29 Kasım 2015 Pazar

Türkiye-AB zirvesinde kirli pazarlık...


Türkiye-AB zirvesinde kirli pazarlık yapıldı. TC vatandaşlarına vize verilecek görüntüsü altında Türkiye sermaye için Çin'den daha da ucuz emek cenneti haline gelecek... Planlanan Türkiye'ye verilecek 3 milyar euro karşılığında 2.5 milyon Suriyeli kamplara tıkılacak ve bu kamplarda kurulacak atölyelerde ucuz iş gücü olarak çalışmaya zorlanacak. Yani bu kamplar mülteci kampı görüntüsü altında "çalışma kampı" haline dönüştürülecek. Bu da Türkiye'de ortalama emek maliyetinin çok altında bir maliyetle çalıştırılacak Suriyeli emekçilerin Türkiye'deki tüm emekçilere karşı rakip hale getirilmesi; onların daha kötü koşullarda çalışmaya razı olmasına neden olacaktır.

Bu durumda yapılması gereken sendikaların ve tüm emek örgütlerinin Suriyeli emekçilerin haklarının savunulması ve birlikte örgütlenme koşullarının yaratılmasıdır. Aksi halde Türkiyeli emekçiler Suriyeli emekçilere karşı düşmanlaşacaktır ki bu da sermayenin ekmeğine yağ sürecektir.

Son söz: Bu kirli pazarlığın tarafı  olan AB'den bugüne kadar demokrasi, sosyal haklar bekleyenler, gerçekten emekten demokrasiden yana iseler umarım oturup geçen 13-14 yılın muhasebesini yaparlar.

19 Kasım 2015 Perşembe

Asgari Ücret Vaadinin Ardında Bit Yeniği Aramak...

 Bu yazı 15 Kasım 2015 tarihinde Evrensel Gazetesi Pazar Eki'nde yayınlanmıştır.

7 Haziran seçim yenilgisinin ardından iktidarı her ne pahasına olursa olsun kaybetmek istemeyen AKP, bir taraftan savaş politikaları yürütürken diğer taraftan da bugüne kadarki icraatlarıyla çelişkili görülen bir takım vaatlerde bulunmuştur. Bunların en başında asgari ücreti arttırma vaadi gelmektedir. 1 Kasım seçimlerinde AKP seçim stratejisinde “başarılı” olup, yeniden iktidarı tek başına ele geçirdiğinde doğal olarak akıllara gelen soru; kendisiyle çelişen bu vaatlerin (en başta da asgari ücret vaadinin) yerine getirip getirmeyeceği olmuştur.
AKP, iktidarda bulunduğu 13 yılda uyguladığı neoliberal yapısal uyum programı çerçevesinde Türkiye’yi ucuz emek cennetine dönüştürmek için Cumhuriyet tarihi boyunca emekçilerin ve yoksul halk kesimlerinin haklarına yönelik en büyük saldırıyı gerçekleştirmiş bir partidir. Daha birkaç ay önce kamu emekçilerine enflasyonun altında bir ücret artışı dayatmış olan bu partinin asgari ücreti yüzde 30 arttırmayı seçimde vadetmesini 1 Kasım seçimlerinin olağandışılığı içinde değerlendirmek gerekir.
AKP’nin önde gelenlerinin yaptığı açıklamalardan anlaşılan, asgari ücret vaadinden yan çizilmeyecek, asgari ücret 1000 liradan 1300 liraya yükseltilecektir. Asgari ücrete 13 yıldır simit hesabı üzerinden yaklaşan ve günlük bir simit fiyatı artışı bile çok gören bir partinin birden günde on simit fiyatına varan bir artış yapacak olması en başta emekçileri şaşırtmıştır. İşin hazin yanı, asgari ücrete yapılacağı söylenen bu zam oranı emekçileri sevindirmek bir yana kaygılandırmıştır. Zira AKP, iktidara geldiği ilk günden bu yana, ucuz emek gücüne ve toplumsal kaynakların sermayeye aktarılmasına dayanan bir ekonomik programı, ortaya çıkarttığı toplumsal sorunlara aldırış etmeden katı biçimde uygulamaktadır. Bu programda bir değişiklik olmayacaksa (ki AKP’nin tüm söylemleri ve başta 2023 vizyonu olmak üzere birçok belge bu programın daha da keskin biçimde uygulanacağını göstermektedir) asgari ücrette yüzde 30’luk artışın da ardında mutlaka bir bit yeniği olmalıdır!
AKP’nin kendileri için hayırlı bir şey yapmayacağı akıllarına kazınmış olan emekçilerin kaygılarının başında, patronların bu ücret artışı karşılığında işçi çıkartması yani işsiz kalmak ve yapılan ücret artışının vergi artışları ve zamlar yoluyla geri alınması gelmektedir. Bu kaygılar elbette yersiz değildir. Son günlerde yapılan açıklamalara bakılırsa hükümet, patronlara yönelik bir yeni teşvik paketiyle yüzde 30 ücret artışını genel bütçeden karşılayacaktır. Bunun anlamı zaten azalmış olan sosyal harcamaların daha da kısılması ve toplumdan alınan dolaylı vergilerin daha da arttırılmasıdır. Böylece hem eğitim, sağlık gibi kamu hizmetleri için toplumun cebinden çıkan para artacak hem de vergiler arttığı için tüm mal ve hizmetlerin fiyatı yükselecektir. Başka bir söyleyişle yüzde 30’luk ücret artışı toplumun üzerine yıkılacak yani yoksulluk toplumun sermaye dışı kesimlerinin arasında paylaştırılırken sermayenin çıkarlarına halel getirilmemiş olacaktır.
AKP’nin 13 yıllık iktidarında başta 4857 sayılı İş Kanunu ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu başta olmak üzere emekçilerin iş ve sosyal güvencelerini ortadan kaldıran birçok düzenleme yapılmış, aynı zamanda sendikal hak ve özgürlükler baskı altına alınmıştır. Güvencesiz ve örgütsüz hale gelen emekçiler, çok daha yoğun ve uzun sürelerde son derece düşük ücretlerle çalışmak mecburiyetinde bırakılmıştır. Bunun sonucunda da iş cinayetleri, meslek hastalıkları artmış, emekçiler yoksullaşmış ve Türkiye OECD ülkeleri içinde (Şili ve Meksika’yla birlikte) gelir eşitsizliğinin en adaletsiz olduğu ülkelerden biri haline gelmiştir.Bu koşullar ortadayken asgari ücrete yüzde 30’luk zam gündeme geldiğinde emekçiler,bu artışın geçmiş kayıplarını karşılayıp karşılamadığını ve bunun da ötesinde yarattıkları değerin karşılığı olup olmadığını sorgulamak yerine bunun altında bit yeniği arayıp kaygılanmıştır.
Emekçiler, AKP’nin geçmiş icraatlarına bakarak asgari ücreti açlık sınırına bile getirmeyen artış vaadinin ardında bit yeniği aramakta da kaygılanmakta da son derece haklıdır. Ancak emekçileri kaygılanmaya sevk eden nedenleri sadece AKP’ye, onun uyguladığı politikalara ya da patronların siyasi iktidar üzerindeki gücüne bağlamak -yanlış değil ama- eksik bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım, siyasi iktidarın ve patronların tahakkümünü kabullenmeyi beraberinde getirecek ve mevcut durumun değiştirilmesine hiçbir katkı sağlamayacaktır! Zira emekçilerin ekonomik koşullarının iyileşmesi ya da daha da kötüleşmesi ancak ve ancak işçi sınıfının siyasi iktidar ve patronla sürdüreceği mücadeledeki gücüyle belirlenir. Böyle bir mücadele için her şeyden önce emekçilerin örgütlü olmaları ve emek örgütlerinin de siyasi iktidar ve sermayeden bağımsız olması gerekir. Öte yandan sosyalist siyaseti yürüten partiler emekçilerle buluşmuş olmalıdır. Akademinin işçi sınıfı için bilgi üretmesi ve toplumun haber alma hakkını sağlamak üzere basının özgür olması da işçi sınıfının mücadelesi için olmazsa olmazıdır. Bugün Türkiye’de emekçilerin yüzde 95’i örgütsüzdür. Yüzde 5’in örgütlü olduğu sendikaların ise birçoğu ya siyasi iktidarın arka bahçesi ya da patronun çıkarlarının temsilcisi haline gelmiştir. Sosyalist siyasetle buluşamayan emekçiler ırkçı, gerici, liberal partilerin tabanını oluşturur duruma gelmiştir. Akademi işçi sınıfından tamamen kopmuş, sermayenin kendisini yeniden üretme aracına dönüşmüştür. Basının çok önemli bir kısmı siyasi iktidar ve sermayenin tahakkümü altına girmiştir ve toplumun haber alma hakkından söz etmek olanaksız hale gelmiştir. Bu koşullar içinde emekçilerin temel ücretlerde yapılacak bir artışın yeterliliğini sorgulamak yerine bunun altında bir bit yeniği araması maalesef şaşırtıcı olmamaktadır.

14 Kasım 2015 Cumartesi

Suriyeli İşçiler: Misafir mi Sınıf Kardeşi mi?


Bu yazı Tiroj Dergisi sayı: 77 / Kasım-Aralık 2015'te yayınlanmıştır.


Tunus’ta başlayan ardından Mısır, Libya ve diğer Arap ülkelerine yayılan, kitlesel gösterilerin rejim değişikliklerine neden olduğu "Arap Baharı"nın Suriye’deki yansımaları, uluslararası aktörlerin de kışkırtmalarıyla bir iç savaşa dönüştü. Suriye’de Mart 2011’den bu yana devam eden iç savaş nedeniyle ülkesini terk edenlerin sayısının 4 milyonu aştığı, 7 milyonu aşkın insanın da Suriye içinde yer değiştirmek zorunda kaldığı tahmin ediliyor. Suriye’den göçün en yoğun olduğu ülkelerin başında Türkiye geliyor. 2015 Ağustos ayı itibariyle resmi verilere göre Türkiye’de yaşayan Suriyeli göçmen sayısı 1.906 bin’dir. 2015 yılı sonuna kadar bu rakamın 2.5 milyonu bulması beklenmektedir. Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 2.5’ine karşılık gelen (kayıtlarda yer almayanlar dahil edildiğinde bu oran yüzde 3’lere kadar çıkmaktadır) Türkiye topraklarına göç etmiş Suriyelerin 262 bin 134’ü yani sadece yüzde 13.7’si barınma merkezlerinde (kamplarda) ikamet ederken yüzde 86’sından fazlası Hatay, Kilis, Antep, Urfa gibi sınır illeriyle İstanbul, İzmir, Mersin gibi metropollerde yaşamlarını sürdürmektedir (http://www.goc.gov.tr/icerik6/gecici-koruma_363_378_4713_icerik).

Ekim 2011’de İçişleri Bakanlığı’nın aldığı karar doğrultusunda Türkiye’de kayıt olan Suriyeli sığınmacılara “geçici koruma statüsü” verilmektedir. Suriye vatandaşları Türkiye’nin 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Cenevre Sözleşmesi’ni coğrafi kısıtlama ile kabul etmesi nedeniyle mülteci olarak kabul edilmemektedir. Kamplarda kalan ve şehirlerde kayıt altına alınanlar, geçici koruma belgesi alabilse de bu çekince nedeniyle coğrafi sınırlamaya takılmaktadır. Bu sınırlamaya göre Türkiye sadece Avrupa ülkelerinden gelen ve dini, ırkı, milliyeti, belirli bir toplumsal gruba üyeliği ve siyasi düşünceleri nedeniyle takibata uğrayacağı korkusu ile iltica talebinde bulunanlara mülteci statüsü vermektedir. Avrupa ülkeleri dışında Türkiye’ye iltica talebinde bulunan kişilerin durumu Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) ile birlikte değerlendirilmekte ve uygun bulunmaları halinde üçüncü bir ülkeye geçişleri sağlanmaktadır. Bu nedenle Suriye’den gelen sığınmacılar Türkiye’de mülteci değil “misafir” olarak tanımlanmakta ve kendilerine “geçici koruma statüsü” verilmektedir. Geçici koruma statüsü ile Suriyelilere sınırsız kalış, zorla geri gönderilmemeye karşı koruma ve acil ihtiyaçlara yanıt veren düzenlemelere erişimi içerecek şekilde koruma ve yardım sağlanmaktadır. Bunun dışında kamplarda yaşayanlara barınma, gıda, eğitim, sağlık, suya erişim gibi olanaklar verilmektedir. Kamp dışında yaşayan ve çoğunluğu oluşturanlara ise “kayıt yaptırmaları halinde” sadece sağlık ve ilaçlara ücretsiz erişim hakkı tanınmaktadır. Çeşitli nedenlerle kayıt yaptırmayanlar ise hiçbir hakka sahip değildir.

Göçmenin Sınıf Hali: Sermayeye Serbest, Emekçiye Yasak!

Türkiye’ye göç eden Suriyelilerin çok küçük bir kesimi üst gelir grubuna sahip kişilerdir. Geçici koruma statüsünde bulunan Suriyelilerin yasal olarak çalışmalarına izin verilmezken, yatırım yapmalarının önünde herhangi bir engel bulunmamaktadır. Buna rağmen Suriyeli büyük sermayedarlar yatırım yapmak için Türkiye’den ziyade Güney Kıbrıs’ı tercih etmiştir. Antep Sanayi Odası’na göre Suriye’den yaklaşık 25 milyar dolar Kıbrıs Rum Kesimi bankaları üzerinden Avrupa’ya gitmiştir (Orsam, 2015). Buna rağmen Ekonomi Bakanlığı’nın 30 Haziran 2015 tarihli Türkiye’de Faaliyette Bulunan Yabancı Sermayeli Firmalar istatistiğinde belirtilen verilere göre Türkiye’deki Suriye sermayeli firma sayısı 2 bin 827’tir. Ancak Türkiyeli ortakla faaliyet gösteren ve kayıt dışı çalışan firmalarla birlikte bu rakamın 10 bini aştığı tahmin edilmektedir. Bu firmaların yaklaşık yüzde 60’ı İstanbul’dadır (http://www.ekonomi.gov.tr). Orsam’ın Suriyeli Sığınmacıların Türkiye’ye Etkileri raporunda belirtildiği üzere başta Halep’ten olmak üzere, tüccar ve yatırımcı Suriyeliler için Mersin de deniz ve limanın varlığı nedeniyle tercih edilmektedir. Ayrıca Suriyeli firma sayısının İstanbul’dan sonra yoğunlaştığı yer Antep’tir. Suriye iç savaşının öncesinde Antep’te kayıtlı Suriyeli firma sayısı 12 iken Ağustos 2015 itibariyle bu rakam 417’ye çıkmıştır (http://www.ekonomi.gov.tr). Halep’teki tekstil, konfeksiyon ve dokuma imalatlarını devam ettirmek için özellikle tekstil kenti Bursa’ya yerleşen Suriyelilerin açtığı kayıt dışı fason atölye sayısının 100’e ulaştığı iddia edilmektedir. Öte yandan Mersin Emlakçılar Odası Başkanı, Suriyelilerin firma kurarak emlakçılık sektörünü ellerinde tuttuklarını belirtmektedir (Dünya Gazetesi, 03.09.2015). Ekonomiye önemli etkisi bulunan bu örneklerin yanı sıra Suriyelilerin açtığı işyerlerinin büyük çoğunluğu fırın, lokanta, ayakkabı atölyesi gibi küçük sermayeye dayalıdır ve kayıt dışı faaliyet yürütmektedir. Bu iş yerlerinden önemli ölçüde Suriyeliler alışveriş yapmaktadır.

Büyük sermaye sahipleri ve küçük yatırımlar yapabilenler Suriye’den göç edenlerin çok küçük bir kesimini oluşturmaktadır. Çoğunluk, yanlarında temel gereksinimleri dışında hemen hiçbir şey getiremeyen yoksullardır. Bunların önemli bir bölümü kamplar dışındadır ve yaşamlarını sürdürecek gelir için çalışmaktan başka seçenekleri yoktur. Ancak yasal çalışma izinlerinin bulunmayışı bu büyük göçmen kitlesini “kaçak” konumunda çalışmaya mecbur bırakmaktadır.

Türkiye’de “kaçak” konumuna düşürülmüş göçmen işçi sorunu Suriyelilerle başlamamıştır. 1970’li yılların sonundan itibaren özellikle Türkiye’nin sınır komşusu olduğu ülkelerden veya diğer yakın ülkelerden Türkiye’ye gerçekleşen uluslararası göç hareketleri sığınmacı, mülteci, transit göçmen ve kaçak işçi gibi çok çeşitli göç hareketlerine sahne olmuştur. Türkiye’ye yönelen göç hareketleri büyük ölçüde coğrafi konumuyla ilişkilidir. Komşu ülkelerde ortaya çıkan ekonomik, siyasi ve güvenlikle ilgili sorunlar, Türkiye’ye yönelen göçün başlıca unsurları arasındadır. Türkiye’nin Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları arasında bir köprü vazifesi görmesi ve önemli deniz yollarına sahip olması dolayısıyla çok sayıda göçmen Batı’nın gelişmiş ülkelerine göç etmek için Türkiye’yi bir geçiş alanı olarak kullanmaktadır.

Türkiye, 1980’lerden itibaren, uluslararası göç hareketlerinin –ağırlıklı olarak kaçak göçlerin- uğrak yeri haline gelmiştir. Gelen göçmenlerin geldikleri bölge ve ülkelere göre dağılımlarına bakıldığında, çok geniş bir coğrafyanın Türkiye’ye yönelik göçlere kaynaklık ettiği görülmektedir. Asya, Afrika ve Doğu Avrupa’nın birçok ülkesinden Türkiye’ye göçmenler gelmektedir. Türkiye’ye yönelik göçler, göçmenlerin geliş amaçlarına ve yasal konumlarına göre farklılaşmaktadır. Batılı ülkelere gitmek amacıyla Türkiye’yi geçiş yeri olarak kullanmak için gelenler, sığınmacılar, çalışmak için gelenler, yerleşmek için gelenler gibi göçmen kategorilerinden söz edilebilir.

Kaçak göçmen işçilerin Türkiye’yi tercih etmelerinde en önemli etken: 1980 sonrasında uygulamaya konulan ekonomi politikalarıyla birlikte Türkiye’nin ucuz emek alanı haline getirilme çabalarıdır. Küresel üretim ağı içerisinde emek yoğun üretimle yer almaya çalışmış ve bu bağlamda da özellikle küçük işletmelerle fasonculuğu teşvik etmiştir. Emek maliyetini minimuma indirme amacı güden küçük üreticilik kayıt dışı üretimi ve istihdamı da beraberinde getirmiştir. Kayıt dışı istihdama göz yuman uygulamalar kaçak göçmen işçi istihdamını da kolaylaştırıcı koşulları yaratmıştır. Özellikle 1989 Bahar Eylemleriyle birlikte işçi sınıfı mücadelesindeki yükselme 1993 yılına kadar işçilerin 12 Eylül darbesi sonrasındaki kayıplarını bir ölçüde de olsa telafi etmesini sağlamıştır. Dolayısıyla 1989-1993 yılları arasında emek maliyetleri görece yükselmiş ve bu durum işverenleri, düşük ücretli işgücü arayışına yönlendirmiştir.

İşverenlerin düşük ücretli işçi arayışına giriştiği bu dönemde bir taraftan kayıt dışı üretim artarken diğer taraftan da Türkiye’ye kaçak göçmen işçi yönelimi artmıştır. Doğu Bloğunun çöküşüne de denk gelen bu süreçte geçim olanaklarını kaybeden ve göçe yönelen milyonlarca insandan bir bölümü coğrafi yakınlık ve bu ülkelere yönelik esnek vize uygulamaları nedeniyle Türkiye’yi tercih etmiştir. Ucuz emek arayışları düşük ücretli “kaçak” göçmen işgücüne talep yaratmıştır ve bu talep, Türkiye’ye yönelen “kaçak” göçmen işçiliği daha da arttırmıştır. Böylece, kaçak göçmen işçiler yedek işgücü kaynağı olarak devreye sokulmuştur.

Suriye’den göç akınının başladığı 2011 yılı öncesinde de Türkiye’ye her yıl yaklaşık 200 bin ile 300 bin arasında göçmenin belgesiz (kaçak) olarak giriş yaptığı hesaplanmıştır. Bu dönemde Türkiye’de 2 milyon dolayında göçmen işçi bulunduğu ve bunlar içinde kaçak olarak çalışan göçmen işçi sayısının 500 bin ile 1 milyon arasında olduğu tahmin edilmektedir. Suriye’den gelen göçle birlikte Türkiye’de göçmen işçi sayısının neredeyse iki katına çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Türkiye nüfusunun yüzde 3’ü dolayında Suriyelinin birkaç yıl gibi kısa bir süre içinde düzensiz olarak ülkeye giriş yapması Türkiye’de var olan toplumsal sorunların daha da artmasına neden olmuştur. Bu sorunların en başında emek piyasasında yaşanan sorunlar gelmektedir. Göçmen işçiliğin yoğun olduğu birçok ülke gibi Türkiye emek piyasasında da göçmen işçi sayısı küçümsenmeyecek bir orana yükselmiş ve bu konu emek piyasalarında yaşanan önemli sorunlar içerisinde yerini almıştır. Emek piyasalarına ilişkin tüm sorunlar gibi göçmen işçiliği de sendikaların belirli bir tavır belirlemesi ve çözüm üretecek çalışmalar yapması gereken bir konu haline gelmiştir.     

Yabancı Göçmen İşçiler ve Sendikalar

Diğer ülkelerden gelen göçmenlerin büyük kısmıyla birlikte resmi rakamlarla yakın zamanda 2.5 milyona ulaşacağı belirtilen Suriyeli göçmenlerin de yasal çalışma olanağının olmaması, göçmen işçilerin kayıt dışı olarak çalışması anlamına gelmektedir. Hiçbir kuralın geçerli olmadığı kayıt dışı çalışma “kaçak” göçmen işçilerin en kötü koşullarda en ucuza çalıştırılmasını anlamına gelmektedir. Özellikle Suriyeliler gibi savaştan canlarını kurtarmak için tüm aile olarak gerçekleşen göçlerde çocuklar da bu kuralsız emek piyasasının içinde yer almaktadır. İşçi sınıfının tüm tarihsel kazanımlarıyla birlikte, evrensel insan haklarının dahi geçerli olmadığı bu koşulları Türkiye’yi ucuz emek cenneti haline getirmeye çalışan sermaye ve siyasi iktidar bir fırsat olarak görmektedir. Yabancı göçmen işçilerin ucuz işgücü olarak emek piyasasında rekabeti arttırması ve bu rekabet sonucunda tüm ücret ve haklarında gerileme olması, genellikle yerli işçilerin yabancı işçilere olumsuz bir yaklaşım içerisinde olmasına neden olmuştur. Özellikle ekonominin daraldığı ve işsizliğin arttığı mevcut koşullar içinde bu olumsuz yaklaşım daha da artarak, yabancı işçileri linç girişiminde bulunmaya kadar varmaktadır. İşçi sınıfının içerisinde ayrışmaları derinleştiren bu durum karşısında sendikaların alacağı pozisyon ve yerine getireceği işlev son derece önemli hale gelmektedir. Sendikaların yabancı göçmen işçilere yönelik tavrını belirleyen sendikaların işyeri/ücret sendikacılığını mı yoksa sınıf sendikacılığı anlayışını mı benimsedikleriyle doğrudan ilişkilidir.

İşçi sınıfının haklarının topyekûn bir örgütlenme ve mücadeleyle sağlanabileceği yönünde bir algıya sahip olmayan sendikalar, kendilerine aidat ödeyen üyelerinin haklarını savunmak adına işçi sınıfının diğer unsurlarını kendilerine rakip olarak görebilmektedir. Bu durumda sendikalar üyelerinin haklarını korumak adına zaten emek piyasasından en zayıf kesimi oluşturan yabancı işçilere karşı ırkçı/şoven bir yaklaşımla dışlama yoluna gidebilmektedir. Bu anlayışta bulunan sendikalar yabancı işçileri ne üyeleri olarak mücadeleye katmakta ne de onların çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek üzere bir çaba harcamaktadır. Aksine bu tip sendikalar yabancı işçilerin çalışma yaşamı içerisinde yer almasını engellemeye ve hatta zorla da olsa sınır dışı edilmelerini sağlamaya çalışmaktadır. Buna karşılık emeğin kendi arasındaki rekabeti ortadan kaldırıp, birlik ve dayanışmayı sağlama işlevinin gereğini yerine getiren sendikalar ise yabancı işçileri mücadelenin yeni bir dinamiği olarak görmektedir. Bu anlayış içerisindeki sendikalar bir taraftan yabancı işçileri örgütlü yapılarının içerisine katmaya çalışırken diğer taraftan da yabancı işçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesini sağlayacak düzenlemeler için çaba harcamaktadır. 

İşyeri/ücret sendikacılığının hâkim olduğu Türkiye’de yabancı “kaçak” işçilere yaklaşım, diğer ülkelerde olduğu gibi “görmezden gelme” anlayışı üzerine oturmuştur. Dolayısıyla sendikalar yabancı kaçak işçilerin sorunlarını sahiplenmemekte ve onları örgütlemek konusunda herhangi bir çaba içerisine girmemektedir. Ancak Türkiye’nin çok uzun yıllardır göç veren ülke statüsünde olması, göçmen işçiler konusunda bir telepatinin oluşmasını sağlamakta ve en azından sendikalarda yabancı kaçak işçilere yönelik düşmanca bir tavır sergilenmemektedir. Ama buna rağmen Türkiyeli emekçilere rakip hale gelerek ücretler ve çalışma standartlarını geriye götüren bir etki yarattığı düşüncesiyle yabancı “kaçak” işçilerin sınır dışı edilmeleri gerektiğini savunan sendikacılar dahi olmuştur.

Sonuç

Sanayi Devrimi’nden bu yana burjuvazi, göçleri emekçiler arasını rekabeti arttırarak emek maliyetini düşürmenin bir aracı olarak görür ve teşvik ederler. Bunu yaparken aynı zamanda işçiler arasındaki yerli-yabancı ayrışmasını derinleştirmeye çalışır onları birbirine karşı kullanarak birlikte örgütlenmelerini, mücadele etmelerini engellemeye çalışır. Tarih, sendikaların göçü teşvik ederek yedek işçi ordusu yaratma ve işçi sınıfını kendi içinde ayrışma çabaları karşısında işçiler arasında ırk, ulus, din farklılıklarını ortadan kaldırıp, mücadeleyi enternasyonel düzlemde gerçekleştirebildikleri sürece başarılı olduklarını göstermiştir.
Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler Suriyeli ve diğer bölge ülkelerinden göçmenlerin ülkelerine geri dönme koşullarının en azın kısa ve orta vadede oluşmayacağını göstermektedir. Öte yandan göçmenlerin büyük bölümünün daha iyi yaşam olanaklarına kavuşmak için gitmek istediği AB ülkeleri de Suriyelileri ve diğer ülkelerden göçmenleri kabul etmek istememekte; Türkiye’de kalmaları için hükümeti ikna etmeye çalışmaktadır. Bu koşullar altında uzun yıllar boyunca başta Suriyeliler olmak üzere yabancı göçmen işçilerin -her ne kadar Türkiye “misafir” olarak kabul etse de-  Türkiye emek piyasasının kalıcı unsurları olacağı anlaşılmaktadır. Sermaye kesiminin ve hükümetin kimi temsilcilerinin çeşitli zamanlarda emek maliyetlerini düşürmesinden dolayı memnuniyetlerini belirten beyanlarından da anlaşılacağı üzere Suriyeli işçilere yasal çalışma olanağı sağlamak konusunda bir beklenti gerçekçi olmayacaktır. Bu durumda Suriyeli işçilerin koşullarının düzeltilmesi, emek piyasasında eşit hakların sağlanması; birlikte örgütlenme ve mücadele koşullarının oluşturulabilmesi konusunda sendika ve işçi sınıfı partilerine büyük bir sorumluluk düşmektedir. Yabancı “kaçak” işçiler ve onların sorunlarını görmezden gelen devam ettikçe, Türkiye’de emekçilerin hakları için yürütülecek hiçbir mücadelenin başarı şansı olmayacaktır.

Kaynaklar:
Dünya Gazetesi (03.09.2015).

ORSAM (Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi). Suriyeli Sığınmacıların Türkiye’ye Etkileri, Rapor no: 195, Ocak 2015

USAK (Uluslararası Sosyal Araştırmalar Kurumu). Sınırlar Arasında Yaşam Savaşı SURİYELİ MÜLTECİLER, Rapor no: 13-04, Nisan 2013