28 Haziran 2024 Cuma

“Devlet eliyle yoksullaştırma” ve yine o kadim soru: Ne yapmalı?

                              29 Haziran 2024

Devletin resmi istatistik kurumu (TÜİK), -aklımızla alay edercesine- gerçek enflasyonu düşük gösteriyor. Ülke genelinde geçerli olan “asgari ücret ile kamu emekçileri ve emeklilerin ücretleri” de devletin resmi istatistik kurumunun bu -gerçek olmayan- enflasyon rakamı üzerinden belirleniyor. Böylece nüfusun yüzde 70’ini bulan ücretliler, emekliler ve onların bakmakla yükümlü olduğu milyonlarca kişi, devlet eliyle enflasyon karşısında eziliyor; yoksullaşıyor.


Bu yetmez gibi emekçilerin yarıdan fazlasının gelirini belirleyen asgari ücretin yıl ortasında enflasyona göre ikinci kez düzenlenmesine ilişkin uygulama hükümet tarafından iptal ediliyor ve Ocak ayından itibaren geçerli olan -TÜİK’in gerçeğin çok gerisinde gösterdiği verilere göre belirlenen- asgari ücretteki düzenleme Şubat bilemediniz Mart ayında etkisini yitirmiş, sıfırlanmış oluyor. Yılda iki kez düzenleme yapıldığında yaklaşık dört ay -TÜİK’in belirlediği- enflasyonun altında kalan ücretle geçinmeye çalışan emeçiler ve emekliler, -ikinci düzenleme olmadığı için- bu yıl on ay boyunca enflasyonun ve aynı zamanda açlık sınırının altında kalan ücretle yaşamaya mahkum ediliyor. 


Ülke nüfusunun büyük bölümünün devlet/siyasi iktidar eliyle yoksullaştırılması bununla da kalmıyor; kamu bütçe açıklarını kapatmak gerekçesiyle TBMM’ye getirilmek üzere hazırlanan vergi paketiyle, yoksullaştırılan halk kesimleri tarafından ödenen dolaylı vergiler (KDV-ÖTV) arttırılıyor ve yeni ek vergilerin getirilmesi planlanıyor. Böylece aldıkları ücret, enflasyonun altında ezilen halkın satın alma gücü bir de artan vergilerle tırpanlanırken, yoksulluk da katmerleniyor. Adaletsiz vergi sistemi sadece ücretli emekçileri ve emeklileri etkilemiyor; küçük üretici, esnaf, çiftçi vb sermaye dışı toplum kesimleri de “devlet eliyle yoksullaştırma”dan payını alıyor.


Devlet, ücretlileri ve dar gelirlileri enflasyona ezdirerek ve insafsız vergiler salarak onları yoksullaştırırken, küçük bir kesimin servetine servet katmasının da yolunu yapıyor. Her şeyden önce üretilen ürünün ya da hizmetin fiyatı artarken onu üreten emekçinin ücretinin -devlet vasıtasıyla- fiyat artışlarının altında belirlenmesi doğrudan doğruya sermayenin kârının artmasını sağlıyor. Öte yandan tüketimden alınan yani emekçinin, dar gelirlinin cebinden çıkan dolaylı vergiler artarken “kâr ve servet”ten alınan vergiler düşük tutuluyor. Bununla da kalınmayıp, “vergi muafiyeti” adı altında sermayenin belirli kesimlerinden hiç vergi alınmıyor. Bununla da bitmiyor! Yoksul, emekçi halktan alınan vergilerden oluşan kaynak, “teşvik” adı altında yine bir kısım(!) sermayeye aktarılıyor. Tüm bu haksızlıklar karşısında sesini yükselten, hakkını arayan olduğunda ise devlet, tüm şiddet aygıtlarıyla (jandarma, polis vs) karşılarına dikiliveriyor.


Uzun sözün kısası AKP iktidarı, devletin geliri yeniden dönüştürme işlevini; milyonlarca işçiyi, emekçiyi, küçük üreticiyi, esnafı, emekliyi yoksulluğa itme pahasına bir avuç sermayedarın servetine servet katması için kullanıyor. Kuruluşundan bu yana neoliberal politikaları ilke edinmiş ve 22 yıldır bunun üzerinden varlığını sürdüren AKP iktidarının bu tercihi, şaşırtıcı değildir. Neoliberal politikaları benimseyen diğer ülkeler gibi -24 Ocak 1980 kararlarından beri- Türkiye’de de devlete atfedilen işlev, kamu kaynaklarının sermayeye transferini gerçekleştirmek olmuştur. 


Peki o zaman ne yapmalı?


Her şeyden önce -devlet zoru da kullanılarak- yaratılan sınıfsal eşitsizliğin ve bu eşitsizliğin kaynağı olarak sınıfların (sermaye ve işçi sınıfı) varlığını oluşturan zeminin, bölüşüm ilişkilerinde değil, üretim ilişkilerinde ortaya çıktığını tespit etmek gerekiyor. Bu durumda bugün AKP iktidarı ile cisimleşen sınıfsal saldırı karşısında CHP’nin ya da liberal, sol liberal vb kesimlerin önerdiği gibi “üretim sürecindeki çelişkileri görmezden gelerek sadece bölüşümdeki eşitsizlikleri belirli ölçülerde yumuşatma”ya yönelik çabalardan sonuç beklenmek de anlamını yitiriyor. 


Ne yapmalı? sorusuna yanıt ararken üzerinde durulması gereken asıl mesele, sınıfsal tercihini açık biçimde ortaya koymuş bir siyasi iktidar eliyle yaratılan yoksulluk ve sınıflar arası eşitsizliğin karşısında, sınıf perspektifiyle nasıl örgütlenilebileceği ve bu örgütlülüğün “politik bir güç olarak” ne ölçüde varlık gösterebileceğidir. 


Burjuvazi ve onun temsilciliğini üslenmiş bir iktidara karşı oluşacak bir politik gücün mücadele araç ve yöntemlerinin sınıfsal çerçevede belirlenmesi kaçınılmazdır. Böylesi dönemlerde işyeri ve işletme düzeyinde yürütülen ekonomik amaçlı eylem ve direnişlerin etkisi sınırlıdır. Tarihsel süreçte de görüldüğü üzere, sınıflar arası güç mücadelesinde -devletin de etkin rol aldığı- topyekun saldırı koşullarda işçi sınıfının en etkili mücadele yöntemi, üretimden gelen gücün siyasi amaçlarla kullanılması yani "genel grev”dir. Tüm üretim ve hizmet sunum alanlarında eş zamanlı olarak üretimin/hizmetin durması, kapitalist üretimde ve toplumsal düzende emeğin ve emekçinin politik gücünün açığa çıkmasını sağlayacaktır.


Türkiye’de bugün “etkili bir genel grev gerçekleştirme koşulunun bulunmaması”, işçi sınıfının örgütlenmesini ve politik bir güç haline gelmesini sağlayacak şartları hazırlamak için geç kalındığı ve/veya bundan vazgeçilmesi gerektiği, anlamına gelmez. Zira burjuvazinin ve onun iktidarlarının emekçiyi sömüren, halkı yoksullaştıran zulmü, kapitalizm var oldukça sürecektir. Bu zulme karşı sınıf olma bilinciyle örgütlenmek ve mücadeleye girişmek için hiçbir zaman geç değildir!



22 Haziran 2024 Cumartesi

AKP’nin alternatifi var mı?

                               22 Haziran 2023

Türkiye’nin yaşanılabilir bir ülke olabilmesi, birbiriyle ilişkili iki temel sorunun acilen çözülmesine bağlıdır. Bu sorunlardan biri gelir eşitsizliği, yoksulluk, işsizlik, sağlık, sosyal güvenlik gibi sosyal içerikli sorunlara neden olan ekonomi politikalarından kaynaklanırken diğeri demokrasiyi, insan haklarını, hukuku hiçe sayan otoriter yönetim anlayışından kaynaklanır.

Mevcut siyasi iktidardan bu sorunları çözmesini beklemek abesle iştigaldir. Zira -bu sorunlar AKP ile başlamış olmamakla birlikte- AKP, 22 yıllık iktidarının bekasını bu sorunların varlığına dayandırmış, üstelik çözüme olanak sağlayacak demokratik mekanizmaları da işlemez hale getiren otokratik bir rejim inşa etmiştir.

Bugün karşı karşıya olunan ekonomik sorunların kaynağı, AKP’nin daha önceki iktidarlardan devraldığı ve iktidarı boyunca “sadakatle” uyguladığı neoliberal yapısal uyum programıdır. Beslenme ve barınma gibi en temel ihtiyaçların dahi toplumun geniş kesimlerince karşılanamaz hale gelmiş olması, “sadakatle” uygulanan bu programın sonucudur. Hal böyleyken iktidar, neoliberal politikalardan geri adım atmak yerine mevcut sorunların çözümü olarak yine sorunun nedeni olan bu politikaları göstermekte; sermaye kesimini ve kapitalizmin uluslararası kurumlarının desteğini almak için yoksul, emekçi halkın sorunlarını daha da derinleştirmekten çekinmemektedir.

“Örgütlenme ve grev hakkının engellenmesi, basın ve akademik özgürlüklerin baskı altına alınması, kayyım siyasetiyle Kürt halkının özgür iradesinin yok sayılması, tamamen siyasallaşmış olan yargı eliyle iktidar için tehdit görülen siyasetçilerin hukuk hiçe sayılarak tutsak edilmesi…” otoriter yönetim anlayışına verilebilecek örneklerden sadece birkaçıdır. AKP’nin 12 Eylül darbe düzeni üzerine inşa ettiği otokratik rejim sayesinde bir taraftan ekonomi politikalarının bedelini yoksullaşarak, işsiz ve güvencesiz hale gelerek ödemek durumunda kalan emekçi halk kesimleri üzerinde baskı kurulmakta; öte taraftan yürütülen kimlik siyasetiyle halklar arasında çatışmaya varan kutuplaşmalara yol açılmaktadır.

Türkiye’nin önündeki temel sorunların aşılabilmesi için öncelikle “İktidarının bekası toplumun genel çıkarlarıyla taban tabana zıt olan bir siyasi yapı, 22 yıldır iktidar koltuğunda nasıl oturuyor?” sorusunun yanıtlanması gerekir. Anımsanacağı gibi AKP iktidara gelirken ekonomiden kaynaklanan sorunları çözmek konusunda toplumun önemli bir kesimini ikna etmişti. Özellikle AB’ye üyelik vaadiyle taçlandırılan bu süreçte AKP’ye ikna olanların başında liberaller, kimi sol partiler, sendikalar ve işçi, emekçi kitleler de vardı. Bunlar AKP’ye üç seçimde (2002, 2007 ve 2011) tek başına iktidar olma imkanını altın tepside sunmakla kalmayıp; 2010 Anayasa Referandumu’nda -daha sonra AKP’nin otokratik bir rejim inşa etmesine olanak sağlayan- yargıyı yürütmenin emir-komutasına sokan anayasa değişikliğini de destekledi.

Ancak 2011 sonrasında geniş toplum kesimlerine yönelik sosyal hakların iyileşeceği ve refahın yükseleceği vaatlerinin boşa çıkmasıyla AKP’ye yönelik halk desteği azalmaya başladı. Bunun üzerine “Yeni Osmanlıcılık” söylemiyle komşu ülkelerde yaratılan kaos ve cihatçı örgütlerin desteklenmesiyle körüklenen çatışma süreciyle eş zamanlı olarak “Kürt sorununda çözüm” süreci gündeme getirilerek ekonomide yaratılan hayal kırıklığı, telafi edilmeye çalışıldı.

2013 Newroz’unda ilan edilen “Kürt sorununda çözüm” sürecinde AKP’nin samimiyetsizliğinin açığa çıkması uzun sürmedi; IŞID’ın Kobanê’yi işgal girişimine yönelik olarak Erdoğan’ın “Kobanê düştü düşecek” açıklaması ve devletin bu yöndeki girişimleri süreci fiilen sona erdirdi.

Gerek ekonomik alanda karşılık bulmayan vaatler gerekse Kürt sorununun çözümünde riyakârlığın açığa çıkmasının ardından 7 Haziran 2015 seçimleri, halkın büyük kısmının AKP’yi iktidarda görmek istemediğini beyan etmesiyle sonuçlandı. Bunun üzerine sivilleri hedef alan bir dizi katliam (Suruç, 10 Ekim vb) çatışma sürecinin fitilini ateşlemeye yetti ve 1 Kasım 2015’te yenilenen seçimlerde AKP, MHP ile ittifak yaparak iktidarını korumayı başardı. Ardından da 15 Temmuz darbe girişimi bahane edilerek ilan edilen OHAL koşullarında yapılan referandumla otokratik rejim, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı altında kalıcı hale getirildi.

AKP’nin iktidar olduğu günden bugüne kadar “halka rağmen” iktidarını sürdürmesinde parlamentodaki muhalefetin rolü önemlidir. Her şeyden önce AKP’nin sadakatle uyguladığı, halkı yoksullaştıran, emek sömürüsünün önündeki sınırları kaldıran ve doğa katliamlarına yol veren neoliberal programa karşı -bu dönem boyunca ana muhalefet konumunda olan CHP başta olmak üzere- muhalefet partileri herhangi bir alternatif ortaya koy(a)mamıştır. Aynı durum Kürt sonunun çözümü ve toplumsal barışın sağlanması vb konular için de geçerlidir. Demokrasi ve özgürlükler konusunda çoğu zaman iktidarın bile gerisine düşen muhalefet, tüm riyakârlığına rağmen AKP’nin, çözümün adresi olarak görülmesine neden olmuştur.

Muhalefetin yanı sıra basın ve akademi de üzerindeki baskıları aşıp, gerçekleri toplumla paylaşamamış; sendikaların önemli bir kısmı iktidarın arka bahçesine dönüşürken, az sayıdaki sınıf örgütü ve demokratik kitle örgütü ise toplumsal muhalefeti harekete geçirmekte yetersiz kalmıştır.

Sonuç olarak, normalleşme, yumuşama vb nitelemelerle ülkenin temel sorunlarına çözüm arayışı içinde olanların -başta da söylediğimiz gibi- birbiriyle ilişkili iki temel soruna ilişkin somut çözüm önerilerini ortaya koyması gerekir. Bu bağlamda siyasi iktidarla mücadele/müzakere yürüttüğünü iddia eden CHP’nin ne “Kürt sorununun demokratik çözümü” ne de neoliberal politikalara karşı alternatif bir ekonomi programı konusunda toplumu ikna edecek bir alternatif sunduğunu söylemek mümkün değildir. Durum böyle olunca yazının başlığındaki soruya olumlu yanıt vermek de olanaksız hale gelmektedir.


14 Haziran 2024 Cuma

15-16 Haziran’ın yıldönümü ve Türkiye’nin Küresel Hak İhlalleri Endeksi’ndeki yeri

15 Haziran 2024

Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC), Küresel Haklar Endeksi 2024 raporunu geçtiğimiz hafta içinde yayımladı. İlki 2014 yılında yayımlanan rapor, ülkeleri uluslararası hukukta kabul görmüş sendikal hak ve özgürlükleri içeren normların hükümetler ve işverenler tarafından ihlal edilip edilmediğini değerlendiriyor. Türkiye, 2016’dan bu yana hakların en çok ihlal edildiği, başka bir ifadeyle “işçiler için çalışma koşullarının en kötü olduğu” 10 ülke arasında yer alıyor. 2024 raporunda da bu “gelenek” bozulmadı; Türkiye 8 yıldır olduğu gibi yine, 151 ülke arasında hak ihlallerinin en yüksek olduğu ve sistematik hale geldiği 10 ülke arasına girdi.

2024 Endeksi, dünyada genel olarak emekçilere yönelik hak ihlallerinin arttığını gösteriyor ve pek çok ülkede demokratik değerlerin, temel hakların kötüye gittiğini ortaya koyuyor. Rapora göre endeksin en kötü ülkeleri arasında yer alan Türkiye’de sendikal faaliyetler ve örgütlenme hakkı yıllardır sistemli bir biçimde -şiddet de kullanılarak- engelleniyor. Sendikacılar ve hak mücadelesi yürüten işçiler, asılsız suçlamalarla kolluk güçlerinin şiddetine maruz kalmanın yanı sıra yargılanıyor, tutuklanıyor. Öte yandan işverenler, yandaş olmayan sendikalarda örgütlenmek isteyen işçilere baskı uyguluyor ve işten çıkarıyor.

ITUC’un raporunda Türkiye ile birlikte hak ihlallerinin en yüksek olduğu diğer ülkeler şunlar: Bangladeş, Belarus, Ekvador, Eswatini, Filipinler, Guatemala, Mısır, Myanmar ve Tunus. Türkiye ve diğer 9 ülkenin en önemli ortak özelliği, küresel üretim zinciri içinde, ucuz işgücü sayesinde var olmaya çalışmaları. Öte yandan “otoriter rejimler tarafından yönetilmeleri ve buna bağlı olarak demokrasinin, hukukun, insan haklarının ve beraberinde sosyal ve siyasal hakların en zayıf olduğu ya da hiç olmadığı ülkeler olması” da yine bu ülkeleri ortak bir noktada buluşturuyor. Örgütlenmeye çalışan işçilerin işten çıkarıldığı, grevlerin yasaklandığı, sendikacıların yargılandığı, hakkını arayan işçilerin şiddet gördüğü bir ülkede “ücretlerin emeğin karşılığı olması ya da enflasyon karşısında satın alma gücünü koruyabilmesi, emekçilerin insanca koşullarda çalışması, işçilerin sağlığını koruyacak önlemlerin alınması” mümkün mü?

Elbette değil. Hal böyle olunca, dünyanın en berbat 10 ülkesinin ortak yönleri onları, dünyada gelir eşitsizliğinin, yoksulluğun, yolsuzluğun ve iş cinayetlerinin en yüksek olduğu ülkeler arasında da en ön sıralarda bulunmasına neden oluyor.

Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihi, bu hazin tabloyu hak etmeyecek bir geçmişine sahip; Osmanlı’dan bu yana sürekli baskı altında bulunsa da belirli dönemlerde işçi sınıfının politik bir özne haline geldiğini düşündüren mücadele süreçleri de olmuş. Bunlardan en önemlilerinden biri kuşkusuz, üzerinden tam 54 yıl geçmiş olan 15-16 Haziran direnişi.

15-16 Haziran direnişi, 1970 yılında sermayenin talebi doğrultusunda Meclis’teki iki büyük partinin (AP ve CHP) sendika yasalarında işçilerin sendika seçme ve değiştirme hakkını engelleyen bir yasal düzenleme yapmasıyla başlıyor. Yasa değişikliğiyle yükselmekte olan işçi sınıfı hareketi ve özellikle de DİSK’in örgütlenmesini ve faaliyetlerinin engellenmesi amaçlanmış. İşçiler sendikalarına ve haklarına sahip çıkmak için 15-16 Haziran’da başta İstanbul olmak üzere Ankara, Adana, Bursa ve İzmir’de gerçekleştirdikleri eylemlerle, sermayenin isteğiyle yapılan yasal düzenlemeyi geri aldırmış.

15-16 Haziran’ın 54 yıldır hatırlarda kalmasının en önemli nedeni, örgütlenme hakkı olmadan ekonomik ve sosyal hakların alınamayacağı ya da var olan hakların korunamayacağının bilincine varılarak, işçi sınıfının örgütlenme hakkı için bu mücadeleyi/direnişi gerçekleştirmiş olmasıdır.

Sendikaların planlayarak işçiyi yönlendirmek yerine işçinin sendikayı harekete geçirdiği bir eylem olan 15-16 Haziran direnişi, 1970’li yıllar boyunca artarak güçlenen işçi sınıfı mücadelesinin dinamosu olmuştur. 15-16 Haziran direnişiyle birlikte ortaya çıkan işçi sınıfının gerçek gücü sermayeyi ve onun siyasi temsilcilerini ürkütmüş; akabinde 12 Mart 1971 darbesiyle işçi sınıfının önü kesilmeye çalışılmıştır. Oysa bu direniş sayesinde “doğru mücadele yollarını kullanırsa haklarını korumak ve yeni haklar elde etmek için yasaları dahi değiştirebileceğini” gören işçi sınıfı darbeye rağmen mücadelesini sürdürmüş ve -1980 darbesine kadar- önemli haklar elde etmiştir.

12 Eylül darbesiyle büyük ölçüde sindirilen işçi hareketi, darbe rejiminin baskıları ve yanı sıra üretim sürecinde örgütlenmeyi engelleyen esnek ve güvencesiz çalışma biçimlerinin emeğin yapısında neden olduğu değişimle büyük ölçüde zayıflatmıştır. Bu süreçte sınıf perspektifinden tamamen uzaklaşarak sermaye ve siyasi iktidarla uzlaşma siyaseti izleyen sendikalar da işçi sınıfından ve mücadeleden tamamen uzaklaşmıştır.

12 Eylül darbe rejimi ve bugün onun şekil değiştirmiş hali olan saray rejiminin işçi sınıfını baskı altına alarak ülkeyi getirdiği nokta, ITUC’un raporunda da belirlendiği gibi “işçi haklarının, çalışma koşullarının ama aynı zamanda demokrasinin, hukukun üstünlüğünün, siyasal ve sosyal hakların, gelir eşitliğinin dünyada en kötü olduğu ülkeler arasındaki yerdir!

Bunun en önemli nedeni kuşkusuz işçi sınıfının politik özne olma ufkunu tamamen yitirmesi ve sınıf hareketinin etkisiz hale gelmesidir. İşçi sınıfı, tüm çarpıtmalara, yok sayılmalara karşın kapitalist üretim sistemindeki nesnel ve öznel varlığını sürdürmektedir. Ancak bunun işçi sınıfı tarafından anlaşılması ve güçlü bir mücadelenin başlatılması için -Kürt halkının Hakkari’de kayyuma karşı gösterdiği direnişin bir benzeri olan- “15-16 Haziran direniş ruhu”nu canlandırılması gerekir.