25 Mart 2011 Cuma

TÜSİAD ve yeni anayasa üzerine…

25/03/2011
ÖZGÜRCE

12 Haziran seçimlerinin ardından yeni bir anayasanın Türkiye’nin gündemine geleceği kesin gibi gözükmektedir. TÜSİAD, daha önce pek çok konuda olduğu gibi temsil ettiği sınıfın duyarlılığını yansıtan bir biçimde yeni anayasa konusunda da çalışmalar yaptı ve önerilerini içeren bir metni geçtiğimiz günlerde kamuoyu ile paylaştı.

“Yeni Anayasa Yuvarlak Masa Toplantıları Dizisi: Yeni Anayasanın Beş Temel Boyutu” adını taşıyan bu metinde TÜSİAD’ın daha önce çeşitli sermaye kesimleri ve AKP’nin de dillendirdiği biçimde anayasayı kapitalizmin dönemsel koşullarına uyarlama amacı ön plana çıkmıştır. Bu bağlamda esnek birikim rejiminin hakim olduğu kapitalizmin dönemsel koşullarına uygun olarak esnek bir anayasa savunulmaktadır. Esnek anayasa, Türkiye’nin bundan önceki anayasalarından farklı olarak devleti özne alıp onu yurttaşlardan koruma anlayışı yerine bireyi öne çıkartmaktadır. Bu çerçevede de din ve vicdan özgürlüğü ile kimliklerin özgürce ifade edilmesine yönelik sınırlamaların ortadan kaldırılması önerilmektedir. Ayrıca anayasanın yapım sürecinde bir kurucu meclisin oluşturulması da gündeme getirilmektedir.

TÜSİAD’ın yeni anayasaya ilişkin görüşlerine yönelik en çarpıcı yaklaşım Mehmet Ali Birand’ın “TÜSİAD darbeci geçmişini temizliyor” biçimindeki yorumu olmuştur (Posta, 24 Mart 2011). Birand’ın bu yorumunda TÜSİAD’ın bölünme ve irtica paranoyasından kurtulmuş bir anayasa metni önermiş olmasının etkisi büyüktür. Geçmişte darbeleri destekleyen TÜSİAD’ın bölünme ve irtica paranoyasından kurtulması ve devleti yurttaştan korumaya gereksinim duymayan bir anlayışa ulaşması Birand’ın darbe destekçisi TÜSİAD’ın -ve onun temsil ettiği büyük sermaye kesiminin- daha demokratik bir toplum düzeninin önünü açtığını düşünmesine yol açmıştır.

TÜSİAD, yeni anayasaya ilişkin yaklaşımıyla gerçekten Birand’ın söylediği gibi anti demokratik bir toplum düzenin destekçisi olmaktan çıkarak demokratik bir toplum düzenine geçişin savunucusu haline gelmiş midir?

Eğer TÜSİAD’ın yeni anayasaya ilişkin önerilerine sınıfsal perspektifinden uzak bir biçimde, kapitalist düzenin temel dinamikleri ihmal ederek bakılırsa Birand’ın düşüncelerine hak vermek gerekir. Ancak kapitalist üretim sisteminin yarattığı çıkarları taban tabana zıt sınıflardan oluşan toplum yapısı ve burjuvazinin kapitalizmi egemen kılmak için yüzyıllardır savunduğu demokrasi anlayışı dikkate alındığında Birand kadar iyimser olmak mümkün değildir.

TÜSİAD’ın yeni anayasa için savunduğu bireyin öncelenmesi, burjuva demokrasi anlayışının temel ilkelerinden biridir. Tarih boyunca burjuva devrimleri ve bu devrimlerin ardından hazırlanan anayasalarda da bugün TÜSİAD’ın savunduğu gibi bireysel haklar ön planda tutulmuştur. Ancak bireysel haklar öne çıkartılırken kolektif haklar ya yok sayılmış ya da açık biçimde yasaklanmıştır. Çünkü burjuvazinin tarihten bugüne tüm temsilcileri son derece iyi bilirler ki kolektif haklar olmadan ne kadar gelişkin olursa olsun bireysel hakları kullanabilmek mümkün değildir. Özellikle sermaye sahibi, mülk sahibi karşısında emekçiler, yasalar önünde eşit gözükseler de birey olarak hiçbir haklarını kullanamazlar. Onların haklarını elde edebilmeleri için örgütlenerek mücadele etmeleri gerekir. Tarih boyunca emekçi sınıfların örgütlü bir mücadele olmadan elde edebildikleri ve savunabildikleri hiçbir kazanım yoktur.

İşte TÜSİAD da doğal sınıf tavrı içerisinde Türkiye için önemli kabul edilebilecek bir takım hak ve özgürlükleri dillendirmekle birlikte kolektif hak ve özgürlükler konusunda -devlet memurlarının grev yasağının kaldırılmasına ilişkin öneri dışında- hiçbir öneri getirmemiştir. Dolayısıyla TÜSİAD, milyonlarca emekçi için bireysel hakların teminatı ve özgürlükçü demokrasi anlayışının göstergesi olan sendikal hak ve özgürlüklere ilişkin olarak 12 Eylül rejiminin baskıcı düzenlemelerini savunmaya devam ettiğini göstermiştir.

Sözün özü: TÜSİAD gibi bir sermaye örgütünün emekçi sınıfların hak arama yollarını savunması beklenemez. Ancak içinde bulunduğumuz süreçte özgürlükçü demokrasinin savunucusu olması gereken sendikalardan umut öylesine kesilmiştir ki demokrasi için TÜSİAD’dan bile medet umulur hale gelinmiştir(!)

18 Mart 2011 Cuma

İnsanlığın Nükleer Santrallerle (ya da Kapitalizmle) İmtihanı

18/03/2011

ÖZGÜRCE



Arap ülkelerindeki halk isyanlarının domino etkisinden söz ederken Japonya’da doğanın isyanını karşımızda bulduk…

Önce büyük bir deprem ardından tsunami onun ardından da nükleer felaket…

Ve korku filmlerini andıran bu üçleme ardından da Japon insanının kabusa dönen yaşamı…

Oysa Japonya için tüm bu hikaye başlarken beklentiler ne kadar da farklıydı…

Japon halkı 1945 yılının Ağustosunda bugünküne benzer bir felaketle karşılaşmıştı. Ancak o zaman felaketin kaynağı doğa değil, ABD’ydi. Hiroşima ve Nagazaki’ye iki atom bombası atan ABD, 100 binden fazla insanı öldürmüş, yüz binlerce insanın da sakat kalmasına neden olmuştu.

Japonya, kapitalist sistem içinde büyümek, zenginleşmek ve kendisini tüm dünyaya kabul ettirmek amacıyla -yaşadığı felaketin nedeni olan ABD’nin de yönlendirmesiyle- yeni bir üretim sisteminin geliştirilmesine ev sahipliği yaptı. Daha sonra yalın üretim veya Japon üretim modeli denilen bu sistemde amaç en düşük maliyetle en yüksek verimliliğin sağlanmasıydı. Japon işçisinin olağanüstü fedakarlığı ve çalışkanlığı sayesinde emeğin en üst düzeyde sömürüsüne dayanan bu sistem başarıya ulaştı. Japon mucizesi olarak adlandırılan bu sistemle üretilen ürünler piyasada üstünlük sağlarken, Japon ekonomisi de hızla büyümeye başladı. Emeğin ve doğanın daha fazla sömürüsüne dayanan Japon üretim modeli, 1970’lerde krize giren kapitalizm için bir kurtarıcı olarak görüldü ve tüm dünyada uygulanmaya başladı.

Japonya, II. Dünya Savaşı’nda aldığı yenilginin de vermiş olduğu hırsla kapitalist ekonomide üstün olma yarışında dünyanın ikinci büyük ekonomisi olacak kadar önemli başarı elde etti. Ancak emeğin ve doğanın sömürüsüne dayanan bu başarı, 1990’lı yıllardan sonra yaşanan krizlerle birlikte sekteye uğradı. Böylece Japon mucizesini gerçekleştiren Japon emekçiler işsizleşmeye, iş ve sosyal güvencelerini kaybetmeye ve yoksullaşmaya başladı. Japonya işçi sınıfının mücadeleci bir örgütlenmeden yoksun olması tüm bu koşullar karşısında ortaya çıkması gereken tepkiyi engelledi.

Kendisine yönelik sömürü karşısında doğa, Japon emekçisi kadar suskun kalmadı…

Bilindiği gibi Japonya, fay hatlarının en yoğun olduğu ve deprem riskinin en yüksek olduğu ülkedir. Ancak Japonya, kapitalist ekonominin kurallarına uygun biçimde rekabette öne çıkayım derken sadece emek sömürüsü üzerinden maliyetleri düşürme yoluna gitmemiş, üretim için gerekli olan enerjiyi de en düşük maliyetle elde etmeye çalışmıştır. Bu bağlamda Japonya, sahip olduğu teknolojiye güvenerek adeta doğaya meydan okumuş ve zaten her biçimde doğa ve insan için tehdit oluşturan nükleer enerji santrallerini kurmuştur. Ve işte doğa, daha fazla kâr, daha fazla zenginlik hırsıyla kendisine meydan okuyan Japonya’nın son 60 yılda gerçekleştirdiği “mucize”yi birkaç gün içinde silip atmıştır. Bugün deprem ve tsunamiden ölen on binlerce kişi yanında milyonlarca Japon ve Japonya’ya komşu ülke insanı nükleer santralin yaydığı radyasyon nedeniyle ölüm tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Japonya’nın kapitalizmin kurallarına uymak çabasıyla yaşadığı acıların daha da derinleştiği bugünlerde Türkiye Hükümeti, inatla nükleer enerji santrali kurma programını sürdürmektedir. Bu inadın gerekçesi çok tanıdıktır. Nükleer santrallerle daha ucuza elektrik sağlanarak maliyetler düşürülecek ve böylece kârlar artabilecektir. Yani Mersin Akkuyu’da ve Sinop’ta yapılması planlanan nükleer santrallerle on milyonlarca insanın yaşamının tehlikeye atılmasının tek gerekçesi daha fazla, çok daha fazla kâr hırsıdır…

Şimdi merak edilen şudur: Milyonlarca insan, bir grup sermayedarın daha fazla kâr etmeleri uğruna kendilerinin ve gelecek nesillerinin yaşamının tehlikeye atılmasına karşı mı çıkacaktır yoksa Japonlar gibi sessiz kalacak ve sıranın kendilerine gelmesini mi bekleyecektir?

Sinop ve Akkuyu’da santral kurulmasına karşı özellikle bu yörede yaşayanların yürüttükleri mücadeleler varıdır. Ancak bu son derece yetersizdir. Türkiye’nin her neresinde olursa olsun nükleer santrallere karşı topyekün mücadele yürütmek gerekir. Bu arada emek sömürüsünün de doğa sömürüsünün de kaynağının kapitalizm olduğu da unutulmamalıdır. Bu nedenle emek mücadelesinin de doğa mücadelesinin de hedefi kapitalizm olmalı ve mücadele bu hedefte birleştirilmelidir. Bu bağlamda emek mücadelesinin içerisinde bulunan herkes ve her örgüt (sendikalar, meslek odaları, siyasi partiler vs) başta nükleer santraller ve HES’ler olmak üzere doğaya yönelik sömürüye karşı mücadele içerisinde de yer almalıdır.

Sözün özü: Üretimi insan ihtiyaçlarını karşılama amacından çıkartıp kârın kaynağı haline getiren kapitalizm, emeği de doğayı da sömürmekte ve bunu yaparken Japonya’da olduğu gibi hızla insanlığın sonunu da hazırlamaktadır. Dolayısıyla kapitalizmle mücadele artık insanlığın var olma mücadelesi haline gelmiştir. Bu mücadelenin sonucunda ya insanlık kazanacaktır ya da -yerküreyle birlikte- insanlık kaybedecektir…

10 Mart 2011 Perşembe

Sendikacılar Milletvekili Olunca…

11/03/2011

ÖZGÜRCE

 Seçim süreciyle birlikte milletvekilliğinde gözü olanlar da birer birer ortaya çıkmaya başladı. Milletin vekilliğine aday olanlardan beklenen içinden gelmiş oldukları toplum kesiminin çıkarlarını parlamentoda temsil etmeleridir tabiatıyla. Belki bürokrat ve teknokrat olarak görevliyken vekil olanlardan daha farklı beklentiler de olabilir. Örneğin bir diplomatın dış ilişkiler konusunda yasama ve yürütme organlarında bilgisinden, tecrübesinden faydalanılmak istenebilir. Ama bir işadamından, bir tüccardan ya da bir işçiden milletvekili olduğu zaman beklenen, içinden geldiği kesimin çıkarlarını parlamentoda temsil etmesidir.

Bugüne kadar milletvekili olarak parlamentoya girenler içerisinde sermayedarlar ya da sermayenin temsilcisi olarak görev yapmış olanlar, iktidar partilerinde de olsalar, muhalefette de olsalar kendilerinden beklendiği gibi içinden geldikleri sermaye kesiminin çıkarlarının savunuculuğunu yapmışlardır. İşçi sınıfı içinden gelenlerin parlamentoda vekil olabilmeleri, Cumhuriyetin en başından buyana –TİP dönemi gibi- birkaç istisna dışında pek de mümkün olmamıştır. Özellikle 12 Eylül rejiminin getirdiği ve 30 yıldır bilinçli bir biçimde değiştirilmeyen yasalar nedeniyle ne işçileri gerçek anlamda temsil eden bir parti ne de gerçek anlamda bir işçi temsilcisi parlamentoya girebilmiştir.

Gerçi 12 Eylül’ün Danışma Meclisi ve Bülent Ulusu’ya kurdurulan hükümette sendikacılar bakanlık bile yapmışlardır. Daha sonraki dönemlerde de birçok sendikacı milletvekili ve bakan olmuştur. Ancak sendikacı kimliğiyle milletvekili olanların hiçbiri -Türkiye’de emekçi kesimlerin haklarına yönelik en yoğun saldırıların gerçekleştiği bu dönemde- işçilerin haklarını savunacak hemen hiçbir somut girişimde bulunmamıştır. Sendikacı kimliğine sahip milletvekillerinin parlamento içinde sergiledikleri işçi haklarını savunmaktan uzak olan bu tavrı, sendika yöneticisi olarak yaptıklarıyla değerlendirildiğimizde pek fazla çelişki içinde olmadıklarını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır.

Sendikacılıktan milletvekilliğine geçenlere bakıldığında özellikle 1990’lı yıllardan itibaren konfederasyon başkanlarının milletvekilliğine geçiş yapmalarının neredeyse bir gelenek haline geldiği görülmektedir. Hak İş Başkan’ı Necati Çelik’in 1996 seçimlerinde milletvekili olmasıyla başlayan bu süreç, DİSK Başkanı Rıdvan Budak’ın 1999 seçimlerinde milletvekili olmasıyla devam etmiştir. Türk İş Başkanı Bayram Meral de bu geleneği devam ettirmiş ve 2002 seçimlerinde parlamentoya giren konfederasyon başkanları arasına katılmıştır. 1996’da bu yana milletvekili olmadan konfederasyon koltuğunu bırakan tek kişi Türk İş Başkanı Salih Kılıç olmuştur.

Konfederasyon başkanları dışında Emin Kul (T. Denizciler Sendikası), İzzet Çetin (T. Harp İş), Enver Öktem (OLEYİS), Hüseyin Tanrıverdi (Hizmet İş), Cevdet Selvi (Petrol İş) ve Ağah Kafkas (Öz Gıda İş) gibi sendika başkanlarıyla Bekir Yurdagül, Yücel Iğdır, Mümin İnan gibi sendikaların şube ve merkez yönetimlerinde yer alan sendikacılar da milletvekilliği yapmışlardır.

12 Haziran 2011 seçimleri için -bu yazının kaleme alındığı saatlerde- DİSK başkanı Süleyman Çelebi dışında milletvekilliğine aday olacak konfederasyon başkanları konusunda henüz kesin bir bilgi edinmek mümkün olmamıştır. Ancak Türk İş başkanı Mustafa Kumlu ve Hak İş başkanı Salim Uslu’nun geleneği bozmayıp milletvekilliğine adaylıklarını açıklayacakları konusunda duyumlar alınmıştır. Bunun dışında bazı sendika başkanlarının da adaylıklarını açıklamaları beklenmektedir.

Toplumun her kesimi gibi sendikacıların da milletvekili olmak istemeleri son derece doğaldır. Ancak daha önceki sendikacı vekillerinin işçi sınıfını temsil konusundaki yetersizlikleri ve milletvekili olmak isteyen sendikacıların, sendikacı olarak sahip oldukları olumsuz sicil, emekçiler açısından önümüzdeki dönemde de karamsar bir tablonun ortaya çıkmasının habercisi olmaktadır. Öte yandan özellikle konfederasyon başkanlığından milletvekilliğine geçişin bir gelenek haline dönüşmesi, bu kişilerin yönetimleri sırasındaki icraatlarını da önemli ölçüde şaibeli hale getirmektedir.

Sözün özü: Anti demokratik bir seçim sistemi içinde toplumun çok büyük bir bölümünü oluşturan emekçilerin gerçek temsilcilerini parlamentoya gönderebilmeleri olanaksız hale getirilmiştir. Bu sistem içerisinde sendikacı olarak emekçi kesimlerin haklarını temsil edememiş olanlar, emekçilerin haklarını ortadan kaldırmaya çalışan partiler tarafından vitrin olarak kullanılmaktadır. Emekçiler bu oyunun farkına varmalı ve gerçek temsilcilerini iktidara taşıma mücadelesini önümüzdeki seçim sürecinde de daha sonrasında da sürdürmelidir(!)