28 Nisan 2020 Salı

Belediyeler AKP için tehdit mi?


25 Nisan 2020
Salgın nedeniyle yüz binlerce iş yeri kapandı, on milyonlarca emekçi, küçük üretici, esnaf işsiz, gelirsiz kaldı. Böylesi bir dönemde, yerel yönetimlerin en temel yaşamsal ihtiyacını karşılamaktan dahi yoksun kesimlere yönelik yardım çabaları, AKP iktidarı tarafından “paralel yapı” olarak nitelendiriliyor ve yardımlar engelleniyor.
Birçokları AKP’nin bu tavrını “şaşkınlıkla” karşıladı. Yani nasıl olur da hükümet yerel yönetimlerin halka insani yardımda bulunmasını, neredeyse bir terör eylemi olarak niteler ve engellerdi?
Vaziyet şaşılmayacak gibi değil tabi ama şaşıranlara şaşırmamak da elde değil! AKP’nin kendinden olmayan yerel yönetimlere yönelik bu yaklaşımı yeni değil ki…
15 Temmuz darbe girişimi gerekçesiyle ilan edilen OHAL sonrasında Türkiye’nin birçok büyükşehir, il, ilçe belediyesine benzer suçlamalarla kayyım atandı. Halen onlarca belediye başkanı bu suçlamayla yani halka verdikleri belediyecilik hizmetleri, terör eylemi gibi gösterildiği için bugün cezaevinde. Dahası tacizciler, tecavüzcüler, uyuşturucu satıcıları, mafya babaları koronavirüs salgını nedeniyle salıverilirken, halkın seçtiği belediye başkanları, salgının kol gezdiği cezaevlerinde tutulmaya devam ediyor.
Tüm bunlar, salgın sürecinde iktidarın yerel yönetimlere yönelik “akıl dışı” tavrını normalleştirmez elbette. Ama ötekileştirmenin, Kürt halkına yapılan haksızlık, hukuksuzluk karşısındaki vurdumduymazlığın sonucunda “iğne ancak kendine battığında şaşırma” haline de değinmeden geçemedim.
AKP’nin önceleri DBP ve HDP’li belediyeleri şimdi ise tüm muhalif belediyeleri işlevsiz hale getirmeye çalışan tutumunun, muhalefetin elindeki yerel yönetimleri iktidarına karşı tehdit olarak görmesinden kaynaklandığı aşikâr. İyi de, devlet erkini (yasama-yürütme-yargı) tek başına elinde bulunduran bir iktidar, yerel yönetimleri neden hâlâ tehdit olarak görür?
Bu sorunun yanıtını en iyi bilen, AKP kadroları ve başta da Tayyip Erdoğan’dır, kuşkusuz. AKP’nin de içinden geldiği Milli Görüş geleneği, Cumhuriyet’in -görüntüde de olsa- laik devlet yapısı içinde “marjinal” kabul edilmiş ve diğer tüm muhalif siyasetler gibi çeşitli biçimlerde engellenmiştir. AKP’ye bu engelleri aşarak tek başına iktidar olma yolunu açan, “Refah Partisi olarak girilen 1994 seçimlerinde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere yerel yönetimlerin kazanılması”dır. Başta İstanbul Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan olmak üzere daha sonra AKP’yi oluşturacak kadrolara bu seçimi kazandıran ise “1980 sonrasında devletin neoliberal politikalarla sosyal politikaları terk etmesinin karşısına, yerel düzeyde -inanç temelli de olsa- sosyal yardımı içeren bir programı çözüm olarak ortaya koyan (Milli Görüş Belediyeciliği olarak da isimlendirilen) anlayış olmuştur.
AKP, iktidara geldikten sonra da yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve sosyal yardımların yerel yönetimler eliyle yürütülmesi anlayışını sürdürmüştür. Örneğin, “Kamu yönetiminin güç ve yetkilerinin merkezde toplanması yerine, olabildiğince fazla yetki, görev ve fonksiyonların yerel yönetimlere devredildiği ve birçok devlet fonksiyonlarının yerinden yönetim esasına göre gerçekleşebileceği bir devlet anlayışına süratle geçilecektir” ve “Partimiz, merkezi devletin yerel yönetimler, sivil toplum örgütleri ve özel sektör ile işbirliği yapmasını sağlayarak sosyal devlet hizmetlerinde verimliliği, sürati ve kaynak kapasitesini artıracaktır” ifadelerinin yanı sıra “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na uygun olarak, anayasal sistemimize yerel yönetim hakkının dahil edilmesi” taahhüdü de halen AKP parti programını süslemektedir.
Yani AKP’yi 18 yıldır süren iktidara, Erdoğan’ı ise tek adam koltuğuna taşıyan süreçte neoliberal politikalarla toplumun sorunlarına çözüm üret(e)meyen piyasacı devlet anlayışına karşılık, sosyal yardımları içeren yerel yönetim anlayışının önemli katkısı olmuştur. Öte yandan yerel yönetimlerin önemine vurgu yapan beyanları, bir dönem AKP’nin liberal çevreler ve AB’nin desteğini alarak, iktidarını güçlendirmesini de sağlamıştır.
Daha açık bir ifadeyle, AKP ve Erdoğan, bugün devleti tüm kurumlarıyla elinde bulunduruyorsa; bu büyük ölçüde, şimdilerde “paralel yapı” suçlamasıyla engellemeye çalıştığı anlayış sayesindedir.
Peki ne olmuştur da AKP, kendisini bugünlere getiren ve tüm belgelerde deklare ettiği anlayıştan keskin bir dönüş yapmış ve hatta bu anlayışı neredeyse terörist bir eylem olarak görme/gösterme noktasına gelmiştir?
Açıktır ki AKP’nin bugün kendisinden olmayan yerel yönetimleri iktidarına tehdit olarak görmesinin nedeni “bir zamanlar iktidara gelmesine olanak sağlayan anlayışın, kendisine karşı kullanılmasına engel olmak istemesi”dir. Zira bugün AKP, kadrolarının 90’ların başında karşı çıktığı neoliberal, merkeziyetçi devletin ta kendisi olmuş; sermayenin çıkarlarını ve kendi iktidarını korumaya çalışırken topluma ve onun ihtiyaçlarına tamamen yabancılaşmıştır! İktidarını demokrasinin kırıntılarının bile olduğu bir ortamda sürdürebilmesi imkansız hale gelmiştir. Kendisine karşı olan ya da üzerinde egemenlik kuramadığı düşünceler gibi belediyelere de tahammül edememektedir!

20 Nisan 2020 Pazartesi

Korona günlerinde devlet, bildiğimiz devlet!


18 Nisan 2020
İçişleri bakanının istifası ve bunun geri çevrilmesiyle öyle bir fırtına koparıldı ki istifaya neden olan ve belki binlerce insanın yaşamına mâl olacak bir skandal gölgede kaldı. Oysa bakanın istifaya neden olan sokağa çıkma yasağına ilişkin açıklaması; gerek içeriği gerekse zamanlaması bakımından, devletin hızla yayılan ve ölümcül olan salgın karşısında ne kadar sorumsuz, hazırlıksız olduğunu ortaya koyuyordu. Sadece bu açıklama değil, salgının başından bu yana izlenen tavır ve alınan kararlar devletin üç temel işlevinden biri olan “toplumun genel çıkarlarını koruma” işlevini (diğer ikisi, devletin, egemen sınıfın ve siyasi iktidarın çıkarlarına hizmet etmesidir) yerine getiremediğini de gösteriyordu.
Sokağa çıkma yasağı meselesini sona bırakıp, süreci kısaca anımsayalım: “Salgının ortaya çıkması ve yayılma eğilimi göstermesinin hemen ardından Türkiye’de sağlık meslek örgütleri ve uzman kuruluşlar (TTB, Halk Sağlığı Uzmanları Derneği vb) önlem alması konusunda hükümeti uyarıyor. Çevre ülkelerde salgının görülmesinin ardından, bu uyarılar daha yüksek tonda yapılıyor. Ancak hükümet uzun süre bu uyarılara kulak tıkıyor, salgın bir iç güvenlik meselesiymiş gibi konuyu İçişleri Bakanlığı’na havale ediyor ve hatta Emniyet Müdürlüğü koronavirüs konusunda paylaşımlarda bulunanlar hakkında işlem başlatacağını duyuruyor.
Salgın resmen kabullenildikten sonra Sağlık Bakanlığı bir bilim kurulu oluşturuyor. Ancak iktidara yandaş olmayan, kendisine biat etmeyeceğini bildiği  TTB ve uzman sağlık kuruluşlarına bu kurulda yer vermiyor. Bunun nedeni de kısa sürede anlaşılıyor: TTB’nin Sağlık Bakanlığı’na yönelttiği sorulara bakılırsa; bakanlığın tanılara ilişkin verileri Dünya Sağlık Örgütü’nün de belirlediği evrensel kriterlere göre oluşturulmuyor ve “gerçek veriler”, virüsle canı pahasına mücadele eden sağlık çalışanlarıyla dahi paylaşılmıyor.” Yani en başından itibaren salgın, toplum sağlığını tehdit eden bir mesele olmaktan ziyade siyasi iktidarı ve ekonomiyi (egemen sınıfın çıkarlarını) tehdit eden, zora sokan bir mesele olarak ele alınıyor.
Bakanın istifasına neden olan sokağa çıkma yasağı meselesine gelince, halk sağlığı uzmanlarına göre hızla yayılan, ölümcül bir virüs salgınından korunmanın tek yolu salgına karşı alınacak en etkin önlem, KARANTİNA. Bulaşıcı bir hastalığa yakalanmış olmasından kuşku duyulan kişilerin, hastalığın en uzun kuluçka süresince sağlam kişilerle temas etmemesi gerekiyor. Koronavirüs için bu süre 14 -27 gün arasında değişiyor. Salgın sınıf, kimlik, cinsiyet farkı gözetmediği için, alınacak önlemlerin ve elbette karantinanın da toplumun bütününe uygulanması gerekiyor.
Bakanın geçen hafta sonu için açıkladığı, bu hafta sonu için de Cumhurbaşkanı tarafından açıklanan “sokağa çıkma yasağı kararı”nın toplumu bir salgın hastalıktan korumak için gerekli olan karantinayla ilgisi yoktur. Her şeyden önce “karantina kararının alınması, kapsamının, süresinin ne kadar olacağı” halk sağlığı, enfeksiyon hastalıkları, mikrobiyoloji uzmanlarının dahil olduğu bilimsel kurullar tarafından kararlaştırılabilir. Uygulanması ise, yerel yönetimlerin de katılımıyla sağlanır.
Sokağa çıkma yasağı ise, toplumu bir salgından korumak için değil, devletin kendisini korumak için toplumun özgürlüklerinin kısıtladığı bir uygulamadır. Hatta bizde kısıtlamaların da ötesine geçilebilen bir icraattır. Buna en yakın örnek; 2015-2016 yıllarında Cizre, Sur, Nusaybin başta olmak üzere bölgedeki birçok il ve ilçede uygulanan süresiz sokağa çıkma yasaklarıdır. Bu yasaklar sürecinde Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın Mart 2016’da yayınladığı “16 Ağustos 2015 – 18 Mart 2016 Tarihleri Arasında Sokağa Çıkma Yasakları ve Yaşamlarını Yitiren Siviller” raporuna göre, Ağustos 2015’ten itibaren ilan edilen “süresiz sokağa çıkma yasakları” nedeniyle, 2 milyona yakın yurttaş “gıda, su, geçim kaynakları, acil sağlık hizmetleri, eğitim, adalete erişim gibi en temel insani hak ve özgürlükler”inden mahrum bırakılmıştı. Bu dönemde, evinin önünde öldürülen 10 yaşındaki Cemile Çağırga’nın cenazesini buzdolabında saklamak zorunda kalan annenin; evinin kapısında kurşunlanarak yaralanan Taybet Ana’ya ulaşamadığı için onun ölümünü izleyen, cesedini günlerce sokaktan kaldıramayan evlatlarının -ulusal medyada da yayımlanan- haberlerini unutmak mümkün değildir.
Anlaşılan siyasi iktidar, koronavirüse karşı mücadeleyi, acıyla andığımız süreçteki alışkanlığıyla yürütmek istemektedir: En az 14 gün sürmesi gereken karantina kararı yerine, 2 gün sokağa çıkmayı yasaklamak! Egemen sınıfın yani sermayenin çıkarlarına halel gelmesin diye emekçileri bu kapsamın dışına çıkartarak yaşamları pahasına çalıştırmak! Velhasıl sokağa çıkma yasağını bir buçuk saat önce ilan ederek yüz binlerce insanı sokağa dökerek salgını azdırmak!
Peki, toplum sağlığı tehdit altındayken bile, güvenlikçi politikalardan neden vazgeçilemiyor; bilimsel yol ve yöntemlerden niçin kaçınılıp gerçeklerin üzeri örtülüyor; devlet “toplumun genel çıkarlarını koruma” işlevini neden yerine getiremiyor? Hem de toplum sağlığını tehdit eden salgına karşı mücadeleye zarar vermesi pahasına…
Soru uzun ama yanıt kısa: Çünkü devlet, “toplumun genel çıkarlarını koruma” dışındaki diğer iki işlevini, “egemen sınıfın ve devleti yöneten kadronun çıkarlarına hizmet etme işlevleri”ni toplumun genel çıkarlarının önünde tutuyor. Görünen o ki, kitlesel ölümlere neden olabilecek bir durumda dahi, bundan vazgeçmiyor.

13 Nisan 2020 Pazartesi

Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak (mı)?


11 Nisan 2020
Fransız yazar/düşünür Andre Gorz;  Doğu Bloku’nun dağılmaya yüz tuttuğu, sosyalizme yönelimin zayıfladığı bir dönemde, 1980’lerin başında yayımlanan “Elveda Proletarya” adlı kitabında, hızla gelişen teknoloji sayesinde makinelerin işçilerin yerini alacağını ve kol işçiliğinin yok olacağını iddia ediyordu. Tez büyük ilgi uyandırdı. Tahmin edileceği gibi liberal akımı benimseyenler bu teze dört elle sarıldı.  Ama asıl ilginç olan, işçi sınıfını temsil ettiğini ya da yanında olduğunu iddia eden sendikalar ve kimi sol siyasetler de sosyalizmden uzaklaşıp, liberal ideolojiye sığınmalarını bu teze dayandırdı.
Küreselleşmeyle birlikte üretimin, yerkürenin kapitalizmle yeni tanışan bölgelerine, en ilkel ve en vahşi haliyle yayılması, Gorz’un tezini merkez kapitalist ülkelerde belki, bir miktar haklı(imiş) gibi gösterse de dünya genelinde tam tersini ortaya çıkardı. Küresel düzeyde emekçiler arası rekabet arttı, çevre ülkelerde sömürü en vahşi haliyle sürerken, merkez ülke emekçileri de kazanılmış pek çok hakkını kaybetti. Yüksek vasıflı profesyonel meslek sahiplerini (doktor, mühendis, öğretmen, avukat, akademisyen vs.) dahi güvencesiz, düşük ücretle ve kötü çalışma koşullarıyla karşı karşıya bıraktı yani proleterleştirdi. Diğer bir deyişle,  proletarya yok olmadığı gibi coğrafi olarak daha geniş bir alanda yayıldı ve nicel olarak çoğaldı.
Bu teorik gibi görünen tartışmaların üzerinden henüz çok geçmemişken koronavirüs, içinde bulunduğumuz sistemi yani kapitalizmi öyle bir silkeledi ki egemen sistemin ideolojisi de pratiği de bundan çok değil, bir kaç ay öncesinde kimsenin hayal edemeyeceği ölçüde sarsıldı. Kapitalizmin uluslar üstü, bölgesel (IMF, DB, AB vs.) ve ulusal (hükümetler) kurumlarının eli ayağı birbirine dolandı. Aldıkları kararlar günden güne haftadan haftaya değişti.
Önce neoliberalizmin toplumun kaynaklarını sınırsızca sermayeye aktaran katı, asosyal politikalarında ısrar edilirken, giderek -sermayenin çıkarları ihmal edilmeden- “göstermelik” de olsa doğrudan gelir desteği gibi sosyal programlara da yer verilmeye başlandı. Ama salgını engellemenin temel kuralı olan “fiziksel mesafe”nin mutlak uygulanması sağlan(a)madı. Çünkü kapitalizmin sürmesi için üretim, finans ve ticaretin sürmesi gerekiyor ve bunlar da ancak 40 yıl önce “elveda” denilen o proletarya yani emekçi sınıf tarafından yapılabiliyor. İnsanlığı tehdit eden virüs salgınına karşı mücadele de yine özellikle son 30-35 yılda proleterleşen sağlık emekçileri tarafından yürütülüyor. Yani insanlığı, yaşamı var eden emekçiler, her zamankinden de önemli bugün.
Ama emekçinin yaşamı var etmedeki önemi, yaşamı belirleyen politik güce dönüşmediğinde ‘değerli’ olmuyor. Herkese yaşamda kalmak için “Evde kal!” önerisi yapılırken emekçilerin yaşamları pahasına (işsiz ve aç kalma tehdidiyle) işlerinin başına gitmeye zorlanması bunun en açık örneği. Kendileri ve çevrelerindekilerin yaşamlarını tehlikeye atan bu zorlama karşında ne işçiler ne de sendikalar seslerini yükseltebiliyor. Çünkü üyelerinin yaşamlarını koruyacak, bunun için “ölümüne dayatmalara itiraz edecek kadar bile” örgütlü güce sahip değiller.
Böyle bakınca Gorz’un “elveda proletarya” tezini işçi sınıfının nesnel olarak ortadan kalkması değil de “politik bir özne olmaktan çıkıp, iktidar mücadelesine veda’’sı biçiminde okursak, çok da haksız olmadığını görebiliriz. İşçi sınıfının özne rolünün inkârına varan süreç ve sınıfsal politikanın reddinin bir ideoloji olarak inşa edilmesini ise Ellen Meiksins Wood, Gorz’dan 6 yıl sonra yayımlanan “Sınıftan Kaçış” kitabında tüm açıklığıyla ortaya koyuyor.  Wood’a göre; sendikaların ve kimi sol, sosyalist yapıların “sınıf siyasetini reddederek sınıftan uzaklaşması”, diğer sınıfın yani sermayenin ve devletin işçi sınıfını tehdit olarak görmesine engel olmayacağı gibi emekçiler üzerindeki baskı ve sömürüyü daha da arttıracaktır.
Koronavirüs salgının yarattığı sarsıntı Wood’un tespitini doğruladı. Salgın, kapitalizmin ve onun uygulayıcısı siyasi iktidarların sefaleti kadar, “sınıftan kaçan” ve “özne olma rolü”nü reddedenlerin de ne kadar aciz duruma düştüğü gerçeğini bir kez daha gözler önüne serdi.
Son günlerde sıkça tekrarlanan “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözüne katılanlardanım. Ancak “yeni”nin nasıl olacağının, “nicel olarak 30-40 yıl öncesine göre çok daha güçlü olan emekçilerin ve onların temsilcisi olduğunu iddia eden örgütlerin sınıf reddiyesinden vazgeçip, işçi sınıfının yeniden politik bir özne haline gelmesi”ne bağlı olduğunu düşünüyorum. Eğer emekçiler, kendilerini evde açlıktan ya da işe gidip virüsten ölmek arasına seçime zorlayan sistem karşısında sınıf siyasetine sarılır ve yeniden politik bir özne haline gelebilirse koronavirüs sonrası dünya çok daha yaşanası bir yere dönüşecektir. Ama bu başarılamazsa kapitalizm; hiç kuşkusuz, emeği de doğayı da bugüne kadar olduğundan daha vahşi biçimde sömürmeye devam edecektir.

6 Nisan 2020 Pazartesi

Her işin başı demokrasi…


4 Nisan 2020

Bir meselenin önemini ifade etmek için onun, “her işin başı” olduğunu söylemek, adettendir.  “Her işin başı”, kimi zaman eğitim olur kimi zaman güvenlik kimi zaman da sağlık. Koronavirüsün tüm yaşamı kuşattığı bu günlere en yakışanın, “her işin başı sağlık” sözü olduğu düşünülebilir. Fakat ben şu günlerde de her işin başının “demokrasi” olduğuna inananlardanım. Her gün on binlerce sağlık çalışanı yaşamları pahasına virüs salgınıyla baş etmeye çalışırken “Demokrasi de nereden çıktı?” diyenler olacaktır.  Kısaca anımsatalım…
Mart ayının ilk günlerini anımsayın; virüs salgını, kapı komşumuz İran’ı, Yunanistan’ı sarmış, Türkiye’ye “Bir an önce önlem alın!” uyarıları yapılmasına rağmen hükümet, uyarılara kulak tıkamış, hiçbir şey yokmuş gibi yaşam devam etmiş. Sağlık Bakanı 8 Mart’ta yaptığı açıklamada Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 104 ülkede virüs vakasının görüldüğünü “Türkiye’nin sıkı önlemlerle bu listeye girmemeyi başardığını” gururla ifade etmiş. Ardından da bıyık altından gülerek, “Komşularımız ve Avrupa önlemlerde yavaş kaldı.” diye de eklemiş. 9 Mart’ta yaptığı açıklamada aynı üslubu sürdürmüş ve “Eğer önlem almamış olsaydık, İtalya gibi olabilirdik” demiş. Bu süreçte koronavirüsü ağzına alanlar, hükümet karşıtı ilan edilmiş hatta Emniyet Müdürlüğü “virüsün Türkiye’de görüldüğüyle ilgili haber paylaşanlar” hakkında işlem başlatılacağını duyurmuş.
11 Mart gece yarısı Sağlık Bakanı’nın “Bir koronavirüs vakası görüldü!” açıklamasıyla  – isteksizce de olsa-  bir takım önlemler alınacağını duyuruluyor.  Ama bu açıklamanın sabahında öğrenciler okullarına gitmeye, yurtlarda bir arada kalmaya devam ediyor. Ardından iki haftaya yayılan süreçte üniversiteler, camiler, kafeler, berberler, lokantalar vs kapatılıyor; ulaşıma sınırlama getiriliyor.
Birçok işletme çalışanlarını beş parasız kapının önüne koyuyor, hükümet “evde kalın” kampanyaları yaparken diğer taraftan üretim ve finans faaliyetleri durmadığı için milyonlarca emekçi işe gitmeye devam ediyor. Oysa virüsü engellemenin tek yolu; sosyal mesafenin korunması. Bunun için çok zaman kaybediliyor, toplum sağlığı hiçe sayılıyor. İşyerlerinden gelen bulaşma ve buna bağlı ölüm haberleri giderek artıyor. Cumhurbaşkanı ise açıkladığı bir takım paketlerde, hâlâ patronların kârını korumayı önceliyor. Toplumun diğer kesimlerinin payına ise daha fazla borçlanma ve bağış yapmaları için iban numarası düşüyor!
Zar zor kabullenilen koronavirüse karşı savaşta, sağlık emekçileri cepheye sürülüyor ama neoliberal dönüşümle özelleştirilen, piyasalaşan sağlık sistemi yerlerde sürünüyor artık. Özel sağlık kurumlarının büyük bölümüyse, çaresizlik ve panik içindeki hastaları daha fazla “yolarak” ve çalışanlarının ücretlerini düşürerek salgını fırsata çevirme peşinde.
Bakanlık, görevini canhıraş yapmaya çalışan sağlık personelini korumaktan aciz. Kamu sağlık kuruluşlarında yoğun bakım ünitesi ve gerekli malzemelerin yanı sıra personel için koruyucu ekipman da eksik. Dahası en ön cephede savaşan sağlık emekçilerinden gerçekler saklanıyor. Virüse yakalanan aile hekimlerinin maaşları kesiliyor. Bilgi akışı sağlanmadığı ve önlemler alınmadığı için şimdiden birçok sağlık emekçisi yaşamını yitiriyor. Hemşire Ayşe Balaç ve Prof. Dr. Cemil Taşçıoğlu bunlardan sadece ikisi. Görevi başındayken virüs bulaşan yüzlerce sağlık çalışanı ise (bu yazı kaleme alındığında sayı 601 idi) yaşam savaşı veriyor.
Koronavirüsten korunmanın temel kuralı olan sosyal mesafenin korunamayacağı yerlerin başında cezaevleri ve askeri alanlar geliyor. Hazırlanan infaz yasasıyla mahkûmların bir kısmı tahliye edilirken siyasi iktidar gibi düşünmediği için terörist ilan edilen on binlerce mahkûmun yaşamı tehlikeye atılıyor. Askerler için de durum pek farklı değil, yüzlerce, binlerce askerin bir arada yaşadığı birliklerde sosyal mesafe kuralına uyuluyor mu, bugüne kadar koronavirüs vakasıyla karşılaşıldı mı, bilinmiyor.
Türkmenistan’da otokratik iktidar, “koronavirüs” sözcüğünü yasaklayarak korunmaya çalışıyor. Otoriter yollarla koronavirüsle baş edilebilir mi? İktidar sahipleri egemenliklerini korur mu bilinmez ama halkın sağlığının korunamayacağı çok açık. Türkiye’de de tek adam iktidarı, koronavirüsü önce inkâr yoluna gitti ancak “henüz” Türkmenistan kadar kapalı olunmadığından olsa gerek “geç de olsa” kabullenmek durumunda kaldı. Bu gecikme ne kadar cana mal oldu, bundan sonra daha ne kadar cana mal olacak, bilmiyoruz. Ama şu rahatça iddia edilebilir: Neoliberal dönüşümle beraber sağlık sistemindeki piyasalaşma da otoriter rejimler de can kaybını arttırmıştır.
Sözün özü, birbirinden ayrışmış gibi görülse de ekonomik ve siyasal alanda otoriterleşme yani demokrasiden uzaklaşma, diğer pek çokları gibi koronavirüsü de insanlığın başına bela etmiştir. O yüzden bu süreçte en isabetli sözün “her işin başı demokrasi” olduğunu düşünüyorum. Irk, dil, din, mezhep, cinsiyet vs nedenlerle ayrımcılık yapan, demokrasiyi, insan haklarını, hukukun üstünlüğünü göz ardı edenlerin de şapkalarını önlerine koyup yeniden düşünmelerini öneriyorum.