27 Aralık 2019 Cuma

Devlet, demokrasi ve bütçe hakkı...



21 Aralık 2019
Devlet, temsil ettiği ekonomik-siyasi gücün egemenliğini sürekli kılmak üzere yapılanır; bu bağlamda tüm üretici güçleri ve ekonomik kaynakları egemenlerin hizmetine sunacak bir örgütlenmeye gider.
Kapitalist toplum düzeninde, çok küçük bir kesimin çıkarı için toplumun geniş kesiminin sömürüsü, yoksulluğu, yoksunluğu anlamına gelen bu anlayışın meşrulaştırılması ve sistemin kendisini yeniden üretebilmesi için eğitim, kültür vb. “ideolojik araç” olarak kullanılır. İdeolojik araçların toplumu ikna etmekte yetersiz kaldığı, toplumsal mücadelelerin tehdit olarak görüldüğü koşullarda ise devlet; “ordu, yargı, emniyet gibi baskı aygıtları”nı devreye sokar. Devlet ancak karşısındaki toplumsal gücü ideolojik ve baskı aygıtı ile etkisizleştirmekte yetersiz kaldığında, diğer toplum kesimlerini de gözeten bir yaklaşım sergiler ve ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel olarak toplumsal uzlaşıyı içeren bir yapılanmaya gider.
Devlet aygıtının toplum kesimlerine yaklaşımını ortaya koyan en temel gösterge, devlet kaynaklarının gelir-giderini gösteren bütçedir. Genel bütçede kaynakların oluşumunda toplum kesimlerinin payının ne olacağı ve bu kaynakların toplum kesimleri arasında nasıl pay edileceği her yıl sonunda, bir sonraki yıl için yapılan bütçe kanunu ile belgelenir. Bütçe, demokratik toplumlarda “bütçe hakkı” çerçevesinde tüm toplum kesimlerinin demokratik katılımıyla yapılır. Sendikalar, meslek örgütleri ve toplumun farklı kesimlerini temsil eden diğer örgütler, parlamentoda yer alsın almasın tüm siyasi partiler bütçe yapım sürecine katılır ve toplumu bütçe tartışmalarından haberdar eder. Dolayısıyla toplumun her kesimi vergi vs. yollarla devlet bütçesine ne kadar katkıda bulunacağını ve bu katkının nerelere harcanacağını bilir. Yani bilme hakkı vardır. Bu nedenle siyasi iktidarlar da toplumun farklı kesimleri arasında görece dengeli bir bütçe yapmak zorunda kalır.
Türkiye’de 1970’li yılların ikinci yarısında bütçe, toplumun önünde -kısmen de olsa- açık biçimde tartışılabilmiştir. Siyasi çekişmelerin had safhada olduğu bu dönemde; işçiler, çiftçiler, öğrenciler ve diğer birçok kesim o zamana dek olmadığı kadar örgütlüdür ve taleplerini gerek üretim sürecinde gerekse sokaklarda dile getirebilmektedir. Öte yandan Meclis’te yürütülen bütçe tartışmaları tek kanallı televizyondan canlı yayınlanmakta ve büyük bir ilgiyle izlenmektedir. Örneğin kamu işçisi, pancar üreticisi, memur, öğrenci, esnaf vb. kesimler bütçeden kendilerine ne pay düştüğünü görüp, tepkisini anında göstermektedir. Bu nedenle de siyasi partiler, liderleri aracılığı ile yurttaşları ikna etme çabası içinde olmuşlardır.
“Dönemin liderleri Demirel, Ecevit, Erbakan ne kadar demokrattı, toplumu ikna çabaları ne kadar sahiciydi?” Bu tartışılır elbette… Ama toplumun siyasetle birlikte yaşamı düzenleyen devlet politikalarına tamamen yabancılaştığı günümüze göre 1970’lerin çok daha demokratik olduğu söylenebilir. Bunda, toplumun örgütlü olması ve yükselen işçi, öğrenci hareketinin katkısı büyüktür.
Artık herkesin bildiği gibi, 12 Eylül darbesi, 24 Ocak 1980 kararlarıyla birlikte devleti, toplumsal kaynakları, sermayeye aktarmanın aracı haline getiren neoliberal politikaların uygulanabilmesi için Türkiye’de demokrasinin işlerliğini sağlayan toplumsal mücadeleleri ortadan kaldıracak baskı düzeninin tesisi için gerçekleştirilmişti. Darbe düzeninin ortaya çıkarttığı bir parti olan AKP ise, 15 Temmuz darbe girişimi vesilesiyle ilan ettiği OHAL ve OHAL koşullarında dayattığı tek adam rejimiyle 12 Eylül darbe düzenini daha ileri boyuta taşımıştır. Tek adam rejiminde, sarayda hazırlanan yasaları onama kurumu haline gelen Meclis’te diğer yasalar gibi bütçe de, bırakın demokratik kitle örgütlerini, Meclis’teki partilerin dahi demokratik katılımı olmaksızın yangından mal kaçırır gibi toplumdan kaçırılmaktadır.
Neden mi? 2020 bütçesiyle toplumda yoksulluğu derinleştiren ve yaygınlaştıran dolaylı vergiler daha da artacağı, elde edilen kaynaklar bir avuç sermayedara, silah tekeline aktarılacağı için elbette! İşte siyasi iktidar, toplumun bunu öğrenmesini istememektedir
Unutmamak gerekir ki, diğer haklar gibi bütçe hakkı da; koşulsuz, şartsız her alanda demokrasiyi yükseltecek mücadeleleri örgütlemekten ve ortaklaştırmaktan geçmektedir. Bu bağlamda KESK’in 22 Aralık’ta Diyarbakır’da yapacağı “Halk için bütçe, demokratik bir ülke istiyoruz” mitingi önemlidir.

20 Aralık 2019 Cuma

Demokrasi yoksa iş cinayetleri de kaçınılmazdır!

14 Aralık 2019

İş cinayetleri toplu katliam halini almadıkça ne toplumun gündemine geliyor ne de ses çıkıyor. Bunların nasıl önlenebileceği, öldürmelere karşı hangi taleplerin yükseltilmesi gerektiği, ancak art arda toplu iş cinayetleri yaşanınca akla geliyor. Toplu iş cinayetlerini dert edinenler ya da dert ediniyormuş gibi görünenler de işçi katliamı en son hangi sektörde olmuşsa genellikle o sektördeki (maden, inşaat, mevsimlik tarım işçiliği vs.) çalışma biçimleri üzerine ahkâm kesmeye başlıyor. Ahkâm kesiyorlar diyorum çünkü kimse, bu cinayetlerin gerçek sorumlusu olan patronların, siyasi iktidarın ve devletin rolünü sorgulamıyor. Gerçi kimi partiler, meslek odaları ya da çok az sayıdaki sendikalar gerçekleşen katliam üzerine raporlar hazırlıyor, taleplerini kamuoyuyla paylaşıyor ve illa ki “Bu işin peşini bırakmayacağız!” açıklamaları yapıyor. Ama katliamın üzerinden bir süre geçtikten (süreyi büyüklüğü belirliyor) sonra raporlar, talepler, takipçi olma sözleri unutulup gidiyor. Ta ki yeni bir toplu iş cinayeti haberi gelene kadar.

Her gün onlarca emekçi, iş cinayetlerinde yaşamını yitirmeye devam ediyor bu arada. Basının bu cinayetlere değer atfetmemesi, dolayısıyla yansıtmaması nedeniyle toplumun çoğu, bir yakınının başına gelmedikçe, iş cinayetlerinden haberdar bile olmuyor ya da bunu sorun olarak görmüyor. Bunu dert edinenlerin önemli bir kısmıysa bu cinayetleri vaka-i adiyeden sayıyor hatta kanıksıyor. Görmezden gelinemeyecek büyüklükte ortaya çıkmadıkça tepki bile göstermiyor. Örneğin -İSİG Meclis’in açıkladığı rakamlara göre- 2019 yılının ilk 11 ayında iş cinayetlerinde ölen işçi sayısı 1606’yı bulduğu halde bu bilgi, ülke gündeminde yer bulamıyor. Kaldı ki İSİG Meclis’in açıkladığı rakam sadece tespit edilebilenler. Bir o kadar da kayda geçmediği ya da haber olmadığı için tespit edilemeyen iş cinayeti var. Bunlara meslek hastalığı nedeniyle ölenler de eklenirse, yaşamını sürdürmek için çalışırken ölen emekçi sayısının bu rakamın birkaç katı olduğunu tahmin etmek güç değil.
Türkiye’nin iş cinayetleri ve meslek hastalıklarından kaynaklı ölümlerde dünya sıralamasının en başlarında olmasının birbiriyle ilişkili iki temel nedene dayandığı söylenebilir: Bunlardan birincisi 12 Eylül 1980 darbesiyle sağlanan ve halen devam etmekte olan anti demokratik, baskıcı düzen; diğeri ise 12 Eylül darbesinin gerekçesi olan 24 Ocak 1980 karalarıyla dayatılan ve darbe rejimi sayesinde yaşama geçirilebilen neoliberal ekonomi politikaları ve bu politikaların gereği olarak uygulanan üretim sistemi ve istihdam politikalarıdır. AKP, 17 yıllık iktidarı döneminde, 12 Eylül sonrasındaki diğer iktidarlar gibi darbe rejiminin anti demokratik düzenlemelerinden de destek almış ve bu destekle neoliberal politikaları, diğerlerinden çok daha “başarıyla” yaşama geçirmiştir. İşte bu “başarı (!)” 17 yıllık AKP döneminde -belirlenebildiği kadarıyla- 23 bin civarında işçinin yaşamını sürdürebilmek için çalışırken yani iş başındayken ölümüne neden olmuştur.
Peki ne yapmalı? Bu ölümler; ölümlere yol açan gerçek etkenleri ortadan kaldıracak bir mücadele iradesi gösterilmeden, sadece toplu ölümler olduğunda gündeme getirilerek çözümlenebilecek bir sorun değildir
İş cinayetleri, bir ülkede çalışma rejiminde demokrasinin ne düzeyde olduğunun göstergesidir. Emekçiler, kendi emekleri üzerinde söz sahibi olabildiği, özgürce örgütlendiği ve hak mücadelesi yürütebildiği koşullarda, ölümüne çalışmak zorunda kalmayacaktır. Ancak tüm bunları ülkedeki demokrasinin genel düzeyinden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Siyasal ve kültürel hakların engellendiği, seçilmişlerin yerine kayyumların atandığı, seçilmişlerin özgürlüklerinin kısıtlandığı; kadın cinayetlerine karşı ses veren kadınların dans etmesine dahi tahammül edilmediği; doğanın talan edilmesine karşı duran, toprağını savunan köylülerin çığlığının şiddetle baskılandığı bir ülkede çalışma yaşamında da elbette demokrasi, hak, hukuk olmayacak dolayısıyla katliam halini alan iş cinayetleri de kaçınılmaz hale gelecektir.
Yeni Yaşam okurlarıyla bu ilk buluşmada, kendimi ifade etme olanağı bulabildiğim her platformda belirtmeye çalıştığım gibi tüm alanlarda özgürlükleri sınırlandıranın, egemen sistem ve o sistemden beslenen bir avuç çıkarcı olduğunu; bunlara karşı yürütülecek demokrasi mücadelesinin de bu perspektifte gerçekleştirilmesi gerektiğini bir kez de burada dillendirmek istiyorum.