22 Kasım 2024 Cuma

Demokrasi olmadan çözüm olur mu?


Meclis yeni yasama yılına başlarken “AKP iktidarının hiçbir yasama yılına toplumsal meşruiyetini böylesine kaybetmiş olarak girmediğini” bu köşede belirtmiştik. Bu yargıya varmamızda 31 Mart seçimlerinde uğranan seçim hezimetinin önemli payı vardı elbette. Ancak toplumun geniş kesimlerini görülmemiş bir hızla yoksullaştıran ve OVP (Orta Vadeli Program) ile somutlaşan ekonomik programın önümüzdeki dönem uygulanmasına yönelik ısrarın, iktidarın politikalarıyla toplumun genel yararı arasındaki açıyı büyütecek olması da meşruiyet krizinin derinleşmesini kaçınılmaz hale getiriyordu. Sadece ekonomik nedenler değil, her alandaki hukuk tanımaz uygulamalar ve artan baskılar da bunlara eklenince; sadece siyasi iktidara değil, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen otokratik rejime ve daha önemlisi tüm kurumlarıyla birlikte devlete olan güven sarsılıyordu. Öte yandan Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler karşısında yıllardır uygulanan politikaların çıkmaza girmesi de AKP/Saray iktidarına olan güvensizliğin bir toplumsal meşruiyet krizine dönüşmesini kaçınılmaz hale getiriyordu.

Meşruiyet krizini aşmak için siyasi iktidarın önünde iki seçenek vardı. Birinci seçenek, uyguladığı politikalarla toplumun genel çıkarları arasındaki açıyı daraltarak güveni yeniden tesis edecek adımlar atmak; diğer seçenek ise muhalefetin ve toplumun üzerindeki baskıları daha da arttırarak otoriter rejimi olabildiğince mutlaklaştırmaktı.

AKP/Saray iktidarı için birinci seçeneği uygulamak son derece zordu. Her şeyden önce, AKP’nin 22 yıldır sadakatle uyguladığı -bugün Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in adıyla anılan- neoliberal politikalardan ödün vermesi mümkün değildi. Zira 2002’de ilk kez iktidara gelmesini ve 22 yıldır iktidarda kalmasını sağlayan bu politikalardı ve bundan ödün vermesi, uluslararası kapitalizmin ve sermayenin AKP’den desteğini çekmesi anlamına gelecekti. Oysa sermaye çevrelerinin güveni ve desteği, AKP için toplumun güveninden her zaman daha önemli olmuştu!

Yarattığı sosyal tahribat son derece ağır olmasına rağmen ekonomik programdan vazgeçilemeyeceğine göre, geriye otoriterlikten ödün vererek demokrasinin önünü açacak bir takım adımların atılması kalıyordu. Ancak emek sömürüsüne, doğa ve kent talanına dayanan neoliberal politikaların uygulanabilmesi için otoriter rejimden taviz vermek mümkün değildi. Tarihte birçok örneği olduğu gibi (II. Meşrutiyet’in ilanı (1908), sınıf esasına dayalı cemiyet kurma yasağının kaldırılması (1946), sosyal hukuk devleti olma hükmünü içeren 1961 Anayasası’nın kabulü, 12 Mart darbesinin hükümsüz kılındığı 1974 seçimleri, 12 Eylül darbesinde getirilen siyasi yasakların kaldırıldığı 1987 referandumu vb) özgürlüklerin önü ne zaman açılsa yıllar boyunca kaybedilen hakların geri kazanılması için işçi hareketi canlanıyor, toplumsal mücadeleler yükseliyordu. Dolayısıyla uluslararası kapitalist kuruluşların (DB, IMF, AB vb) ve sermayenin beklentilerini karşılamak için otokratik rejim de her koşulda sürmeliydi.

AKP/Saray iktidarına kalsa hiç şüphesiz ikinci seçeneği yani muhalefetin ve toplumun üzerindeki baskıları daha da arttırarak otoriter rejimi mutlaklaştırmayı tercih ederdi. Ne var ki, İsrail’in Ortadoğu’da belirleyici rolünün artması ve Trump’ın ABD başkanlığına seçilme olasılığının güçlenmesi (ve daha sonra başkan seçilmesi) gibi gelişmeler, siyasi iktidarı Kürt sorununun çözümü konusunda adım atmaya zorladı.

1 Ekim’de Meclis açılışında Bahçeli’nin DEM Partilerle tokalaşarak -iktidar ortağı olarak- ilk adımı atması, bu zorunluluğun gereğiydi. Abdullah Öcalan’ı Meclis’e davetiyle Bahçeli bu adımlarını sürdürdü. Geçtiğimiz günlerde Ufuk Uras’ın Bahçeli’yle yaptığı görüşmeden aktarıldığına göre bu adımların önümüzdeki süreçte de devam edeceği beklenebilir. Ancak siyasi varlığını halkların birbirine düşmanlaştırılması üzerine kuran bir siyasetin temsilcisi olarak, böyle bir adımı atmanın Bahçeli için kolay olmadığını da unutmamak gerekir. Öte yandan 2012-2015 yılları arasında toplumsal barışın sağlanması için umut veren ama 7 Haziran seçimlerinde iktidarını kaybetmemek uğruna barış umutlarıyla birlikte halkın kendisine olan güvenini de berhava eden Erdoğan için de “barıştan söz etmek, bunun için gereken güveni yeniden sağlamak” son derece zordur.

İktidar cephesi, çözüm için zorunlu olduğu adımları atmak ile iktidarının bekâsı olarak gördüğü otoriter rejimin baskıcı politikalarını uygulamak arasında ikilemde kalmış; bir taraftan çözümden söz ederken diğer taraftan kayyum siyasetini, tecridi ve sınır ötesi operasyonları sürdürme yoluna gitmektedir. Bunun yanı sıra emekçileri sömüren, yoksullaştıran politikalar ile bu politikalara karşı direnenlere yönelik baskılarını da devam ettirmektedir.

Hal böyle olunca demokrasiden, özgürlüklerden, insan haklarından, hukuktan, adaletten söz edilemeyen bir ortamda toplumsal barışı sağlayacak bir çözümün inandırıcılığı da kalmamaktadır.

AKP/Saray iktidarı otoriter bir yönetim anlayışıyla meşruiyetini ve aynı zamanda da varlığını sürdüremeyecek bir noktaya gelmiştir. Demokratikleşme konusunda somut hiçbir adım atmadan “lafla peynir gemisi yürütmek” mümkün değildir. Demokratikleşme için somut adımlar atılması ve bu adımların toplumun tüm kesimlerini kapsaması gerekir. Sadece Kürt sorunun çözümüyle sınırlı bir özgürleşme sahici ve kalıcı olamaz; sömürülen, ayrımcılığa uğrayan, ezilen tüm kesimlerin özgürlüğü önündeki engellerin de kaldırılması gerekir. Ancak sadece siyasi iktidarın “mecburiyetten” atacağı adımlarla tüm bunların gerçekleşmesini beklemek büyük yanılgı olur; emekçilerin, ötekileştirilenlerin, ezilenlerin mücadelesi her alanda büyütülmeli ve ortaklaşmalıdır!


15 Kasım 2024 Cuma

Çocukların ölümünde sorumlu arayanlar bütçeye baksın!

                                   16 KASIM 2024

İzmir’de bir barakada çıkan yangında yaşları 1 ila 5 arasında olan beş kardeşin ölümü basında “trajedi”, “facia” gibi manşetlerle duyuruldu. Yaşanan gerçekten bir trajediydi. Çocukların babaları cezaevindeydi; çöp toplayarak evi geçirdirmeye çalışan anne ise çocukları evde bırakarak topladığı hurdaların parasını almaya gitmiş, bu esnada evde devrilen elektrikli sobadan çıkan yangında beş çocuk can vermişti.

Olayın duyulmasının hemen ardından iktidar çevreleri alelacele sorumlu aramaya koyuldu. İlk olarak ihmali olduğu iddia edilen anne, fail olarak gösterildi. Öyle ya, bir anne nasıl olur da çocuklarını evde yalnız başına bırakırdı! Ancak annenin yoksulluk ve çaresizlik içinde olduğuna yönelik tepkiler gelmeye başlayınca, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı yetkililerinin birçok kez aileyi ziyaret ettiği ve kimi yardımlarda bulunulduğu belirtilerek hükümetin bu olayda herhangi bir sorumluluğunun bulunmadığı algısı yaratılmak istendi.

Yapılan açıklamalar bir tarafa, bu büyük trajedinin gerçek sorumlusu ne yoksulluğun çaresizliği içindeki anne ne de ellerindeki mevzuata göre çalışma yapan Bakanlık’ta görevli sosyal hizmet uzmanlarıdır. Gerçek sorumlu, “o anneyi çocuklarıyla birlikte derme çatma bir barakada yaşamak ve çocuklarının karınlarını doyurmak için onları yalnız başına bırakarak çalışmak zorunda bırakan” ekonomi politikaları ve bu politikaları uygulayanlardır!

İzmir’de yaşanan trajedi, AKP’nin iktidarı boyunca uyguladığı “sermayenin çıkarlarını toplumun genel ihtiyaçlarının önünde tutan” neoliberal politikaların yarattığı sosyal çöküşün çarpıcı görünümlerinden sadece biridir. Bu olayın basında bu kadar yer alması ve siyasi tartışmalara konu olması, “beş çocuğun bir arada ölmesi, ailenin göçmen olmaması gibi” nedenlerledir. Örneğin bu olay Suriyeli ya da Afgan bir ailenin başına gelseydi veya ölenler bu kadar çok sayıda ve çocuk olmasaydı gündemde bu denli yer almayacaktı. Zira Türkiye’de -beş çocuğun bir arada ölümüyle sonuçlanmasa da- siyasi iktidarın uyguladığı ekonomik programın sonucu olarak her gün, birçok trajedi yaşanmakta ama bunların çoğu haber değeri görülmemekte, gündeme bile getirilmemektedir.

Yetersiz beslenme, sağlıksız koşullarda barınma, sağlık hizmetlerine ulaşamama gibi nedenlerle yaşanan acılar ve ölümler, kaydı tutulmadığı için ne basında ne de belleklerde ve vicdanlarda yer bulabilmektedir. Kaydı tutulduğu için kısmen de olsa neoliberalizmin yarattığı sosyal çöküntüyü görünür hale getirebilen örneklerinden biri iş cinayetleridir. -13 yıldır büyük bir özveriyle çalışma yürüten- İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG Meclis)’in belirlemelerine göre 2024 yılının 10 aylık döneminde 1.535 emekçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiştir.

22 yıllık iktidarının ilk gününden bu yana neoliberal politikaların “sadık” uygulayıcısı olan AKP, Meclis’te görüşülmekte olan 2025 bütçesinde de toplumun genel çıkarları karşısında sermayenin çıkarlarını tercih ederek bu sadakatini sürdürmektedir. Bunun için 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi’nin Genel Gerekçe kısmında belirtilen hedeflere bakmak yeterlidir.

2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi’nde temel hedefler şu şekilde özetlenmiştir: “Makroekonomik ve finansal istikrarı güçlendirmek, mali disiplini korumak, orta vadede enflasyonu tek haneye düşürerek fiyat istikrarını sağlamak, Ar-Ge ve yenilikçilik kapasitesini geliştirmek, yeşil ve dijital dönüşüm odağında teknolojik dönüşümü sağlamak, beşeri sermayeyi güçlendirmek, işgücü piyasasını daha da etkinleştirmek, iş ve yatırım ortamını iyileştirmek ve ekonomide kayıt dışılığı azaltmak.

Bu hedeflerin hiçbirinde toplumun genel yararı gözetilmemiş, aksine belirlenen hedefler, “sermaye dışı toplum kesimlerinin daha fazla yoksullaşması, yoksunlaşması, var olan haklarının ellerinden alınması” üzerine kurulmuştur. Bu bağlamda mali disiplin adı altında eğitim, sağlık, sosyal güvenlik başta olmak üzere sosyal harcamalar vb kısılırken, enflasyonu düşürmek için talebi yani emekçi kesimlerin ücretlerinin reel olarak düşürülmesi, sınırlandırılması amaçlanmıştır. Beşeri sermayeyi güçlendirmek ve işgücü piyasasını etkinleştirmek hedefi, eğitim ve istihdam politikalarının tamamen işverenlerin talepleri doğrultusunda -emek rejimini esnek ve güvencesizleştirerek- düzenlenmesini içermektedir. İş ve yatırım ortamının iyileştirilmesi de yine emek ve doğa sömürüsü üzerinden Türkiye’yi sermaye için “kâr cenneti” haline getirme amacını ifade etmektedir.

Siyasi iktidarların uyguladığı ekonomi politikaları ile bu politikalar çerçevesinde hazırlanan bütçe ve bütçe üzerine Meclis’te yürütülen tartışmalar, toplumun soyutlandığı birtakım bürokratik işlerden ibaret olarak görülmektedir. Oysa İzmir’de yaşanan ve ona benzer trajedilerin alt yapısı, ülkeyi yönetenlerin uyguladıkları ekonomi politikaları ve bu politikalar çerçevesinde belirledikleri tercihlerle inşa edilmiştir.

Sözün özü: Bebekleri öldüren, çocukları aç bırakan, anne-babaları iş cinayetlerinde katleden bu döngünün sorumlusunu arayanların Meclis’te görüşülmekte olan Bütçe Kanun Teklifi’ne bakması yeterlidir!



8 Kasım 2024 Cuma

‘İşgücü ithalatı’

                                  9 Kasım 2024

İçişleri Bakanlığı, “düzensiz göç ile mücadele” kapsamında düzenli göçmen getirilmesine yönelik bir çalışma yapıyormuş. Ekonomim gazetesinin haberine göre, bu çalışmada sanayicilerin talepleri de göz önünde bulundurarak “işgücü ithalatı” yapılabilmesi için yasal altyapı hazırlanmaktaymış. Şirketlerin görüşleri doğrultusunda sektörler için gerekli işgücünün sayı ve niteliği belirlenerek çağrıya çıkılacak ve belirlenen kriterlere uygun yabancılara, Türkiye’de çalışma fırsatı(!) verilecekmiş. Halen düzensiz göçle gelenlerin kapsam dışında tutulacağı bu düzenlemeyle, Türkiye’de emek göçünün daha düzenli hale getirilmesi hedefleniyormuş.*

Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir: İnsanların ulus devlet sınırlarına hapsolmadığı bir dünyada herkes, dilediği ülkede çalışma ve yaşama hakkına sahip olabilmelidir! Sınır ötesi dolaşımı kısıtlayarak insanları sınırları içine hapseden ulus devlet yapılanması, kapitalizmin bir ürünüdür. Bu yapılanma içinde “dolaşımın sınırlarının nerede başlayıp nerede biteceği” egemen sınıfın yani sermayenin çıkarları gözetilerek belirlenir. Emekçiler arasındaki rekabeti arttırıp emek maliyetini düşürmenin aracı (yedek işçi ordusu) olarak görülen göçmen emeğinin dolaşımı kimi zaman -kısmen de olsa- serbestleştirilirken; kimi zaman da emekçilerin dolaşımını engellemek için yüksek duvarlar örülür.

İçişleri Bakanlığı’nın “düzensiz emek göçünün düzenli hale getirilmesi”ni hedefleyerek patronların ihtiyaçları çerçevesinde “işgücü ithalatı”nın yasal zeminini hazırlamak için yaptığı bu çalışma, AKP/Saray iktidarının emeğiyle geçinenlere (işçi sınıfına) bakış açısını ortaya koyduğu gibi; 22 yıldır uyguladığı -eğitim, istihdam vb- politikaların iflasını da gözler önüne sermektedir.

Bakanlığın yapmakta olduğu düzenleme için kullanılan “işgücü ithalatı” kavramı son derece çarpıcıdır. Malûm olduğu üzere, ihracat ve ithalat, “metaların uluslararası düzeydeki alım-satımını” ifade eder. İçişleri Bakanlığı ve dolayısıyla AKP/Saray iktidarı, kullandığı “işgücü ithalatı” kavramıyla işgücü ya da daha doğru ifadesiyle emek gücünü ve onun sahibi olan milyonlarca işçiyi, emekçiyi “meta/mal/eşya” olarak gördüğünü açıkça itiraf etmektedir.

Öte yandan unutmamak gerekir ki, patronların talepleri doğrultusunda yurtdışından “işgücü ithal edilmesi” planlanan Türkiye, çalışma çağı nüfusunun yarıdan fazlasının, (33 milyon 203 bin kişi) istihdam dışında olduğu, atıl işgücü yani geniş tanımlı işsiz sayısının 11 milyonu aştığı bir ülkedir (TÜİK, 2024 Ağustos istatistikleri). 22 yıllık iktidarı boyunca AKP, istihdamı arttırmak için birçok paket açıklamış, kalkınma planları ve orta vadeli programlarda hedefler ortaya koymuş, yüzlerce üniversite ve meslek lisesi açmıştır. Ancak bunların hiçbirinde başarılı olunamamış ve Türkiye, OECD ülkeleri içinde işgücüne ve istihdama katılımın en düşük olduğu ülkeler arasında olmaktan kurtulamamıştır.

Türkiye’de işgücüne katılımın ve istihdamın düşük, işsizliğin yüksek olmasının başlıca sebebi, istihdam yaratacak yatırımların yetersiz olmasının yanı sıra insanca çalışma ve yaşam koşullarını sağlayacak, yeterli düzeyde istihdam olanağı yaratıl(a)mamasıdır. Ortalama ücret haline gelen asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı, iş ve sosyal güvencenin olmadığı, iş cinayetlerinin ve çalışan yoksulluğunun dünya ölçeğinde en fazla olduğu Türkiye, sendikal hak ihlallerinde de ilk 10 ülke arasındadır. Hal böyle olunca, kölelik koşullarında çalışmaya rıza göstermek yerine, istihdam dışında kalmak, tercih edilir hale gelmiştir.

AKP iktidarı, kölelik koşullarına rıza göstermeyen Türkiyeli emekçilerin direncini kırmak ve onların yerine ikame etmek amacıyla yıllardır “arka kapı göç politikası” izlemektedir. Bu bağlamda Ortadoğu’da -ama özellikle Suriye’de- yaşanan savaşlarla birlikte oluşan göç akını ve AB ile yapılan Geri Kabul Anlaşması’yla bu göçmenlerin Avrupa’ya geçişlerinin engellenmesi, Türkiye’yi dünyada en fazla göç alan ülke haline getirmiştir. Göç İdaresi Başkanlığı’nın verilerine göre Türkiye’de yasal kalış hakkı bulunan göçmen sayısı 4.5 milyona ulaşmıştır; kayıtlı olmayanlarla birlikte bu sayı daha da artmaktadır. Siyasi iktidar, bu göçmenlerin çok büyük bir kısmına yasal statü vermeyerek kaçak/düzensiz konuma düşmelerine neden olmakta ve hiçbir hakka sahip olmayan göçmen emekçiler, sınır dışı edilme korkusuyla en kötü koşullarda çalışmaya boyun eğmek zorunda bırakılmaktadır.

İçişleri Bakanlığı’nın “işgücü ithalatı”na yasal zemin oluşturma çalışmasından anlaşılan o ki, -kimi ırkçı partilerin de kışkırtmasıyla- “düzensiz” göçmenlere yönelen kamuoyu tepkisinin azaltılmak istenmesi ve yatırıma teşvik edilmek istenen uluslararası sermayenin talep ettiği “ucuz ama kayıtdışı olmayan” istihdam talebini karşılamak durumunda kalınması, “ucuz ama düzenli” göçmenlerin istihdamını gerekli hale getirmiştir.

Türkiye’yi sermaye için cennet, emekçiler için cehenneme dönüştürmeyi hedefleyen anlayış, 1980’den bu yana farklı yüzlerle de olsa iktidardadır. Aradan geçen 44 yılın 22 yılında iktidarda oturan AKP, 24 Ocak 1980’de ortaya konan bu hedefe ulaşmada önemli bir yol kat etmiştir. Hiçbir çekince duymadan emekçileri, ithalatı yapılacak meta/mal/eşya olarak kabul ettiğini açıkça ifade etmesi ve buna karşı -en azından şimdilik- hiçbir sendikadan, meslek örgütünden ya da siyasi oluşumdan herhangi bir tepki gelmemesi, AKP’nin kat ettiği yolda ne kadar ilerlediğini göstermektedir.

Milliyeti, ırkı, dini, dili, cinsiyeti ne olursa olsun tüm emekçilerin ortak çıkarlara sahip bir sınıf olduğu bilinciyle hareket edilmediği sürece; onları bir eşya olarak gören anlayış, bir avuç sermayedara cennet yapmak uğruna ülkeyi ve dünyayı, emekçiler için cehenneme çevirmeye devam edecektir.

* https://www.ekonomim.com/gundem/isgucu-ithaline-altyapi-hazirligi-haberi-778210


1 Kasım 2024 Cuma

Otoriter rejimde asgari ücreti tartışmak…

                                 
                                  2 Kasım 2024

Yıl sonu yaklaşırken, Türkiye’de ücretli çalışanların önemli kısmının gelirini belirleyen ve bu nedenle ortalama ücret haline gelen “asgari ücret”in ne kadar olacağına yönelik tartışmalar yeniden canlandı. Geçtiğimiz senelerde -göstermelik de olsa- Asgari Ücret Tespit Komisyonu adıyla kurulan -sözde- pazarlık masasında belirlenmesi beklenen yeni asgari ücret, bu yıl IMF’nin “Yüksek asgari ücret zammından kaçının!” direktifi ve “hedeflenen enflasyon” olarak ortaya atılan bir oran etrafında tartışılıyor.

2023 seçimleri sonrasında uygulamaya konan ve özü itibariyle IMF gibi kapitalist kurumların belirlediği çerçeveyi yansıtan ekonomik program, bir taraftan yüksek enflasyonun nedeni olarak gördüğü için diğer taraftan ise Türkiye’ye yatırım çekmek için, ücretleri olabildiğince baskı altına almayı amaçlıyor. Bu nedenle 2024 yılının ikinci yarısında beklenen asgari ücret artışı yapılmadı ve yükselen enflasyon karşısında zaten açlık sınırı sevisinde bulunan asgari ücretin satın alma gücü daha da azaldı. Önümüzdeki yıl da reel ücretleri düşürmeyi amaçlayan ekonomi yönetimi, IMF’nin -yukarıda aktardığımız- direktifine de uyarak asgari ücreti, 2025 için beklenen enflasyon oranında arttırmayı planlıyor. Geçtiğimiz günlerde basına da yansıdığı üzere, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Başkanı, ABD’de yatırımcılara, asgari ücrete yapılacak artışın hükümetin 2025 için beklenen enflasyon oranı olan yüzde 25 düzeyinde olacağını açıkladı. Bunun üzerine genellikle Aralık ayına doğru alevlenen asgari ücrete ilişkin tartışmalar bu yıl daha erken başlamış oldu.

İşveren tarafı, tahmin edileceği gibi IMF’nin direktifini ve TCMB Başkanı’nın telaffuz ettiği asgari ücrete yüzde 25 artış oranını büyük bir memnuniyetle karşıladı. Zira bu oran asgari ücret olarak kabul edildiğinde işçilerin geçen yıldan kalan enflasyon farkı işverenlerin cebine kalacağı gibi, 2025’te gerçekleşecek enflasyon artışı yüzde 25’in üzerinde olacak ve işçinin reel ücretindeki düşüş, işverenlerin emeği sömürü oranıyla birlikte kârını da arttıracak.

Emekçilerin geçmiş yılın enflasyonundan kaynaklanan kayıplarını bile telafi edemeyen ve işçinin daha eline geçmeden açlık sınırının çok altında kalacağı belli olan asgari ücret artışına karşı, işçi  konfederasyonlarından henüz bir tepki gelmedi. Sadece birkaç sendikanın genel merkezi ya da şube yönetimi asgari ücretin belirleme yöntemine ve telaffuz edilen artış oranının düşük olmasına tepki gösteren açıklamalarda bulundu. Siyasi partiler içinde de sol ve sosyalist partilerin yanı sıra CHP, Gelecek Partisi, HüdaPar ve  BBP yaptıkları açıklamalarla asgari ücretin “hedef enflasyona göre belirlenmesi”ni eleştirdi.

Öte yandan birçoğu halen üniversitede akademik çalışmalar yürüten 126 iktisatçı, imzaladıkları “Asgari ücret artışlarında hedef değil, gerçekleşen enflasyon oranı dikkate alınmalı!” başlıklı bildiri ile, asgari ücretin belirlenme yöntemini eleştirenler arasına katıldı.

Bu noktada şunu belirtmek isterim: 2016’da darbe girişimi bahanesiyle kurulan OHAL düzeninde KHK’larla akademiye yönelik olarak Cumhuriyet tarihinin en büyük tasfiyesi yapıldı. O zamandan bu yana akademiden ülke meseleleri ve toplumsal sorunlara ilişkin muhalif bir ses çıkmadı. 126 iktisatçının bildirisi yanılmıyorsam, 8 yılı aşkın süredir akademiden çıkan ilk toplu ses oldu. İçerisinde hocalarım ve arkadaşlarımın da imzacısı olduğu bu bildirinin, “akademi üzerindeki ölü toprağının kalkması” umudunu verdiği için -içeriğinden bağımsız olarak- memnuniyet verici olduğunu söylemeliyim.

Kaldığımız yerden devam edersek, zaten adaletsiz olan asgari ücret belirleme yönteminin reel ücretleri daha da eritecek ve emekçilerin yoksullaşmasını, yoksunlaşmasını çok daha arttıracak bir biçime dönüşmesine yönelik tepkiler, hangi çevreden gelirse gelsin anlamlıdır. Ancak reel ücretlerin emekçileri açlıkla karşı karşıya bırakacak kadar düşmesi, emekçilerin içinde bulunduğu durumun nedeni değil sonucudur.

Asgari ücretin emekçilerin emeğinin karşılığı olması ve insanca yaşayacakları bir seviyeye ulaşması için asgari ücretin hedef enflasyona göre mi yoksa gerçekleşen enflasyona göre mi belirleneceğinden önce, bizi bu tartışmaya götüren ekonomik programın esasını sorgulamak gerekir! Bu sorgulamaya da “nüfusunun neredeyse üçte ikisi ücret gelirleriyle geçinen bir toplumda küçük bir azınlığın çıkarları için milyonlarca emekçinin açlığa, yoksulluğa terkedilmesine neden olan politikaların nasıl uygulanabildiği”nden başlanması, yerinde olur.

Eğer bir sorun, toplumun bir kesiminin diğer bir kesimi tarafından yok sayılarak ezilmesini, sömürülmesini içeriyorsa; bu sorun ekonomik de olsa temeli mutlaka demokrasiyle, özgürlüklerle ilişkilidir. Zira demokrasinin işler olduğu toplumlarda ancak, bir kesimin diğer bir kesim üzerinde tahakküm kurması söz konusu olamaz. Bu bağlamda asgari ücret artışında dikkate alınması gereken öncelik, enflasyon oranının hedeflenen mi, gerçekleşen mi olduğu değildir. Öncelik, tüm hak ve özgürlükleri sınırlayarak emeğin yarattığı değeri yok sayan, karınlarını doyuracak bir geliri neredeyse lütuf sayacak noktaya getirilen emekçileri tahakküm altına alan sistemi ve bu sisteme hizmet eden otoriter rejimi sorgulamaktır!


25 Ekim 2024 Cuma

Çözüm sürecinin ardında bit yeniği aramak!

                                 26 EKİM 2024

Meclis’te yeni yasama yılının açılışında ilk adımı atılan “Kürt sorununun çözümü için diyalog süreci”, geçtiğimiz hafta Bahçeli’nin, Öcalan’ı Meclis’te konuşmaya davet etmesiyle birlikte hız kazandı. Özellikle CHP ve DEM Parti’nin Bahçeli’nin çağrısına olumlu yaklaşımı, sürecin hızlanmasında önemli etken oldu. Ankara’da TUSAŞ’ta gerçekleşen saldırı ve Türkiye’nin -sivil ölümlerine de neden olan- Rojava’ya yönelik saldırılarına rağmen “yeniden çözüm” girişimlerine yönelik olumlu hava -şimdilik- bozulmadı. Aksine 43 aydır kendisinden haber alınamayan Abdullah Öcalan’ın Ömer Öcalan’la yaptığı görüşmede verdiği, “Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” mesajı ve KCK’nin de “Tüm yapılarımızla Öcalan’ı esas alacağız” açıklaması çözüm için diyalogun başlamasına dair umutları daha da arttırdı.

Büyük bir hızla ilerleyen yeniden çözüm sürecine yönelik gelişmeler, toplumun tümü tarafından olumlu karşılanmadı elbette. Toplumun önemli bir kesimi aniden ortaya çıkan bu sürece karşı çıktı ve tepkilerini başta sosyal medya olmak üzere çeşitli platformlarda ortaya koydu.

Başlama emareleri giderek güçlenen yeni çözüm sürecine karşı olanları, “Kürt sorununun barışçı yollardan ve demokratik bir düzlemde çözümüne tümden karşı olanlar” ve bu süreçte devleti temsil edecek siyasi iktidara güvenmediği için “sürecin ardında bit yeniği arayanlar” olarak iki ayrı kategoride değerlendirmek mümkündür.

İlk kategoride, “barış” sözcüğüne dahi tahammül edemeyen ve 2012-2015 arasında da toplumsal barış çabalarını baltalamak için ellerinden geleni yapanların bir kısmı yer alıyor. Bir kısmı diyorum, çünkü önceki süreçte en ateşli “çözüm” karşıtlarının başında gelen MHP ve CHP’nin kurumsal olarak bu kez “çözüm”ün tarafında -en azından şimdilik- yer aldıkları anlaşılıyor. Ancak bu partilerin üye ve seçmenlerinin tümü için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Sosyal medya paylaşımları ve basında yer alan kimi beyanlara bakılırsa özellikle -yeni sürecin baş aktörlerinden biri olmaya soyunan- MHP’deki hızlı değişim, tabanda henüz sindirilememiş. Benzer bir durumun CHP tabanı için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz.

“Barış”a tahammülsüzlüğünü ısrarla sürdürenlerin başını siyasi ikballeri için ırkçılıktan, halklar arasında düşmanlık yaratmaktan medet uman İYİ Parti ve Zafer Partisi çekiyor. İYİ Parti Genel Başkanı Dervişoğlu Meclis’te yaptığı “urgan şov” ile Zafer Partisi Genel Başkanı Özdağ ise olanak bulduğu her kanaldan Kürtlere karşı düşmanlığın ve savaşın propagandasını yapıyor. Bu konuda hayli başarılı olduklarını da kabul etmek gerekir doğrusu.

Toplumsal barış umudunu yeşertecek bir çözüme/diyaloga karşı çıkan, tepki gösteren diğer bir kategoride ise “sürecin ardında bit yeniği arayanlar” bulunuyor. Kürt sorununun demokratik çözümüne karşı olmamakla birlikte, devleti temsil eden aktörlere güvenmediği için sürece karşı olan bu kesimin temel argümanı, “halkı tarihin en derin ekonomik ve sosyal kriziyle karşı karşıya bırakan ve 31 Mart seçimlerinde toplumsal desteğini kaybettiğini açıkça gören AKP/MHP’nin iktidarını sürdürebilmek için bu süreci kurguladıkları”dır. Bunlara göre yeni bir çözüm sürecinin gündemde olması, ekonomik ve sosyal sorunları geri plana itecek, dolayısıyla iktidara yönelik tepkiler zayıflayacaktır. Öte yandan “15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle kurulan otokratik rejimin kalıcı hale gelmesi ve Erdoğan’ın tekrar seçilmesinin önündeki engeli kaldıracak yeni bir anayasa için DEM Parti’nin ve Kürt seçmenin desteğinin alınması amaçlanmakta”dır.

“Sürecin ardında bit yeniği arayanlar”ın kaygılarının yersiz olduğu söylenemez. Her şeyden önce söz konusu süreçte devlet tarafının sözcüsü olan Bahçeli ve Erdoğan’ın siyasi yaşamları boyunca insan haklarını, demokrasi ve özgürlükleri geliştirecek hiçbir icraatları olmadığı gibi, siyasi varlıklarını, milliyetçilik ve dincilik üzerinden halkları birbirine karşı kutuplaştırmak temelinde kurmuşlardır. Zaten yeni bir çözüm sürecini gündeme getirirken Öcalan için sözünü ettikleri “umut hakkı” dışında demokrasiye, özgürlüklere ilişkin herhangi bir kelamları da -henüz- olmamıştır. Aksine barışın, çözümün konuşulduğu bir ortamda iktidarın hoşuna gitmeyecek herhangi bir konuda haber yapan, paylaşımda bulunan herkesin suçlanabilmesinin yolunu açarak düşünce ve ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve akademik özgürlükleri tamamen ortadan kaldıracak olan “etki ajanlığı” düzenlemesi yasalaştırılmıştır.

Türkiye’nin demokratikleşmesini sağlayacak adımlar atılması bir yana otoriterliği daha da pekiştiren düzenlemelerin getirildiği koşullarda toplumsal barışı sağlamak konusunda siyasi iktidara ve dolayısıyla devlete güven duyulamayacağı; güvenin olmadığı durumda ise barış masasından çözüm beklenemeyeceği aşikârdır.

Siyasi geçmişleri hepimizin malumu olan Bahçeli ve Erdoğan’ın bir aydan bile kısa sürede 180 derece değişmelerini sağlayacak, bildiğimiz bir durum -başlarına saksı düşmesi gibi- olmadığına göre; onları bu sürece zorlayan bir takım iç ve dış gelişmeler olduğu muhakkaktır. Zaten 40 yılı aşkın süredir devam eden, on binlerce cana malolmuş bir çatışma sürecinin yetkileri ne olursa olsun bir iki kişinin -açık ya da gizli niyetinin belirlediği- inisiyatifiyle yürütülemeyeceği malûmdur.

Bu bağlamda sürece Erdoğan ve Bahçeli’nin niyetleri üzerinden bakmak yerine hem barışın ve demokratik çözümün nasıl toplumsallaştırılması gerektiği üzerinden bakmak ve hem de 2012-2015 dönemindeki sürecin berhava edilmesinden de dersler çıkarmak gerekir. Kaldı ki bir halkın diliyle, kültürüyle, siyasal haklarıyla yok sayıldığı bir durumda “Önce ülkede demokrasi olsun sonra bu haklar elde edilir” denilemez! Zira ezilen, yok sayılan halkın mahrum bırakıldığı temel haklar sağlanmadan toplumun bütününde demokrasiyi, özgürlükleri elde etmek de mümkün olamaz.

Sözün özü: Toplumsal barışı sağlamak için devleti temsil eden siyasi iradenin niyetini sorgulayarak barışa umut olacak bir sürece karşı çıkmak yerine; siyasal ve kültürel hakları için mücadele eden halkın yanında yer almak -o halkın haklarını elde etmesini sağlayacağı gibi- ülkede demokrasinin, özgürlüklerin gelişmesine de önemli katkı sunacaktır!



18 Ekim 2024 Cuma

Otoriter rejimde barış ve demokrasi arayışı…

                                19 EKİM 2024

Türkiye ilginç bir dönemden geçiyor. Bahçeli’nin DEM Partililerin elini sıkarak başlattığı süreçte -Kürtçe türkü söylemenin, halay çekmenin tutuklanma nedeni olduğu ülkenin 22 yıldır başında bulunan- Erdoğan, mülki amir olarak atanacak kaymakamların kura töreninde “…Sırf anasının dilini konuştuğu için milyonlarca vatandaşımız haksızlığa ve hukuksuzluğa maruz bırakıldı. Bunun bedelini ise demokrasimiz, devletimiz ve milletimiz ödedi” diyor. TBMM’de 25 yılı aşkın süredir tecrit koşulları altında tutulan, 40 ayı aşkın süredir kendisinden haber alınamayan Abdullah Öcalan’a barışı sağlaması için çağrı yapılıyor. Ana muhalefet partisinin başkanı Demirtaş’ı cezaevinde ziyaret ederek, Kürt illerine gerçekleştireceği geziyi duyuruyor…

Toplumsal barışı sağlamak için atılacak her adım çok kıymetlidir elbette. Ancak barış için atılan adımların yerini bulmasının olmazsa olmaz koşulu, tarafların -birbirlerine ama daha önemlisi topluma- güven telkin etmesidir. İlk işaretlerini aldığımız yeni bir çözüm/diyalog süreci için daha önceki tecrübelerden hareketle, siyasi iktidara yönelik güven son derece zayıftır. Bu nedenle süreç, toplumun önemli bir kesimi tarafından “temkinli bir iyimserlik”le izlenirken, diğer bir kesimi tarafından iktidarın bekasını korumak için atılmış “aldatıcı” bir adım olarak değerlendirilmektedir.

7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından dağılan çözüm/diyalog masasının yeniden kurulacağı beklentisini yaratan gelişmeler yaşanırken, diğer taraftan anayasaya ilişkin çeşitli açıklamalar ve tartışmalar da gündeme geliyor. Bu konuda son olarak TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un açıklamaları, anayasa tartışmalarının odağına oturdu. Kurtulmuş, Gazi Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada Anayasa’nın 3. maddesine ilişkin olarak, “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” tabirinin değişmesi gerektiğini söyleyerek, “Devletin ülkesi olmaz. Devletin milleti olmaz. Bu metin, ‘Milletin devleti ve ülkelisiyle bölünmez bütünlüğü‘ şeklinde ifade edilmelidir” görüşünü ortaya koydu.

Kurtulmuş’un bu konuşmasıyla başlayan “devletin milleti mi yoksa milletin devleti mi?” tartışmasında; CHP’den İYİ Parti’ye, İstanbul Barosu’ndan Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili Mehmet Uçum’a kadar farklı birçok kesimden Kurtulmuş’a itirazlar geldi. Son olarak Erdoğan’ın konuya ilişkin yaptığı “Anayasa’nın ilk 4 maddesiyle ilgili bizim açımızdan herhangi bir tartışma yoktur. Özellikle Cumhur İttifakı’nın böyle bir sıkıntısı, böyle bir derdi de yoktur” açıklaması sonrasında Kurtulmuş da geri adım atarak, “Ben üçüncü madde ile ilgili hiçbir şey demedim, algı operasyonu yapılıyor” dedi ve bu tartışma -şimdilik- rafa kaldırılmış oldu.

Cumhur İttifakı’nın AKP/Saray rejimini güvence altına almak için “yeni anayasa” meselesini ısrarla gündemde tutacağı anlaşılıyor. Çözüm/diyalog masasının yeniden kurulacağı çağrışımı yaratan gelişmelerin, toplumun geniş kesiminde “iktidarın ‘yeni anayasa’ için DEM Parti’den ve Kürt halkından destek alma niyeti üzerine kurulduğu”na yönelik yaygın bir inanışı beslediğini de belirtmek gerekiyor. Bu bağlamda “yeni anayasa” tartışmalarının, önümüzdeki süreçte Türkiye halklarının geleceğinde belirleyici olacağını, dolayısıyla siyaset gündeminde de önemli bir yer işgal edeceğini öngörmek yanıltıcı olmayacaktır.

Anayasa tartışmaları, genellikle “değiştirilemeyecek hükümler”i içeren ilk dört madde çerçevesinde yürütülüyor. Bu dört maddenin ilki, devletin idare şeklinin cumhuriyet olduğunu belirtir. İkinci maddede Cumhuriyet’in nitelikleri şu cümleyle açıklanır: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” Üçüncü maddede, “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı ‘İstiklal Marşı’dır” ifadesi yer alır. Dördüncü madde ise ilk üç maddenin değiştirilemeyeceğini ve değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini düzenler.

Bu dört madde üzerinde yapılan tartışmalar, -Numan Kurtulmuş’un da vesile olduğu tartışmalardaki gibi- kavramlar üzerinde yoğunlaşıyor. Oysa asıl mesele, Anayasa’da yer alan hükümlerin fiilen uygulanıp uygulanmadığı olmalıdır. Örneğin Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti’ni “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olarak tarif ediyor. Bu tarifteki hangi niteliğin bugün geçerli olduğunu söyleyebiliriz?

Bugün Türkiye’nin mevcut Anayasa’sında belirtilen ne demokrasi ne laiklik ne de sosyal hukuk devleti olma vasfına sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. 12 Eylül darbecilerinin hazırladığı bir anayasada yer alan temel nitelikleri bile yerine getirmeyen otoriter bir rejimin hazırlayacağı “yeni anayasa”nın da, toplumsal barışı sağlamak için kuracağı bir çözüm/diyalog masasının da toplum nezdinde güvenilirliği olmayacağı aşikârdır.

Peki topluma güven vermeyen otoriter bir rejimde; özgürlükçü, demokratik bir anayasa ve toplumsal barış, ilanihaye bir rüya, bir hayal olarak mı kalacaktır?

Siyasi iktidarları, rejimleri birtakım kurumlar ya da o kurumlara hükmeden şahsiyetler değil toplumsal mücadeleler belirler. Otoriter rejimler, zayıflayan vücuda yerleşmeye çalışan mikroplar gibidir; ancak toplumun direncinin, örgütlü gücünün zayıfladığı koşullarda kendilerini var edebilirler. Toplumsal barış da toplumun güvenine mazhar olacak demokratik bir cumhuriyetin inşası da ancak ötekileştirilenlerin, sömürülenlerin, ezilenlerin “örgütlü güç” haline gelmesiyle mümkün olabilir.

Sözün özü: Otoriter rejimlerin barışın, özgürlüklerin, demokrasinin gelişmesini sağlayacak birtakım adımlar atmasını inandırıcı bulmayarak reddetmek yerine, rejimi bu adımları atmaya iten koşulları toplumsal mücadelelerin önünü açmanın fırsatı olarak değerlendirmek gerekir!


11 Ekim 2024 Cuma

Bahçeli’nin ‘sınıfsız toplum’ masalı

                                   12 Ekim 2024

Sınıfsız toplum, sosyalizmin ulaşmayı amaçladığı temel ilkelerin başında gelir. Sosyalizmin bu temel ilkesini, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, partisinin grup toplantısında şu sözlerle savundu: “Biz siyaseti; teorik ve retorik arka planı Batı’nın sınıf çatışmalarına dayanan, bundan mülhem toplumun düşman kamplara bölünmesine çanak tutan kriz ve gerilim süreci olarak tanımlamıyoruz ve kabul etmiyoruz. Çünkü sınıflı bir toplum yapısını tamamıyla reddediyoruz, fikriyatımıza, tarih ve kültür müktesebatımıza yabancı addediyoruz.

Sosyalizm ile MHP’yi ve onun genel başkanını aynı cümle içinde bir araya getirmenin abesle iştigal olduğunun farkındayım elbette ama Bahçeli’nin sarfettiği sözler de ortada duruyor; inanmayan MHP’nin internet sitesine baksın! Bahçeli’nin bu sözlerine şaşıranlar, geçtiğimiz hafta Meclis’te DEM Parti vekilleriyle tokalaşmasını ve “Yeni bir döneme giriyoruz. Dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” sözünü de unutmasınlar. Zira MHP ve Bahçeli’nin sosyalizmin “sınıfsız toplum” idealinin aynı cümle içinde yer alması ne kadar akla ve gerçeğe aykırıysa “barış”la aynı cümlede yer alması da en az o kadar akla ve gerçeğe aykırıdır.

Peki o zaman Türkiye’de şovenizmin, ırkçılığın kurumsal temsiliyetini simgeleyen ve “halkları düşmanlaştırmak” üzerinden kendini var eden bir partinin genel başkanının bir anda “sınıfsız toplum”dan ve “barış”tan söz etmesi nasıl açıklanabilir?

Yeni yasama yılının başlamasıyla birlikte barıştan, diyalogdan, uzlaşmadan söz eden sadece Bahçeli de değildir. 7 Haziran 2015 seçimlerinde tek başına iktidar olma gücünü yitirmesinin ardından çözüm masasını devirerek hukuku, insan haklarını hiçe sayan ve binlerce insanın yaşamına mal olan çatışma sürecini başlatan Erdoğan’ın bu süreçteki söylemleri de benzer içeriktedir.

İktidarın iki ortağının “barış” üzerine ani ağız değişikliğinin esbab-ı mucibesi siyaset ve basın erbabı tarafından iki haftadır yoğun biçimde tartışılıyor. Biz de geçen hafta bu köşede görüşümüzü kısaca, “AKP’nin ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin yitirdiği meşruiyeti yeniden kazanma çabası olarak değerlendirilebilir” sözleriyle ifade etmeye çalışmıştık. Bu hafta ise üzerinde fazla durulmayan Bahçeli’nin “sınıfsız toplum” vurgusuna değineceğiz.

Sosyalizmin nihai hedefi olan sınıfsız toplum, sömüren ve sömürülenin olmadığı bir toplumu ifade eder. Bunun için de sömüren sınıf olan kapitalistlerin -yani burjuvazinin- egemenliğinde olan sistemin ortadan kaldırılmasını savunur. Sömürünün, tahakkümün yani egemenin olmadığı bir toplumda çelişkiler, çatışmalar ve savaşlar da olmayacaktır haliyle.

Oysa Bahçeli, yukarıda aktardığımız, sınıflı bir toplumu red ederek barıştan, diyalogdan, kardeşlikten söz ettiği konuşmasının önemli bir bölümünde “Türklük” ve “Türk-İslam devleti”ni vurgulayarak bir egemen ulus tarifi yapmaktadır. Bahçeli’nin, Anadolu ve Mezopotamya topraklarında yaşayan diğer halkları yok saydığı bu tarifindeki “sınıfsız toplum”un sosyalizmle uzaktan-yakından ilgisi olmadığını söylemeye bile gerek yoktur sanırım.

Bahçeli’nin “sınıfsız toplum”u olsa olsa tek parti dönemi (1923-1946) ile ilişkilendirilebilir. “Sınıfsız ve imtiyazsız bir toplum” olma iddiası, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren devletin neredeyse resmi görüşü haline gelmiştir. Halk mefhumunun herhangi bir sınıfa ait olmadığını iddia eden CHP (1935’e kadar adı Cumhuriyet Halk Fırkası’dır.), Kurtuluş Savaşı yıllarından itibaren birleştirici bir ideoloji olarak halkçılığı savunmuştur. Ancak “sınıfsız ve imtiyazsız bir toplum”u savunan CHP, yerli ve milli burjuvaziyi yaratmak için bir taraftan Teşvik-i Sanayi Kanunu (1927) başta olmak üzere sermayeye yönelik birçok teşvik düzenlemesi yaparken, emekçilerin çalışma koşullarını görmezden gelmiş, örgütlenme hakkı ve grev başta olmak üzere hak arama yollarını ise “sermaye birikimini engelleyeceği gerekçesiyle” yasaklamıştır. Yani sermaye sınıfının palazlanması için elinden gelen gayreti gösteren tek parti rejimi, mesele işçi ve emekçilerin hakkı olunca “sınıfsız ve imtiyazsız toplum” masalının ardına sığınmıştır.

Cumhuriyeti kuran iradenin “sınıfsız ve imtiyazsız toplum” savunusunun temel gerekçesi, bugün Bahçeli’nin de benzer sözcüklerle ifade ettiği gibi, Batı’daki sınıf mücadelelerini yani işçi sınıfının karşı karşıya olduğu sömürüye rıza göstermeyerek sermayeye ve onu temsil eden siyasi iktidara karşı girişeceği mücadeleyi engellemektir.

İçinde bulunduğumuz dönemde Türkiye’nin ekonomisi ve sosyal yapısı tarihin en derin çöküşüyle karşı karşıyadır. Bu çöküş sürecinde iktidarın uyguladığı ekonomik programın -tek parti döneminde olduğu gibi- sermaye sınıfını (burjuvaziyi) ayağa kaldırırken toplumun sermaye dışında kalan geniş kesimlerinin sırtındaki yükü (sömürüyü, yoksullaşmayı, doğa tahribatını vb) daha da ağırlaştıracağı aşikardır.

Devlet Bahçeli, tarih bilgisine ve burjuva sınıfını temsil etme bilincine vakıf bir siyasetçi(!) olarak, nüfusun ekseriyetini oluşturan emekçi kesimlerin bu derin sömürü koşulları karşısında göstereceği sınıfsal refleksi öngörmekte ve tıpkı yüzyıl önceki benzerlerinin yol ve yöntemlerini kullanarak sınıf mücadelesinin önünü kesmek istemektedir. Aradaki tek fark, onlar “tek parti” rejimini savunmak için sınıfları red ederken; Bahçeli’nin “tek adam” rejimin savunmak için aynı yola başvurmasıdır.

Yüzyıldır ısıtılıp ısıtılıp önümüze konan “sınıfsız, imtiyazsız toplum” masalına son vermenin yolu, her geçen gün daha fazla yoksullaşan; ağır çalışma koşulları altında kanıyla, teriyle ekmeğini kazanmak için çabalayan; ormanını, toprağını, deresini, denizini korumaya çalışan emekçi halkın, en az Bahçeli kadar tarih ve sınıf bilincine sahip olması ve bu bilinçle hareket etmesidir!