24 Ekim 2008 Cuma

Kriz Karşısında Sendikalar Ne Yapıyor? (II)

Özgürce
24/10/2008


Geçen hafta bu köşede işçi ve kamu çalışan konfederasyonlarının krize yönelik açıklamalarına yer vermiş ve bunlardan hiç birinin kriz karşısında emekçilerin haklarını koruma konusunda herhangi bir somut öneri getirilmediğini, pasif konumlarını sürdürdüklerini vurgulamıştım. Ayrıca, krizin getireceği yıkım karşısında emekçiler için tek çıkış yolu olan birlikte mücadele konusunda konfederasyonlar böylesine pasifken umutlu olamadığım görüşümü de ifade etmiştim.Geçen bir hafta içerisinde konfederasyonlardan krize karşı yeni bir haber gelmedi. Ancak ETUC (Avrupa İşçi Sendikaları Konfederasyonu), Türk-İş, Hak-İş ve DİSK ile ortaklaşa bir konferans düzenlendi. Konferansın adı oldukça uzun ve ilginç: “Sivil Toplum Diyalogu-Ortak Çalışma Kültürü Aracılığı ile Avrupa Birliği ve Türkiye’den İşçileri Bir Araya Getirmek”. Avrupa ülkelerinden bazı sendikaların da katıldığı konferans “işçiler bir arada” adlı bir proje kapsamında yapılıyor. 22 ay sürecek proje için AB fonlarından 3 milyon avro ayrılmış. Başlangıçta KESK de bu projenin içindeymiş ama sonra çekilmiş.Kongrede söz alan konfederasyon yöneticileri kriz konusuna değinmiş ve geçen haftaki yazımda da yer verdiğim konfederasyonlarının resmi düşüncelerini tekrarlamışlar. ETUC Genel Sekreteri John Monks’da benzer biçimde krize karşı işçilerin birliğinden söz etmiş. Aslında benzer bir vurguyu Çalışma Bakanı Faruk Çelik de dillendirmiş.Uzun lafın kısası biz “sendikaların krize karşı mücadele stratejileri yok, emekçilerin birliği konfederasyonların bu zihniyetiyle sağlanamaz” diye dertlenirken onlar ETUC ve bakanın da katılımıyla bunu en üst düzeyde sağlamışlar bile(!)Evet, görüntü bizim boşa endişe ettiğimiz yönünde… Ama gelin görün ki yine de cevabını bulamadığımız bir takım sorular var. Bunlardan birincisi konfederasyonları bir araya getiren ve gerçekten işçi sınıfının en temel ve en acil ihtiyacı olan uluslararası dayanışmayı çağrıştıran bu proje ile ilgili. Her şeyden önce kapitalizme, emperyalizme karşı işçi sınıfının enternasyonel birliği bir proje ile sağlanabilir mi? Acaba Marx “dünyanın bütün işçileri birleşin” dediğinde aklına bunun bir proje konusu olabileceği gelmiş midir? Hadi Marx’a kadar gitmeyelim, kriz karşısında işçilerin haklarını çıkarlarını korumak üzere gerekli bir mücadelenin projelendirilerek gerçekleştirilebileceğini samimi olarak düşünen, buna inanan aklı başında bir tek kişi var mıdır?Hele ki bu proje, hemen tüm belgelerinde “serbest piyasa ekonomisine işlerlik kazandırmayı” temel hedef olarak kabul etmiş AB tarafından gerçekleştiriliyorsa… Nasıl oluyor da temel hedefi serbest piyasa olan AB, serbest piyasa anlayışından kaynaklanan bir kriz karşısında işçilerin mücadele etmesi için para ayırıyor, işçiler birlik olsun diyor?AB ve ETUC, Avrupa ve Türkiye işçi sınıfıyla dalga geçiyor…!Bu nereden mi belli? Sadece aklı başında tek bir kişinin bile inanmayacağı bu projeyi ortaya getirdiği için değil, düzenlediği konferansa verdiği isimden de belli. Neydi konferansın ismi: “Sivil Toplum Diyalogu-Ortak Çalışma Kültürü Aracılığı ile Avrupa Birliği ve Türkiye’den İşçileri Bir Araya Getirmek”. Kim sivil toplum, işçi sınıfı mı? Anlaşılan, AB yine işçi sınıfını, sivil toplum; sendikayı, sivil toplum örgütü olarak yutturmaya çalışan anlayışını burada da ortaya koymuş. Tabi ki sendikaları işlevsizleştirme aracı olarak hiç vazgeçemediği “diyalog” söylemiyle birlikte… Bunun üzerine bir de “ortak çalışma kültürü” diye bir şey uydurmuş. Kapitalist üretim tarzında emek vardır sermaye vardır. Sermaye emeği sömürmeye çalışır emekte buna karşı mücadele eder. Emekçi bu mücadeleyi yürütürken tek bir kültürü vardır; o da “işçi sınıfı kültürü”dür. İşçilerin uluslararası dayanışması da gerçekleşecekse yine bu kültür çerçevesinde gerçekleşir.Cevabını aradığım diğer soru da şudur: Türkiye’de işçi sınıfını temsil ettiğini iddia eden üç işçi konfederasyonun temsilcileri, AB’nin 3 milyon avroluk projesinin altında sevgili bakanlarını da yanlarına alarak “kriz için birlik” nutukları atarken, tam da aynı saatlerde kriz gerekçesiyle enflasyonun altında ücret dayatılan, çalışma koşulları esnekleştirilen; işten çıkartma ve ücretsiz izin ile tehdit edilen işçilerin mücadelesinde neredeler? Bakın, Birleşik Metal İş MESS’e karşı bir mücadele yürütüyor. Türk Metal’e üye işçiler Bosh’da, Tofaş’ta, Ford’ta “sendikalarına rağmen” mücadele gayreti içinde. Bunlar dışında aylardır sendikalı olabilmek için direnen işçiler var. Konfederasyon yöneticileri olarak onların yanında oldular mı hiç? Kendi konfederasyonlarınızdaki sendikaların birbiri ile dayanışması için ne yaptılar şimdiye kadar? SSGSS, İstihdam Paketi daha birkaç ay önce önlerinden geçip giderken, bakanın yanında poz vermek dışında ne yaptılar bu süreçte? Neredeydi birlik, mücadele anlayışları? AB projesi olunca, “sivil toplum”, “diyalog” denilince hemen koşup otel lobilerine sendikacılık yapmayı pek de iyi bilirler ama..!Her geçen gün emekçiler çok daha kötü koşullara sürükleniyor. Türkiye işçi sınıfının bu tutarsız, samimiyetten uzak tutumlarla kaybedecek vakti kalmadı!.. Konfederasyon yöneticilerine ya oturduğunuz koltukların gereğini yerine getirin ya da bırakıp gidin demenin zamanı gelmiş de çoktan geçmektedir bile!..

20 Ekim 2008 Pazartesi

Kriz Karşısında Sendikalar Ne Yapıyor?


17/10/2008
ÖZGÜRCE

Kriz karşısında sendikalar ne yapıyor?Geçen hafta bu köşede dalga dalga yayılan ve emekçiler için büyük bir yıkımı da beraberinde getiren kriz karşısında sendikaların tepkisizliğini eleştirmiştik. Bu hafta içinde nihayet bazı konfederasyonlardan krize yönelik açıklamalar geldi. Kriz üzerinde açıklama yapan konfederasyonlardan biri Türk-İş’ti. Türk-İş Başkanlar Kurulu 14 Ekim Salı günü yaptığı açıklamada, krizin faturasının emekçilere çıkartılmaması gerektiği, Türk işçisinin fatura ödemekten usandığı ifade ediliyor. Ayrıca, krizin yakından izlenmekte olduğu ve krizin etkilerinin işsizleştirme ile aşılmasına yönelik her hamlede aktif tavır alacağı söyleniyor. Ama bu aktif tavrın ne olacağı konusunda hiçbir açıklama yapılmıyor. Yani Türk-İş, kriz karşısında yapılması gerekenler konusunda ne somut bir öneri getiriyor ne mücadeleye yönelik kendisine herhangi bir görev biçiyor.Hak-İş’te de krize yönelik olarak 14 Ekim günü Genel Başkan Salim Uslu tarafından bir açıklama yapıldı. “Kriz Ticareti Yaparak İşçinin Hakkına Göz Dikenler Var” başlığı ile yayınlanan açıklama oldukça ilginç. Tüm dünyanın krizle çalkalandığı, sistemin en ateşli savunucularının dahi krizi kabullendiği bir ortamda Hak-İş “aslında bir kriz olmadığı” düşüncesini savunmuş. Hak-İş’e göre ortada bir kriz yoktur, bazı işverenler kriz söylentisi yayarak, işçinin haklarına göz dikmektedir. “Artık yağma yok pamuk eller cebe” ifadesiyle biten bildiride yağmanın nasıl engelleneceği, bunun için nasıl bir mücadele yürütüleceği konusuna ise hiç değinilmemiştir.DİSK, krize yönelik son açıklamayı yaklaşık üç hafta önce yapmıştı. 24 Eylül günü Genel Sekreter Tayfun Görgün tarafından yapılan açıklamada, kriz ve krizin emekçileri olumsuz etkileyeceği yönündeki tespit yapıldıktan sonra, buna karşı yapılması gerekenler sadece işçi sendikalarının ve sol güçlerin örgütlü hareketinin kaçınılmaz olduğundan söz ediliyor. Ancak, bu hareketin nasıl gerçekleşeceği, DİSK’in bu hareketin neresinde olacağı, hangi örgütlenme ve mücadele stratejisi izleyeceği konusunda en ufak bir ifadeye dahi yer verilmiyor. Sendikalardan gelen kriz açıklamalarının en ilginci kuşkusuz T. Kamu-Sen’den gelen açıklamadır. Sadece Türkiye değil dünya sendikal tarihine geçecek açıklamasında Kamu-Sen, kriz karşısında yapılması gerekenler konusunda bir dizi öneri sıralamıştır. “Sosyal sorumluluk bilinci içerisinde vatandaşlarımızı uyarmayı görev olarak görüyoruz…” denilerek sıralanan önerilerde sebze ve meyvelerin kap içinde yıkanmasından, yemeklerin düdüklü tencere ile pişirilmesine, otomobillere bakım yaptırılmasından alışverişin nereden yapılacağına, yastık altındaki paranın nasıl değerlendirileceğinden kredi kartı kullanımından uzak durulmasına kadar birçok konuya yer verilmiştir (Bu arada Kamu-Sen’in yıllardır üyelerine Vakıf Bank’ın üzerinde sendikanın logosu bulunan kredi kartını dağıttığını hatırlatmak gerekir). Yani Kamu-Sen, bir sendika olmaktan öte bir “tüketici derneği”ne yakışan formatla krize yönelik sendikal bir mücadele yürütmeye niyeti olmadığını ortaya koymuştur.Benim de üyesi olduğum KESK, Memur-Sen gibi krizi gündemine dahi almamıştır. Hükümetle yakınlığından dolayı Memur-Sen’in kriz karşısında AKP’den farklı düşünmediğini kriz karşısında da hiçbir şey yapmayacağını tahmin etmek zor değildir. Ancak, Türkiye sınıf mücadelesi tarihinde son derece önemli bir yere sahip olan ve uzun yıllar Türkiye’de toplumsal mücadelenin önünde yer almış KESK’in kriz karşısında hiçbir tepki, görüş, plan ortaya koymaması anlaşılır gibi değildir(!) Görüldüğü gibi Türkiye’de işçi ve kamu emekçi sendika konfederasyonlarının hiç biri kriz karşısında somut bir öneri ortaya koymamış, kendisine bu süreçte herhangi bir rol biçmemiştir. Daha açık bir ifade ile emekçiler için bir yıkıma dönüşebilecek bir kriz karşısında mevcut konfederasyonların mücadeleye niyeti yoktur. Örgütlü bir mücadele gücü oluşturmadan krizle karşılaşmak, emekçiler için önümüzdeki dönemin son derece karanlık olacağının da habercisidir.Konfederasyon yönetimlerinden kaynaklanan bu karanlık ortamda sendikalar içerisinden karanlığı bozmak üzere çıkacak sesler son derece önemli hale gelmiştir. Bu bağlamda, Petrol-İş Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın’ın bu süreçte emek örgütlerine ortak bir mücadele stratejisi belirlemeyi öneren çağrısı son derece anlamlıdır. Ancak, yukarıda da ortaya koymaya çalıştığım anlayışa sahip konfederasyon yönetimleri var olduğu sürece Öztaşkın’ın çağrısının yaşam bulmasının pek de mümkün olduğunu düşünmüyorum. Bu çağrının yerini bulması için mevcut anlayışın, sınıfsal bir yaklaşımla milyonlarca emekçiyi kucaklayacak ve mücadeleye yönlendirecek bir anlayışa dönüşmesi gerekir. Türkiye işçi sınıfının konfederasyonlardaki mevcut anlayışı dönüştürecek güce sahip olduğuna kuşku yoktur. Ancak bunun için zamanın giderek daraldığını hatırlatmak gerekir.

12 Ekim 2008 Pazar

Kriz dalgasına karşı mücadele dalgası!..


10/10/2008
ÖZGÜRCE

Kriz, kapitalist dünyada dalga dalga yayılıyor. Kapitalizmin hegemon devleti ABD, kriz karşısında çaresiz. AB de bu kriz karşısında ne yapacağını bilemiyor. Yıllardır kapitalizmin kalesi, kontrol merkezi olarak mitleştirilen uluslararası finans kurumlarının çabaları da hiçbir sonuç vermiyor. Küresel kapitalizm masallarıyla uluslararası sermayenin çıkarlarını halkına dayatan hükümetler de dut yemiş bülbüle dönmüşler. Uzun sözün kısası, tüm kurtarma çabalarına karşılık denizci tabiriyle kapitalizm “kıçının üstüne oturmuş” durumda.Kapitalizmin bu “içler acısı” hali maalesef yine dönüp dolaşıp kapitalist sömürünün kurbanı emekçileri vuruyor. İlk darbeyi ABD’li emekçiler aldı. ABD’de finans sistemindeki çöküşle birlikte on milyonlarca emekçinin gelecek güvencesinin yatırıldığı emeklilik fonları büyük ölçüde eridi. Yani, emekli olmak isteyen emekçiler “kusura bakmayın, emeklilik fonlarınızı yatırdığımız kağıtlar battı, sizin birikimleriniz de uçtu gitti” cevabını alıyorlar. Türkiye’deki emekçiler bu konuda daha şanslı. SSGSS tam olarak uygulamaya girmediği için henüz emekçilerin az bir bölümü (yaklaşık 1.6 milyon kişi) emeklilik fonu tuzağına düşmüş durumda.Ama krizin emekçilere tek etkisi, emeklilik fonlarının batması değil şüphesiz. Esas etki finans sektöründen başlayan ve üretim alanına da yayılmakta olan iş durdurma, iş yavaşlatma ya da işten çıkartmalar. ABD’de finans sektöründe istihdam edilenlerin çok önemli bir bölümü işsiz kaldılar bile. Avrupa’dan da sürekli (özellikle otomotiv sektöründe) iş durdurma, işten çıkartma haberleri geliyor. Bu dalga çok yakın bir zamanda Türkiye’ye de gelecek ve maalesef pek çok işkolunda emekçiler işsiz kalacak. İşsizlik, kapitalist sistemde emekçinin karşılaşabileceği en büyük sosyal risk. Hele ki sosyal güvenlik sistemi böylesine darbe almışken... Ama krizden etkilenen sadece işsiz kalanlar olmayacak elbette. Sermaye, krizi bahane ederek çalışma koşullarının daha da esnekleştirilmesini, ücretlerin ve sosyal hakların düşmesini dayatacak. Bugünlerde MESS’le sürdürülen metal sektörü toplu iş sözleşmelerinde yaşanan tam da budur. Aynı sürecin diğer işkollarında da yaşanacağına şüphe yoktur. Emeklilik fonlarının yok olması, işsizlik, daha düşük ücrete razı edilme… Tüm bunların getireceği emekçilerin daha fazla yoksullaşması, daha güvencesiz hale gelmesi ve daha fazla sömürülmesidir. Yani, kapitalizm kendi çelişkileri yüzünden krize girerken bunun faturasını ödeyen yine emekçiler olmaktadır. Peki bu emekçinin kaderi midir? “Kıç üstüne oturmuş” kapitalizmi, yani emeğini sömürmek üzerine kurulmuş bir sistemi kurtarıp tekrar yüzdürmekten, bunun için acılar çekmekten başka çaresi yok mudur emekçinin?19. yüzyılda işçi sınıfı mücadeleleri ve bilimsel sosyalizm, sömürülmenin emekçi için kader olmadığını ortaya koymuştur. Bunun için gerekli olan 1) sınıf bilincidir, 2) sınıf bilinci içinde dayanışma ve mücadeledir, 3) sınıf dayanışmasını ve mücadeleyi enternasyonal düzeyde gerçekleştirmektir. Birbirini tamamlayan bu üç etken gerçekleşebilirse, kapitalizm bir kez daha sömürdüğü emekçilerin omzunda onları tekrar sömürmek için yükselemeyecektir. Gelin görün ki Türkiye’de sendikalar henüz bunun “farkında” değildir. Bakınız, bugüne kadar hiçbir işçi-memur konfederasyonundan kriz üzerine bir açıklama, yorum gelmemiştir. Kriz koşullarında ne yapacaklardır sendikacılar? Temsilcisi olduklarını iddia ettikleri emekçilerin kriz karşısında nasıl bir tavır almasını sağlayacak, onların haklarını nasıl savunacaklardır? Bu soruların hepsi cevapsızdır. Anlaşıldığı kadarıyla “patronumu seviyorum” sendikacılığı devam etmektedir(!) Oysa, Avrupa’nın pek çok ülkesinde sendikalar mücadele sürecine başlamıştır. İçinde bulunduğumuz hafta Belçika’da, Fransa’da, Yunanistan’da sendikaların çağrısıyla emekçiler, kriz gerekçesiyle dayatılan koşulları kabul etmedikleri için genel grevlerle yaşamı durdurmuştur. Kriz konusunda hükümetlerin politika belirledikleri bir dönemde bu uyarı eylemleri son derece anlamlıdır. Ayrıca dünyayı, insanlığı felaketten felakete sürükleyen sermaye sınıfının karşısında işçi sınıfının da olduğunu; insanlığın kapitalizme mahkum olmadığını (belki de önce işçi sınıfının kendisine) hatırlatmak ve giderek yaygınlaşacak mücadele sürecinin habercisi olması bakımından da bu grev dalgası son derece önemlidir.Sözün özü: İşçi sınıfı, ne kendisini sömürmek üzere kurulmuş kapitalizmin yarattığı acıları çekmek zorundadır, ne de kapitalizmi içine düştüğü bataktan kurtarmak için fedakarlık yapmak zorundadır. Çare, dalga dalga yayılan kriz karşısında, dalga dalga yayılan işçi sınıfı mücadelesidir. “Emeği temsil ediyoruz” diyerek mücadeleyi engellemeye çalışanlar ise eninde sonunda bu dalganın altında kalacaktır(!..)

7 Ekim 2008 Salı

AB'nin Paraya Demokrasi Oyunu...


07/10/2008 08:00

Kapitalizmin ve onun en önemli merkezi Avrupa’da krizin ayyuka çıkmasından hemen önce AB, aday ülkelere 2008-2010 döneminde 4.5 milyar euro yardım yapacağını açıklamış. Türkiye yardım için belirlenen miktardan aslan payını alıyormuş. Türkiye’ye bu çerçevede 1.8 milyar euro yardım aktarılacakmış.
Peki Türkiye’ye bu yardım hangi amaçla veriliyormuş?
Efendim, Türkiye'ye verilmesi düşünülen 1.8 milyar euroluk yardımın “temel hak ve özgürlükler, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlık haklarının teminat altına alınması amacıyla, kurumların istikrarını sağlamak için kullanılması” amaçlanıyormuş.
Yardım için belirlenen gerekçe oldukça anlamlı elbette. Gerçekten Türkiye’de temel hak ve özgürlükler konusunda da, insan hakları ve azınlık hakları konusunda da çok ciddi sorunlar mevcut. Elbette bu sorunların temel kaynağı da demokrasi ve hukuk üstünlüğü anlayışındaki sakatlıklar.
Yardımın gerekçesi anlamlı da burada anlamakta zorlandığımız nokta; Türkiye’nin bu en temel sorunun para ile nasıl aşılacağı. Tamam, biz kabul etmesek de kapitalizm sayesinde her işin başının para olduğu pek çok toplumda kabul gören bir mittir. Ayrıca, demokrasi sorunun temelinde ekonomik etkenler olduğu da doğrudur. Ama bunlar yine de 1.8 milyar euro ile Türkiye’de demokrasi ve insan hakları sorununun aşılacağı konusunda bizi ikna etmez.
Zira, demokrasi ve insan hakları sorunun ardındaki ekonomik etkenleri öyle 1.8 milyar ya da 1.8 trilyon euroyla aşmanız mümkün değildir. Eğer parayla demokrasi olsaydı bugün, ABD’de demokrasi olurdu. Ama gelin görün ki kapitalizmin (şimdilik) egemen devleti, en büyük ekonomik güce sahip ülkesinde ne demokrasiden ne insan haklarından ne de hukukun üstünlüğünden bahsedilebilir. Demokrasi – ekonomi ilişkisi parayla değil doğrudan ekonomik sistemle ilgilidir. Eğer üretim süreci başta olmak üzere tüm toplumsal ilişkilerde bir azınlığın sömürüsüne dayalı bir ekonomik sistem içerisindeyseniz istediğiniz kadar para harcayın demokrasiyi, insan haklarını sağlayamazsınız. Demokrasiyi ve insan haklarını gerçekten teminat altına almak isteniyorsa, gerekli olan sömürünün olmadığı sınıfsız bir topluma ulaşmak için mücadele etmektir.
Hal böyle iken Türkiye’de demokrasi ve insan haklarını tesis etmek üzere büyük ölçüde Avrupalı emekçilerin vergileriyle oluşturulmuş bir kaynaktan neden para aktarılmaktadır?
Şunu hemen belirtmek gerekir ki Avrupa işçi sınıfı mücadeleleri ve reel sosyalizmin tehdidi ile demokrasi ve insan hakları konusunda diğer kapitalist ülkelerden ileri bir aşamaya gelmiştir. Ancak demokrasi konusunda Avrupa’nın görece üstünlüğü AB’nin de önemli katkılarıyla 1980’lerden bu yana etkin biçimde uyguladığı yeni liberal politikalarla önemli ölçüde aşınmıştır. Yani, demokrasi ve insan hakları artık, AB ülkeleri için de son derece ciddi bir problem haline gelmiştir.
O halde AB’nin Türkiye ve diğer aday ülkelere yönelik bonkörlüğünün ardında başka nedenler aranması son derece doğaldır. Bunun için öncelikle bu parayı kullanacak olan ve yardımın verilme gerekçeleri içinde istikrarının sağlanması hedeflenen kurumlara bakmak gerekir.
Bu kurumlar hangileridir? Akla iki seçenek geliyor. Bunlardan birincisi, ülkede demokrasinin hukukun üstünlüğünün doğrudan tarafı olan Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı ile bunların kurumlarıdır. Söz konusu paranın bu kurumların mevzuatının ya da personelinin demokrasi ve insan hakları konusunda eğitilmesi kullanılacağı düşünülebilir. Belki buna okullarda demokrasi ve insan hakları eğitimlerinin verilmesi de eklenebilir. Ama eğitimle demokrasi anlayışını kazandırmak son derece romantik bir yaklaşımdır ve gerçekleşmesi mümkün değildir. Diğer seçenek ise çeşitli toplum kesimlerini temsil eden ya da temsil ettiğini iddia eden ve sivil toplum kuruluşu olarak da tanımlanan kurumsal yapıların kastedildiğidir. Bunlar içinde ilk akla gelenler sendika, meslek örgütü, hemşeri dernekleri, dernek ya da vakıf adı altında faaliyet gösteren tarikat ve cemaatler gibi yapılardır. Bunların kendilerine verilen para ile demokrasi ve insan haklarını nasıl tesis edecekleri de doğrusu meraka şayandır.
Neresinden tutulursa tutulsun AB’den aktarılan paranın belirlenen amaca hizmet etmeyeceği açıktır. O halde Türkiye için önemli sayılabilecek bu paranın aktarılmasının gerçek nedeni nedir? Bugüne kadar benzer uygulamalardan yola çıkarsak demokrasiyi, insan haklarını geliştirmek görüntüsü altında ve fon adıyla verilen yardımların adresinin sendikalar, meslek odalarını kapsayacak biçimde STK olarak adlandırılan kurumlar olduğu görülmektedir. Bu kurumlar içerisinde sadece fon almak için kurulmuş olanlar bulunduğu gibi varlığını büyük ölçüde AB fonlarıyla sürdürenler de vardır. Yani, AB fonları bu kurumların amaçlarını gerçekleştirmek için bir araç olmaktan çıkıp varlık amacı haline gelmiştir.
AB’nin aday ülkelere demokrasi ve insan hakları gibi konularda yardım ve diğer biçimlerde kaynak aktarmasının ardındaki esas amaç “imaj”dır. AB “uyum süreci” adı altında dayattığı yeni liberal politikalara karşı toplumsal tepkiyi ortadan kaldırmak üzere STK olarak tanımladığı ve içerisinde sendikaların da yer aldığı örgütleri kendisine bağ(ım)lı hale getirmeyi amaçlamaktadır. Bunun için de Avrupalı emekçilerden almış olduğu paralar ile “bonkörce” yardımlar yapmaktadır. Doğrusu AB’nin bu stratejisi önemli ölçüde başarıya da ulaşmaktadır. Emekçilerin haklarını çok önemli ölçüde ortadan kaldıran 4857 sayılı İş Kanunu ya da 5510 sayılı SSGSS ve benzeri pek çok yasal düzenlemenin AB’ye uyum gerekçesiyle çıkartılması bunlara karşı sendikaların gerekli mücadeleyi göstermemesi bunun için en çarpıcı örneklerdir.

3 Ekim 2008 Cuma

Kriz Kimi Ne Kadar Etkiler?


ÖZGÜRCE
03/10/2008

Yaşamakta olduğumuz krize finansal kriz ya da ekonomik kriz demek yetersiz bir tanımlamadır. Zira, krizin boyutları ekonominin tanımladığı alanın çok daha ötesindedir. Kriz, topyekun kapitalist sistemin krizidir. Yani, sadece ekonomik boyutuyla değil, siyasi ve ideolojik olarak da krizdedir kapitalizm. Krizin etkilerinin hangi boyutta olacağı, kimi hangi ölçüde etkileyeceği sadece Türkiye’de değil kapitalist sistemi benimsemiş ülkelerin tümünde yanıtı aranan soruların başında gelmektedir.Krizin kimi hangi ölçüde etkileyeceği her şeyden önce yaşadığınız ülkenin kapitalizme bağımlılık düzeyiyle doğrudan ilişkilidir. Yurttaşı olduğunuz ve yaşadığınız ülkenin kapitalist sistemle ekonomik ve siyasi entegrasyonu ne ölçüde ileri ise krizden etkilenmenin ölçüsü de o derecede ağır olacaktır. Bir ülkenin kapitalist sistemle entegrasyonunun düzeyini anlamak için en kolay yol, o ülkenin ekonomik ve siyasi olarak kapitalizmin egemen güçlerine ne ölçüde bağımlı olduğuna bakmaktır. Eğer sizin ülkenizin hükümeti, siyaseten kapitalizmin egemen devleti ABD’ye bağımlı bir konumdaysa ve/veya AB, Dünya Bankası, IMF ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlarla ilişki içine girmiş ve ekonomisini onlarla yapılandırmışsa krizden olumsuz etkilenme olasılığınız son derece yüksektir.Çünkü bu ülke ve kurumsal yapılarla girilen ilişkilerde siyasi ve ekonomik entegrasyon temel amaçtır. Ve bu ilişkilerin ilerlemesi üretimin, ticaretin, kamu yönetiminin ve diğer tüm alanların yeni liberal politikalar doğrultusunda yapılanmasını sağlar. Bu bağlamda, kamu işletmeleri, bankalar özelleştirilir; eğitimden sağlığa sosyal güvenliğe kadar tüm kamu hizmetleri piyasa koşullarına göre yapılanır; yabancı sermaye hemen her alanda önemli pay edinir; enerji başta olmak üzere pek çok üretim ve tüketim malında dışa bağımlılık üst düzeye çıkar. Bunun ötesinde toplum, ideolojik olarak kapitalimin alternatifsiz olduğuna inandırılır. Kapitalizmin ideolojik egemenliğini sağlamak üzere sistemin ezdiği kesimlerin temsilcisi sendikalar ve siyasi partilerin sistemle uzlaşması sağlanır ve bu yolla toplumsal tepkiler engellenir. Dahası üniversiteler ve bilim kapitalist ideolojinin ablukası altına alınır ve kapitalizmin tüm pislikleri burada meşru hale getirilir. Evet, yaşadığınız ülke yukarıdaki tariflere ne kadar uygunsa kriz karşısında işiniz o kadar zor demektir. Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki yaşamış olduğunuz ülkenin kapitalizme bağımlılığı kadar sizin bağımlılığınız da krizden etkilenme düzeyinizde son derece önemli bir belirleyicidir. Bireylerin kapitalist sisteme bağımlılığının iki yönü vardır. Bunlardan biri üretim ya da hizmet sunum sürecindeki konumu diğeri ise tüketici konumudur. Kapitalist üretim sürecinde bireysel olarak herhangi bir konum belirlemek çok mümkün değildir. Ancak üretim süreci üzerinde söz sahibi olabilmek sınıfsal bir bilinç içerisinde gerçekleşecek örgütlülük sayesinde mümkün hale gelebilir. O halde kapitalist sömürünün farkında olan ve buna karşı örgütlü mücadele içine girmiş olanlar en azından kriz ile dayatılacak koşullar karşısında direnç göstererek olumsuz etkiyi azaltabilir. Tüketim üzerinden kapitalist sisteme bağımlılık, sisteminin tüketim tuzağına düşülmesiyle olur. Kapitalizmin son 30 yıldır emek maliyetlerini düşürmek üzere izlediği düşük ücret politikasının ürün talebine olan olumsuz etkisini gidermek üzere iki önemli araç geliştirilmiştir. Bunlardan birincisi reklamcılıktır. Tüketim ihtiyacı yaratma işlevini yerine getiren reklamlar sayesinde yeni talep yaratılması sağlanmıştır. Bu talebin tüketime dönüşmesi için kullanılan diğer araç ise kredi mekanizmasıdır. Cebinde parası olmayanların borçlanarak tüketim yapmasını sağlamayı amaçlayan kredi sistemi son derece kolaylaştırılmış ve çoğu gerçek olmayan, reklamlarla yaratılmış ihtiyaçların bu yolla karşılanması sağlanmıştır. Özellikle orta ve düşük gelir gruplarını yani emekçi kesimleri hedefleyen bu tüketim arttırma yönteminin tuzağına düşmüşseniz yani, kredi kartı, otomobil, konut kredisi vs ile borçlanarak bankalar aracılığı ile kapitalizme bağımlılığınızı sıkılaştırmışsanız krizden en çok etkilenenlerin içinde yer alacaksınız demektir. Özetlersek; siyasi iktidarı ABD, AB, IMF, DB, DTÖ gibi ülke ve kurumlara bağımlı, onların dayattığı yeni liberal politikaların uygulandığı bir ülkede yaşıyorsanız krizden etkilemeniz kaçınılmazdır. Bunun ötesinde, kapitalizmin gerçek yüzünü hala algılayamamış ve ona karşı örgütlü bir mücadele içerisine girmemişseniz; bir de bunların üzerine tüketim tuzağına düşmüş ve uçana kaçana borç yapmışsanız yani, kapitalizmin ideolojik sarmalına da kapılmışsanız kriz karşısında işiniz zor demektir.