16 Şubat 2024 Cuma

AKP iktidarında felaketler bitmiyor!

                                  17 Şubat 2024

AKP’nin iktidarda bulunduğu 22 yıl boyunca ülkenin başı felaketlerden kurtulmadı. Depremler, seller, orman yangınları, pandemi, madenlerde göçükler ve daha nicesi… Bunların bir kısmı doğa olayları olmakla birlikte, bilimsel gelişmeler ve teknolojinin sağladığı imkanlarla tüm bu doğa olaylarının öngörülebilmesi ve alınacak önlemlerle felakete dönüşmesini engellemek mümkündü.

Örneğin deprem riski olan bölgelerde güvenli kentler, binalar inşa edilebilir, deprem anında ve sonrasında can kayıplarını azaltacak organizasyonlar yapılabilirdi. Ya da maden arama ve çıkarma izni verilirken çevre etkisi araştırılıp madenlerde çalışanların, bu yörelerde yaşayanların yaşamını doğrudan riske atacak ve eko sisteme kalıcı zararlar verecek yatırımlar engellenebilirdi. Veya işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınarak her yıl yaklaşık 2 bin işçinin yaşamını yitirmesinin önüne geçilebilirdi.

Yapılabilecekler yapılmadığına göre şunu söyleyebiliriz: Doğa olaylarının felakete, herhangi bir üretim faaliyetinin işçi katliamına ve/veya doğa talanına dönüşmesinin engellenmemesi becerisizlikten, bilgisizlikten, liyakatsizlikten, yanlışlıktan vs değil, “AKP iktidarının tercihleri”nin sonucudur!

AKP, 2002’de ilk kez iktidara gelirken uygulamayı taahhüt ettiği neoliberal yapısal uyum programı ile, kapitalizmin uluslararası kurumlarının (DB, IMF, AB vb) ve sermayenin çıkarlarını toplumun genel çıkarlarının önünde tutacağını açıkça ortaya koymuş ve 16 Kasım 2002’de Erdoğan tarafından kamuoyuna duyurulan 58. Hükümet Acil Eylem Planıı ile de bunu deklare etmiştir. Aradan geçen 22 yılda AKP hükümetleri, yapısal uyum programının belirlediği hedeflere ulaşmak için -Türkiye’de siyasal rejimin daha da otoriterleşmesi de dahil olmak üzere- ekonomik, siyasal ve kültürel alanda köklü bir değişim gerçekleştirmiş ve netice itibariyle bu hedefinden en ufak bir sapma göstermemiştir.

Erzincan İliç’te gerçekleşen, 9 işçinin can verdiği; doğaya yayılan siyanür ve diğer ağır metaller nedeniyle eko sisteme geri dönülemeyecek zarar vererek orta ve uzun vadede milyonlarca insanın ve diğer tüm canlıların yaşamını etkileyecek olan maden katliamı, AKP iktidarının yarattığı son felaketlerden biridir. AKP döneminde verilen maden izinleri nedeniyle Artvin’den Ağrı’ya, Eskişehir’e, Uşak’a kadar ülkenin dört bir yanında Erzincan’da yaşanan felaketin/katliamın bir yenisinin yaşanması her an beklenmektedir. Tıpkı yine ülkenin dört bir yanında her an gerçekleşebileceği bilimsel çalışmalarla ortaya konan depremlerin 6 Şubat depremlerinde ortaya çıkan felaket tablosunu tekrar yaşatabileceği; ya da ülkenin herhangi bir köşesinde yaşanacak yeni bir Soma katliamının gerçekleşmesinin göz ardı edilemeyecek bir ihtimal olması gibi…

AKP döneminde gerçekleşen, işçi ve doğa katliamına dönüşen felaketlerin ortak noktası, “bunlara yol açan nedenlere daha fazla rant ve kâr elde etmek için göz yumulması ve hatta felakete/katliama neden olan koşulların siyasi iktidar tarafından yaratılmış olması”dır. Her felaket/katliam sonrasında “sorumlulardan hesap sorulacağı” dile getirilse de yıllardan bu yana kimseden hesap sorulmadığı gibi faillerin yönetim kademelerinin en tepelerine getirilerek ödüllendirildiğine tanık olunmakta; hal böyle olunca da felaket ve katliamlar sürüp gitmektedir.

Depremlerin, sellerin, pandeminin, madenlerin neden olduğu faciaların, orman yangınlarının vb felakete/katliama dönüşmesinin engellenmesi ve faillerden hesap sorulabilmesi için öncelikle sermayenin çıkarlarını toplumun çıkarlarının önüne koyan politikalara ve bu politikaları uygulayan siyasi yapılara son verilmelidir! Bunun içinse alternatif politikalar üreten siyasi aktörlerin varolması ve ondan da önemlisi toplumsal mücadelelerin yükselmesi gerekir. Neden olduğu tüm felaketlere rağmen AKP’nin 22 yıldır aralıksız iktidarda kalabilmesinin, halkın önüne başka bir alternatif konulamamış olması ve toplumsal muhalefetin etkisiz kalmış olduğunu unutmamalıdır.

CHP başta olmak üzere, AKP iktidarına muhalefet eden partiler, yirmi yılı aşkın süredir yaşanan felaket ve katliamlara neden olan politikalar karşısında herhangi bir alternatif ortaya koy(a)mamıştır. Toplumsal mücadelenin ana bileşenleri olan emek ve meslek örgütleri ile ekoloji mücadelesi yürüten yapılar ise mücadeleyi sınıfsal bir perspektifle ele almadıkları gibi meselenin Türkiye’nin demokratikleşmesiyle ilişkisini de yeterince kuramamıştır. Böylece halklar arasında yaratılan düşmanlık üzerinden milliyetçilik yükseltilmiş; emek sömürüsü, doğa talanı ve yaşam alanlarının rant için feda edilmesinin üzeri örtülebilmiştir.

Türkiye’de demokrasi tesis edilmeden sermayenin çıkarlarını toplumun çıkarlarının önüne koyarak felaketlere/katliamlara neden olan politikalara son vermenin mümkün olamayacağı onlarca yıldır tecrübe edilmektedir. Kürt sorununun barışçı ve demokratik çözümü başta olmak üzere, toplumsal barışın sağlanması, Türkiye’nin demokratikleşmesi için başat koşuldur. Bu bağlamda ülkeyi felaket ve katliamlardan kurtarma çabası içinde olan toplumsal muhalefetin demokrasiyi, barışın toplumsallaşmasını içselleştir(e)meyen mücadeleleri, ülkeyi felaketlerden kurtarmak için yeterli olmayacaktır.


9 Şubat 2024 Cuma

Biat etmeyenin yaşam hakkı…



10 Şubat 2024


Demokrasinin bir yaşam hakkı meselesi olduğu Erdoğan’ın Hatay’da yaptığı konuşmada sarf ettiği “Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi? Bak şu an Hatay garip kaldı.” sözleriyle bir kez daha görüldü. 


Kendinden olmayana, kendisine oy vermeyip biat etmeyene yaşama hakkı tanımayan bir iktidar anlayışına bu ülke topraklarında ilk kez rastlanmıyor elbette. Aksine bu sözleri duyan -vicdan sahibi- herkesin tüylerini diken diken eden bu yaklaşım, ülkenin müesses nizamının esasını teşkil ediyor ve ne acıdır ki tarih boyunca tekrar edip duruyor. 1915’te Ermenilere; 1938’de Dersim’de, 1970’lerde Maraş’ta, Sivas’ta, Çorum’da, Malatya’da, 1993’te Madımak Oteli’nde Alevilere; yüz yıldan uzun bir süredir Kürtlere uygulanan sürgünler, katliamlar hep o “kendinden olmayana yaşam hakkı tanımayan” anlayışın sonucu değil mi zaten?


Erdoğan’ın son açıklaması, geçmişten bu yana var olan “kendinden olmayana yaşam hakkı tanımayan” anlayışın yeni bir eşiğe taşındığına işaret etmektedir: Artık sadece farklı etnik kimlik ya da inançtan olanlar değil, -dinine, kimliğine bakmadan- sadece kendine biat etmeyen, oy vermeyenlerin de “yaşamayı hak etmediği” en yetkili ağızdan ilan edilmektedir. Daha önce Gezi Direnişi’nde de tanık olduğumuz bu anlayış tekerrür etmiş; resmi kayıtlarda 50 bini aşkın canın yitirildiği depremin yıl dönümünde kitlesel boyuta ulaşan ölümlere -binaların imar ve inşa sürecinde; deprem sonrasında yardım ve kurtarma aşamasındaki ihmallerle- adeta taammüden göz yumulduğu ima edilerek, biat etmeyenlere yaşam hakkı tanımamanın boyutlarının nereye varacağı da en aleni biçimde gösterilmiştir. İBB başkan adayı Murat Kurum’un da sahip çıktığı “Benden değilsen ölümü hak edersin!” anlayışı, muhtemelen önümüzdeki yerel seçim sürecinde, “korku salarak -biat ettirmek- oy almak” amacıyla tüm AKP/MHP adayları tarafından da kullanılacaktır.


Kendi topraklarında etnik ve dini ayrımcılık nedeniyle ötekileştirilenler için yaşam hakkı tanımayan tiranlıklar (Sadece tek bir hükümdarın keyfi uygulamalarıyla yönetilen monarşik yönetim sisteminin adıdır tiranlık.), ötekine karşı düşmanlaştırarak iktidarını tahkim ettiği halkın arasında kendisine boyun eğmeyenleri de eninde sonunda hedef haline getirmek durumundadır. Zira halka rağmen halkı yönetmeye çalışan tiranlıklar, kendilerine mutlak itaat edildiği sürece ayakta kalabileceklerini bilir; bu nedenle iktidarına karşı sesini yükseltenleri etnik kimliğine, inancına vs bakmaksızın ötekileştirerek ve diğer ötekilerle birlikte onların da yaşam hakkını ellerinden almayı elzem olarak görür.


Ülkede demokrasiyi, barışı, insan haklarını savunanlar; tam da bu yüzden etnik kimliğinden, inancından dolayı ayrımcılığa uğrayan, katli vacip görülen halk kesimleri olduğu sürece halkın diğer kesimlerine de huzurun, saadetin gelmeyeceğinin bilinciyle, -büyük bedeller ödeme pahasına- halkların eşitliğini esas alan bir demokrasi için mücadele ederler. 


Demokrasiyi, insan haklarını, özgürlükleri ikinci plana atan hiçbir anlayış, bugüne kadar bu ülke halklarına refahı, huzuru getir(e)memiştir; bundan sonra getirmesi de mümkün değildir. Daha önce birçok seçimde olduğu gibi -müesses nizamdan sap(a)mayan-, tiranlığın ötekileştirdiklerinin demokratik haklarını, özgürlüklerini görmezden gelerek onların sadece oylarına talip olan muhalefet partileri yaptığı da tiranlığa hizmet etmekten başka bir şey değildir.  


Anadolu ve Mezopotamya topraklarının tarihi; tiranlara, Dehak’lara boyun eğmeyen, direnen halkların tarihidir. Salınmak istenen korkuya geçmişte olduğu gibi bugün de pabuç bırakılmayacaktır elbette. Ancak kendine biat etmeyen halka yaşama hakkı tanımayan tiranlıkların bu topraklardan ilelebet defedilmesi; ötekileştirilen, birbirine düşmanlaştırılan halkların eşit haklar temelinde bir araya gelerek demokratik toplumu inşa edecek mücadele birliğini sağlayacak iradeyi ortaya konulmasıyla mümkün olacaktır. 

 

2 Şubat 2024 Cuma

Afeti felakete, felaketi fırsata çeviren düzen…

                                  3 Şubat 2024

6 Şubat depremlerinde resmi rakamlara göre 50 bin, dönemin Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı ve 31 Mart seçimlerinde İBB başkan adayı olan Murat Kurum’un son açıklamasına göre ise 130 bin kişi enkaz altında can verdi (Kurum, daha sonra bu rakamın Türkiye’deki depremlerde ölenlerin toplamı olduğunu söyledi ama sahada çalışma yapanların tespiti, 6 Şubat depreminde yaşamını yitiren sayısının bu civarda olduğunu gösteriyor.). Depremden etkilenen 11 il ve çevresinde, 36 bini aşkın bina, depremler esnasında yıkıldı, 311 bin bina kullanılamaz hale geldi. Depremlerin ekonomik maliyetinin ise 120-130 milyar doları bulduğu tahmin ediliyor.

Depremde enkaz altında kalanlar sadece ölen ve yaralananlar değildi; onlarla birlikte Türkiye Cumhuriyeti -devleti ve milleti ile birlikte- topyekün enkaz altında kaldı. Aradan geçen bir yılda bu enkaz kaldırılamadı; devlet de millet de enkazın altından hâlâ kurtulamadı!

Kurtarılamadı çünkü devleti yönetenler, yıkıma neden olan imar ve inşa politikalarıyla birlikte deprem sonrasındaki kurtarma faaliyetlerindeki sorumluluklarının hesabını vermediği gibi yıkılan kentlerin yeniden imarı ve inşası sürecinde “yıkıma neden olan” sorumsuzluklarını büyük bir yüzsüzlükle devam ettirdiler. Hatta nedeni oldukları felaketi fırsata çevirmekten de geri kalmadılar. Devleti yönetenlerin felaketi fırsata çevirmesinin en somut örneği 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi hakkındaki yasada yaptıkları değişikliklerdir. Deprem gerekçe gösterilerek yapılan bu değişiklikler ile yeni rant alanları açmak için kamu gücü kullanarak -zorla- mülkiyete el konulmasının önü açıldı; böylece Anayasal bir hak olan “barınma hakkı” da gasp edildi.

Öte yandan depremde yıkımın ve can kayıplarının birinci dereceden faillerinin birçoğundan hesap sorulmadığı gibi failler, cezasızlıkla ya da yeniden milletvekili, belediye başkanı adayı vs yapılarak adeta ödüllendirildi. Bunu yapan sadece iktidar partisi de değildi. Hatay’da olduğu gibi ana muhalefet partisi de failleri yeniden belediye başkan adayı olarak göstererek ödüllendirme kervanına katıldı.

Depremlerin üzerinden bir yıl geçmesine rağmen ne on binlerce depremzedenin barınma, beslenme gibi en temel ihtiyaçları tam olarak karşılandı ne de deprem için yurtiçi ve yurt dışından yapılan yardımların akıbeti öğrenilebildi. Yıkılan kentlerin yerine halkın ihtiyaçlarını karşılayacak, güvenli bir yapılaşma için ayrılması gereken kaynaklar, rant amacı güden projelerle müteahhitlere aktarıldı.

Sonuç olarak, 6 Şubat depremleri Cumhuriyet tarihinin en büyük afetlerinden biri idi. Ancak devleti yönetenler kentler planlanırken, binalar inşa edilirken ve deprem sonrasında kurtarma çalışmalarında üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmediği için bu afet, yüzbinlerce binanın yıkıldığı, bu binaların enkazında yüz bini aşkın canın yitirildiği bir felakete dönüştü.

Aradan geçen bir yılda devleti yönetenlerin afeti felakete dönüştüren politikalarında bir değişiklik olmadığı gibi, depremi fırsata çevirme çabası içine girildi. Dolayısıyla bugün Türkiye’nin herhangi bir yöresinde benzer ölçekte bir deprem olması halinde -ki her an beklenmektedir- ortaya çıkacak yıkım, kurtarma çalışmalarındaki rezaletler ve verilecek can kaybı bir yıl öncekinden çok da farklı olmayacaktır.

Bundan daha vahim olansa, içinde bulunduğumuz yerel seçim sürecinde iktidar gibi muhalefet partilerinin ve onların gösterdiği adayların depremin -ve benzeri afetlerin- felakete dönüşmemesi için ortaya koyduğu herhangi bir ciddi projenin olmamasıdır. Bu da -uzmanların sürekli olarak uyardığı- muhtemel bir deprem halinde önümüzdeki beş yılda da tablonun değişmeyeceğini göstermektedir.

Kentlerin yaşam alanı, konutların barınma mekanı olmak yerine “rant” olarak görüldüğü; kârın insan yaşamından daha değerli olduğu anlayış değişmediği sürece afetlerin insanlar için felakete, felaketin ise sermaye ve iktidar sahipleri için fırsata dönüştürülmeye çalışıldığı düzenin de değişmesi beklenemez.

Değişim için “halk iradesinin sermayenin kârından ve iktidarı elinde bulunduranların çıkarlarından üstün kılınması” gerekir ki bunun için de halkların yaşam alanları olan kentleri kendi iradeleriyle yönetmesi gerekir. Bu ise halkın, egemenlerin -üretim sürecinden başlayarak- yaşamları üzerindeki tahakkümünü kırması için gerçekleştireceği mücadeleye bağlıdır.