27 Aralık 2024 Cuma

Asgari ücretin meşruiyet sorunu…

                                 28 Aralık 2024

2025 yılında geçerli olacak asgari ücreti belirleyenler, asgari ücretin hem miktarının hem de belirleme yönteminin meşru olmadığını bildikleri içindir ki yeni asgari ücreti -yangından mal kaçırırcasına- bir akşam ansızın açıklayarak oldu bittiye getirdiler.

Evet, milyonlarca emekçinin önümüzdeki yıl boyunca yaşama koşullarını belirleyecek olan asgari ücretin miktarı meşru değildir! Çünkü işçi sınıfının mücadeleleri sonucunda elde edilen evrensel bir hak olan asgari ücretin amacı, emeğinin karşılığını alabilmek için örgütlenme ve mücadele olanağı bulamayan emekçilerin yaşamlarını sürdürebilecekleri en az ücreti belirlemektir. Bu konuda Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nün 1919 tarihli kuruluş yasasında “yeterli yaşam koşullarını sağlayacak bir ücretin güvence altına alınması” ifadesine yer verilirken; 1944 tarihli Philadelphia Bildirgesi’nde “bir işte çalışan ve korunmaya muhtaç olan kimselere asgari yaşam koşulları sağlayacak bir ücret verilmesi”nin önemi vurgulanmıştır. Türkiye’de halen geçerli olan Asgari Ücret Yönetmeliği’nde de asgari ücret, “işçilere normal bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını, günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücret” olarak tanımlanmaktadır.

Oysa 2025 yılı için 22 bin 104 TL olarak açıklanan asgari ücret, uluslararası normlara da ulusal mevzuata da aykırıdır. Zira dünyada enflasyonun en yüksek olduğu ülkelerin başında gelen Türkiye’de belirlenen yeni asgari ücret, işçilerin zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden karşılayacak şekilde arttırılmadığı gibi ücretler reel olarak düşürülmüştür! Bu bağlamda geçtiğimiz yıl belirlenen asgari ücretin Ocak 2024’teki alım gücünün 2025’te reel olarak artması ya da en azından korunması gerekirken, alım gücü azalmıştır. Dolayısıyla ulusal ve uluslararası normlara göre emekçilerin asgari geçim seviyesini güvenceye alması gereken devlet, asgari ücret uygulamasını, “sermayenin emeği daha fazla sömürmesi” için kullanmıştır. Böylece ücretli çalışanların yarıya yakınının asgari ücretle geçindiği, geri kalanların da ücretlerinin doğrudan ya da dolaylı olarak asgari ücretten etkilendiği Türkiye’de devlet, milyonlarca emekçinin yoksullaşmasının ve hatta -asgari ücretle geçinmek zorunda kalanların- açlığa, sefalete sürüklenmesinin doğrudan faili haline gelmiştir.

Sadece 2025 yılı için belirlenen asgari ücretin miktarı değil, asgari ücretin belirlenme yöntemi de uluslararası normlara ve ulusal mevzuata aykırıdır. ILO’nun 131 sayılı Asgari Ücret Tespit Sözleşmesi’ne göre; asgari ücret, devlet temsilcilerinin yanı sıra işçi ve işveren örgütlerinin eşitlik temelinde katılımlarıyla oluşacak bir komisyon tarafından belirlenmelidir. Ulusal mevzuatı belirleyen Asgari Ücret Yönetmeliği’nde Asgari Ücret Tespit Komisyonu, -ILO’nun 131 sayılı sözleşmesine de uygun olarak- devlet kurumlarından beş temsilcinin yanı sıra en fazla üyeye sahip işçi ve işveren konfederasyonlarından beşer temsilcinin katılımıyla oluşur. Komisyon, en az on üyenin katılımı ile toplanır ve oy çokluğu ile karar verir.

2025’te geçerli olacak asgari ücret, 24 Aralık akşam saat 20.30’da -öncesinde Komisyon toplantısı olduğu bilgisi basına ve kamuoyuna verilmeden- Asgari Ücret Tespit Komisyonu adına Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan tarafından açıklamıştır. Türk İş, Bakan’ın bu açıklamasından dakikalar önce, apar topar yapılan Komisyon toplantısına katılmadığını duyurmuştur.

Geçtiğimiz hafta Türk-İş Genel Başkan Yardımcısı Ramazan Ağar’ın açıklamalarından Komisyon’un daha önce yaptığı üç toplantıda tarafların herhangi bir rakam telaffuz etmediklerini öğrenmiş, biz de bu köşede konu üzerine bir değerlendirmede bulunmuştuk. Komisyon’un ilk üç toplantısında herhangi bir rakam ortaya konmadığına ve son toplantıda da Türk İş yer almadığına göre 2025 yılı asgari ücreti, yaşamını asgari ücretle sürdürmek durumunda olan milyonlarca emekçinin iradesi -şeklen de olsa- temsil edilmeden, işveren temsilcileri ile devlet adına Komisyon’da yer alan AKP/Saray iktidarının temsilcileri tarafından belirlenmiştir.

Yeni asgari ücretin meşruiyet sorunu, sadece emekçilerin iradesinin yok sayılması ya da belirlenen miktarın emekçileri açlığa, sefalete mahkum etmesinden de kaynaklanmış değildir. Belirlenecek asgari ücretin hesaplamasında kullanılan enflasyon oranı yıllardır olduğu gibi yine TÜİK’in gerçek dışı verileriyle düşük gösterilmiştir. Öte yandan devlet, -otokratik bir rejime yakışır biçimde- tüm ideolojik ve baskı aygıtlarını kullanarak emekçilerin örgütlenmesini ve grev başta olmak üzere mücadele yollarını engellemiştir. Sendikal hak ve özgürlüklerin engellenmesiyle işçi sınıfı, kendi öz örgütleri olması gerekirken sermayenin ve siyasi iktidarın aparatı haline gelen “sendika müsveddeleri” tarafından temsil edilmek zorunda bırakılmıştır.

Sonuç olarak,“yeterli yaşam koşullarını sağlayacak bir ücretin güvence altına alınması”nı amaçlayan asgari ücret, sermayenin çıkarlarını temsil eden AKP/Saray iktidarının devlet aygıtını -diğer birçok alanda olduğu gibi- hukuk ve ahlâk dışı yolları da kullanmasıyla emeği daha fazla sömürmenin aracı haline dönüşmüştür. Daha önceki yıllarda belirlenen pek çok asgari ücret gibi hukuki ve ahlâki zemini bulunmayan yeni asgari ücretin de meşruiyeti yoktur! Meşruiyeti olmayan asgari ücretin hükmünün olup olmayacağını, emekçilerin kendilerini açlığa, sefalete mahkum eden asgari ücrete karşı, -tüm engellemere rağmen- yürütecekleri mücadele belirleyecektir.


20 Aralık 2024 Cuma

Türk İş, pazarlık mı yapıyor sadaka mı istiyor?

21 Aralık 2024

Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun Perşembe günü yapılan üçüncü toplantısından da sonuç çıkmadı. Ancak toplantı sonrasında Türk-İş Genel Başkan Yardımcısı Ramazan Ağar’ın açıklamaları Komisyon’un işleyişi, Türk İş’in komisyondaki işlevi ve önümüzdeki hafta yapılacak son toplantıdan çıkacak sonuç ve daha fazlası hakkında fikir vermek için yeterliydi. 


Her şeyden önce Türk-İş Genel Başkan Yardımcısı’nın son toplantının akabinde yaptığı açıklamada altını çizerek ifade ettiği "Komisyon toplantısında rakam olarak yine hiçbir şey gündeme gelmedi.” sözleri, tarafların zaten bu toplantıda sonuç almak gibi bir niyetleri olmadığını ortaya koyuyordu. Günlerdir 2025 yılında asgari ücretin ne kadar olması gerektiği üzerine birçok rakam ortaya atılıp kamuoyunda tartışılırken yeni asgari ücreti belirlemesi beklenen Komisyon’da üç toplantıdır herhangi bir rakamın telaffuz edilmemesi, Komisyon’un ücret pazarlığı yapmak yerine bir ortaoyunu sahnelendiğini gösteriyor!   


Oysa ulusal düzeyde asgari ücretin belirlenmesi bir ülkede yapılan en üst düzeyli toplu pazarlıktır. Hele ki Türkiye gibi ücretli çalışanların yaklaşık yarısının asgari ücret ve ona yakın bir ücret aldığı, geri kalanın çok önemli bölümünün ise ücreti, sigorta primi ve kıdem tazminatının asgari ücret esas alınarak belirlendiği düşünüldüğünde… Buna bir de ücretlilerin bakmakla yükümlü oldukları eklenirse, asgari ücret pazarlığının etkilediği kitle ve bunun toplumsal önemi daha iyi görülebilir. 


Bunun anlamı şudur: Asgari Ücret Tespit Komisyonu adıyla kurulan masada, Türkiye nüfusunun yüzde 75-80 gibi büyük çoğunluğunun sofrasına kaç dilim ekmek koyacağının, nasıl bir evde oturacağının, sağlığı ve çocuğunun eğitimi için ne kadar harcama yapıp ne kadar hizmet alabileceğinin kısacası, yaşamın tümünü etkileyecek bir gelirin pazarlığının yapılması gerekir. Bu pazarlıkta on milyonlarca emekçi ve ailesini temsil eden Türk İş’ten de üzerindeki sorumluluğun bilinciyle hareket etmesini beklemek tüm emekçilerin hakkıdır. 


Türk İş’in kendisinden beklenen sorumluluğu ne ölçüde yerine getirmekte olduğunu anlamak için Ağar’ın üçüncü toplantı sonrası yaptığı açıklamanın bütününe bakmak yeterlidir. Ağar, yukarıda alıntıladığımız konuşmasının devamında şunları söylemektedir: “Biz para talep eden tarafız, dolayısıyla para verenler ve hükümetimiz bir rakam söylesin ki biz de ona göre tavrımızı alalım. Görüşlerimizi sunduk, gerçekleşen enflasyonu söyledik. Bu ülkede yaşayan 8 milyon civarında asgari ücretli arkadaşlarımız bir nebze olsun ihtiyaçlarını karşılayabilsin diye konuştuk. Bu söylediklerimizden zaten hemen hemen bir rakam çıkıyor. Önümüzdeki hafta hem rakam hem sonuç gelir diye düşünüyoruz. Temennimiz milletin kabul edebileceği bir ücret getirmeleridir.”


Ağar’ın sözleri gösteriyor ki, Komisyon’da işçilerin, emekçilerin alın terinin karşılığının ve insanca yaşam hakkının pazarlığını yapması gereken Türk İş, bunu yapmak yerine emekçilerin ihtiyaçlarını “bir nebze” karşılayabilmelerini talep ederek ya da işveren ve iktidardan milletin kabul edebileceği bir ücret artışını uygun görmesini ‘temenni’ ederek, kendisini adeta “sadaka dileyen” bir konuma düşürmüştür.   


Gerçi, Ağar’ın bu açıklamasının hemen ardından -asgari ücret konusunda bir rakam telaffuz etmediği için eleştirilen- Türk İş’in Genel Başkanı Ergün Atalay, Asgari Ücret Tespit Komisyonu’na katılan işçilerin önerdiği yüzde 45 enflasyon oranı ve üzerine yüzde 20 refah payı eklenerek asgari ücretin 29 bin 583 TL olmasına yönelik öneriyi, Türk İş’in teklifi olarak Komisyon’a ileteceklerini açıklamıştır. Ancak Atalay’ın işçilerden gelen baskının yarattığı mecburiyetten açıkladığı her halinden belli olan bu teklifi, Ağar’ın sözlerinde ifadesini bulan Türk İş’in on milyonlarca emekçinin sorumluluğunu üstlenmediği ve ulusal düzeyde bir toplu sözleşme olan “asgari ücret pazarlığını sadaka talebine indirgediği" gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.   


En çok üyeye sahip işçi örgütü olan Türk İş’in düştüğü bu durum, Türkiye işçi hareketi için son derece hazindir. Ancak bunun tüm sorumluluğunun sadece Türk İş’e ya da Türk İş’in mevcut yönetiminin üzerine yüklenemeyeceğini; birkaç istisna dışında Türkiye’de faaliyet yürüten sendikaların da Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) ya da Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) vb uluslararası sendikal örgütlerin de gerek sendikal anlayışları gerekse eylemlilikleri bakımından Türk İş’ten pek farklı olmadığını da söylemeden geçmeyelim. 


Sendikaların tarafı oldukları toplu pazarlıkta gücünü belirleyen etkenlerin başında “örgütlülükleri” gelir. Örgütlülüğün sadece bir işyerinde ya da belirli bir sektörde yüksek olması yeterli değildir, -özellikle Türk İş gibi ulusal düzeyde toplu pazarlıklara taraf olan- sendikaların işçi sınıfının tümünü kapsaması gerekir. Öte yandan sendikaların gücünü belirleyen sadece üye sayıları da değildir; işçilerin sınıf bilincine ne ölçüde vakıf olduğu da son derece önemlidir. Bu nedenle sendikaların örgütlenmenin yanı sıra burjuvazi karşısında işçi sınıfının -üretimden gelen gücünü kullanarak- tarihi dönüştürme yetisi ve gücüne sahip yegane sınıf olduğu bilincine ulaşmasını sağlayacak bir işlev de görmesi gerekir. Bunların yanı sıra sendikalar, sınıf bilinciyle hareket eden işçi sınıfının mücadelesine de öncülük etmek durumundadır. Tüm bu vasıflara sahip olabilmesi için ise sendikalar, her şeyden önce sermaye ile iktidardan bağımsız olmalı ve sendika içinde demokrasiyi sağlamalıdır. 


Türk İş ve sendika sıfatı taşıyan diğer birçok oluşum, toplu pazarlıkta emekçilerin haklarını ve çıkarlarını savunmak için gerekli olan işlevlerin hemen hemen hiçbirine sahip değildir. Dolayısıyla yasal olarak sendika sıfatını kullansalar bile bu oluşumların sınıf mücadelesine bir katkısı olmadığı gibi kendilerinden beklenen sorumluluğu yerine getirmek bir yana; emekçileri sömüren, yoksullaştıran, açlığa, işsizliğe iten, iş cinayetlerinde yaşamlarını yitirmelerine neden olan uygulamaları “uzlaşma” adı altında meşrulaştırırlar. Bundan cesaret alan sermaye ve siyasi iktidar da sınıfsal güdüleriyle emekçiler üzerinde kurduğu hegemonyayı daha da güçlendirecek dayatmalarda bulunur. Grev yasakları, hakkını arayan işçilere yönelik şiddet ve baskı, sağlık ve sosyal güvenlik başta olmak üzere, kazanılmış hakların ortadan kaldırılması, ücretlerin açlık sınırı altında bırakılması ve yanı sıra çevreyi talan eden projeler, savaş politikaları, kentlerin rant alanına dönüştürülmesi, kaynakların sermayeye aktırılması bu dayatmalardan bazılarıdır.


Bugün AKP iktidarı, işçi sınıfının en önemli mücadele aracı olan grevi yasaklayarak fiilen ortadan kaldırmaya ve diğer tüm saldırı politikalarını uygulamaya cesaret edebiliyorsa bunda toplu pazarlığı “sadaka dileme” seviyesine düşüren sendikaların önemli payı vardır. Dolayısıyla asgari ücretin ne kadar olacağı ya da grev yasaklarının nasıl aşılacağı, sendikaların ve işçi sınıfı hareketinin içinde bulunduğu durumdan ayrı düşünülemez.     

13 Aralık 2024 Cuma

Mesele Suriye’nin özgürleşmesi mi küresel ekonomiye entegrasyonu mu?


Esad’ın ülkeyi terk etmesi ve HTŞ’nin Şam’ı teslim almasıyla birlikte bir diktatörlük daha yıkılmış oldu. Halkını baskıyla yöneten tüm otoriter rejimler gibi 61 yıllık Esad rejimi de er ya da geç yıkılmaya mahkumdu ve yıkıldı. Bu yıkıntıdan geriye alt yapısı, ekonomisi ve en önemlisi toplumsal yapısı çökmüş, kültürel varlığı tahrip edilmiş bir ülke kaldı. Suriye’de otokratik rejimin yıkılması; yıllardır baskı altında ezilen, 13 yıldır süren iç savaşta yüzbinlerce canını kaybeden, milyonların göç etmek zorunda kaldığı halklar için sevindiricidir elbette.

Ancak şunu da unutmamak gerekir: Otokratik rejimlerin yıkılması, bunların yerine her zaman daha demokratik bir rejimin kurulacağı anlamına gelmez. Demokratik bir rejim ancak o ülke halklarının gerçekleştireceği toplumsal hareketlerin sonrasında oluşabilir. Oysa diktatörlükler, halk üzerinde kurduğu baskı ile muhalif hareketlerin oluşmasına ve mücadelesine olanak vermez. Bu nedenle tıpkı İran, Mısır, Tunus, Irak, Libya vb olduğu gibi yıkılan diktatörlüklerin yerine ancak eskisini aratmayacak otoriter rejimler kurulabilir.

Suriye’deki durum saydığımız bu ülkelerden farklı değildir; Esad’ı deviren HTŞ, ezilen Suriye halklarını içeren bir hareket değildir. Rejimin anahtarlarını 13 gün gibi son derece kısa bir sürede teslim alan ve yeni rejimi inşa etmesi beklenen HTŞ, emperyalist güçlerin güdümünde kurulmuş, eğitilip, donatılmış ve terörist olarak kabul edilen bir hareketten devşirilen -eli kanlı- cihatçılardan oluşan bir yapıdır. Sakallarını kestikleri ya da takım elbise giydikleri için bu devşirme cihatçıların kuracağı rejimden halka barış, refah, huzur getirmesini beklemek aşırı iyimserlik -hatta saflık- olur! Keza Şam’ın yönetimini devralan ve kurulacak hükümette söz sahibi olacağı anlaşılan kişiler, Taliban’a benzemeyecekleri ve halklar arasında ayrımcılık yapmayacakları yönünde mesajlar verse de yeni rejimin şeriata dayalı olacağını da açıkça beyan etmektedirler.

Suriye gibi birçok farklı din, mezhep ve etnik kökenden halkların oluşturduğu bir ülkeyi şer’i hukukla yönetme niyeti bile başlı başına yeni rejimde demokrasiden, özgürlüklerden, eşit yurttaşlıktan söz edilemeyeceğini göstermektedir. Laik, demokratik bir rejim kurma iradesi ortaya koyamayan ülkelerin toplumsal barışı ve dolayısıyla istikrarı, huzuru ve refahı temin etmesi de mümkün değildir. Hal böyle olunca, Suriye’nin de halkın ihtiyaçlarına göre değil Ortadoğu üzerinden paylaşım mücadelesi yürüten emperyalist güçlerin çıkarlarına göre yeniden dizayn edilmesi kaçınılmaz olmaktadır.

Serbestiyet haber sitesinin 10 Aralık’ta Reuters’a dayanarak verdiği habere göre, Şam Ticaret Odaları Başkanı Bassel Hamwi, “Suriye’nin yeni hükümetinin, iş dünyası liderleriyle görüştüğünü, yeni dönemde ‘serbest piyasa modelini benimseneceğini’ belirtmiş ve ülkenin ‘küresel ekonomiye entegre edileceği’ sözünü verdiğini” açıklamıştır (https://serbestiyet.com/featured/htsden-suriyede-serbest-piyasa-ekonomisi-ve-kuresel-ekonomiye-entegrasyon-sozu-190488/). Daha hükümet bile resmen kurulmadan uluslararası sermayeye verilen bu söz, Suriye’de yeni rejimin önümüzdeki süreçte izleyeceği yönü de ortaya koymaktadır.

Suriye’de yaşanan savaş, yıkılan ve onun yerine kurulan rejim… Tüm bunların sadece Suriye’ye özgü olmayıp, Ortadoğu’nun tümünü içeren bir projenin parçası olduğu Cumhuriyet Gazetesi’nde Barış Terkoğlu’nun 12 Aralık’ta yayınlanan makalesinde söz ettiği “Levant Entegrasyonunun Ekonomik Faydalarının Tahmini” başlıklı rapor ile de tasdik edilmektedir. ABD ordusu için çalışmalar yapan düşünce kuruluşu Rand Corporation tarafından beş yıl önce hazırlanan bu raporda; Mısır’dan başlayarak İsrail, Filistin, Ürdün, Lübnan, Irak, Suriye ve nihayet Türkiye’yi içeren -Akdeniz’in doğusu olarak da tarif edilen- “Levant” bölgesinin Serbest Ticaret Anlaşması ile yan yana getirilmesi öngörülmektedir (https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/baris-terkoglu/yeni-ortadogu-projesi-esbaskani-2278337).

Terkoğlu’nun dikkat çektiği rapor son derece önemlidir ve Ortadoğu’nun yakın tarihi de bu raporda yer verilen perspektifle örtüşmektedir. Bu bağlamda Ortadoğu, 20. yüzyıl başlarında gerçekleşen birinci paylaşım savaşından bu yana emperyalizmin güdümünde olmuş, kimi zaman darbelerle kimi zaman isyanlar, iç çatışmalar ve savaşlarla emperyalizmin çıkarlarına göre dizayn edilmeye çalışılmış bir coğrafyadır. Türkiye ve Mısır, askeri darbelerle kurulan otokratik rejimler sayesinde 80’lerden itibaren küreselleşen kapitalist üretim sistemine dahil olurken, diğer Ortadoğu ülkelerinde entegrasyon istendiği ölçüde gerçekleştirilememiştir.

Doğu Bloku’nun çözülmesiyle birlikte Doğu Bloku’na yakın olan ülkelerden önce Irak’ta Saddam rejimi yıkılmış ve yerine emperyalizmin güdümünde yeni bir rejim kurulmuştur. ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki temsilcisi olan İsrail’in özellikle 7 Ekim 2023’te Hamas’ın başlattığı saldırılar üzerine Gazze’de gerçekleştirdiği soykırım ve işgal; ardından Lübnan’a yönelik saldırılar ile Hizbullah ve Hamas gibi İslami örgütlerin yanı sıra İran’ın da bölgedeki etkisinin kırılması, bu bölgelerin emperyalizmin çıkarlarına uygun hale gelmesinde önemli bir aşama olmuştur. Ve nihayet Suriye’de 2011’de başlayan ve 13 yıl süren iç savaşın sonucunda yıkılan Esad rejiminin yerine emperyalizmin çıkarlarına hizmet edecek yeni bir rejim kurulmaktadır (Ürdün’de yönetim zaten emperyalizmin çıkarlarına karşı bir tavır sergilemediği için -savaş, iç çatışma, darbe vb-yeniden yapılanma hamlelerinin dışında kalmıştır.).

Sonuç olarak, Suriye’de Esad rejiminin yıkılması ve İsrail’in Filistin ve Lübnan’ı hedef alan saldırılarıyla birlikte Terkoğlu’nun gündeme getirdiği raporda söz edilen “Levant” bölgesindeki tüm eksikler tamamlanmıştır. Böylece Ortadoğu, yeraltı ve yer üstü kaynaklarının yanı sıra üretim ve ticaret alanı olarak da sermaye birikimine sağlayacağı katkı ile kapitalizmin içinde bulunduğu krizi aşması için yeni fırsatlar sunacak hale getirilmiştir.

Kapitalizmin sürdürülebilmesi için yaratılan bu fırsatın bedelini bugüne kadar savaşlarda ölen, sakat kalan, yerini yurdunu geride bırakıp göç eden, açlığa, sefalete sürüklenen Ortadoğu halkları ödemiştir. Emperyalist ülkelerin kurmaya çalıştığı yeni düzende, halkların -otoriter rejimlerin baskısı altında- karınlarını bile doyuramayacakları ücretler karşılığında dahil edilecekleri üretim sürecinde terini ve kanını dökerek bu bedeli ödemeye devam etmesi istenmektedir. Halkların nesillerdir süren savaşın, sömürünün yarattığı acılara son vererek özgürleşmesi için, önce kendi aralarında barışı sağlaması sonra da emperyalizme ve onun maşası olan otokratik rejimlere karşı ortak bir mücadeleye girişmesinden başka bir yol olduğunu düşünmüyorum.


29 Kasım 2024 Cuma

‘Sendika müsveddeleri’ ve KESK’in 30 Kasım Mitingi

                                  30 KASIM 2024

AKP iktidarı, “iç cepheyi tahkim” çağrısında bulunarak, bugüne kadar en çok zulüm çektirdiği kesimleri ardında sıralamaya çalışıyor. Kürtlerden sonra şimdi de iktidarları boyunca kazanılmış haklarına saldırdığı, yoksullaştırıp açlıkla karşı karşıya getirdiği emekçilere, “iç cepheyi tahkim” çağrısında bulunmuş.

AKP Genel Merkezi’nde düzenlenen “Yeni Anayasa Çalıştayı”na işveren örgütlerinin yanı sıra, iktidara yakın sendikalar (Türk İş, Hak İş, Memur Sen, T.Kamu Sen) da davet edilmiş. Çalıştayda konuşan AKP Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı, emekçilerin hiçbir sorununa değinmezken, “İç cephemizi tahkim edecek, Türkiye’mizi ve milletimizi tarihin öznesi yapacak atılımlar için yeni bir ‘toplumsal sözleşme’ yapmaya kararlıyız” demiş.

İktidar partisinin yeni bir anayasa yapmak için çıktığı yolda, düzenlediği bir çalıştaya sendikaları da davet etmesi ve “toplumsal sözleşme”den söz etmesi anlamlıdır elbette. Ancak yaşanmakta olan toplumsal sorunların baş müsebbibi olan iktidar partisinin “emekçileri temsil etmeyen ‘sendika müsveddeleri’ ile oturduğu masadan yeni bir toplumsal sözleşme çıkabilir mi?” sorusunu da sormak gerekir.

Yukarıda adı geçen sendikalara yönelik “müsvedde” nitelemesini ağır bir itham olarak değerlendirenler olabilir. Ama “AKP’nin tek başına hükümet ettiği 22 yılda emekçilerin kazanılmış haklarına Cumhuriyet tarihinin en ağır darbesi indirilirken sesini çıkarmayan ve emekçileri inim inim inleten politikaları destekleyen hatta AKP’nin bir organı gibi çalışan bu örgütler, sendika olarak tanımlanabilir mi?” diye sormak da tüm emekçilerin hakkıdır.

Bu örgütler içinde -özellikle de Türk İş ve Hak İş’te- sınıf mücadelesi vermeye çalışan şube yöneticileri, işyeri temsilcileri ve üyeler olduğunu biliyorum; onların emeğine, çabasına haksızlık etmek aklımızdan bile geçmez. Ancak Türkiye, sendikal hak ihlallerinde, gelir eşitsizliğinde, çalışan yoksulluğunda, çalışma sürelerinin uzunluğunda ve iş cinayetlerinde dünyada en kötü ülkeleri arasında yer alırken, emekçiler açlık sınırı altında yaşam mücadelesi verirken ses çıkarmayan; buna karşılık sendika(cı) sıfatıyla lüks otomobillerden inmeyen, plazalarda, rezidanslarda yaşayanların yönettiği örgütleri başka türlü ifade etmek mümkün olmuyor maalesef.

Türkiye’de yeni bir “toplumsal sözleşme” yapılacaksa bu siyasi iktidarı tahkim eden “sendika müsveddeleri”nin yer aldığı masalarda değil, işçi sınıfının gerçek örgütleri olan sendikaların, işyerlerinde ve alanlarda gerçekleştireceği mücadelelerle olabilir.

Özellikle 10 Ekim katliamı, ardından 15 Temmuz darbe girişimi, OHAL, KHK’lar ve nihayet Nisan 2017’de gerçekleşen referandumla kurulan otokratik rejim, bütün hak ve özgürlüklerle birlikte sendikal hak ve özgürlükleri de ortadan kaldırdı. Bu baskı ortamı içinde tüm demokratik kitle örgütleri gibi sendikalar da merkezi eylem ve etkinliklerden uzaklaştı.

1990’lı ve 2000’li yıllarda onbinlerce emekçinin katıldığı oturma eylemleri, mitingler ve grevlerle Türkiye’de toplumsal mücadelelere öncülük eden KESK de bu otoriterleşme sürecinde eylemlerden uzaklaşan örgütlerden biri oldu. Binlerce üyesi KHK’larla ihraç edilen KESK, kamu hizmetlerinin -başta eğitim ve sağlık olmak üzere- hızla piyasalaştığı, yoksullaşan toplum kesimleri için ulaşılması neredeyse imkansız hale geldiği; kamu hizmeti sunan emekçilerin esnek ve güvencesiz bir çalışma rejimine mecbur bırakıldığı bir süreçte, sesini alanlarda yükseltme olanağı bulamadı. Ta ki bugün (30 Kasım) Ankara Tandoğan Meydanı’nda “Geçinemiyoruz, Yoksulluğa Karşı Mücadelede Birleşiyoruz” sloganıyla gerçekleştirilecek miting kararı alınıncaya kadar…

30 Kasım mitinginin sloganı, AKP’nin uyguladığı ekonomik programın neticesinde hızla yoksullaşan tüm kesimleri kapsıyor. Gazete Duvar’da Ceren Bayır’ın mitinge ilişkin olarak KESK Eş Genel Başkanları Ayfer Koçak ve Ahmet Karagöz’le yaptığı söyleşide de belirtildiği üzere KESK, bu mitingle sadece üyelerinin ya da kamu emekçilerinin katılımını hedeflememiş; miting öncesinde çalışma yaptıkları 57 ilde çiftçilerle, esnafla, öğrencilerle, işçilerle bir araya gelerek onlara da çağrıda bulunmuş. Bu arada DİSK, TMMOB ve Türk Tabipler Birliği’nin yanı sıra CHP ve DEM Parti başta olmak üzere birçok siyasi partinin mitinge destek açıklaması yaptığını da -bu desteğin göstermelik olmayacağını umarak- belirtmek gerekiyor.

KESK’in çağrısının geniş kesimlerde karşılık bulmasında; mitingde dillendirilecek taleplerin tüm bu kesimleri kapsayacak olmasının yanı sıra, özellikle 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında yaratılan şiddet ve baskı ortamının ardından “toplumsal hareketlerin üzerine serpilmiş ölü toprağından silkelenme” umudu yaratmasının da etkili olduğunu düşünüyorum.

Sözün özü: Türkiye’de toplumun bütün kesimlerini kapsayacak yeni bir “toplumsal sözleşme” yapılacaksa bu AKP Genel Merkezi’nde “sendika müsveddeleri”ne “iç cepheyi tahkim” etme çağrısı yapılan toplantılarda değil, KESK’in öncülüğünde Tandoğan Meydanı’nda bugün (30 Kasım) yapılacak olan miting ve bu mitingle büyüyeceğini umduğumuz mücadele sürecinde olacaktır!



22 Kasım 2024 Cuma

Demokrasi olmadan çözüm olur mu?


Meclis yeni yasama yılına başlarken “AKP iktidarının hiçbir yasama yılına toplumsal meşruiyetini böylesine kaybetmiş olarak girmediğini” bu köşede belirtmiştik. Bu yargıya varmamızda 31 Mart seçimlerinde uğranan seçim hezimetinin önemli payı vardı elbette. Ancak toplumun geniş kesimlerini görülmemiş bir hızla yoksullaştıran ve OVP (Orta Vadeli Program) ile somutlaşan ekonomik programın önümüzdeki dönem uygulanmasına yönelik ısrarın, iktidarın politikalarıyla toplumun genel yararı arasındaki açıyı büyütecek olması da meşruiyet krizinin derinleşmesini kaçınılmaz hale getiriyordu. Sadece ekonomik nedenler değil, her alandaki hukuk tanımaz uygulamalar ve artan baskılar da bunlara eklenince; sadece siyasi iktidara değil, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen otokratik rejime ve daha önemlisi tüm kurumlarıyla birlikte devlete olan güven sarsılıyordu. Öte yandan Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler karşısında yıllardır uygulanan politikaların çıkmaza girmesi de AKP/Saray iktidarına olan güvensizliğin bir toplumsal meşruiyet krizine dönüşmesini kaçınılmaz hale getiriyordu.

Meşruiyet krizini aşmak için siyasi iktidarın önünde iki seçenek vardı. Birinci seçenek, uyguladığı politikalarla toplumun genel çıkarları arasındaki açıyı daraltarak güveni yeniden tesis edecek adımlar atmak; diğer seçenek ise muhalefetin ve toplumun üzerindeki baskıları daha da arttırarak otoriter rejimi olabildiğince mutlaklaştırmaktı.

AKP/Saray iktidarı için birinci seçeneği uygulamak son derece zordu. Her şeyden önce, AKP’nin 22 yıldır sadakatle uyguladığı -bugün Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in adıyla anılan- neoliberal politikalardan ödün vermesi mümkün değildi. Zira 2002’de ilk kez iktidara gelmesini ve 22 yıldır iktidarda kalmasını sağlayan bu politikalardı ve bundan ödün vermesi, uluslararası kapitalizmin ve sermayenin AKP’den desteğini çekmesi anlamına gelecekti. Oysa sermaye çevrelerinin güveni ve desteği, AKP için toplumun güveninden her zaman daha önemli olmuştu!

Yarattığı sosyal tahribat son derece ağır olmasına rağmen ekonomik programdan vazgeçilemeyeceğine göre, geriye otoriterlikten ödün vererek demokrasinin önünü açacak bir takım adımların atılması kalıyordu. Ancak emek sömürüsüne, doğa ve kent talanına dayanan neoliberal politikaların uygulanabilmesi için otoriter rejimden taviz vermek mümkün değildi. Tarihte birçok örneği olduğu gibi (II. Meşrutiyet’in ilanı (1908), sınıf esasına dayalı cemiyet kurma yasağının kaldırılması (1946), sosyal hukuk devleti olma hükmünü içeren 1961 Anayasası’nın kabulü, 12 Mart darbesinin hükümsüz kılındığı 1974 seçimleri, 12 Eylül darbesinde getirilen siyasi yasakların kaldırıldığı 1987 referandumu vb) özgürlüklerin önü ne zaman açılsa yıllar boyunca kaybedilen hakların geri kazanılması için işçi hareketi canlanıyor, toplumsal mücadeleler yükseliyordu. Dolayısıyla uluslararası kapitalist kuruluşların (DB, IMF, AB vb) ve sermayenin beklentilerini karşılamak için otokratik rejim de her koşulda sürmeliydi.

AKP/Saray iktidarına kalsa hiç şüphesiz ikinci seçeneği yani muhalefetin ve toplumun üzerindeki baskıları daha da arttırarak otoriter rejimi mutlaklaştırmayı tercih ederdi. Ne var ki, İsrail’in Ortadoğu’da belirleyici rolünün artması ve Trump’ın ABD başkanlığına seçilme olasılığının güçlenmesi (ve daha sonra başkan seçilmesi) gibi gelişmeler, siyasi iktidarı Kürt sorununun çözümü konusunda adım atmaya zorladı.

1 Ekim’de Meclis açılışında Bahçeli’nin DEM Partilerle tokalaşarak -iktidar ortağı olarak- ilk adımı atması, bu zorunluluğun gereğiydi. Abdullah Öcalan’ı Meclis’e davetiyle Bahçeli bu adımlarını sürdürdü. Geçtiğimiz günlerde Ufuk Uras’ın Bahçeli’yle yaptığı görüşmeden aktarıldığına göre bu adımların önümüzdeki süreçte de devam edeceği beklenebilir. Ancak siyasi varlığını halkların birbirine düşmanlaştırılması üzerine kuran bir siyasetin temsilcisi olarak, böyle bir adımı atmanın Bahçeli için kolay olmadığını da unutmamak gerekir. Öte yandan 2012-2015 yılları arasında toplumsal barışın sağlanması için umut veren ama 7 Haziran seçimlerinde iktidarını kaybetmemek uğruna barış umutlarıyla birlikte halkın kendisine olan güvenini de berhava eden Erdoğan için de “barıştan söz etmek, bunun için gereken güveni yeniden sağlamak” son derece zordur.

İktidar cephesi, çözüm için zorunlu olduğu adımları atmak ile iktidarının bekâsı olarak gördüğü otoriter rejimin baskıcı politikalarını uygulamak arasında ikilemde kalmış; bir taraftan çözümden söz ederken diğer taraftan kayyum siyasetini, tecridi ve sınır ötesi operasyonları sürdürme yoluna gitmektedir. Bunun yanı sıra emekçileri sömüren, yoksullaştıran politikalar ile bu politikalara karşı direnenlere yönelik baskılarını da devam ettirmektedir.

Hal böyle olunca demokrasiden, özgürlüklerden, insan haklarından, hukuktan, adaletten söz edilemeyen bir ortamda toplumsal barışı sağlayacak bir çözümün inandırıcılığı da kalmamaktadır.

AKP/Saray iktidarı otoriter bir yönetim anlayışıyla meşruiyetini ve aynı zamanda da varlığını sürdüremeyecek bir noktaya gelmiştir. Demokratikleşme konusunda somut hiçbir adım atmadan “lafla peynir gemisi yürütmek” mümkün değildir. Demokratikleşme için somut adımlar atılması ve bu adımların toplumun tüm kesimlerini kapsaması gerekir. Sadece Kürt sorunun çözümüyle sınırlı bir özgürleşme sahici ve kalıcı olamaz; sömürülen, ayrımcılığa uğrayan, ezilen tüm kesimlerin özgürlüğü önündeki engellerin de kaldırılması gerekir. Ancak sadece siyasi iktidarın “mecburiyetten” atacağı adımlarla tüm bunların gerçekleşmesini beklemek büyük yanılgı olur; emekçilerin, ötekileştirilenlerin, ezilenlerin mücadelesi her alanda büyütülmeli ve ortaklaşmalıdır!


15 Kasım 2024 Cuma

Çocukların ölümünde sorumlu arayanlar bütçeye baksın!

                                   16 KASIM 2024

İzmir’de bir barakada çıkan yangında yaşları 1 ila 5 arasında olan beş kardeşin ölümü basında “trajedi”, “facia” gibi manşetlerle duyuruldu. Yaşanan gerçekten bir trajediydi. Çocukların babaları cezaevindeydi; çöp toplayarak evi geçirdirmeye çalışan anne ise çocukları evde bırakarak topladığı hurdaların parasını almaya gitmiş, bu esnada evde devrilen elektrikli sobadan çıkan yangında beş çocuk can vermişti.

Olayın duyulmasının hemen ardından iktidar çevreleri alelacele sorumlu aramaya koyuldu. İlk olarak ihmali olduğu iddia edilen anne, fail olarak gösterildi. Öyle ya, bir anne nasıl olur da çocuklarını evde yalnız başına bırakırdı! Ancak annenin yoksulluk ve çaresizlik içinde olduğuna yönelik tepkiler gelmeye başlayınca, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı yetkililerinin birçok kez aileyi ziyaret ettiği ve kimi yardımlarda bulunulduğu belirtilerek hükümetin bu olayda herhangi bir sorumluluğunun bulunmadığı algısı yaratılmak istendi.

Yapılan açıklamalar bir tarafa, bu büyük trajedinin gerçek sorumlusu ne yoksulluğun çaresizliği içindeki anne ne de ellerindeki mevzuata göre çalışma yapan Bakanlık’ta görevli sosyal hizmet uzmanlarıdır. Gerçek sorumlu, “o anneyi çocuklarıyla birlikte derme çatma bir barakada yaşamak ve çocuklarının karınlarını doyurmak için onları yalnız başına bırakarak çalışmak zorunda bırakan” ekonomi politikaları ve bu politikaları uygulayanlardır!

İzmir’de yaşanan trajedi, AKP’nin iktidarı boyunca uyguladığı “sermayenin çıkarlarını toplumun genel ihtiyaçlarının önünde tutan” neoliberal politikaların yarattığı sosyal çöküşün çarpıcı görünümlerinden sadece biridir. Bu olayın basında bu kadar yer alması ve siyasi tartışmalara konu olması, “beş çocuğun bir arada ölmesi, ailenin göçmen olmaması gibi” nedenlerledir. Örneğin bu olay Suriyeli ya da Afgan bir ailenin başına gelseydi veya ölenler bu kadar çok sayıda ve çocuk olmasaydı gündemde bu denli yer almayacaktı. Zira Türkiye’de -beş çocuğun bir arada ölümüyle sonuçlanmasa da- siyasi iktidarın uyguladığı ekonomik programın sonucu olarak her gün, birçok trajedi yaşanmakta ama bunların çoğu haber değeri görülmemekte, gündeme bile getirilmemektedir.

Yetersiz beslenme, sağlıksız koşullarda barınma, sağlık hizmetlerine ulaşamama gibi nedenlerle yaşanan acılar ve ölümler, kaydı tutulmadığı için ne basında ne de belleklerde ve vicdanlarda yer bulabilmektedir. Kaydı tutulduğu için kısmen de olsa neoliberalizmin yarattığı sosyal çöküntüyü görünür hale getirebilen örneklerinden biri iş cinayetleridir. -13 yıldır büyük bir özveriyle çalışma yürüten- İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG Meclis)’in belirlemelerine göre 2024 yılının 10 aylık döneminde 1.535 emekçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiştir.

22 yıllık iktidarının ilk gününden bu yana neoliberal politikaların “sadık” uygulayıcısı olan AKP, Meclis’te görüşülmekte olan 2025 bütçesinde de toplumun genel çıkarları karşısında sermayenin çıkarlarını tercih ederek bu sadakatini sürdürmektedir. Bunun için 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi’nin Genel Gerekçe kısmında belirtilen hedeflere bakmak yeterlidir.

2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi’nde temel hedefler şu şekilde özetlenmiştir: “Makroekonomik ve finansal istikrarı güçlendirmek, mali disiplini korumak, orta vadede enflasyonu tek haneye düşürerek fiyat istikrarını sağlamak, Ar-Ge ve yenilikçilik kapasitesini geliştirmek, yeşil ve dijital dönüşüm odağında teknolojik dönüşümü sağlamak, beşeri sermayeyi güçlendirmek, işgücü piyasasını daha da etkinleştirmek, iş ve yatırım ortamını iyileştirmek ve ekonomide kayıt dışılığı azaltmak.

Bu hedeflerin hiçbirinde toplumun genel yararı gözetilmemiş, aksine belirlenen hedefler, “sermaye dışı toplum kesimlerinin daha fazla yoksullaşması, yoksunlaşması, var olan haklarının ellerinden alınması” üzerine kurulmuştur. Bu bağlamda mali disiplin adı altında eğitim, sağlık, sosyal güvenlik başta olmak üzere sosyal harcamalar vb kısılırken, enflasyonu düşürmek için talebi yani emekçi kesimlerin ücretlerinin reel olarak düşürülmesi, sınırlandırılması amaçlanmıştır. Beşeri sermayeyi güçlendirmek ve işgücü piyasasını etkinleştirmek hedefi, eğitim ve istihdam politikalarının tamamen işverenlerin talepleri doğrultusunda -emek rejimini esnek ve güvencesizleştirerek- düzenlenmesini içermektedir. İş ve yatırım ortamının iyileştirilmesi de yine emek ve doğa sömürüsü üzerinden Türkiye’yi sermaye için “kâr cenneti” haline getirme amacını ifade etmektedir.

Siyasi iktidarların uyguladığı ekonomi politikaları ile bu politikalar çerçevesinde hazırlanan bütçe ve bütçe üzerine Meclis’te yürütülen tartışmalar, toplumun soyutlandığı birtakım bürokratik işlerden ibaret olarak görülmektedir. Oysa İzmir’de yaşanan ve ona benzer trajedilerin alt yapısı, ülkeyi yönetenlerin uyguladıkları ekonomi politikaları ve bu politikalar çerçevesinde belirledikleri tercihlerle inşa edilmiştir.

Sözün özü: Bebekleri öldüren, çocukları aç bırakan, anne-babaları iş cinayetlerinde katleden bu döngünün sorumlusunu arayanların Meclis’te görüşülmekte olan Bütçe Kanun Teklifi’ne bakması yeterlidir!



8 Kasım 2024 Cuma

‘İşgücü ithalatı’

                                  9 Kasım 2024

İçişleri Bakanlığı, “düzensiz göç ile mücadele” kapsamında düzenli göçmen getirilmesine yönelik bir çalışma yapıyormuş. Ekonomim gazetesinin haberine göre, bu çalışmada sanayicilerin talepleri de göz önünde bulundurarak “işgücü ithalatı” yapılabilmesi için yasal altyapı hazırlanmaktaymış. Şirketlerin görüşleri doğrultusunda sektörler için gerekli işgücünün sayı ve niteliği belirlenerek çağrıya çıkılacak ve belirlenen kriterlere uygun yabancılara, Türkiye’de çalışma fırsatı(!) verilecekmiş. Halen düzensiz göçle gelenlerin kapsam dışında tutulacağı bu düzenlemeyle, Türkiye’de emek göçünün daha düzenli hale getirilmesi hedefleniyormuş.*

Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir: İnsanların ulus devlet sınırlarına hapsolmadığı bir dünyada herkes, dilediği ülkede çalışma ve yaşama hakkına sahip olabilmelidir! Sınır ötesi dolaşımı kısıtlayarak insanları sınırları içine hapseden ulus devlet yapılanması, kapitalizmin bir ürünüdür. Bu yapılanma içinde “dolaşımın sınırlarının nerede başlayıp nerede biteceği” egemen sınıfın yani sermayenin çıkarları gözetilerek belirlenir. Emekçiler arasındaki rekabeti arttırıp emek maliyetini düşürmenin aracı (yedek işçi ordusu) olarak görülen göçmen emeğinin dolaşımı kimi zaman -kısmen de olsa- serbestleştirilirken; kimi zaman da emekçilerin dolaşımını engellemek için yüksek duvarlar örülür.

İçişleri Bakanlığı’nın “düzensiz emek göçünün düzenli hale getirilmesi”ni hedefleyerek patronların ihtiyaçları çerçevesinde “işgücü ithalatı”nın yasal zeminini hazırlamak için yaptığı bu çalışma, AKP/Saray iktidarının emeğiyle geçinenlere (işçi sınıfına) bakış açısını ortaya koyduğu gibi; 22 yıldır uyguladığı -eğitim, istihdam vb- politikaların iflasını da gözler önüne sermektedir.

Bakanlığın yapmakta olduğu düzenleme için kullanılan “işgücü ithalatı” kavramı son derece çarpıcıdır. Malûm olduğu üzere, ihracat ve ithalat, “metaların uluslararası düzeydeki alım-satımını” ifade eder. İçişleri Bakanlığı ve dolayısıyla AKP/Saray iktidarı, kullandığı “işgücü ithalatı” kavramıyla işgücü ya da daha doğru ifadesiyle emek gücünü ve onun sahibi olan milyonlarca işçiyi, emekçiyi “meta/mal/eşya” olarak gördüğünü açıkça itiraf etmektedir.

Öte yandan unutmamak gerekir ki, patronların talepleri doğrultusunda yurtdışından “işgücü ithal edilmesi” planlanan Türkiye, çalışma çağı nüfusunun yarıdan fazlasının, (33 milyon 203 bin kişi) istihdam dışında olduğu, atıl işgücü yani geniş tanımlı işsiz sayısının 11 milyonu aştığı bir ülkedir (TÜİK, 2024 Ağustos istatistikleri). 22 yıllık iktidarı boyunca AKP, istihdamı arttırmak için birçok paket açıklamış, kalkınma planları ve orta vadeli programlarda hedefler ortaya koymuş, yüzlerce üniversite ve meslek lisesi açmıştır. Ancak bunların hiçbirinde başarılı olunamamış ve Türkiye, OECD ülkeleri içinde işgücüne ve istihdama katılımın en düşük olduğu ülkeler arasında olmaktan kurtulamamıştır.

Türkiye’de işgücüne katılımın ve istihdamın düşük, işsizliğin yüksek olmasının başlıca sebebi, istihdam yaratacak yatırımların yetersiz olmasının yanı sıra insanca çalışma ve yaşam koşullarını sağlayacak, yeterli düzeyde istihdam olanağı yaratıl(a)mamasıdır. Ortalama ücret haline gelen asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı, iş ve sosyal güvencenin olmadığı, iş cinayetlerinin ve çalışan yoksulluğunun dünya ölçeğinde en fazla olduğu Türkiye, sendikal hak ihlallerinde de ilk 10 ülke arasındadır. Hal böyle olunca, kölelik koşullarında çalışmaya rıza göstermek yerine, istihdam dışında kalmak, tercih edilir hale gelmiştir.

AKP iktidarı, kölelik koşullarına rıza göstermeyen Türkiyeli emekçilerin direncini kırmak ve onların yerine ikame etmek amacıyla yıllardır “arka kapı göç politikası” izlemektedir. Bu bağlamda Ortadoğu’da -ama özellikle Suriye’de- yaşanan savaşlarla birlikte oluşan göç akını ve AB ile yapılan Geri Kabul Anlaşması’yla bu göçmenlerin Avrupa’ya geçişlerinin engellenmesi, Türkiye’yi dünyada en fazla göç alan ülke haline getirmiştir. Göç İdaresi Başkanlığı’nın verilerine göre Türkiye’de yasal kalış hakkı bulunan göçmen sayısı 4.5 milyona ulaşmıştır; kayıtlı olmayanlarla birlikte bu sayı daha da artmaktadır. Siyasi iktidar, bu göçmenlerin çok büyük bir kısmına yasal statü vermeyerek kaçak/düzensiz konuma düşmelerine neden olmakta ve hiçbir hakka sahip olmayan göçmen emekçiler, sınır dışı edilme korkusuyla en kötü koşullarda çalışmaya boyun eğmek zorunda bırakılmaktadır.

İçişleri Bakanlığı’nın “işgücü ithalatı”na yasal zemin oluşturma çalışmasından anlaşılan o ki, -kimi ırkçı partilerin de kışkırtmasıyla- “düzensiz” göçmenlere yönelen kamuoyu tepkisinin azaltılmak istenmesi ve yatırıma teşvik edilmek istenen uluslararası sermayenin talep ettiği “ucuz ama kayıtdışı olmayan” istihdam talebini karşılamak durumunda kalınması, “ucuz ama düzenli” göçmenlerin istihdamını gerekli hale getirmiştir.

Türkiye’yi sermaye için cennet, emekçiler için cehenneme dönüştürmeyi hedefleyen anlayış, 1980’den bu yana farklı yüzlerle de olsa iktidardadır. Aradan geçen 44 yılın 22 yılında iktidarda oturan AKP, 24 Ocak 1980’de ortaya konan bu hedefe ulaşmada önemli bir yol kat etmiştir. Hiçbir çekince duymadan emekçileri, ithalatı yapılacak meta/mal/eşya olarak kabul ettiğini açıkça ifade etmesi ve buna karşı -en azından şimdilik- hiçbir sendikadan, meslek örgütünden ya da siyasi oluşumdan herhangi bir tepki gelmemesi, AKP’nin kat ettiği yolda ne kadar ilerlediğini göstermektedir.

Milliyeti, ırkı, dini, dili, cinsiyeti ne olursa olsun tüm emekçilerin ortak çıkarlara sahip bir sınıf olduğu bilinciyle hareket edilmediği sürece; onları bir eşya olarak gören anlayış, bir avuç sermayedara cennet yapmak uğruna ülkeyi ve dünyayı, emekçiler için cehenneme çevirmeye devam edecektir.

* https://www.ekonomim.com/gundem/isgucu-ithaline-altyapi-hazirligi-haberi-778210


1 Kasım 2024 Cuma

Otoriter rejimde asgari ücreti tartışmak…

                                 
                                  2 Kasım 2024

Yıl sonu yaklaşırken, Türkiye’de ücretli çalışanların önemli kısmının gelirini belirleyen ve bu nedenle ortalama ücret haline gelen “asgari ücret”in ne kadar olacağına yönelik tartışmalar yeniden canlandı. Geçtiğimiz senelerde -göstermelik de olsa- Asgari Ücret Tespit Komisyonu adıyla kurulan -sözde- pazarlık masasında belirlenmesi beklenen yeni asgari ücret, bu yıl IMF’nin “Yüksek asgari ücret zammından kaçının!” direktifi ve “hedeflenen enflasyon” olarak ortaya atılan bir oran etrafında tartışılıyor.

2023 seçimleri sonrasında uygulamaya konan ve özü itibariyle IMF gibi kapitalist kurumların belirlediği çerçeveyi yansıtan ekonomik program, bir taraftan yüksek enflasyonun nedeni olarak gördüğü için diğer taraftan ise Türkiye’ye yatırım çekmek için, ücretleri olabildiğince baskı altına almayı amaçlıyor. Bu nedenle 2024 yılının ikinci yarısında beklenen asgari ücret artışı yapılmadı ve yükselen enflasyon karşısında zaten açlık sınırı sevisinde bulunan asgari ücretin satın alma gücü daha da azaldı. Önümüzdeki yıl da reel ücretleri düşürmeyi amaçlayan ekonomi yönetimi, IMF’nin -yukarıda aktardığımız- direktifine de uyarak asgari ücreti, 2025 için beklenen enflasyon oranında arttırmayı planlıyor. Geçtiğimiz günlerde basına da yansıdığı üzere, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Başkanı, ABD’de yatırımcılara, asgari ücrete yapılacak artışın hükümetin 2025 için beklenen enflasyon oranı olan yüzde 25 düzeyinde olacağını açıkladı. Bunun üzerine genellikle Aralık ayına doğru alevlenen asgari ücrete ilişkin tartışmalar bu yıl daha erken başlamış oldu.

İşveren tarafı, tahmin edileceği gibi IMF’nin direktifini ve TCMB Başkanı’nın telaffuz ettiği asgari ücrete yüzde 25 artış oranını büyük bir memnuniyetle karşıladı. Zira bu oran asgari ücret olarak kabul edildiğinde işçilerin geçen yıldan kalan enflasyon farkı işverenlerin cebine kalacağı gibi, 2025’te gerçekleşecek enflasyon artışı yüzde 25’in üzerinde olacak ve işçinin reel ücretindeki düşüş, işverenlerin emeği sömürü oranıyla birlikte kârını da arttıracak.

Emekçilerin geçmiş yılın enflasyonundan kaynaklanan kayıplarını bile telafi edemeyen ve işçinin daha eline geçmeden açlık sınırının çok altında kalacağı belli olan asgari ücret artışına karşı, işçi  konfederasyonlarından henüz bir tepki gelmedi. Sadece birkaç sendikanın genel merkezi ya da şube yönetimi asgari ücretin belirleme yöntemine ve telaffuz edilen artış oranının düşük olmasına tepki gösteren açıklamalarda bulundu. Siyasi partiler içinde de sol ve sosyalist partilerin yanı sıra CHP, Gelecek Partisi, HüdaPar ve  BBP yaptıkları açıklamalarla asgari ücretin “hedef enflasyona göre belirlenmesi”ni eleştirdi.

Öte yandan birçoğu halen üniversitede akademik çalışmalar yürüten 126 iktisatçı, imzaladıkları “Asgari ücret artışlarında hedef değil, gerçekleşen enflasyon oranı dikkate alınmalı!” başlıklı bildiri ile, asgari ücretin belirlenme yöntemini eleştirenler arasına katıldı.

Bu noktada şunu belirtmek isterim: 2016’da darbe girişimi bahanesiyle kurulan OHAL düzeninde KHK’larla akademiye yönelik olarak Cumhuriyet tarihinin en büyük tasfiyesi yapıldı. O zamandan bu yana akademiden ülke meseleleri ve toplumsal sorunlara ilişkin muhalif bir ses çıkmadı. 126 iktisatçının bildirisi yanılmıyorsam, 8 yılı aşkın süredir akademiden çıkan ilk toplu ses oldu. İçerisinde hocalarım ve arkadaşlarımın da imzacısı olduğu bu bildirinin, “akademi üzerindeki ölü toprağının kalkması” umudunu verdiği için -içeriğinden bağımsız olarak- memnuniyet verici olduğunu söylemeliyim.

Kaldığımız yerden devam edersek, zaten adaletsiz olan asgari ücret belirleme yönteminin reel ücretleri daha da eritecek ve emekçilerin yoksullaşmasını, yoksunlaşmasını çok daha arttıracak bir biçime dönüşmesine yönelik tepkiler, hangi çevreden gelirse gelsin anlamlıdır. Ancak reel ücretlerin emekçileri açlıkla karşı karşıya bırakacak kadar düşmesi, emekçilerin içinde bulunduğu durumun nedeni değil sonucudur.

Asgari ücretin emekçilerin emeğinin karşılığı olması ve insanca yaşayacakları bir seviyeye ulaşması için asgari ücretin hedef enflasyona göre mi yoksa gerçekleşen enflasyona göre mi belirleneceğinden önce, bizi bu tartışmaya götüren ekonomik programın esasını sorgulamak gerekir! Bu sorgulamaya da “nüfusunun neredeyse üçte ikisi ücret gelirleriyle geçinen bir toplumda küçük bir azınlığın çıkarları için milyonlarca emekçinin açlığa, yoksulluğa terkedilmesine neden olan politikaların nasıl uygulanabildiği”nden başlanması, yerinde olur.

Eğer bir sorun, toplumun bir kesiminin diğer bir kesimi tarafından yok sayılarak ezilmesini, sömürülmesini içeriyorsa; bu sorun ekonomik de olsa temeli mutlaka demokrasiyle, özgürlüklerle ilişkilidir. Zira demokrasinin işler olduğu toplumlarda ancak, bir kesimin diğer bir kesim üzerinde tahakküm kurması söz konusu olamaz. Bu bağlamda asgari ücret artışında dikkate alınması gereken öncelik, enflasyon oranının hedeflenen mi, gerçekleşen mi olduğu değildir. Öncelik, tüm hak ve özgürlükleri sınırlayarak emeğin yarattığı değeri yok sayan, karınlarını doyuracak bir geliri neredeyse lütuf sayacak noktaya getirilen emekçileri tahakküm altına alan sistemi ve bu sisteme hizmet eden otoriter rejimi sorgulamaktır!