28 Ocak 2020 Salı

AKP’nin işsizliğin üzerini örtme aracı olarak üniversiteler

25 Ocak 2020

“Türkiye’de işsizlik”, ekonomide kriz olsa da olmasa da çözülemeyen hatta yapısal hale gelmiş toplumsal bir sorun nicedir. 1980’lerden bu yana siyasi iktidarlar, işsizliği önlemek iddiasıyla pek çok program açıklamışlarsa da, uyguladıkları “neoliberal politikalarla tarım ve tarıma dayalı sanayinin ihmal edilmesi, Ortadoğu’daki savaşlara müdahil olunmasıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da sınır ticaretinin durması, Kürt sorununa barışçı çözüm yerine benimsenen çatışmalı süreç… gibi” politikalarla işsizliği daha da derinleştirmişlerdir.
Bu politikaların sonucunda nüfusun neredeyse dörtte biri kentlere göç ederek kentleri -işsizlik başta olmak üzere- sorun yumağı haline getirmiştir. İşsiz yığınların ucuz iş gücü olarak kullanılması ve bunlar üzerinden küresel rekabette kendine yer edinme politikaları da başarısızlığa uğramış, göçle kentlere gelenlere iş alanları yaratılması bir yana, işi olan emekçilerin önemli bölümü de işlerini kaybetmiştir.
İşsizlik, ekmeğini emeği ile kazanmak zorunda olanlar için yaşamsal bir sorundur. Emekçilerin sınıf bilincinden uzak, örgütsüz olduğu koşullarda kendi aralarındaki rekabetin yoğunlaşması bu sorunu daha da büyütür. Patronlar, emekçiler arasındaki rekabeti, işçileri daha kötü koşullarda, daha düşük ücretle ve güvencesiz çalıştırmanın fırsatı olarak değerlendirir. Kendi aralarındaki rekabeti engelleyecek örgütlü mücadeleyi sağlayamayan emekçiler ise giderek kötüleşen çalışma ve yaşam koşullarına karşı bireysel kurtuluş yolları arar.
Geçtiğimiz birkaç on yıl içinde bireysel kurtuluş için en çok başvurulan yol “eğitim alanı” olmuştur. Diplomanın emek piyasasında avantaj sağlayacağı düşüncesi, ilk yaşlardan itibaren üniversite eğitimini, çocukların yaşamını şekillendirecek temel hedef haline getirmiştir.
Kişisel kurtuluş yolu olarak görülen üniversitelere artan talep, gerek sermaye gerekse siyasi iktidar tarafından fırsat olarak değerlendirilmiştir. Üniversiteye hazırlık için -öncelikle üniversite öncesi eğitim- özel okullar, dershaneler vs ile piyasalaşırken; vakıf görüntüsü altında özel üniversiteler açılmış, kamu üniversiteleriyse öğrencilerin müşteri olarak görüldüğü ticarethanelere dönüştürülmüştür. 2002 yılında 76 olan üniversite sayısı, geçen 17 yılda 207’ye ulaşmıştır. Artış üniversite sayısıyla kalmamış, mevcut kontenjanlar arttırılarak ve ikinci öğretimle öğrenci sayısı, eşi benzeri görülmemiş ölçüde yükselmiştir.
2002 yılında 1 milyon 677 bin olan yüksek öğretimdeki öğrenci sayısı 2019 yılında yüzde 450 (4,5 kat) artarak 7 milyon 740 bine ulaşmıştır. Oysa aynı dönemde Türkiye nüfusu yüzde 25 artmıştır. Daha açık ifade etmek gerekirse 2002 yılında nüfusun yüzde 2.5’i yüksek öğretimdeyken 2019’da bu oran neredeyse 4 kat artarak yüzde 9.43’e çıkmıştır. Yüksek öğretimdeki öğrenci sayısındaki bu olağanüstü artış, Cumhurbaşkanı’nın çeşitli vesilelerle değindiği gibi övünülecek bir durum(!) olarak lanse edilmiştir üstelik.
Kuşkusuz üniversitede verilen eğitim-öğretimin niteliği hiç olmazsa korunmuş olsa (nitelik kaybı 1980’lerde başlamıştır) yüksek öğretim görmüş nüfusun artması bir övünç nedeni olurdu belki. Ancak sayısal artışa karşın, yüksek öğretimde nitelik; akademik özgürlüklerin kısıtlanması başta olmak üzere birçok nedenle telafisi mümkün olmayacak biçimde kötüleşmiştir. Öte yandan üniversite diplomasına sahip olmak, beklendiği gibi emek piyasasında daha iyi koşullarda daha kolay iş bulma olanağı sağlamamıştır. Aksine yüksek öğretim mezunları arasında işsizlik her geçen yıl daha da artmıştır. Örneğin 2018’de lise mezunu gençler arasında işsizlik yüzde 22 iken yüksek okul mezunları arasında bu oran yüzde 30.6 olmuştur. Ocak 2018’de 837 bin olan yüksek öğrenimli işsiz sayısı Ekim 2019’da 1 milyon 176 bine yükselmiştir.
Akademik olarak nitelikten yoksun ve verdiği diplomalar emek piyasasında bir avantaj sağlamamasına karşın üniversitelere talep halen yüksektir. Yukarıda değindiğimiz gibi “öğrenciyi müşteri gören anlayış” bu talebi kâra dönüştürmeye devam etmektedir. Ama bunun yanı sıra “milyonlarca gencin yüksek öğretimde olması”, TÜİK’in öğrencileri işsiz saymayan analizlerinde, AKP’nin yıllardır düşüremediği işsizliğin üzerinin bir nebze de olsa örtülmesine olanak vermektedir.Üniversite ve öğrenci sayısındaki artış, olsa olsa AKP’nin işsizliği önlemedeki başarısızlığını gizleme becerisinden dolayı bir övünç konusu olabilir. Ancak emekçiler için kendi aralarındaki rekabette üstünlük sağlamasına yararı olmayacağı açıktır. Üniversitelerin AKP’nin işsizlikle mücadeledeki başarısızlığının üzerini örtme aracı haline gelmesi ve buna karşı akademiden hiçbir sesin çıkmaması ise ayrıca düşündürücüdür!

21 Ocak 2020 Salı

Kent, Gençlik ve İşsizlik

Bu makale Sosyal Demokrat Dergi'nin Şubat 2019 tarihli 97/98 sayısında yayınlanmıştır.

Kent, gençlik ve işsizlik… Bu üç kavram, kapitalist sistem içinde birbirleriyle hem bütünleşik hem de ayrışık olarak bir sorun alanını tarif edebilir. Kent(leşme) ve gençlik, işsizlikten farklı olarak kapitalizmle ortaya çıkmış kavramlar olmadığı gibi kendi başlarına bir sorun alanı da oluşturmazlar. Kent(leşme) ve gençlik, kapitalizmin ortaya çıkardığı -işsizlik başta olmak üzere- sorunların terkisinde yeni bir toplumsal sorun haline gelmiştir.
Kapitalizmin ortaya çıkardığı bir sorun olmasının yanı sıra başka birçok toplumsal soruna da kaynaklık etmesine rağmen işsizlik, kapitalist sistemin egemen unsurları tarafından ortadan kaldırılması gereken/istenen bir sorun olarak görülmez. Her ne kadar Keynesyen dönemden kalan bir alışkanlıkla -tam istihdam değil ama- işsizliğin azaltılması siyasi iktidarlar tarafından temel hedeflerden birisi olarak gösterilse de; işsizlik, pek çok zaman kapitalizmin varlığını sürdürebilmesi için bir gereklilik, hatta bir fırsat olarak kabul edilir. Zira üretim sürecinde yaratılan artık değer üzerinden sermaye birikimi sağlayarak varlığını sürdürebilen kapitalizmde, emek arzının emek talebinden fazla olması anlamına gelen işsizlik, emek değerini düşürerek artı değeri çoğaltmanın bir yolu olarak değerlendirilir. Bu nedenle işsizliğin önlenmesi bir yana; işsizliğin, yani emek arz fazlasının, emek maliyetlerini baskılamakta yetersiz kaldığı dönemlerde düzenli ya da düzensiz göçler teşvik edilerek emek arz fazlası yaratılmaya çalışır. Ta ki işsizliğin neden olduğu sorunlar (1929 krizi sonrası gibi) sermaye birikimini olumsuz etkilemeye başladığı ya da işsizliğe ve onun yarattığı sorunlara karşı toplumsal tepkilerin sistemi sorgulamaya ve bir kalkışmaya dönüşme olasılığının belirdiği zamana kadar!  
İşsizliği kimler sorun olarak görür?
İşsizliği gerçekten bir sorun olarak görenler, işsizliği ve yarattığı baskıyı doğrudan doğruya yaşayan emekçi kesimlerdir. Emekçiler için işsizlik, yaşamlarını sürdürebilecekleri gelirin yegâne kaynağı olan emek güçlerini satamamaları halidir. Emek gücünün satılamaması gıda başta olmak üzere, barınma, sağlık, sosyal güvenlik gibi en temel yaşamsal ihtiyaçlardan yoksunluğu da beraberinde getirir. Emekçilerin kendileri ve aileleri için yaşamsal bir risk oluşturan işsizlik karşısında gösterdiği “ilkel” refleks, kendisiyle aynı koşullarda olan diğer emekçilerle rekabete girişmesidir. Emekçiler arasındaki bu rekabetin iki unsuru vardır: Birincisi nitelik(vasıf), diğeri ise işveren için daha düşük maliyet oluşturacak çalışma koşullarının kabullenilmesidir. Emeğin niteliği büyük ölçüde eğitimle ilişkilidir. Ancak eğitim, sınıflar arası güç ilişkilerine de bağlı olarak toplumsal eşitsizlikleri yeniden üretir. Dolayısıyla işsizliğin emekçiler üzerindeki tehdidinin arttığı dönemlerde sınıflar arası güç ilişkileri emekçiler aleyhine bozulur ve eğitim yoluyla diğer emekçiler üzerinde üstünlük sağlayabilmek mümkün olmaz. Bu nedenle rekabet daha çok düşük ücret ve daha kötü çalışma koşullarını kabullenmek üzerinden gerçekleşir, ki emek maliyetinin düşürülmesini amaçlayan sermayenin istediği de zaten budur!   
19. yüzyıl başlarından itibaren işsizlik ve onun ortaya çıkardığı yaşamsal risklere karşı emekçiler, birbirleriyle rekabeti içeren “ilkel” refleksin çözüm olmadığını görmüş ve kendilerini en vahşi koşullarda, güvencesiz olarak çalışmaya ve sefalet içinde yaşamaya zorlayan burjuvaziye ve kapitalizme karşı, sınıf olma bilinciyle örgütlü bir mücadeleye girişmiştir. 19. yüzyılın ortalarından itibaren yükselen işçi sınıfı hareketi, özellikle grevi bir mücadele yöntemi olarak kullanarak önemli kazanımlar elde etmiştir. Bugün sermaye kesimini işsizlik nedeniyle ortaya çıkabilecek tepkiler konusunda endişelendiren, emekçilerin 19. yüzyıldaki gibi birbirleriyle rekabet etmek yerine kendilerine ve sisteme karşı yeniden mücadeleye yönelme olasılığının belirmesidir.
Günümüzde işçi sınıfı örgütlülüğünün son derece zayıf; mevcut örgütlenmelerin ise hem sınıf perspektifinden uzak hem de bürokratik bir yapıda olması, işsizlik ve neden olduğu sorunlara karşı güçlü bir tepkinin ortaya çıkma olasılığını azaltmaktadır. Buna karşılık sermayenin ve siyasi iktidarların, işçilerin örgütlenme hakkına karşı tahammülsüzlüğü ve baskıları, bu endişenin tamamen ortadan kalkmadığını göstermektedir.  
Kentler ve genç işsizler
Kentleşmenin toplumsal bir sorun haline gelmesi, kapitalizmin ilk dönemlerinden itibaren mülksüzleştirilerek ve üretim araçlarından uzaklaştırılarak işsizleştirilen kırdaki emek gücünün, sanayileşen kentlere akın etmesiyle başlamıştır. Kırdaki işsizlerin kentlere akını, kentleri kapitalist üretim sisteminin yarattığı toplumsal sorunların mekânsal merkezi haline getirmiştir. Böylece kentler; işsizlikle birlikte barınma, eğitim, sağlık, çevre, sosyal güvenlik, yoksulluk, ulaşım, altyapı gibi sorunlarla sarmalanmıştır. 
İnsan yaşamının en dinamik dönemi olan gençliğin bir sorun alını haline gelmesi de, kentleşme gibi kapitalizmin gelişim sürecinde ve yine işsizlikle doğrudan ilişkilidir. Gençler, özellikle emek yoğun üretimin, kol gücünün esas olduğu üretim süreçlerinde en üretken ve üzerinden en fazla artı değer elde edilen insan kaynağı olarak görülürler. Aynı durum, gençlerin yetişkinlere göre yeniliklere açık ve teknolojik gelişmelere daha kolay adapte olabilmesi nedeniyle teknoloji yoğun üretim süreçlerinde de geçerlidir. Üretim sürecindeki verimliliklerinin yanı sıra, içinde doğup büyüdükleri ortamdan bağlarını daha kolay koparabilmeleri ve hayallerinin peşinden koşmaya daha yatkın olmaları, gençlerin göç etmelerini ve gittikleri yerdeki koşullara uyum sağlayabilmelerini de kolaylaştırır. Bu da genç emekçilerin diğer yaş gruplarına göre mobilitesini yükseltir. Bu nedenle mülksüzleştirilen, üretim araçlarından uzaklaştırılan ailelerde, önce gençler ücretli emek haline dönüşür; kentlere göç eder ve kentlerdeki işçi ve işsiz kitlesini oluşturur.
Gençlerin emek piyasasına kazandırdığı dinamizm ve olanaklar, üretken olmaları ve mobilitelerinin yüksek olmasıyla sınırlı değildir. Gençlerin önemli bir kısmı bir aile kurup sorumluluğunu henüz üstlenmemiş oldukları için sadece kendi emeklerini yeniden üretmeyi sağlayacak, görece düşük ücretlerle çalışmaya razı olabilirler. Ayrıca gençler, kayıt dışı ve kısmi süreli, çağrı üzerine çalışma gibi esnek çalışma biçimlerini de daha kolay kabullenirler. Üretkenliği yüksek, maliyeti düşük olan gençler, emek piyasasında diğer yaş gruplarındaki emekçilere rakip hale getirilerek, emek piyasasında ücretler genel düzeyini baskılayan bir etken olarak da kullanılırlar.   
Artan genç işsizliği
Birleşmiş Milletler’in genç nüfus olarak kabul ettiği 15-24 yaş arasındakilerin emek piyasasında sermaye için sağladığı avantajlara rağmen, işsizlik oranı yetişkinlere göre daha yüksektir. ILO’nun Gençler İçin Küresel İstihdam Eğilimleri Raporu 2017 verilerine göre, dünyada işsizlerin % 35’i gençtir ve küresel genç işsizlik oranı % 13’ü aşmıştır. 2018’de küresel düzeyde genç işsiz sayısının 71.1 milyonu bulacağı tahmin edilmektedir[i]. Genç işsizliğinin en yüksek olduğu ülkelerden İspanya’da 2018 yılının 3. çeyreğinde genel işsizlik oranı % 15 dolayındayken genç işsizlik oranı % 34 düzeyindedir. Avrupa Birliği ortalamasında genel işsizlik % 7 civarındayken genç işsizliği % 17’ye ulaşmıştır. OECD ortalamasında da bu oranlar % 5.3’e % 12 dolayındadır[ii]. Türkiye’de ise TÜİK 2018 Eylül ayı verilerine göre genel işsizlik oranı, % 11.1 iken genç işsizliği % 21.6’dır. Genç kadınlarda bu oran % 27.4’e kadar çıkmaktadır[iii]
Genç işsizliğinin yüksek olması yeni işler yaratılamaması, iş deneyiminin olmaması, gençlerin niteliklerinin emek piyasasının ihtiyaçlarına cevap verememesi gibi gerekçelere dayandırılmaktadır.   İş deneyiminin olmaması bir yana, diğer gerekçeler ekonomi ve eğitim politikalarıyla doğrudan ilişkilidir; ki bunları da 1970’lerden bu yana uygulanmakta olan neoliberal politikalardan ayrı düşünmek mümkün değildir. Küreselleşme süreci içinde üretimin emeğin ucuz olduğu bölgelere kayması, devletin sosyal işlevlerini terk ederek tamamen piyasanın ihtiyaçlarını karşılayacak politikalara yönelmesi, esnekliğin ve kuralsızlığın esas olduğu bir çalışma rejimin egemen hale gelmesi, özellikle merkez kapitalist ülkelerde işsizliği arttırmıştır. Artan işsizliği önlemek için Dünya Bankası, OECD, Avrupa Birliği gibi uluslararası kurumların öncülüğünde eğitim-istihdam ilişkisini de içeren politikalar uygulamaya konulmuştur. Bu politikalarda gençler, dezavantajlı kesimler içerisinde kabul edilerek genç istihdamına özel önem atfedilmiştir. Ancak tüm bunlar kalıcı ve güvenceli bir istihdam yaratmak yerine; gençlere esnek, güvencesiz işlerde çalışmayı dayatmaktadır.
1980’li yılların başlarında kır-kent nüfusunun yarı yarıya olduğu Türkiye’de bugün nüfusun dörtte üçünden fazlası kentlerde toplanmıştır. Bunda, 1980’li yıllardan itibaren uygulanan neoliberal politikalar çerçevesinde tarımı ve tarıma dayalı sanayinin ihmal etmiş olmasının, Ortadoğu’daki savaşlar nedeniyle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da sınır ticaretinin durmasının ve yine aynı bölgede yaşanan çatışmalı sürecin neden olduğu göç hareketlerinin önemli etkisi vardır. 25-30 yıl gibi kısa zamanda nüfusun dörtte birinin kentlere göç ettiği bir ülkede, kentlerin sorun yumağı haline gelmesi kaçınılmazdır.
İşsizlik, özellikle genç işsizliği, aşırı hızlı kentleşmenin getirdiği en önemli sorundur. Bu sorunun çözümü için yeni işler yaratılması ve gençlerin nitelikli bir eğitim alması gerekir. Oysa Türkiye, küreselleşme sürecinde teknolojik gelişmelere ayak uyduramamış, emek yoğun üretimle sahip olduğu pazarı büyük ölçüde Asya-Pasifik ve Afrika ülkeleri gibi 1990’lı yıllarda kapitalist üretim sistemine ucuz emek alanı olarak dahil olan ülkelere kaptırmış, bu da işsizliğin daha da artmasına neden olmuştur. Özellikle 2008 krizi sonrasında İŞKUR aracılığıyla genç işsizliğini de öncelediğini belirten “işsizlikle mücadele” programları uygulanmıştır. Ancak bu programlar, sermayeye kaynak aktarmak ve gençleri daha güvencesiz, daha düşük ücretlerle çalışmaya mahkum etmekten başka bir işe yaramamıştır. Öte yandan özgür düşünme, sorgulama anlayışının ortadan kalktığı, giderek “dindar ve kindar nesil yetiştirme” anlayışının hakim olduğu  bir eğitim sistemiyle ne kentleşme ne gençlik ne işsizlik ne de bunların bir araya gelmesiyle oluşan sorunları çözmek mümkün değildir!

TTB deklarasyonun düşündürdükleri…


18 Ocak 2020
Türk Tabipleri Birliği (TTB), geçtiğimiz hafta “Şiddetsiz Bir Sağlık Ortamında Emeğimizin Karşılığını Alarak Hekimlik Yapmak İstiyoruz!” başlıklı bir deklarasyon yayımladı. Deklarasyonla birlikte, 17 Nisan’a kadar sürecek bir de eylem takvimi açıkladı.
Deklarasyon ve eylemler, hekimlere ve diğer sağlık çalışanlarına yönelik giderek artan şiddete dikkat çekmeyi ve sağlık ortamında şiddete neden olan koşulların ortadan kaldırılması için hükümeti ve ilgili kurumları uyarmayı amaçlıyor. 15 Mart’ta Ankara’da yapılacak bir mitingin de yer aldığı eylem takvimi, Dr. Ersin Arslan’ın öldürülme yıl dönümü olan 17 Nisan Cuma günü, sağlıkta şiddeti engelleme talebiyle Türkiye’deki tüm sağlık kurumlarında yapılacak “iş bırakma eylemi”yle sona erecek.
CHP Bilim Platformu’nun Aralık 2019 tarihli sağlıkta şiddeti içeren -nedense (!) çoğunluğun haberinin olmadığı- raporunda yer alan veriler, TTB’nin eylemlerinin ve bu deklarasyonu yayımlamasının haklılığını tüm açıklığıyla ortaya koyuyor. Rapora göre:
“Türkiye’de her gün ortalama 40 sağlık çalışanı şiddete maruz kalmış; 2005-2019 yılları arasında 9 hekim görevi başında öldürülmüş, son 7 yılda 90 bini aşkın sağlık çalışanı şiddete uğradığını bildirmiş, 2015-2017 yılları arasında 431 sağlık çalışanı intihar etmiş…”
TTB, yalnızca hekimlerin çıkarlarını savunmanın ötesinde, sağlık sistemini ve sağlık sisteminde yaşanan dönüşümü “toplumcu hekimlik” anlayışıyla değerlendiren, buna karşı mücadele eden bir meslek örgütü. Bu bağlamda sağlık ortamındaki şiddetin “güvenlikçi bir yaklaşım”la çözülmeyeceğinin bilinciyle, “şiddete neden olan koşulların ortadan kaldırılarak güvenli bir sağlık ortamının oluşturulması” için mücadele yürütür.
Deklarasyonda yer alan şu cümlede de ifade edildiği gibi TTB, sağlıkta şiddetin sorumlusu olarak hükümeti ve uyguladığı politikaları görmektedir: “Ülkemizi sarsan ekonomik krizin yoksullaştırıcı, işsizliği derinleştirici etkisini ve bu krize yol açan politikaların sahibi iktidarın sorumluluktan sıyrılıp, hizmetlerdeki aksamaları çalışanlara yıkma alışkanlığını hesaba kattığımızda; önümüzdeki dönem sağlık ortamında sorunların çığ gibi büyüyeceğini ve şiddette artış olacağını görüyoruz.” 
Toplumda eşitsizliklerin artması, geniş kitlelerin yoksullaşması, işsiz kalması, güvencesizleşmesi, kısacası ekonomideki krizlerin “toplumsal krizler” haline dönüşmesinde AKP hükümetlerinin 17 yıldır “sadakatle” uyguladığı neoliberal politikaların payı büyüktür. Bu politikalarla, önce sağlığa ayrılan kaynak azaltılmış (sosyal devletin gereği olarak sosyal güvenlik kurumu ve kamu bütçesinden finanse ediliyordu); ardından sağlıkta dönüşüm adıyla uygulamaya konulan politikalarla birlikte sağlık, “herkesin parası kadar ulaşabildiği bir hizmet” haline getirilmiştir. Yani, sağlık sistemi, “sermaye” için kâr alanı haline dönüştürülmüştür. 
Deklarasyonda paylaşılan verilere göre, 2002’de 18 milyar TL olan sağlık harcamaları 2018’de 165 milyar liraya yükseltilmiş. Daha vahim olanı, bunun 114 milyarının sağlık hizmeti alan yurttaşların cebinden çıkması. Başka bir vahametse, 1 Ocak 2020 itibarıyla 5 milyonu aşkın yurttaşın GSS prim borcu nedeniyle sağlık hizmetinden yararlanamaması. Ve şaşırmadığımız bir sonuç da, AKP döneminde (2002-2018 arasında) 9.2 kat artan sağlık harcamalarının önemli kısmının özel sağlık kuruluşlarına, görüntüleme merkezlerine, ilaç şirketlerine aktarılması. Son yıllarda buna bir de şehir hastaneleri eklendi. Şehir hastanelerine 2019 itibariyle devletin 14 milyar TL kira borcu bulunuyor; döviz kurundaki artışa göre bu borç her geçen yıl daha da artacak. 
Artan sağlık harcamaları ve bu harcamaların çok büyük kısmının yurttaşların cebinden ödemesi, toplumun geniş kesiminin (yüksek gelirli azınlığın dışında kalanlar) nitelikli sağlık hizmetine erişimini engellemekte. İşte bu noktada sık sık gündem olan, “sağlık çalışanlarına şiddet” devreye girmekte, bu hizmetlere ulaşamamanın yarattığı mağduriyetten -hükümet yetkililerinin de yönlendirmesiyle- sağlık çalışanları sorumlu tutulmakta. Dolayısıyla mağduriyetin asıl muhatapları/sorumluları “sermaye”yi parlatmaya devam ederken, halkın öfkesi ve beraberindeki şiddetse, sağlık çalışanlarına yöneliyor.
TTB’nin talep ettiği “sağlıkta şiddetin ortadan kalkması, hekimlerin ve diğer sağlık çalışanlarının emeklerinin karşılığını alabilmesi” ancak nitelikli ve toplumun tümünün ulaşabildiği bir sağlık sisteminde mümkündür. Bu da her şeyden önce sağlık hizmetinin parayla ulaşılabilen bir meta olmaktan çıkarılıp kamusal bir hizmet haline getirilmesiyle gerçekleşebilir.
Bunun için sadece TTB’nin, diğer sağlık meslek örgütlerinin ve sağlık emekçileri sendikalarının mücadelesi yeterli değildir. TTB’nin deklarasyonla ortaya koyduğu taleplerin, tüm toplumun sağlık hakkını da içerdiği görülmeli, başta sendikalar ve diğer demokratik kitle örgütleri olmak üzere herkes tarafından sahiplenilmeli ve belirlenen eylemler ortaklaştırılmalıdır.
Not: Bu yazıyı kaleme alırken Gezi Direnişi’nin efsane doktoru, TTB Yüksek Onur Kurulu Üyesi değerli dostum Ali Özyurt’un ölüm haberini aldım. Ailesi ve TTB camiasına başsağlığı dilerim.

15 Ocak 2020 Çarşamba

Öğrenciler umudu yeşertti!

11 Aralık 2020

“Suriye’de yıllardır süren savaş sönümleniyor mu acaba?” diyemeden AKP hükümeti, Libya macerasıyla savaş gündemini yeniden canlandırdı. Üzerine bir de ABD’nin İranlı komutan Süleymani’yi öldürmesiyle başlayan gerilim, Ortadoğu’da yeni bir savaşı gündemin ilk sırasına taşıdı. Hal böyle olunca “iş, aş, hak, hukuk meseleleri” de yine gerilere itildi gündemde.
Oysa soğukların kendini göstermesiyle doğalgaz ve elektriğe yapılan zamlar cepleri daha bir yakmaya başladı. Öte yandan “işsizlik, asgari ücretin emekçiyi adeta açlığa mahkum edecek düzeyde belirlenmesi, yeni yılla birlikte artan vergiler” yoksulluğu daha bir derinleştirdi. Buna, iş güvencesinin, sosyal güvencenin neredeyse tamamen ortadan kalkması da eklenince toplumun çok büyük kesimi yarınının ne olacağını bilemez hale geldi. Yoksulluğa, güvencesizliğe, gelecek kaygısına karşı demokratik tepki vermenin, örgütlenmenin, mücadele etmenin tüm yolları ise savaş ortamı da gerekçe gösterilerek hakkın, hukukun ayaklar altına alındığı baskıcı yöntemlerle tıkandı. Yaşanan sorunlar ve bu sorunları dile getirmek, çözüm aramak için mücadele yollarının kapanmasının yarattığı çaresizlik, gencecik insanları intihara sürükleyecek boyutlara ulaştı.

İstanbul Üniversitesi öğrencileri, geçtiğimiz haftanın savaş gündemi karmaşası içinde, yemek haklarının gasp edilmesine karşı direnişleri ve bu direnişe karşı şiddet içeren baskılara rağmen yemek hakkını yeniden elde etmeleriyle gündeme geldi. Öğrencilerin direnişine ve sonucunda üniversite yönetimine geri adım attırarak önemli bir başarı elde etmelerine sevinip umutlanmışken, üzerimize tüm ağırlığıyla İstanbul Üniversitesi öğrencisi Sibel Ünli’nin -yaşadığı ekonomik sorunların da etkisiyle- intihar ettiği haberi, çöktü.

“Sibel’in intiharında ekonomik sorunların payı var mıydı yok muydu?” sorusundan daha büyük (onu da kapsayan) bir fotoğraf var ortada: Uzun süredir üniversite öğrencilerinin yaşadıkları ekonomik sorunlardan, geleceğe yönelik kaygılardan ve aldıkları akademik eğitimin yetersizliğinden dolayı umutsuzluk, çaresizlik, tükenmişlik içinde oldukları… Bu fotoğraf, yadsınamaz bir gerçek olarak hepimizin gözü önünde üstelik.İstanbul Üniversitesi öğrencileri, geçtiğimiz haftanın savaş gündemi karmaşası içinde, yemek haklarının gasp edilmesine karşı direnişleri ve bu direnişe karşı şiddet içeren baskılara rağmen yemek hakkını yeniden elde etmeleriyle gündeme geldi. Öğrencilerin direnişine ve sonucunda üniversite yönetimine geri adım attırarak önemli bir başarı elde etmelerine sevinip umutlanmışken, üzerimize tüm ağırlığıyla İstanbul Üniversitesi öğrencisi Sibel Ünli’nin -yaşadığı ekonomik sorunların da etkisiyle- intihar ettiği haberi, çöktü.
Üniversitedeki neoliberal dönüşümün başladığı 1980’lerden bu yana öğrenciler barınma, ulaşım, beslenme gibi en temel ihtiyaçlarını dahi karşılamaktan yoksundur. Her geçen yıl bu yoksunluk daha da artmaktadır. Üniversite yönetimleri, borçlanarak ya da ucuz işgücü olarak çalışmaya rıza göstererek üniversite yaşamına tutunmaya çalışan öğrenciler için yaşamı kolaylaştıracak uygulamalar yapmak bir tarafa, onları öğretim faaliyetlerinin finansmanını sağladıkları “müşteriler” olarak görmektedir.
Öğrenciyi müşteri kabul eden anlayış, “girişimci üniversite” olarak da ifade edilen neoliberal üniversite modelinin gereği olarak kabul edilir. Girişimci üniversite modelinde öğrenciye yapılan harcamalar “maliyet”tir ve olabildiğince düşürülmeye çalışılmalıdır. Bu bağlamda gerek yaz okulu, ikinci öğretim, tezsiz yüksek lisans gibi öğretim ücretini paralı hale getirecek uygulamalarla gerekse adeta alışveriş merkezine dönüştürülen kampüslerle, öğrencinin sırtından en fazla kazancın elde edilmesi amaçlanır.
İstanbul Üniversitesi yönetimi de öğrencilerin yemek hakkını maliyet olarak görmüş ve bu maliyeti düşürmek için yemek hakkını gasp etmek yoluna gitmiştir. Üniversite yönetiminin ortadan kaldırmaya çalıştığı “günde bir öğünden fazla yemek hakkı”, üniversitelerin bir çoğunda hali hazırda yoktur ve kısıtlanan birçok hak gibi bu da öğrenciler tarafından kabullenilmiştir. Kuşkusuz bu kabullenişin en önemli nedeni “üniversitelerde hak aramak için yapılan en basit eylemlerin bile öğrenim kredisi, burs, yurt hakkının ve hatta öğrenim hakkının öğrencilerin ellerinden alınmasına gerekçe oluşturmasıdır”. Kaldı ki binlerce öğrenci yine aynı gerekçelerle aylarca, yıllarca özgürlüklerinden mahrum edilerek cezalandırılmaktadır. Eylemler sırasında kolluk güçleri ve özel güvenlik birimlerince uygulanan şiddet de cabasıdır.
İstanbul Üniversitesi öğrencileri, tüm bu baskı ve şiddete rağmen yemek hakkını savunmuş ve üniversite yönetimince alınan keyfi kararların geri aldırılabileceğini göstermiştir. Onların bu mücadelesi, tüm üniversitelere örnek oluşturarak “üniversiteli gençliği intihara sürükleyecek kadar umutsuzluğa, çaresizliğe düşüren sorunlara karşı bir gençlik hareketinin ortaya çıkabileceği umudunu” da yeşertmiştir.

9 Ocak 2020 Perşembe

Metal işçisinin de demokrasiye ihtiyacı var!


4 Ocak 2020
Yazının sonuna gelecek cümleyi en baştan söyleyeyim: Metal işçisinin de demokrasiye ihtiyacı vardır! Tıpkı anadilinde eğitim alamayan çocuklar; siyasi iradelerini temsil eden milletvekilleri, tutuklanan belediye başkanlarının yerine atanan kayyumlarca yönetilenler gibi… Ya da siyasi iktidarla aynı görüşte olmadığı için işinden edilen, mahkemelerde süründürülen akademisyenler, gazeteciler, kamu emekçileri veya her yıl yüzlercesini iş cinayetlerinde yitirdiğimiz madenlerde, inşaatlarda, mevsimlik tarım işlerinde güvencesiz, örgütsüz çalışan emekçiler gibi…

Yazının başlığı ve girişi, metal işçisinin sözü geçen diğer kesimlerden ne farkı olduğu sorusunu akıllara getirebilir. Aslında bu yazının amacı, tam da bunlar arasında bir fark olmadığını vurgulamaktır. Haklı olarak “Madem fark yok, bu başlıklı bir yazıya ne gerek var o zaman?” diyeceksiniz. Bu köşenin dar çerçevesi içinde kısaca açıklamaya çalışayım:
Metal sektöründe özellikle ana sanayi konumunda olan büyük işletmelerde çalışan işçiler, dünyanın hemen tüm ülkelerinde işçi sınıfının en güvenceli; ücreti, sosyal hakları ve örgütlülük düzeyi en yüksek kesimini oluşturur. Bu nedenle de metal işçileri, işçi sınıfı içinde “tuzu kurular” olarak görülür; “işçi sınıfının kaymak tabakası” ya da “işçi aristokrasisi” olarak anılanlar içinde yer alır.
Metal işçisine yönelik algı Türkiye’de de pek farklı değildir. Türkiye’de sendikal örgütlenme, özellikle de toplu sözleşme ve grev hakkına sahip örgütlenme son derece düşüktür (sendikal örgütlenme yaklaşık yüzde 13, toplu sözleşmeden yararlananlar ise yüzde 6 civarındadır). Bu tabloda sendikalı işçiler içinde sayıca en fazla olan, metal işçileridir. Toplu iş sözleşmesinden yararlanan işçiler içinde de metal işçileri ilk sıradadır. Örgütlü olmaları ve toplu sözleşmeden yararlanmaları sayesinde metal işçileri diğer emekçilere görece daha güvenceli, daha yüksek ücretle çalışma olanağına sahiptir. Yani metal işçisinin çalışma koşullarının ve gelirinin iyi olma hali tamamen diğer işçilerle karşılaştırıldığında söz konusudur. Yoksa metal işçisinin emeğinin karşılığını tam olarak aldığı ya da refah içinde yaşadığını iddia etmek mümkün değildir.
Buna rağmen metal işçilerinin önemli bir kısmı -işçi sınıfı içindeki bu göreceli iyilik hali nedeniyle- kendilerini sınıf içinde ayrıcalıklı bir yere koymakta ve kendileriyle benzer haklara sahip olmayan ya da bu hakları kullanamayan kesimlere karşı ilgisiz davranmaktadır. Kimi zaman Kürtler, Suriyeliler gibi sanayi kentlerine göç ederek emek piyasasına katılanları ayrıcalıklarına tehdit olarak görüp, milliyetçilik üzerinden onları ötekileştirdiklerine bile tanık olunur. Bunda örgütlenmiş oldukları sendikaların da rolü büyüktür. Özellikle işçilerin önemli bölümünün örgütlü olduğu Türk Metal Sendikası (ki, bu sendikanın armasında Türk milliyetçiliğinin simgesi olan kurt başı bulunur) bir sınıf örgütü olmaktan çok milliyetçi ilkelerin savunuculuğunu yapar. İşkolunda yetkili diğer iki sendika ise sendikal rekabeti kimi zaman milliyetçileşme yarışına dönüştürür.
Metal işçisinin işçi sınıfı içindeki göreli ayrıcalığı, son yıllarda siyasi iktidarın da desteğini arkasına alan metal işverenlerinin dayatmalarıyla giderek zayıflamaktadır. T. Metal Sendikası ile işveren örgütü MESS arasında yürütülen toplu sözleşme süreci işveren örgütünün yüzde 6 ücret artışı, güvencesizliği beraberinde getirecek esnek çalışma düzeni ve iki yılda bir yapılan toplu sözleşmelerin üç yıla çıkartılması yönündeki ısrarıyla tıkanmıştır. Bunun üzerine -MESS’le ortak şirket kuracak kadar yakın ilişkileri olan ve işçilerin taleplerini görmezden gelerek işverenle uzlaşmasıyla bilinen -T.Metal, işçilerden gelen baskıyla olsa gerek- Ocak ayının başından itibaren işverene karşı bir eylem planı açıklamıştır. Uyuşmazlığın aşılamaması durumunda yasal olarak sendikanın greve çıkması gerekir. Ancak MESS, daha önceki sözleşme dönemlerinde olduğu gibi AKP hükümetinin “ulusal güvenlik” gerekçesiyle grevi erteleyerek uygulanamaz hale getirmesi ve sendikanın uzlaşmacı anlayışının rahatlığı içindedir…
İşçi sınıfının en güvenceli en örgütlü kesimi olan metal işçileri, işgücünün yaklaşık yüzde 95’inin sahip olamadığı grev hakkı ayrıcalığını bir kez daha kullanamama ve beraberinde de kimi haklarını kaybederek, yoksullaşma tehtidiyle karşı karşıyadır.
İşçi sınıfının içinde ya da toplumun genelinde demokrasinin sadece bir kesim için geçerli olması sürdürülebilir bir durum değildir. Bu bağlamda metal işçisinin göreli ayrıcalığının da sürekli olması beklenemez. Demokrasinin ve hakların kalıcı olabilmesi için “ayrımsız, ötekisiz topyekûn bir mücadele yürütülmesi” şarttır.
Dediğimiz gibi metal işçisinin demokrasiye ihtiyacı var! Ama demokrasi mücadelesinin de -diğer emekçi kesimler gibi- metal işçisinin bu mücadelede yerini almasına ihtiyacı vardır!

2 Ocak 2020 Perşembe

Sefalet ücretinin sorumlusu kim?


28 Aralık 2019
Hükümet ve yandaş basının pompaladığı yerli otomobil ve Kanal İstanbul’a ilişkin haberlerin, tartışmaların işgal ettiği gündem arasında Asgari Ücret Tespit Komisyonu, üç haftadır sürdürdüğü çalışmaların ardından 2020 yılı için geçerli olacak asgari ücret miktarını “2324 TL” olarak açıkladı. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk, açıklamayı yaparken TÜİK’in yıl sonu enflasyon beklentisinin yüze 12 civarında olduğunu, asgari ücrete bunun yaklaşık 3 puan üzerinde bir artış yaparak işçiyi, emekçiyi enflasyona ezdirmediklerini(!) iddia etti.

Bakan Selçuk’un işçiyi, emekçiyi ezdirmediklerinin kanıtı olarak gösterdiği TÜİK, diğer birçok veri gibi enflasyon konusunda da bilimsel yöntemlerle gerçekleri ortaya koymak yerine, siyasi iktidarın gönlünden geçen rakamları gerçek(miş) gibi açıklamaktadır. TÜİK bu nedenle, açıkladığı hemen her veri tartışma konusu olan ve toplum nezninde itibar kaybeden bir kurum haline gelmiştir. Çarşıda pazarda alışveriş yapan herkes 2019 yılında fiyat artışlarının yüzde 12’in çok üzerinde olduğunu bilir. Kaldı ki hem evde tüketilen hem de üretimin temel girdisi olan elektirik ve doğalgaz fiyatlarına 2019’da ayrı ayrı iki seferde yapılan ve yüzde 30’u bulan zamlar bile TÜİK’in enflasyon rakamının gerçekten uzak olduğunu ortaya koymak için yeterlidir. Belirlenen asgari ücret 2020 yılı için geçerli olacakken, karşılaştırma yapılan enflasyon rakamının 2019 yılına ait olduğunu da ayrıca belirtmek gerekir.
Kaldı ki, geçtiğimiz hafta Meclis’te kabul edilen “2020 yılı bütçe kanunu” ücretten yapılacak kesintiler ve gerçekleşecek fiyat artışları yani asgari ücretin alım gücünün ne olacağı konusunda önemli ipuçları vermektedir. Buna göre -asgari ücret dahil olmak üzere- ücretlerden de alınan gelir vergisinin yüzde 23.3 oranında, satın aldığımız beyaz eşyadan akaryakıta tüm ürünlere uygulanan ÖTV’nin yüzde 22.3, iğneden ipliğe ithal ettiğimiz ürünlerden alınan KDV’nin ise yüzde 20.2 oranında arttırılması öngörülmüştür. Vergi dilimlerindeki artışa da bağlı olarak asgari ücretteki 304 TL’lik artışın önemli bir kısmı; emekçinin cebine bile giremeyeceği gibi ÖTV ve KDV’deki zamlarla, ücretteki artıştan daha da fazlası aynı cepten çıkacaktır. Dolayısıyla 2020 için belirlenen asgari ücret işçinin, emekçinin enflasyon karşısında ezilmesini engellemek bir tarafa, yoksulluğu daha da derinleştirerek emekçileri büyük bir sefaletin içine sürükleyecektir.
Türkiye’de asgari ücret, en az ücret ya da taban ücret olmaktan çok, “ortalama ücret düzeyi”ni ifade etmektedir. Ücretli çalışanların önemli bir kısmı -ki 10 milyon civarında emekçidir bu- doğrudan asgari ücret düzeyinde gelir elde ederken, diğer emekçilerin büyük bölümünün sosyal güvenlik primi, işsizlik ödeneği, toplu iş sözleşmesi tabanı ve emekli aylığı da asgari ücrete göre belirlenmektedir. Bunlardan daha vahimi de DİSK-AR 2020 Asgari Ücret Raporu’na göre 1 milyon 800 bin dolayında emekçinin durumudur. Bunlar, asgari ücretin baz alındığı ama asgari ücretin altında bir ücretle çalışmak zorunda bırakılan kesimdir.
Asgari ücrete ve onun belirlediği koşullara razı edilerek çalıştırılanlar sadece düşük eğitimli, düşük nitelikli, tecrübesiz mavi yakalı emekçiler de değildir. Yıllarca eğitim almış, üniversite mezunu, beyaz yakalı emekçiler de; yaşamları asgari ücretten etkilenen kesimler içinde yer almaktadır.
Bir ülkede nüfusun çok büyük kısmını oluşturan emekçiler ve onların aileleri, o ülkede belirlenen yoksulluk sınırının (Türkİş verilerine göre bu sınır 7.045TL’dir) üçte biri kadar ücretle yaşamaya mahkûm ediliyorsa, işverenler ve siyasi iktidardan ziyade işçi sınıfı ve onu temsil ettiğini iddia eden örgütleri sorgulamak gerekir. Hükümet ettiği 17 yıldır uyguladığı politikalarla sermayenin temsilcisi olmuş siyasi iktidar malumumuzdur. Yanı sıra diğer pekçok konu gibi asgari ücreti belirlerken işveren örgütleri de temsil ettikleri sınıf adına görevlerini yerine getirmiştir. Burada esas sorun, milyonlarca emekçinin ve onların haklarını savunduğunu iddia eden sendika, parti ve diğer örgütlenmelerin; bu süreci engelleyecek bir mücadeleyi örgütlemekteki başarısızlığıdır. Bu başarısızlığın nedenleri açıklıkla tartışılıp, ortaya konmadan; sözde mücadeleye mevcut yapı ve anlayışla devam edildiği sürece toplumun büyük bölümünü oluşturan emekçilerin sefaleti de ne yazık ki artarak sürecektir. İçinde bulunduğu sefalete karşı mücadele edemeyen bir toplumun; siyasal, kültürel, sosyal hakları için mücadele edebilmesini beklemenin hayalcilikten öteye geçmeyeceğini ise ayrıca vurgulamak gerekir.