31 Mayıs 2024 Cuma

Özel okul öğretmenleri direniyor!

1 Haziran 2024

Özel Okul Öğretmenleri Sendikası çatısı altında mücadele eden öğretmenler, geçtiğimiz hafta sonu Ankara’da bir yürüyüş gerçekleştirdi. Bu yürüyüşün ardından önce Meclis Parkı’nda bir nöbet eylemi başlatıldı; ardından bu eylem, Milli Eğitim Bakanlığı (MEB)’nın önünde oturma eylemine dönüştürüldü. Sendikanın çağrısıyla Ankara’da başlayan nöbet eylemi eş zamanlı olarak İstanbul, İzmir, Eskişehir, Samsun, Antalya ve Mersin’de İl Milli Eğitim Müdürlükleri önünde ve bu kentlerin diğer alanlarında sürdürülüyor.

AKP/saray iktidarı tüm emekçi eylemleri gibi öğretmenlerin bu eylemini de -Anayasa ve yasaları göz ardı ederek- engellemek istedi. Önce hafta sonu Ankara yürüyüşünü engellemeye çalıştı, akabinde Çarşamba günü Bakanlık önünde hakları için oturma eylemi yapan öğretmenleri gözaltına aldı. Ancak tüm bu engellemeler öğretmenleri eylemlerinden vazgeçirmedi; Ankara’da ve diğer illerde eylemler kararlılıkla sürdürülüyor. Eğitim Sen başta olmak üzere diğer bazı eğitim sendikaları da özel okul öğretmenlerinin bu eylemine destek veriyor.

Özel okul öğretmenlerinin mücadelesi yeni değil; yaşananlar, neoliberal politikaların yaşama geçirilmesiyle birlikte eğitimin de diğer kamu hizmetleri gibi sermaye için üzerinden büyük kârlar elde edilen cazip bir yatırım alanına dönüştürülmesiyle başlayan bir sürecin devamı. Bu süreç, eğitimle uzaktan yakından ilgisi olmayan sermaye sahiplerinin, devletin de -toplumun vergilerinden oluşan bütçeden sağlanan- teşvikiyle özel okullar açmasıyla başladı. Tüm özel işletmelerde olduğu gibi özel okullar da, kârını emeğin (öğretmen emeği) sömürüsüne dayandırdı ve özel okulların -devletin de yasaların çiğnenmesine göz yummasıyla- mümkün olan en düşük maliyetle istihdam ettiği öğretmenlerden en yüksek verimi elde edeceği bir düzen kuruldu.

Öğretmenlerin en düşük ücret ve sosyal haklarla çalışmaya rıza göstermesini sağlamak için siyasi iktidar, kamu eğitim sisteminde ihtiyaç olmasına rağmen, öğretmen formasyonuna sahip yüzbinlerce gencin atamasını yapmadı. “Yedek işçi ordusu” konumuna düşürülen ve atanamayan öğretmenlere birbirleriyle rekabete girişmek ve özel okul patronlarının dayattığı sömürü koşullarına rıza göstermekten başka seçenek bırakılmadı. Yani AKP/saray iktidarı özel okul patronlarının kârını katmerlemesi için öğretmenleri sömürü çarkının içine atmış oldu.

Bugün Ankara’da ve diğer birçok ilde tüm engellere rağmen direnen özel okul öğretmenleri, patronların ve siyasi iktidarın kendilerine dayattığı sömürü çarkını kabullenmiyor ve bu çarkı kırmak için çabalıyor! Talepleri ise “yaşamlarını sürdürebilecekleri bir ücret (taban maaş hakkı), iş güvencesi (süresiz ve tam zamanlı iş sözleşmesi), sosyal güvenlik hakkı ve öğretmenlik onuruna yakışır koşullarda çalışmak”tan ibaret. Zira özel okulların birçoğunda öğretmenlere, açlık sınırının dahi altına düşmüş olan asgari ücretin de gerisinde bir ücret dayatılıyor. Öte yandan iş güvencesinden yoksunlar, okulların tatile girmesiyle birlikte iş sözleşmeleri feshediliyor. Dolayısıyla tatilde geçen aylarda ücret alamıyorlar; yeni öğretim yılında yeniden işe alınmalarının hiçbir garantisi yok. Özellikle insanlık dışı -sözde yasalarla güvence altına alınmış olan- çalışma koşullarına karşı çıkan ve örgütlü mücadeleye girişenlerin yeniden işe alınması ise neredeyse imkansız gibi.

Sayıları 200 bini bulan özel okul öğretmeninin çalışma ve yaşam koşullarının insanileştirilmesi için; Özel Okul Öğretmenleri Sendikası’nın çağrısı ülke genelinde karşılık buldu. Her türlü baskı ve engellemeye karşı direnen eğitim emekçileri, mesleklerini belki de bir daha gerçekleştirme olanağı bulamayacaklarını bilerek bu direnişi gerçekleştiriyor. Onların direnişi, sadece mevcut özel okul öğretmenlerinin haklarını savunmakla da sınırlı değil; onların mücadelesi aynı zamanda bir avuç sermayedarın servetine servet katması için feda edilen eğitim sisteminin ve tüm bir toplumun eğitim hakkının savunusu için.

Ayrıca unutmamak gerekiyor ki piyasalaşan, kâra endekslenen bir öğretim sürecinden “özgür, eşitlikçi, laik, demokratik, bilimsel bir eğitim” ummak mümkün değildir. Dolayısıyla özel okul öğretmenlerinin öz iradelerine, emeklerine sahip çıkmak için gösterdikleri bu direniş, sadece eğitim emekçilerini değil, tüm toplumu ilgilendiren “dışsal fayda sağlayan” bir kamu hizmeti olan eğitim üzerinden toplumun genel çıkarlarını korumayı amaçlıyor. Bu nedenle Özel Okul Öğretmenleri Sendikası’nın direnişine destek, sadece eğitim emek örgütleriyle sınırlı kalmamalı; veliler, öğrenciler ve özgür, demokratik, laik bir düzende yaşamak isteyen herkes tarafından sahiplenilmeli!

24 Mayıs 2024 Cuma

Silah sanayi ve Cumhurbaşkanına tanınan yeni yetkiler…

25 MAYIS 2024


Tarihinin en derin ekonomik ve sosyal çöküşünü yaşayan Türkiye’de halkın temel ihtiyaçlarından (ücretler, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vb) tasarruf eden paketler açıklanırken güvenlik ve silahlanma harcamalarından en ufak bir kesinti yapmaktan söz edilmiyor. Bu bir yana -bu alanda harcamaları arttırmak ve Meclis denetimi dışına çıkarmak üzere- Cumhurbaşkanlığına yeni yetkiler verilmek isteniyor. Bu hafta TBMM Başkanlığı’na sunulan Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) Personel Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, mevcut askeri harcamalar yetmezmiş gibi savunma (silah) sanayi bütçesi için Cumhurbaşkanı’na bazı özel yetkilerin verilmesini de içermekte. Bu kapsamda “Milli Savunma Bakanlığı’nın; TSKnın modernizasyonu, savunma sanayinin geliştirilmesi, araştırma ve geliştirme hizmetlerinde kullanılacak özel gelirleri karşılığında tahsis edilen ödeneğinin yetersiz kalması hali”nde Cumhurbaşkanına ödenek ekleme yetkisi verilmesi öngörülüyor.


Erdoğan’ın iktidarı döneminde en çok övündüğü konuların başında silah üretimi geliyor. 2023 Mayıs seçimleri başta olmak üzere hemen tüm seçimlerde bu konuyu oy toplama aracı olarak kullanagelen Erdoğan, son Cumhurbaşkanlığı Kabinesi Toplantısı’nın ardından yaptığı açıklamada da yine “Türkiye’nin tarih yazdığı alanların başında savunma sanayi vardır.” sözleriyle silah sanayiine yine övgüler düzdü (“Savunma” kavramı genellikle bir öldürme aracı olan “silah”ı veya “savaş”ı masumlaştırmak için kullanılmakta; “silah sanayi” yerine “savunma sanayi” ya da “savaş bakanlığı” yerine “savunma bakanlığı” tabirleri de bu algıyı yaratmaya hizmet etmektedir.).


Erdoğan’ın söz konusu açıklamada paylaştığı rakamlara bakınca, silah üretiminin övgüyü hak eden ekonomik bir faaliyet olduğu düşünülebilir. Buna göre 2002’de yüzde 80 oranında dışa bağımlı olan savunma (silah) ihtiyacının neredeyse tamamı “yerli ve millî” olanaklarla karşılandığı gibi, Erdoğan’ın dost ve kardeş olarak tanımladığı ülkelerin talepleri de karşılanmış. Böylece on yıl önce 1,2 milyar dolar olan savunma ihracatı, 4,5 kat artışla 2023 yılında 5,5 milyar dolara yükselmiş.


Ekonomik bir faaliyet olarak silah sanayinde Türkiye’nin önemli bir “başarı” elde ettiği, Erdoğan’ın açıklamalarında da Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI), Savunma ve Havacılık Sanayii İmalatçılar Derneği (SASAD) gibi uluslararası ve ulusal kurumların verilerinde de açıkça görülüyor. Bu bağlamda örneğin Türkiye, silah ihracatında 2014-2018 döneminde 14. sırada iken, 2019-2023 döneminde yüzde 106’lık bir büyüme gerçekleştirerek dünyanın en büyük 25 silah ihracatçıları arasında 11. sıraya yükselmiş. Böylece küresel ihracat pazarındaki payı 2014-2018 döneminde yüzde 0,6 olan Türkiye’nin payı yüzde 1,6ya çıkmış (SIPRI, Uluslararası Silah Transferi Eğilimleri Raporu 2023).  İhracatın yanı sıra silah sanayinde ciro ve kârlarla birlikte istihdam da artmış haliyle. Ancak ihracatta, AR-GE yatırımlarında, ciroda ve kârlarda artış -dolar bazında- yüzde 20-30 seviyesinde gerçekleşirken istihdamdaki artış 2021-2022 döneminde -75 bin 660’dan 81 bin 132’ye çıkarak- yüzde 7,2 civarında kalmış (SASAD, 2022 Sektör Raporu).   


Erdoğan’ın yukarıda sözü edilen Kabine Toplantısı sonrası yaptığı açıklamanın devamında da belirttiği gibi Türkiyenin silah ihracatında ilk sırayı insansız hava araçları (SİHA) ile güdümlü ve güdümsüz mühimmatlar oluşturuyor. Bu ihracattan aslan payını alan ise Erdoğan’ın damadının sahibi olduğu BAYKAR.


Ekonomi için “bir başarı hikayesi” olarak görülen silah sanayindeki gelişmelerin -küçük bir azınlığın cebini doldurması ve siyasi iktidarın bekâsını korumak dışında- bir de öteki tarafı var. O öteki tarafta ise silah üretimine pazar yaratmak için uygulanan savaş politikaları ve bu politikaların bedelini kanıyla, canıyla ya da yoksullaşarak, toprağından, yurdundan göç ederek ödemek durumunda kalan halklar bulunuyor. Türkiye'nin 2023'te Gayri Safi Yurt İçi Hasıla'sının (GSYİH) yüzde 1,5ini oluşturan askeri harcamalarını bir önceki yıla göre yüzde 37 artarak 15,8 milyar dolara ulaştığını belirtmek bile sanırım, savaş ekonomisinin halkın üzerinde oluşturduğu ekonomik yükü göstermek açısından dikkat çekici olacaktır (SIPRI, 2023 Küresel Askeri Harcamalar Raporu).


Sözün özü: Silah üretimi; üzerinden kâr edilen, -az da olsa- istihdam yaratan bir ekonomik faaliyet olarak görülemez. Zira savaş sanayiinin kapısını aralayan her girişim; üretilen silahların satılabilmesini sağlamak için savaş politikalarını teşvik eden ve bedelini halkların açlıkla, yoksullukla, ölümle ödediği insani felaketlere yol açan, toplumsal bedeli son derece ağır bir faaliyettir! Cumhurbaşkanı’na yeni yetkiler tanıyan kanun teklifini de bu çerçevede değerlendirilmek gerekir.  

17 Mayıs 2024 Cuma

Kobanê davası, etki ajanlığı ve Makyavelizm

                                   18 MAYIS 2024

“İktidar olmak, onu korumak ve iktidar alanını olabildiğince genişleterek sonsuz kılmak” İtalyan düşünür Niccolo Machiavelli (1469-1527)’nin öncüsü olduğu siyasal realizm akımının temel ilkesidir. Makyavelizm olarak da bilinen bu akıma göre “Başkasının güçlenmesine izin veren, kendi yok oluşunu hazırlar.” Böylece siyaset alanı, güç mücadelesinin kaçınılmaz olduğu vahşi bir orman olarak görülür ve güç kullanmak meşrulaştırılır. “Amaca ulaşmak için her yolu mübah gören” Makyavelizm’de iktidarı ele geçirenlerin iktidarın bekâsını korumak için hakkı, hukuku, insani ve ahlâki değerleri gözardı etmesi; -devletin tüm güç aygıtlarını da kullanarak- şiddet uygulayarak rakiplerini etkisiz hale getirmesi caizdir.

Machiavelli’nin öncülük ettiği siyasal realizm, özellikle 19. yüzyıldan itibaren kapitalist sistemin gelişimine önemli katkı sağlamıştır. Ulus devletin inşa sürecinde ötekileştirilen, sömürgeleştirilen halkların sindirilmesinde, mallarına el konularak mülksüzleştirmesinde ve üretim sürecinde emekçi kitleler üzerinde tahakküm kurmak için kullanılan şiddetin meşrulaştırılmasında öne çıkan hep Makyavelizm savunusu olmuştur. 20. yüzyılda faşizme ve Nazizm’e de ilham kaynağı olan bu akım, günümüzde özellikle egemen sınıf ve egemen ulusun çıkarları için uygulanan politikaların toplumun genel çıkarlarıyla çeliştiği dönemlerde, halk üzerinde baskı uygulayan otoriter rejimler için yol gösterici olmaya devam etmektedir.

Türkiye, Cumhuriyet’in kuruluş sürecinden bu yana Makyavelizm’e sıkça başvuran ülkelerden biridir. İttihat ve Terakki’den başlayarak ulus-devletleşme süreci, tek parti ve darbe dönemlerinin yanı sıra neoliberal politikalara uygulama alanı sağlamak için de yine bu görüş öne çıkmıştır. 12 Eylül darbesinin ardından Kürtlere, işçi sınıfına ve onların siyasi temsilcilerine yönelik baskıları ve siyasal şiddeti içeren uygulamaları da bu çerçevede değerlendirebiliriz.

Kobanê Davası’nda, davanın görülme sürecinin ve HDP yöneticilerine verilen cezaların hukuku, insani ve ahlâki değerleri gözardı etmesini “iktidarın bekâsını korumak için her yolu mübah gören” Makyavelizm’in son örneği olarak gösterebiliriz. AKP iktidarı, 7 Haziran 2015 seçimlerinde iktidarı için en büyük tehdit olarak gördüğü HDP’yi ve -eş başkanlar başta olmak üzere- HDP’li siyasetçileri, 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle ilan edilen OHAL’i de fırsat bilerek tutsak etmiş ve Kobanê Kumpas Davası’nı, bunun gerekçesi yapmıştır. Dava sonucunda verilen hüküm, Demirtaş, Yüksekdağ ve diğer HDP’lilerin aradan geçen dokuz yıla rağmen halen AKP (ve MHP) iktidarı için tehdit olarak algılandığını göstermektedir.

AKP/MHP iktidarı için tek tehdit HDP ve Kürt siyasi hareketi değildir. Uyguladığı ekonomik politikaların sonucunda Cumhuriyet tarihinin en derin sosyal kriziyle karşı karşıya bırakılan emekçi, yoksul halk kesimleri de 31 Mart seçimlerinde, iktidar için önemli bir tehdit olduğunu göstermiştir. AKP/MHP iktidarının ülkeyi içine sürüklediği ekonomik krizden çıkış için belirlediği yol ise -ekonomik ve sosyal krizin nedeni de olan neoliberal politikaları içeren- Orta Vadeli Program (OVP)’da vücut bulmaktadır.

Yoksulluğu, işsizliği, gelir eşitsizliğini daha da derinleştirecek olan OVP’nin halkın tepkisini çekmeden uygulamaya konulabilmesi için “Kamuda Tasarruf ve Verimlilik Paketi” (yakın zamanda benzer yeni paketler de açıklanacaktır) gibi kamu yönetimindeki şatafata, israfa son verileceği algısı yaratmaya yarayacak uygulamalardan medet umulmaktadır. Oysa açıklanan bu pakette de görüldüğü gibi, kamu emekçilerinin (lojman, servis vb) hakları gasp edilerek, kamuda esnek ve güvencesiz çalışma yaygınlaştırılarak, tasarruf tümüyle kamu emekçisinin ve halkın sırtına yüklenmektedir.

Önümüzdeki günlerde yeni adlarla getirilecek paketlerin, halkı ikna etmesinin mümkün olmayacağı aşikârdır. Yalanla, dolanla ikna olmayacak halkın iktidar için tehdit oluşturabilecek bir tepki göstermesini engellemek üzere, halen kullanılan mevcut baskı araçlarının yanı sıra düşünce ve ifade özgürlüğünü, haber alma hakkını ve akademik özgürlükleri engelleyecek olan -bu köşede geçen hafta da değinilen- “etki ajanlığı” adıyla yeni bir baskı düzenlemesi getirilmektedir.

AKP/MHP iktidarı, Türkiye halklarının ve emekçilerinin genel çıkarlarıyla çelişen, onları inkar eden, ötekileştiren, yoksullaştıran politikalarını sürdürdükçe, iktidarına tehdit olarak gördüğü halk kesimleri giderek büyüyecektir. Bunlarla baş etmek içinse Makyavelizm’e daha sık başvuracaktır. Ancak daha önce pek çok kez görüldüğü gibi bu, ezilen halkların ve emekçilerin mücadelesiyle/direnişiyle mevcut iktidarın varlığını -halka rağmen- sürdürmesi için yeterli olmayacaktır!


11 Mayıs 2024 Cumartesi

CHP’de normalleşmenin ‘müesses nizam’la imtihanı!

                                 11 MAYIS 2024


31 Mart seçim yenilgisinin ardından AKP/MHP iktidarı, seçimden birinci parti olarak çıkan CHP’yi muhatap alarak görüşme trafiği başlattı. Özgür Özel önce Erdoğan, ardından da Bahçeli’yle yaptığı ve içeriğini tam olarak açıklamadığı görüşmeler sonrasında bu sürecin “normalleşme” olarak tanımlanabileceğini söyledi. Yeni anayasa tartışmalarının alevlendiği bir dönemde diyalog zemini için görüşme trafiğini sürdüren Özel’in normalleşme anlayışı -yaptığı yarım yamalak açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla-, tutuklu generaller, Gezi davası, emekli maaşları, asgari ücret, belediyelerin borçları, seçim sonuçları gibi konulardan ibaret.

Özel’in normalleşme dediği süreç içinde gündeme getirdiği konuların önemini gözardı etmeden Özel’e ve CHP’ye şu soruları yöneltmek gerekiyor:

Hukukun tamamen rafa kaldırıldığı OHAL düzenine dayanılarak çıkarılan KHK’larla radyo, televizyon, gazete, dergi ve bilumum yayın kuruluşlarının kapatıldığı; pek çok kamu çalışanının ihraç edildiği ve yurttaşlık haklarının birçoğunu kullanamadığı; muhalif siyasetçilerin hakkında herhangi bir hüküm bulunmadığı halde yıllardır özgürlüğünden mahrum bırakıldığı koşullar sürerken nasıl bir normalleşmeden söz ediyorsunuz?

Soruyu biraz daha genişletelim: Yıllardır cezasız kalan iş cinayetleri, zırhlı araç çarpması nedeniyle ölümler; Suruç, 10 Ekim vb katliamlar, işkence vakaları vs; devlet hazinesini milyarlarca dolar zarara uğratan kamu özel ortaklıkları, kamu yararı olmayan ihaleler, kamu alacaklarının affedilmesi ve benzerleri bu normalleşmenin neresine tekabül ediyor?

Normalleşirken halklar arasında kutuplaşma yaratan, birbirine düşmanlaştıran savaş politikalarını, emekçilerin vahşice sömürüldüğü çalışma rejimini, doğa katliamlarını gündeminize almak hiç mi aklınıza gelmiyor?

Yoksa sizin normalleşme dediğiniz, İttihat ve Terakki’nin çerçevesini çizdiği Sünni-Türk’ler dışında kalan ırk, din ve mezheplere yönelik ayrımcılığa dayanan, işçi sınıfının inkârını içeren “müesses nizam” ile sınırlı bir normalleşme mi?

Normalleşmeyi, tiranlarla el sıkışmaktan ibaret görüyorsanız, vay sizin halinize! Zira siz bir taraftan tiranlarla el sıkışarak normalleşileceğini zannederken, el sıkıştıklarınız kendi normalleri olan “otoriterleşme”yi güçlendirecek yeni düzenlemeleri hazırlamaktan geri durmuyor. 9. Yargı Paketi de bunlardan biri.

23 farklı kanun ve 3 kanun hükmünde kararnamede değişiklik veya düzenleme içeren ve 60 maddeden oluşan Yargı Paketi, halkın gerçeklere ulaşmasını engelleyecek, iktidarın eleştirilmesinin önünü kapatacak yeni yaptırımlar içeriyor. Bunların başında ise Türk Ceza Kanunu (TCK)’da yer alan ajanlık ve casusluk suçlarının dışında, özellikle “sosyal medya aracılığıyla” Türkiye aleyhine propaganda yürüttüğü iddia edilen “etki ajanları”na karşı düzenleme yer alıyor.

Daha önce de çeşitli vesilelerle gündeme gelen “etki ajanı” tanımlamasına “Türkiye aleyhinde kara propaganda yapılmasına alan açtığına hükmedilenler” giriyor. Bu çerçevede “ülkenin ekonomik, toplumsal ve kamu düzenini bozanlar” bu kapsamda değerlendirilecek.

“Etki ajanı” adı altında bir suç tanımı, siyasi iktidarların izlediği politikaların toplumun genel çıkarlarıyla çeliştiği dönemlerde, -özellikle soğuk savaş döneminde- kimi ülkelerde farklı adlar altında uygulanmış. Özellikle yargı bağımsızlığının bulunmadığı koşullarda düşünce ve ifade özgürlüğünün her türünü “ülke aleyhinde kara propaganda” olarak değerlendirmek mümkün. Örneğin yüksek enflasyon, işsizlik, vergi adaletsizliği, gelir eşitsizliği, yolsuzluklar, kamu hizmetlerinin (eğitim, sağlık vs) sunumundaki yanlışlar, savaş politikaları, seçim hileleri, doğa katliamları vb. konularda haber yapan ya da iktidarı eleştirenler “etki ajanı” olmakla suçlanıp, cezalandırılabilecek.

“Değişim hareketi”nin adayı olarak girdiği genel kurulda partisinin başına geçen Özgür Özel’in liderliğinde CHP, 31 Mart seçimlerinde aldığı halk desteği ile uzun yıllar sonra birinci parti oldu. Ancak CHP, “müesses nizam”la arasına mesafe koy(a)madığı ve tiranlarla tokalaşmayı “normalleşme” olarak kabul ettiği sürece otokratik rejimin aparatı olmaktan kurtulamadığı gibi kendisinden “değişim” bekleyenlerden aldığı desteği kaybedecek ve “CHP’den demokrasi çıkmaz!” düşüncesinde olanların haklılığını bir kez daha kanıtlanmış olacaktır.

4 Mayıs 2024 Cumartesi

Yeni anayasa kimin için?

                                   4 MAYIS 2024

AKP iktidarı “yeni anayasa” meselesini bir kez daha ısıtıp önümüze getirdi. Bir taraftan Meclis Başkanı yeni anayasa için partilerle görüşürken diğer taraftan Erdoğan CHP lideriyle buluşuyor ve Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu’ndan “Türkiye’nin sivil, demokratik, özgürlükçü ve kuşatıcı bir anayasaya ihtiyacı olduğu”nu vurgulayan açıklama geliyor. Beklendiği gibi iktidar medyası da yeni anayasayı gündeminden düşürmüyor.

AKP’nin yerine yenisini yapmak istediği 82 Anayasası 42 yıldır yürürlüktedir. AKP, 12 Eylül darbecilerinin hazırladığı bu Anayasa ile iktidara gelmiştir ve 42 yıllık Anayasa’nın 22 yılında iktidar koltuğunda tek başına oturmaktadır. AKP, iktidarda olduğu yıllar boyunca, “yeni bir anayasa yapılması”nı sürekli gündemde tutarak demokratikleşme beklentisinde olanların beklentilerini oya dönüştürmeyi aynı zamanda da iktidarını sürekli kılacak yeni bir rejimi inşa etmeyi amaçlamıştır. Netice itibariyle, yeni bir anayasa yapamasa da 2007, 2010 ve 2017’de yapılan anayasa değişiklikleriyle birlikte AKP, “yargının ve yasamanın tek elde toplandığı” Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında otokratik bir rejim kurmayı başarmıştır.

Ancak 31 Mart seçim yenilgisinin de gösterdiği gibi, tüm devlet gücünü elinde bulundurmasına rağmen bu rejim, halkın iradesini tam olarak kırabilmiş değildir. Bu da Saray rejiminin halen kendini güvence altına alamadığını göstermektedir. Seçimin hemen ardından yeni anayasanın yeniden gündeme getirilmesinin de en önemli nedeni “Saray rejiminin güvence altına alınması”dır.

Son seçimde toplumsal desteği önemli ölçüde kaybettiğini gören AKP, otokrasinin devlet kurumları (yargı, ordu, emniyet vb) üzerindeki mutlak etkisi halen sürmekteyken ve Meclis’te milliyetçi-muhafazakar parti milletvekillerinin sayısı, -referanduma götürmeden- yeni bir anayasanın çıkartılması için gereken 400’ü bulmuşken bu fırsatı değerlendirmek istemektedir. Ama bunun için elini çabuk tutmak zarureti de vardır. Çünkü önümüzdeki günlerde krizden çıkış için bel bağlanan Şimşek programı; açlığı, yoksulluğu, işsizliği daha da derinleştirecektir. Öte yandan dış politikada Saray’ın attığı adımların sürekli boşa düşmesi uluslararası alanda itibar kaybını büyütmekte ve buradan -iç politikada kullanmak üzere- bir başarı hikayesi üretmek olanaksız hale gelmektedir. Saray rejiminin toplumsal desteğini daha da azaltacak bu gelişmelerin devlet bürokrasisi içinde de etkisini zayıflatacağını öngörmek, kehanet olmayacaktır.

Erdoğan ve Meclis Başkanı -kendilerince kimi tavizler vermeyi de göze alarak- “suni bir uzlaşı havası” yaratma çabası içine girerken; “varlığını dayandırdığı otoriteyi kaybetme tehlikesi” her geçen gün daha da artan rejimin kendisini güvence altına alacak yeni bir anayasa için daralan zamanı değerlendirmek istemektedir.

Bu arada yeni anayasa meselesini sadece Saray rejiminin güvenceye alınması olarak görmenin yeterli olmayacağının da altını çizmek gerekir. Zira unutmamak gerekir ki, Türkiye’de daha önce yapılan -1924, 1961, 1982 tarihli- her üç anayasanın da ortak yönü burjuva sınıfının çıkarlarına ve dolayısıyla kapitalizmin dönemsel koşullarına uyum sağlayacak bir düzenin kurulmasıdır (1876’da ilan edilen Kânûn-ı Esâsî de bu çerçevede değerlendirilebilir.). Dolayısıyla bugün yeni anayasa yapmaya kalkışanların da öncekilerden farklı bir perspektifte olması beklenemez. Kaldı ki AKP, iktidarı boyunca kimi zaman demokrasi maskesine bürünerek kimi zamansa -gerçek yüzü olan- despotlukla burjuvazinin çıkarlarını korumak için büyük gayret sarfetmiştir. Bu bağlamda “AKP’nin anayasa değişiklikleriyle, darbe girişimi bahanesiyle ilan ettiği OHAL’le ve mevcut anayasa ihlalleriyle kurduğu otoriter düzen”i de bu gayretten azade tutmak mümkün değildir.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında kurulan rejim, kapitalizmin krizini aşamadığı, neoliberalizmin yarattığı toplumsal sorunların üzeri örtülemez boyutlara geldiği, halk isyanları ve direnişlerin kaçınılmaz olduğu bir dönemde, devletin baskı aygıtlarını en etkili biçimde kullanarak burjuvazinin çıkarlarını savunmaya yönelik otoriter bir devlet yapılanmasıdır. Tam da bu nedenle örgütlenme özgürlüğünü sınırlayan, grevleri yasaklayan; sermayenin talanına açılan ormanları, dereleri savunanlara karşı acımasızca şiddet uygulayan AKP’nin inşa ettiği otokratik rejim, ulusal ve uluslararası sermaye tarafından kabul görmüş, desteklenmiştir.

Bugün yeni anayasa konusu yeniden gündeme getirildiğinde akla ilk olarak, derinleşen yoksulluğun, artan doğa katliamlarının ve yükselen toplumsal barış taleplerinin perdelenme çabasının gelmesi, son derece anlaşılırdır. Ekonomik ve sosyal kriz, dış politikadaki başarısızlıklar ve tüm bunların üzerine uğradığı seçim yenilgisiyle köşeye sıkışan iktidarın yeni anayasa tartışmalarını öne çıkararak gündemi elinde tutma çabası içinde olduğu aşikârdır. Ancak kapitalizmin uluslararası kurumlarının ve sermayenin güveni ve desteğinin devamını da sağlayacak olan otokratik rejimi güvence altına almak için AKP’nin yeni bir anayasaya acilen ihtiyaç duyduğunu da gözardı etmemek gerekir.

Sonuç olarak; Saray iktidarı, acilen ihtiyaç duyduğu yeni bir anayasa için siyasi partilerle uzlaşmaya çalışırken demokrasiden, özgürlüklerden sıkça bahsedecektir. 22 yıllık iktidarı sürecinde tüm inanırlığını yitirmiş bir siyasi yapının bu gayretleri nafiledir. Siyasi partileri bilmem ama ezilen, sömürülen, ötekileştirilen halklar otokratik rejimin bu “düzmece uzlaşı girişimleri”ne itibar etmeyecektir.