27 Mayıs 2011 Cuma

Üniversitenin ve Bilimin “Onur”unu Savunuyoruz..!

ÖZGÜRCE
27/05/2011


Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı ve Dilovası Belediye Başkanı, Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nu “Endüstri Yoğun Bölgelerde Yaşayanlarda Ölüm Nedenleri: Dilovası Örneği” isimli çalışmasının sonuçlarını kamuoyuyla paylaştığı için Kocaeli Cumhuriyet Savcılığı’na şikâyet ediyor. Savcılık da “annelerin ilk sütünde ve bebeklerin ilk kakalarında bazı ağır metaller ve eser elementler saptanan” bu araştırmanın sonuçlarını “halk arasında panik yaratmak amacıyla kullandığı” gerekçesiyle TCK’nin 213. maddesi uyarınca Onur Hamzaoğlu’nun 2 ila 4 yıl arasında hapis istemiyle yargılanması için Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü’nden izin istiyor. Üniversite de bunun üzerine Onur Hamzaoğlu hakkında ceza soruşturması başlatıyor. Kocaeli Belediye Başkanı, Savcılığa şikâyette bulunmakla da yetinmiyor ve Onur Hamzaoğlu’na bu çalışmasından dolayı bir de hakaret ediyor. Tüm bunların üzerine bir de Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanlığı çalışmasının sonuçlarını kamuoyuyla paylaştığı gerekçesiyle Onur Hamzaoğlu hakkında YÖK’e şikâyette bulunuyor ve bunun üzerine Kocaeli Üniversitesi bir de disiplin soruşturması açıyor.


Onur Hamzaoğlu’nun yapmış olduğu bir araştırmadan ve bu araştırmanın sonuçlarını toplumla paylaşmasından dolayı hapis cezasıyla yargılanması, soruşturmalara ve hakarete uğraması, Türkiye’de üniversitelerin ve bilimin içinde bulunduğu durumu tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır.

Evet, bugün Türkiye’de üniversitenin ve bilimin sermayenin ve siyasi erkin çıkarlarına aykırı sonuçları ortaya çıkartacak hiçbir araştırmaya, hiçbir görüşe tahammülü yoktur. YÖK düzeni içerisinde geçen 30 yılda üniversitelerden ve bilimsel araştırmalardan beklenen sadece ve sadece sermayenin kârına kâr katacak, siyasal sistemin sürekli kılınmasına hizmet edecek çalışmalar yapmasıdır. Özellikle üniversitelerin piyasa anlayışı içinde işletilmeye başlanmasıyla birlikte üniversite-sanayi işbirliği adı altında ya da sermayenin ulusal ve uluslararası kurumları (AB, Dünya Bankası gibi) tarafından sağlanan projelerle üniversitenin hemen her alanında eğitim ve araştırma faaliyetleri sermaye tarafından belirlenmeye başlamıştır. Bu süreçte üniversite toplumsal işlevlerini önemli ölçüde kaybetmiş ve üniversitenin toplumun çok büyük bölümünü oluşturan sermaye dışı kesimlerle bağı giderek zayıflamıştır.

Kocaeli ve Dilovası Belediye Başkanları’nın Onur Hamzaoğlu’na tepkilerinin ardında üniversiteyi ve bilimi bütünüyle sermayenin hizmetine sunan bu yapısal dönüşümün izleri vardır. Zira onlar, -bugüne kadar karşılaştıkları örneklerin de etkisiyle olmalı- üniversitenin tamamının ve tüm bilim insanlarının emeği, insan sağlığını ve doğayı hiçe sayarak sermayenin hizmetkârları haline gelmiş olduğu düşüncesine kapılmıştır. Dolayısıyla karşılarında Onur Hamzaoğlu gibi piyasanın ağına düşmemiş, bilimin sermaye ya da siyasi erk için değil toplumun ve insanlığın genel yararı için olduğunu savunan bir bilim insanını görünce şaşırmışlardır. Sermayeye rağmen toplumun çıkarları doğrultusunda hareket eden bir bilim insanı ile karşılaşıp şaşıran sadece belediye başkanları değildir. Belediye başkanlarının şikâyetini işleme koyup hapis istemiyle yargılama talebinde bulunan savcı, YÖK’e şikâyette bulunan Sağlık Bakanlığı’nın ilgili birimlerindekiler, bu şikâyeti Kocaeli Üniversitesi’ne ileten YÖK ve bu doğrultuda ceza soruşturması başlatan üniversite yönetimi de en az belediye başkanları kadar bu işe şaşırmışlardır (!)

Sermayeye rağmen toplumun çıkarları doğrultusunda bilimsel düşünceye ve bilimsel çalışmalara şaşıranlar, bundan sonra da şaşırmaya devam edeceklerdir. Çünkü üniversitelerde her türlü baskıya, engellemeye karşın “onurlu” bilim insanları da vardır ve onlar şimdi kendilerinin ve üniversitenin “onurunu” savunmak için Onur Hamzaoğlu’nun yanındadır(!)

13 Mayıs 2011 Cuma

Üniversitenin hali pür meali ve Eğitim Sen Genel Kurulundan beklentiler(!)..

ÖZGÜRCE
13/05/2011

ÖSYM ile ilgili skandallar ardı ardına gelince üniversiteye giriş sistemi toplumun çok geniş bir kesimi tarafından -şimdiye dek olmadığı kadar- tartışılmaya başlandı. Sonuçta da Cumhurbaşkanından Başbakana kadar pek çok devlet yetkilisinin ÖSYM’ye güvenini açıklamış olması ve yargıdan da sınavda “şaibe yoktur” kararı gelmiş olmasına rağmen ÖSYM toplum nezdinde telafi edilemez biçimde güven yitirdi.


Tüm dikkatler üniversite giriş sistemi üzerinde yoğunlaştığı bir sırada Niğde’de bir yerel televizyon muhabirinin üniversite öğrencilerine yönelttiği bir soruya karşı aldığı yanıtlar; üniversitelerin içinde bulunduğu durumun üniversiteye giriş sistemindeki skandallardan çok daha vahim olduğunu ortaya koydu. Üniversitelerin vahametini ortaya çıkartan öğrencilere sorulan şu soruydu: “Usame bin Ladin Türkiye’ye gelip Gül ile görüşecekmiş, Cumhurbaşkanımız Obama ile Ladin’i barıştıracakmış bunu nasıl değerlendiriyorsunuz”. Anlaşıldığı kadarıyla bu soru, 9 Mayıs 2011’de yani Usame bin Ladin’in öldürülmesinden tam sekiz gün sonra öğrencilere yöneltilmişti. Ve aradan geçen bu sekiz günde Ladin’in öldürülmesi, dünyada ve Türkiye’de basının birinci gündem maddesiydi. Buna karşılık öğrencilerden gelen cevaplar: “Çok güzel olur; Çok olumlu karışılıyoruz; Neticede o da Müslüman; Bu görüşmenin sonrasında Obama ile bir araya gelinerek belki bu sorun çözülebilir; Türkiye Ladin ile Obama’nın arasını bulabilir” şeklinde oldu. Bir öğrenci ise Ladin’in terörist olduğu için Türkiye’ye gelemeyeceğini söyledi. Yani kendilerine mikrofon uzatılan birçok öğrenci dünyada ve Türkiye’de bir haftadır gündemin en önündeki olaydan bihaberdi(!)

Üniversite öğrencilerinin dünya ve ülke gündeminden böylesine uzak olma halinin sadece bu görüşmelerin yapıldığı Niğde’deki üniversite öğrencileriyle sınırlı olduğunu düşünmüyorum. Yoğunluğu farklı olabilir ama eminim Türkiye’deki diğer üniversitelerde de durum farklı değildir. Toplumun en aydın kesimini oluşturacağı düşünülen üniversite öğrencilerinin dünyada yaşananlara tamamen yabancılaşmış olmasının tek sorumlusu elbette o öğrenciler değildir.

Üniversitedeki bu vahim tablo 12 Eylül ve YÖK düzeni içerisinde bilerek, isteyerek ve sistematik bir biçimde gerçekleştirilmiştir. Burada amaç düşünmeyen, sorgulamayan, güce biat eden yurttaş/iş gücü yetiştirmektir. Dünyadan ve ülkede yaşananlardan haberdar olmayan, yaşananların kendisiyle bağlantısını kurup sorgulamayan birisi ne devlet ne siyasi iktidar ne de patronu karşısında hakkını arayabilir. Yani tam da sistemin istediği insan modeli yaratılmış olur.

12 Eylül ve YÖK’le birlikte başlayan ve bugün sonuçları en çarpıcı biçimde ortaya çıkan üniversitede neoliberal dönüşüm süreci 1980’den bu tarafa tüm iktidarlar tarafından daha da derinleştirilerek sürdürülmüştür. Dolayısıyla bu durumdan sadece 12 Eylül darbecileri ve YÖK’ün Kurucusu İhsan Doğramacı değil, onların kurduğu yapıyı bugünlere taşıyanlar da -en az onlar kadar- sorumludur. Elbette bu sorumluluğu en fazla taşıyan sekiz buçuk yıldır tek başına iktidarda bulunan AKP hükümetidir.

AKP üniversitelerdeki antidemokratik yapıyı eleştirerek iktidara gelmiş, ancak özellikle Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanlığı süresinin dolmasının ardından eleştirdiği antidemokratik yapıyı –kendi çıkarına kullanmak üzere- korumuştur. Bugün ÖSYM başkanlığına yapılan atama, yaşanan skandallar nedeniyle görünür hale gelmiş ve yoğun eleştirilere hedef olmuştur. Ancak unutulmamalıdır ki 103 kamu üniversitesinin rektörü de ÖSYM başkanıyla benzer biçimde atanmaktadır ve üniversitelerde de benzer yönetsel sorunlar yaşanmaktadır. Üniversitelerde yaşanan sorunlar ÖSYM’de olduğu gibi çok sayıda öğrenciyi birden etkilemediği için toplum tarafından görünür olmamaktadır. Oysa üniversitelerde yaşanan sorunların sonuçları itibariyle toplumsal etkisi ÖSYM’de ortaya çıkandan çok daha vahimdir. Niğde’de öğrencilere sorulan soruyla ortaya çıkan üniversite öğrencilerinin bilgi ve fikir düzeyi bu vahameti tüm açıklığıyla bir kez daha ortaya koymuştur.

Üniversiteye giriş sürecinde ve üniversitede yaşananların sadece üniversitenin bileşenleri tarafından değil sendikalar, demokratik kitle örgütleri ve emekten yana partiler başta olmak üzere tüm toplum tarafından sahiplenilmesi gerekir. Bu süreçte en önemli görev, üniversitelerde örgütlü olup demokratik, özerk ve kamusal bir yüksek öğretim sistemini savunan tek sendika olan Eğitim Sen’e düşmektedir. Eğitim Sen, tüm eğitim sistemiyle birlikte yüksek öğretim sistemi konusundaki sorunları aşmak üzere alternatifler üretmeli ve bu alternatiflerin yaşama geçirilmesi için emekten yana diğer yapılarla birlikte mücadeleyi örgütlemelidir.

Eğitim Sen 8. Olağan Genel Kurulu, üniversitelerdeki sorunların tüm açıklığıyla ortaya çıktığı ve toplum tarafından da yoğun biçimde tartışıldığı bir dönemde yapılmaktadır. Toplumun hemen tüm kesimlerince tartışılan bu konunun Eğitim Sen Genel Kurulu tarafından görmezden gelinmesi düşünülemez. Eğitim Sen’in bir üyesi olarak inanıyorum ki Eğitim Sen’in en üst karar organı olan Genel Kurulda üniversite ve üniversitedeki sorunların çözümüne yönelik önemli kararlar alınacak ve bu kararlar en hızlı biçimde yaşama geçirilecektir.

6 Mayıs 2011 Cuma

365 Gün “1 Mayıs” Olmalı..!

ÖZGÜRCE
06/05/2011
1 Mayıs, işçi sınıfının “birlik, mücadele ve dayanışma günü” olarak kutlanmaya başladığından bu yana birbirinden farklı (imiş) gibi görünen ama kökeni kapitalizm olan sorunların ve bu sorunlara yönelik tepkilerin bir alanda, hep bir ağızdan seslendirilmesini amaçlamıştır. Türkiye’de 1 Mayıs bu yıl geniş katılımı ve coşkusuyla tarihsel işlevine uygun biçimde kutlanmıştır. 1 Mayıs’a alanlarda katılanların sayısı daha önceki yıllara göre az mıdır çok mudur bilemem ama sorunlarını ve mücadelelerini alanlara taşıyan -birçoğu platform biçiminde yapılanmış- örgüt sayısının diğer yıllardan çok daha fazla olduğu kesindir. Bunun nedeni bugüne kadar kapitalizmle fazlaca tanışmamış olan pek çok alanın piyasanın çıkarları doğrultusunda dönüştürülmeye başlanmış olmasıdır. Bu dönüşümün etkilerinin giderek daha hissedilir olmasıyla birlikte tepkiler de artmış ve bu tepkiler küçüklü büyüklü örgütlenmelere dönüşerek 1 Mayıs alanlarına taşınmıştır.

HES’lere karşı Anadolu’nun derelerini savunan örgütler; nükleer santrallere karşı örgütler; sanatçıların, sporcuların örgütleri; kadına karşı şiddet ve ayrımcılığa karşı örgütler; eşcinsel örgütleri; lise ve üniversite öğrencilerinin örgütleri; sakatların örgütleri; çiftçi, köylü örgütleri; hemşeri dernekleri; Kürt, Çerkez örgütleri; Alevi örgütleri; hekimlerden, mühendislere şoförlere kadar birçok meslek örgütü; çeşitli işkollarındaki güvencesiz, düşük ücretli işçilerin oluşturdukları platformlar ve daha birçok farklı alanda mücadele yürüten örgüt, sendikalar ve emekten yana siyasi partilerle beraber 1 Mayıs alanında yerlerini almıştır.

1 Mayıs’ta rengarenk bir tablo oluşturan bu farklı örgütlenmelerin aynı alanlarda taleplerini ve sloganlarını ortaklaştırabilmesi kuşkusuz birbirleri arasında çıkar farklılıklarının olmamasından ve sorunlarının kaynağını aynı odakta aramalarından kaynaklanmaktadır. Bu kadar geniş bir kesimi tek bir alana 1 Mayıs alanına toplayan özellikle 2001 yılından buyana uygulanan ekonomi politikalarının sonucunda kapitalist sömürünün giderek yaygınlaşması ve derinleşmesidir.

2001’de yani tam on yıl önce gerçekleştirilen ve Derviş yasaları olarak bilinen düzenlemelerle hızlanan neoliberal yeniden yapılanma sürecinin sekiz buçuk yılında AKP’nin iktidarda olması doğal olarak 1 Mayıs alanlarındaki tepkilerin AKP üzerine odaklanmasına neden olmuştur. Alanlarda AKP üzerine yoğunlaşan tepkilerin demokratik olmayan koşullarda gerçekleşecek olan 12 Haziran seçimlerinde sandıktan çıkacak sonuca yansıması hiçte çok kolay değildir. Bu durumda 1 Mayıs alanlarında ifade edilen tüm sorunların seçim sonrasında daha da derinleşerek devam edeceğini söylemek kehanet olmayacaktır. O halde farklı taleplerle bir araya gelmiş olan tüm kesimler mücadelelerini yılın 365 gününde 1 Mayıs coşkusuyla ortaklaştırmalarından başka çare kalmamaktadır(!)