığı gibi geniş halk kesimleri için çok daha büyük acılara neden olan rejimler egemen hale gelmiştir.

Kapitalizmin egemen olduğu bir dünyada halk kesimlerinin özlediği demokrasi ve yaşam koşullarına ulaşmanın yolu tarihin de gösterdiği gibi kapitalizmi hedefine alan sınıfsal bir perspektife sahip örgütlü bir mücadeleden geçmektedir. Ancak böyle bir mücadele sonrasında halklar yoksulluktan, işsizlikten, sömürülmekten ve diğer halklarla savaşmaktan kurtulabileceklerdir.

Sınıf perspektifine sahip bir halk hareketi için her şeyden önce sınıf kimliğini öne çıkartacak bir örgütlenme gereklidir. Bunun yolu ise kapitalizmin, tüm çelişkilerin kaynağı olan üretim sürecindeki çelişkileri öncelikle açığa çıkartıp bunun üzerinden bir örgütlenme yürütülmesidir. Üretim sürecinden başlayacak bir bilgilenme, bilinçlenme ve örgütlenme konusunda en önemli görev sendikalara düşmektedir. Elbette bu görevi üstlenecek sendikaların her şeyden önce sermaye ve siyasi iktidarların güdümünden kurtulmuş ve sınıfın partileriyle işbirliği içinde tüm emekçi sınıfların mücadele aracı olma işlevini üstlenmiş olması gerekir.

Sözün özü: Halk hareketlerinin doğru hedefe yönlenmesi ve devrilen rejimlerin yerine halkın taleplerini yerine getirebilecek anlayışların geçebilmesi ancak, halk hareketlerinin sınıfsal bir karakter kazandırmasıyla mümkündür. Bu da sendikaların ve sınıf partilerinin işlevlerini tam olarak yerine getirmesine bağlıdır.