27 Şubat 2009 Cuma

İşsizlik Üzerinden Oynanan Oyuna Dikkat!..

27/02/2009

ÖZGÜRCE



İşsizlik, emeğinden başka geliri olmayanlar için yaşamsal bir sorundur. Emekçi, iş bulamaz yani emek gücünü satamazsa geliri olmaz ve yaşamını sürdüremez. Emekçi için böylesine yaşamsal bir sorun olan işsizliği sermaye, yedek işçi ordusunun kaynağı olarak görür ve işsizliği emek maliyetini düşürmek, daha fazla kâr elde etmek için bir olanak olarak değerlendirir. Bu nedenle işsizliğin azaltılması ya da ortadan kaldırılmasını sermaye ve onun çıkarlarının savunucusu olan siyasi iktidarlar öncelikli bir sorun olarak görmezler. Ne zaman ki kapitalizm krize girer ve işsizlik, sermayenin çıkarlarına hizmet edecek düzeyin üzerine çıkar, işte o zaman sermaye ve onun iktidarları, işsizliği bir sorun olarak tanımlamaya başlarlar. Sermayenin işsizliği bir sorun olarak tanımlaması ve işsizliği azaltmak üzere getirilen programların emekçiler için yaşamsal olan bu sorunu ortadan kaldıracağını düşünmek, çok büyük bir yanılgı olur.Sermayenin -bugün olduğu gibi- işsizliğin önlenemez biçimde arttığı kriz dönemlerinde gündeme getirdiği işsizlik sorununu çözme söylemlerinin ardında, şu gerçekler yatmaktadır:· İşsizliğin çığ gibi büyümesi ve emekçilerin iş bulma umutlarını kaybetmeleri, sistemi sorgulamalarına neden olur. Böylece emekçilerin örgütlenme ve sermayeye karşı mücadele etme eğilimleri artar. İşsizliği önleme programları ile sorunun çözüleceği umudu yaratılarak, sisteme yönelik tepkiler yumuşatılmaya çalışılır.· İşsiz kalanlarla birlikte işini kaybetme korkusu yaşayanlar da -gelirleri olmasına rağmen- tüketimden, özellikle de kredi kullanılarak gerçekleştirilen tüketimden kaçarlar. Böylece başta konut ve otomobil olmak üzere dayanıklı tüketim mallarına talep durur. İşsizlik programları ile işini kaybetme korkusunun önlenip, tüketimin yeniden canlandırılması amaçlanır.· İşsizlik ortamını gerekçe gösteren sermaye, ücretleri baskı altına alır, esneklik uygulamalarını daha da yaygınlaştırır. Ayrıca sermaye, işsizliği önlemeye yönelik programlar ile “istihdam üzerindeki yüklerin kaldırılması” talebini gündeme getirerek emek maliyetini (ücret, sigorta primi, vergi vs.) üzerinden atmaya çalışır. Böylece sermaye, üzerinden artı değer elde ettiği emekçinin maliyetini devlet aygıtı üzerinden topluma yükler ve kârları daha da yükselmiş olur.· İşsizliği önleme söylemi, devlet üzerinden sermayeye aktarılacak olan kaynaklar için toplumu ikna etmeyi amaçlar. Özellikle toplumun yoksullaştığı kriz dönemlerinde toplumun vergilerinden oluşan devlet bütçesinin toplumsal ihtiyaçlar yerine sermayeye aktarılması, işsizlik söylemi üzerinden meşru hale getirilmeye çalışılır. Böylece kendi cebinden milyarlarca doların sermayeye aktarılmasıyla işsizliğin önleneceğini zanneden geniş toplum kesimlerinin tepki göstermeyeceği düşünülür. Bugün başta ABD ve AB ülkeleri olmak üzere tüm kapitalist ülkelerde ve tabii Türkiye’de de krizi ve krizin neden olduğu işsizliği önleme adı altında devletler aracılığı ile sermayeye trilyonlarca dolar aktarılmaktadır. Maalesef emek örgütleri henüz bu oyunun farkına varmış değildir. Bu nedenle sermayenin istekleri doğrultusunda getirilen işsizliği önleme programlarına karşı çıkmak bir tarafa, kendileri -“krizin faturasını ödemeyeceğiz” başlığı ile yayınladıkları programlarda- sermaye ile benzer talepleri ortaya koymaktadır. Sözün özü: Emeği temsil eden örgütler, henüz krizi ve kriz karşısında sermayenin oyununu algılayamamış ve hatta onun bir parçası haline gelmiştir. Emekçiler, krizin faturasını gerçekten ödemeyeceklerse, önce krizi ve kriz karşısında sermayenin izlediği stratejiyi doğru algılamalıdırlar. Aksi halde yanlış algılamalar üzerinden geliştirilecek bir mücadelenin başarı şansı olmayacaktır!

25 Şubat 2009 Çarşamba

"Baykal'ın İşsizlik Reçetesinin AKP'ninkinden Farkı Yok"


"Baykal'ın İşsizlik Reçetesinin AKP'ninkinden Farkı Yok"
Yrd. Doç. Dr. Müftüoğlu, CHP Başkanı'nın reçetesinin toplumun kaynaklarını "devlet eliyle sermayeye aktarmak" olduğunu söylüyor, "Krizin kökeninde bu var. Erdoğan, CHP'nin farklı bir şey öneremeyeceğini bildiği için meydan okudu" diyor.
BİA Haber Merkezi - İstanbul
25 Şubat 2009, Çarşamba
Tolga KORKUT - tolgakorkut@bianet.org
Marmara Üniversitesi Çalışma Ekonomisi'nden Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu CHP lideri Deniz Baykal'ın işsizliğe çare olarak önerdiği 7 maddelik reçetenin çare olmak bir yana, ekonomik krize neden olan ortamın sürdürülmesi anlamına geldiğini söylüyor.
"Krizin kökeninde, toplumun kaynaklarının devlet eliyle sermayeye aktarılması, 70'lerden bugüne gelen arz yönlü ekonomi politikaları var. Baykal bunu anlamamış görünüyor. Önerdiği, kaynakların sermayeye aktarılmasına devam etmek."
Baykal'ın önerilerinde sermaye var, emek yok
Başbakan Erdoğan'ın "İşsizliğe çaresi olan varsa açıklasın, yapamazsam siyaseti bırakırım" demesi üzerine Baykal dün açıkladığı listesinde, otomotiv ve dayanıklı tüketimde KDV'nin 6 aylığına kaldırılmasını, kur politikasının gevşetilmesiyle ihracatçının hareket alanının genişletilmesini, prim, sigorta, vergide 10'ar puan indirim yapılmasını, bankaların kredi verebilmesi için Kredi Garanti Fonu oluşturulmasını önerdi.
Müftüoğlu, bu önerilerin hepsinin sermayeye kaynak aktarımına devam anlamına geldiğini, oysa krizin kaynak yokluğundan değil, sermayenin aşırı düzeydeki kaynağı yeterince kârlı değerlendirememesinden doğduğunu vurguluyor. "Kaynak, para, büyüme var, ama istihdam artmıyor. İnsanlar satın alamıyor. Sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir parti, en azından satın alma gücünü artıracak önerilerde bulunabilirdi. Baykal sosyal demokrasinin tarihine baksa, daha iyi çözümler bulurdu."
Yok aslında birbirlerinden farkları...
Müftüoğlu, CHP'nin ve AKP'nin ekonomi politikasında çizgilerinin aynı olduğu görüşünde. "Bu yüzden CHP alternatif üretemiyor. Erdoğan bunu çok iyi bildiği için meydan okudu. Baykal'ın önerdiklerini AKP zaten yapıyor."
ABD'de de aynı
ABD Başkanı Obama'nın otomotiv sektörüne yardımı "yeniden yapılandırma" şartıyla onaylamasının benzer bir yol olduğuna dikkat çeken Müftüoğlu, "Büyük otomotiv şirketleri işçi çıkarmaya devam ediyor" diyor.
"Maliyeti topluma yıkıp işsizlikle mücadele gibi gösteriyorlar"
"Sermaye işsizliği yedek işgücü kitlesi olarak kullanır" diyen Müftüoğlu, işsizliğin doğurduğu toplumsal risklerin iktidarları ve sermayedarları ürküttüğünü, ama asıl yaptıklarının "işsizlikle mücadele" diye gösterdikleri kararlarla yükü yine topluma yıkmak olduğunu söylüyor.
"İşsizlik söylemi üzerinden, toplumun yararına bir iş yapıyorlarmış gibi, kendilerine kaynak aktarımı istiyorlar. Kısa çalışma ödeneği, sigorta primini devletin ödemesi talepleri böyle. Bunlar karşılayacak devlet parayı nereden buluyor? Toplumdan. Sermaye, artı değer elde ettiği üretimin maliyetini de topluma yıkmak, iki kere kâr etmek niyetinde."
"Toplum odaklı üretimle istihdam yaratılır"
"Daha fazla otomobil, cep telefonu, kırışıklık giderici krem üretelim, gibi tüketime odaklı yaklaşım yerine, gerçekten toplumun, insanlığın ihtiyacı olan üretim gerek. Örneğin AIDS'e karşı tedavi ilaçları gibi. Yoksulluğu ortadan kaldıracak üretim alanlarını gerçekleştirecek yapı gerek. Bu da sol düşünceyle olur. İnsanların iş kazalarında ölmedikleri, fazla çalışmaktan hastalanıp sakatlanmadıkları, insanca yaşayabilecek ücret aldıkları ortam sağlanabilir." (TK)

24 Şubat 2009 Salı

Kriz ve Sınıf




24/02/2009
Krize karşı çözüm programları sermayeyi besleme programına dönüştü. Başta ABD olmak üzere kapitalist dünyada devlet mekanizmasını elinde bulunduranlar diyor ki: Sermayeyi daha fazla besleyelim, onlar da işçi çıkartmasın, işsizlik artmasın. Krize karşı işsizliği önleme programlarının özünü oluşturan, devlet aracılığıyla sermayeyi besleme düşüncesi aslında, 1970'lerden bu yana uygulanan -sermayenin bir türlü yeterli bulmadığı- arz yönlü politikaların ta kendisidir.
1970'lerin başında girilen krize karşı Monetaristlerin ortaya attığı arz yönlü politikalar başta ABD ve İngiltere tarafından kabul görüp uygulamaya konulmuştur. Devletin geliri yeniden bölüştürme işlevini, piyasa devletinin gereklerine göre yeniden düzenleyen arz yönlü politikalarla birlikte toplumdan alınan vergiler sermayeye aktarılmış ve sosyal harcamalar kısılmıştır. 35 yıla yakın süredir uygulanan arz yönlü ekonomi politikalarının sonucunda gelir dağılımı daha da bozulmuş yoksulluk, açlık ve işsizlik yaygınlaşmıştır.
Monetaristlerin öncüsü olduğu arz yönlü politikalar ve üretim sistemini esnekleştiren uygulamalar kapitalizmi krizden kurtaramadığı gibi krizin daha da derinleşmesine neden olmuştur. 2008 krizi derinleşen bu büyük krizin sadece bir aşamasıdır. Sistemin teorisyenleri kapitalizmi giderek derinleşen bu krizden kurtarmak için hiçbir yeni öneri getirememektedir. İşte bu noktada 18 ve 19. Yüzyıllarda ve 1970’lerden buyana uygulanan insanlığı ve yerküreyi sefalete sürükleyen politikalar daha da vahşi bir biçimde uygulamaya konulmaktadır. Amaç, zaten batmış olan bir sistem içinde sömürüyü olabildiğince arttırmak ve her zaman olduğu gibi sermayenin çıkarını en üst düzeye çıkartmaktır.
2008 krizi ile çöküşü bir kez daha tescil edilmiş olan kapitalizmin vahşet dolu tarihini defalarca yenileyebilmesinin ardındaki en temel etken, işçi sınıfının sürece yeterli ölçüde müdahale edememesidir. Bu da büyük ölçüde emek örgütlerinin Marksizm’den uzaklaşması ve sistemle uzlaşı içerisine girmesidir.
Krizler içinde varlığını sürdürmeye çalışan kapitalizmin doğa ve insanlık üzerinde yarattığı vahşetten kurtulmanın tek yolu en az sermaye sınıfı kadar işçi sınıfının da mücadele tarihini anımsaması ve sınıf bilinci içinde mücadele edebilmesidir. Kriz dönemleri, işçi sınıfının tarihsel hatalarını görmesi ve bu hataları telafi etmesi için önemli bir fırsattır.
Sözün özü: İnsanlığın ve yerkürede yaşayan diğer tüm canlıların kurtuluşu işçi sınıfının krizi bir fırsata dönüştürerek yürüteceği mücadelenin başarısına bağlıdır. İşçi sınıfını temsil eden örgütler bu sorumluluğun bilinci ile hareket etmelidir…!

20 Şubat 2009 Cuma

15 Şubat Mitinginin Gösterdiği…



20/02/2009


ÖZGÜRCE


15 Şubat İstanbul mitingi, belki bildiğimiz ama pek çok zaman görmezden geldiğimiz kimi gerçekleri bir kez daha görünür hale getirdi. 15 Şubat’ta Türkiye işçi sınıfı, tüm renkleriyle ve tüm çelişkileriyle Kadıköy’deydi…Mitinge katılanlar, Kadıköy’de yapılan diğer mitingler gibi iki ayrı kolda toplandılar. Haydarpaşa tarafında Türk-İş sendikaları, Halkevleri ve EMEP, Altunizade tarafında ise KESK ve DİSK ile birlikte TKP, ÖDP ve diğer sol gruplar vardı. Yürüyüş öncesinde her iki tarafı da gezdim. Daha önceki izlenimlerim Türk-İş’in bu tür mitinglerde sembolik olarak bulunduğu idi. Örneğin 2001 krizinin en can yaktığı dönemde 14 Nisan 2001’de Türk İş’in Tandoğan mitingini izlemiştim. Son derece göstermelik, “laf olsun” diye yapılmış bir mitingdi. Türk-İş, 1 Mayıslarda da genellikle meydanda “sembolik” olarak bulunurdu. Ama bu kez ilk defa Türk-İş, 15 Şubat mitingine daha önce benim tanık olmadığım kadar büyük bir kitleyle katılmıştı. Miting öncesinde Türk-İş’in ve özellikle de Türk-İş içerisinde Türk Metal’in Ergenekon davasından yargılanan başkanı Mustafa Özbek için bu mitinge katılacakları söyleniyordu. Ama Türk-İş kortejinde hava hiç de öyle değildi. Türk Metal kortejinin önünde 20-30 kişilik Türkçülük ve Özbek sloganları atan, Özbek’in resimlerini taşıyan bir grup vardı ama onlar dışındaki Türk Metal ve Türk-İş’e bağlı diğer sendikaların üyesi on binlerce işçi; işleri, aşları için oradaydı. Kocaeli’nden, Bursa’dan, Zonguldak’tan, Çerkezköy’den, Gebze’den krizin faturasının kendilerine ödettirilmesine karşı çıktıkları için mitinge katılmışlardı. Türk Metal’li, Türkiye Maden-İş’li, Genel Maden-İş’li, Yol-İş’li, Basisen’li, Petrol-İş’li, Deri-İş’li, Hava-İş’li ve diğer tüm sendikalara üye işçilerin dilinde “AKP Hükümeti’ne, sermayeye karşı işçilerin birliği” sloganı vardı. Mitingin diğer koluna gelince; KESK ve DİSK’ten katılım Türk-İş’e göre daha azdı. Bu tarafta da dillerdeki sloganlar diğer taraftan çok da farklı değildi. Miting meydanına doğru sağlı sollu yürüyüşe geçildiğinde ortada bir yerlerde her iki tarafı da izlemeye çalıştım. Görüntü son derece ilginçti; bir tarafta ana firmalarda çalışan Türk-İş üyesi emekçiler, diğer tarafta ise yan sanayide çalışan DİSK üyeleri ile çoğunluğu kayıt dışı alanda çalışan, güvencesiz, sendikalaşma hakkı bulunmayan çeşitli sol örgütlerin üyeleri…Bugüne kadar birbirlerinden ayrı imiş gibi gösterilen, hatta birbirine düşmanlaştırılan bu iki grubun bir araya gelmesi son derece önemliydi. Bu birlikteliği sağlayan ise kapitalizmin içine girdiği krizdi. Evet, krizin hikmetine bakın ki yine kapitalizmin son derece bilinçli bir biçimde ayrı düşürdüğü bu iki emekçi kesimi krizin ateşiyle bir araya getirmişti. Miting sırasında benim de paylaştığım bir kaygı; bu iki kesimin, özellikle Özbek provokasyonu ile birbirine düşmesi idi. Ama Türk Metal kortejinin önündeki 20-30 kişilik grubun yaratmaya çalıştığı karmaşa, başta Türk Metal’in duyarlı üyeleri olmak üzere mitinge katılan emekçiler tarafından boşa düşürüldü. İlginçtir, AKP’ye karşı her fırsatı değerlendiren “muhalif” medya; AKP Hükümeti’ne yönelik en büyük eylem olmasına rağmen, 15 Şubat mitingini sermayeye, yani kendisine karşı emekçileri birleştirdiği için görmezden gelmeye çalışmıştır.Sözün özü: İşçi sınıfı, tüm kesimleriyle krize karşı mücadele iradesini 15 Şubat’ta bir kez daha göstermiştir. Şimdi bu iradeyi, işçi sınıfının tümünü kapsayan kararlı bir mücadeleye dönüştürme görevi konfederasyon ve sendika yönetimlerine düşmektedir.

17 Şubat 2009 Salı

İkinci Dünya Üniversiteler Forumu



17/02/2009 08:00


Dünya Üniversiteler Forumu’nun ikincisi Ocak ayı içerisinde Hindistan’ın Mumbai kentinde yapıldı. Ben de “Türkiye’de Üniversitelerde Yaşanan Neoliberal Dönüşüm Sürecinde Emek Örgütlerinin Yaklaşımları” başlıklı bir bildiri sunmak üzere Foruma katıldım. Birincisi İsviçre’nin Davos kasabasında yapılan Forumun bu yıl katılımcıları büyük ölçüde Afrika ve Uzak Asya ülkelerindendi. Bunların yanı sıra ABD’li ve İngiliz katılımcı sayısı da oldukça fazlaydı. Türkiye’den de benimle birlikte Anadolu Üniversitesi ve Uludağ Üniversitesinden bildiri sunmak üzere gelen katılımcılar vardı.
II. Dünya Üniversiteler Forumunda açılış bildirisini Washington Üniversitesi rektörü yaptı. Rektör sunumunda Dünya Bankası ve OECD rakamlarından yola çıkarak dünyanın önümüzdeki 20-30 yıllık dönemine ilişkin öngörülerden söz etti. Bunlar içerisinde Çin ve Hindistan başta olmak üzere özellikle forumda katılımcıları bulunan ülkelerde nüfusun yükselirken ABD ve gelişmiş Avrupa ülkelerinde nüfusun yaşlanacağı ve azalacağına vurgu yaptı. Daha sonra da tahmin edilebileceği gibi konuyu üretim ve işgücüne getirdi.
Rektörün kapitalizmin uluslararası örgütlerine referansla çizdiği tabloya göre mevcut sistemin kendisini yeniden üretebilmesi için bu “çevre” ülkelerin işgücüne ihtiyaç giderek artmaktadır. Bu da “çevre ülke” insan kaynağının “sistemin gerekleri doğrultusunda” eğitilmesini gerektirmektedir. İşte, bu noktada üniversitelere düşen görev son derece önemlidir. Üniversitelerin üzerlerine düşen bu görevi en iyi biçimde yerine getirebilmek için merkez ülkelerin üniversiteleri ile sıkı işbirliği gereklidir. Böylece dünyanın neresinde olursa olsun tüm üniversiteler sermayenin ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde tek tipleştirilecektir. Sonuç olarak da uluslararası sermaye dünyanın hangi bölgesine giderse gitsin kendisine ihtiyaç duyduğu “niteliğe” sahip, ucuz işgücü bulabilecektir. Kapitalist hegemonyanın merkezinden gelen ve konuşmasının temelini kapitalizmin kendisine biçtiği misyona bağlı kalarak yapan Washington Üniversitesi rektörü, bu düşünce bağlamında, akademik programların akreditasyonun ve öğrenci değişim programlarının altını önemle çiziyordu.
Rektörün sunumunda vurguladığı diğer bir konu ise artan nüfus ve üretim ihtiyacı karşısında enerji açığının giderek artması ve bunu engellemek üzere geliştirilecek politikalardı. Rektörün önümüzdeki yıllarda enerji ihtiyacını karşılamak üzere iki önerisi vardı. Bunlardan birincisi rüzgâr ve güneş’ten elde edilecek “temiz” enerji; diğeri ise nükleer enerjiydi. Artan nüfus ve üretim karşısında geri kalmış çevre ülkelerin temiz enerji ile bu açığı kapatmaları mümkün olmadığından bu yolla enerji elde etmek merkez ülkeler için daha uygundu. Çevre ülkelerin payına düşen ise enerji elde etmenin çevresel ve toplumsal zararı en yüksek olan nükleer enerji oluyordu. Rektöre göre bu gerçek kabullenilmeli, bilimsel çalışmalar buna göre yönlenmeli ve toplum ikna edilmeliydi.
Gerek, Washington Üniversitesi rektörü tarafından sunulan bildiriye yönelik yaklaşımlar, gerekse diğer bildirilerden edindiğim izlenim; çevre ülke akademisyenlerinin bu bildiride getirilen önerileri kabullendikleri ve hatta bunların nasıl daha etkin hale getirilebileceği üzerineydi. Forumdaki genel anlayışın dışında olan ve bu nedenle de “aykırı” bulunan iki bildiri Türkiye’dendi. Bunlardan biri Anadolu Üniversitesinden Yasemin Özgün Çakar’ın “Türkiye’de Üniversitelerde Neoliberal Dönüşüm Süreci” başlıklı bildirisi; diğeri ise benim, bu dönüşüm sürecine özellikle üniversitede yer alan emek örgütlerinin yaklaşımını içeren bildirimdi. Bu iki bildiri üzerine görüş bildirenler neoliberalizmin getirdiği olumsuzluklar konusundaki görüşlerimize katılmakla birlikte, bunun engellenemez bir süreç olduğunu dolayısıyla, buna karşı çıkmanın gereksiz olduğunu ifade ettiler.
II. Dünya Üniversiteler Forumu’na katılmanın kendi adıma önemli bir kazanımı (Hindistan’ı görmek ve Hindistanlı emekçilerle yapmış olduğum görüşmeler dışında) kapitalizmin üniversite üzerinden hegemonyasını nasıl oluşturduğuna bir kez daha tanıklık etmiş olmamdır. Her yıl dünyanın dört bir yanında II. Dünya Üniversiteler Forumundakine benzer biçimde pek çok toplantı gerçekleştirilmektedir. Birçok çevre ülkenin akademisyeni gibi Türkiyeli akademisyenler de bu tür toplantılarda kendilerine öğretilenleri gelip topluma “bilim” olarak yutturmaya çalışmaktadır. Ve maalesef bugün üniversiteler, kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda düzenlenmiş bu “bilim” anlayışı üzerinden şekillenmektedir. Özellikle neoliberal dönüşüm sürecinde üniversiteleri ticarethaneye dönüştüren, üniversite sunulan her düzeydeki emeği ise metalaştıran anlayış da yine bu “bilim” anlayışı ile meşrulaştırılmaktadır.

13 Şubat 2009 Cuma

KRİZ VE SEÇİM ÜZERİNE…



13/Şubat/2009


Özgürce

Kapitalist sistemin insanlığa refah yerine işsizlik, yoksulluk ve sefalet getirdiğinin tüm açıklığıyla ortaya çıktığı kriz dönemleri, sistem kadar bu sistemin uygulayıcısı siyasi mekanizmaların da sorgulanmasını beraberinde getirir. Dolayısıyla kriz dönemlerinde siyasi iktidarlar yıpranır ve -otoriter bir rejim yoksa- iktidarda yer alan siyasi oluşumlar tasfiye edilir. Parlamenter rejimlerde -liberal demokrasi anlayışına da uygun olarak- siyasi iktidarın tasfiyesi genellikle seçimler yoluyla gerçekleşir. Bu nedenle kriz dönemlerine denk gelen seçimler, diğer dönemlerdekine göre çok daha kritik bir hal alır.

Seçim yoluyla iktidarların devamı ya da bir iktidar değişikliği toplumun siyasi tercihi ya da tepkisinin yansıması olarak görülse de liberal demokrasilerde seçimler sadece bir aldatmacadan ibarettir. Seçimlerde toplum, kendi hak ve çıkarlarını temsil edecek bir siyasi partiyi iktidara getirmek için sandık başına gider. Ancak, bu temsil –sermayenin de çıkarına uygun olmadığı sürece- hiçbir zaman gerçekleşmez, sandıktan çıkan her zaman bir avuç sermayedarın ve sistemin savunuculuğunu yapmaya soyunmuş partiler olur. Bu nedenle iktidara aday olan siyasi partilerin, sandıkta oy kullanacak toplum kesinlerinden önce sermayedar ile sistemin ulusal ve uluslararası kurumlarından oluşan sahne arkası aktörlerin desteğini elde etmesi gerekir.

Sadece Türkiye’de değil dünyada da sahne arkası aktörlerin desteğiyle iktidarı elde eden partilere en iyi örneklerden biri AKP’dir. Aniden alınan bir erken seçim kararı üzerine 2001 krizi sonrasında içeride ve dışarıda itibar yitiren DSP-MHP-ANAP koalisyonun yerine mahkeme kapılarında kapatma davaları ile uğraşan AKP -henüz örgütlenmesi ve siyasi tabanı tam oluşmamış olmasına rağmen- tek başına iktidara ge(tiri)lmiştir. Sahne arkasındaki yerli ve yabancı aktörlerin AKP’ye desteği 2007 seçimlerinde de devam etmiş ve AKP, 6 yılı aşkın süre boyunca iktidarını sürdürmüştür.

Ancak, bir kriz döneminde AKP’yi iktidara taşıyan ve 6 yıldır orada kalmasını sağlayan sahne arkası aktörlerin AKP’ye yönelik destek yine bir kriz döneminde ortadan kalkmaya başlamıştır. Zira hemen tüm kriz dönemlerinde olduğu gibi AKP iktidarı da kendisini iktidara getirenleri memnun etmek için yollu/yolsuz uygulamalarının yarattığı toplumsal çöküntüyle birlikte toplumsal meşruiyetini kaybetmeye başlamıştır. AKP ile birlikte sistemin de sorgulanmasını istemeyen sahne arkası aktörler artık AKP’den desteklerini çekmeye ve kendi çıkarlarını daha iyi savunacak, yıpranmamış yeni bir siyasi oluşum arayışına girmişlerdir.

29 Mart yerel seçimlerine giderken karşımızda toplumsal meşruiyetini önemli ölçüde yitirmiş ve kendisini iktidara taşıyan sahne arkası aktörlerin gözünden düşmüş bir AKP vardır. AKP yönetimi ve Başbakan bu koşullar içerisinde bugüne kadar hizmet ettikleri sahne arkası aktörlerin desteğini tekrar elde edemeyeceklerinin bilincindedir. Bu nedenle AKP, seçimlerde bir hezimetle karşılaşıp iktidardan olmamak için tüm gücüyle toplumsal meşruiyeti elde etme telaşına düşmüştür. Bunu yaparken de bir taraftan Davos’taki ve IMF karşısındaki tavırlarıyla iktidarını borçlu olduğu kesimlere kafa tutar(mış) gibi yaparak milliyetçi duyguları okşamaya çalışırken diğer taraftan ise iktidarın kendisine verdiği olanaklarla bugüne kadar yoksullaştırdığı kesimlerin oylarını satın alma çabasına girişmiştir.

AKP’nin iktidar koltuğundan inmemek için gösterdiği tüm bu gayretin ne kadar işe yarayacağı tartışılır ama şu bir gerçektir ki sahne arkası aktörler, AKP’nin yerine koyabilecekleri yeni bir siyasi oluşumu henüz bulamamışlardır. Bu nedenle AKP’nin 29 Mart seçimlerinden en azından iktidardan inmesine neden olacak kadar önemli bir yara almadan çıkacağını söylemek kehanet olmaz. Ancak, 29 Mart seçimlerinin iktidarı değiştirmese de çok kısa zamanda iktidara aday olarak sahneye çıkacak yeni siyasi oluşumların belirlenmesi bakımından son derece önemli bir basamak olacağını da belirtmek gerekir.

8 Şubat 2009 Pazar

15 Şubat İçin Bir Hatırlatma!..


06/02/2009

ÖZGÜRCE

Kapitalist sistemin iflasının kapitalizmin savunucuları tarafından da kabul edilmesinin yani, kapitalizmin krizde olduğunun ilan edilmesinin üzerinden dört ay geçti. Geçen bu dört ay içerisinde sermaye, daha önceki krizlerinde de olduğu gibi krizin ideolojik yönünü örtbas etmek ve krizden doğan kâr azalmasının faturasını ödetmek üzere yine emekçinin sırtına yükleniyor. Sırtlarına yüklenen bu artı yük karşısında emekçiler büyük ölçüde örgütsüz olmaları ve mevcut örgütlerin de tutarsızlığı ve yetersizliği nedeniyle etkili bir güç oluşturamıyor ve sırtlarına yüklenen krizin yükünü üzerlerinden atamıyorlar. Gerek Türkiye’de gerekse uluslararası düzeyde sendikal örgütlenmeler kriz sürecinde şimdiye dek son derece etkisiz kaldı ve emekçilerin sendikalara güvensizliği daha da arttı. Bu güvensizliğin önemli bir nedeni –geçen hafta bu köşede belirtmeye çalıştığım gibi- sendikaların krize karşı açıkladıkları programların içeriği ve mücadele iradesinin eksikliğinden kaynaklanıyordu. Bunun yanında önemli bir başka neden de emek örgütleri arasındaki uyumsuzluk ve dayanışma eksikliğiydi. Özellikle 2008 Mart ayında SSGSS’ye karşı bir araya gelindiği görüntüsüyle oluşan olumlu tablonun Emek Platformundaki kırılma ile bozulması ve SSGSS mücadelesinin bu nedenle başarısızlığa uğraması emek örgütlerine güvensizliğin en üst düzeye çıkmasına neden olmuştu.Ancak, Türkiye’nin en büyük üç emek örgütü KESK, TÜRK İŞ ve DİSK “Krizin bedelini ödemeyeceğiz, işsizliğe ve yoksulluğa karşı birleşik mücadele!” sloganıyla 15 Şubat’ta İstanbul’da bir miting çağrısında bulundu. Çağrıyı yapan örgütlerin tek tek ya da birlikte sergiledikleri olumsuz mücadele örneklerine rağmen bu çağrının bir nebze de olsa mücadele umutlarını canlandırdığını düşünüyorum. Emekçilerin umutlarını canlandıran bu girişim, krizin daha da derinleşeceği önümüzdeki dönemde son derece kritik bir dönemeç olacaktır. Bu dönemeçte emekçilerin mevcut emek örgütlerine olan güvensizlikleri bir ölçüde de olsa yamanacak ve Türkiye’de emek mücadelesi kendisini yenilemiş mevcut yapılarla yola devam edecek ya da mevcut yapılara güvensizlik geri dönülemez biçimde derinleşecektir. İkinci olasılığın gerçekleşmesi yani, mevcut sendikal yapıların “umut” olmaktan çıkması gecikme ile de olsa emekçilerin mevcut sendikal yapıları tasfiye edip kendilerine alternatif örgütlenmeler bulmaları ile sonuçlanacaktır. Sözün özü: Ey sendikaların değerli yöneticileri; kendinizi “bulunmaz Hint kumaşı” zannetmeyin..! Emekçilerin sizin arkası boş girişimlerinizle avunacak hali kalmadı. Eğer, 15 Şubat’ı bundan önce pek çok kez yaptığınız gibi “görüntüyü kurtarmak”, “emekçileri oyalamak” için yapıyorsanız ve 15 Şubat mitinginin gerçekleşmesi ve ardından gelen sürece sahip çıkmayacaksanız gelin şimdiden samimi olmadığınızı ilan edin, bu işten vazgeçin. Çünkü emekçiler bu kez de, tarafınızdan aldatıldıklarını düşünürlerse, sizi (yasalara, sermayeye ve hükümete rağmen) tarihin çöplüğüne gömecek ve mücadelelerini yeni yapılanmalarla sürdüreceklerdir. Benden söylemesi!..