26 Temmuz 2024 Cuma

Algı operasyonunun yeni hedefi: Emeklilik sistemi

                               27 Temmuz 2024

Uyguladığı politikalarla toplumun genel çıkarları arasındaki çelişki arttıkça AKP, gerçekleri çarpıtıp izlediği politikalara dair, “halkın yararınaymış ve hatta halkın isteğiymiş” algısı yaratarak tepkilerin önünü almaya çalışıyor. Örneğin partisinin Meclis Grup Toplantısı’nda Erdoğan, “sokak hayvanlarını itlaf etme (katletme) yasası”nı savunurken, bunun ülkenin dört bir yanındaki yurttaşların isteği, beklentisi olduğunu söylüyor; halkın bu yasaya destek vermediğine dair tüm araştırma sonuçları ve sokaklara taşan tepkilere rağmen…

Gelir dağılımının -tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar- bozulmasına, yoksulluğun artmasına neden olan ekonomi politikalarından en fazla etkilenen emeklilerin durumu için de tavır değişmiyor. Aynı Meclis Grup Toplantısı’nda Erdoğan, emeklilerin sorunlarına ilişkin olarak da -eşine benzerine az rastlanır- bir algı oyunu ile yıllardır tek başına iktidar koltuğunda oturan kendisi değilmiş gibi emeklilerin sorunlarını çözmediği için muhalefete yükleniyor.

Bununla da yetinmiyor Erdoğan, “ömrünün en güzel yıllarını; ailesine, ülkesine, milletine hizmet etmek için harcayan emeklilerimizin hakkını ödeyemeyiz. Hayatlarının ikinci baharında emeklilerimizin yanında yer almayı asli görevimiz olarak görüyoruz” sözleriyle emeklilere methiyeler düzüyor. Ardından da “Son 21 yılda emeklilerimizin hayat kalitesini yükseltecek birçok adım attık. Bizden önce emekli maaşları gerçekten insani standartların çok altındaydı” diyor; 2008’de çıkartılan 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu (SSGSS) ile emeklilik yaşını yükseltip, aylıkları neredeyse yarıya düşüren kendi hükümeti değilmiş gibi…

Erdoğan, tüm bunların üzerine bir de en düşük emekli aylığının 12 bin 500 TL’ye yükselttiklerinin  müjdesini(!) veriyor. Büro Emekçileri Sendikası Araştırma Merkezi (BES-AR)’ın Temmuz 2024 verilerine göre açlık sınırının 26 bin TL’yi, yoksulluk sınırının 72 bin TL’yi aştığı bir dönemde 12 bin 500 TL’nin müjde(!) olarak açıklanması üzerine ne söylenir, bilemiyorum. Bu hususta kelime dağarcığım yetersiz kalıyor maalesef!

Erdoğan’ın Meclis Grubu’nda aylıkları, açlık sınırının yarısına, yoksulluk sınırının beşte birine bile ulaşamayan -Mehmet Şimşek’in ekonomi programının yarattığı sefalet ortamının simgesi haline gelen- emeklilerin durumuna dair bu “veciz” söylevi neden yaptığını anlamak için bu konuşmadan birkaç gün önce Kıbrıs Barış Harekatı’nın 50. yılı dolayısıyla gittiği KKTC’den dönüşte yaptığı açıklamayla birleştirmek gerekiyor. Uçakta bir gazetecinin “Basına yansıyan bazı haberler var, emeklilik sisteminde köklü değişiklik içeren yeni bir hazırlık yapılıyor diye. Bu konuyla ilgili görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?” sorusuna Erdoğan, “… yeni yasama döneminde inşallah bu konuyu gündeme alacağız” yanıtını veriyor.

İşte Erdoğan’nın emeklilere methiyeler düzmesi; gerçekleri çarpıtarak, iktidarları döneminde emeklilerin durumunu düzelttiklerini söylemesi; emekli aylığının açlık sınırının yarısına yükseltilmesini müjde(!) olarak sunması ve -akıllara zarar bir yaklaşımla- muhalefeti emeklilerin sorunlarını çözmemekle suçlaması, emeklilik sisteminde hazırlığı yapılan köklü değişikliğin zeminini oluşturmak için gerçekleştirilen bir algı operasyonudur.

Yeni yasama döneminde emeklilik sisteminde değişiklik yapılması ve değişikliklerin içeriğinin ne olacağı sürpriz değildir. Yapılması planlanan değişiklikler, geçtiğimiz Eylül ayında açıklanan 2024-2026 yıllarını kapsayan Orta Vadeli Program (OVP) ve yine geçtiğimiz Ekim ayında Meclis’te onaylanan 12. Kalkınma Planı’nda belirlenen hedefler doğrultusunda olacaktır. Söz konusu belgelerde belirlenen hedefler, -daha önce bu köşede birçok kez değindiğimiz gibi- “kamusal emeklilik sisteminin tamamen işlevsiz hale getirilerek, sistemi özelleştirmek”tir. Bu bağlamda, öncelikle emeklilik sisteminin mali sürdürülebilirliği gerekçe gösterilerek, “aktüeryal dengeyi sağlamak” gerekçesiyle emekli olma koşulları daha da ağırlaştırılacak ve aylık bağlama oranı -istihdamda kalmanının teşvik edilmesi de gerekçe gösterilerek- daha da düşürülecektir. Şimdiden açlık sınırının yarısını bile bulmayan aylıkları daha da düşürülecek olan emeklilerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için ise “sosyal yardımlar” devreye sokulacaktır. Böylece işçi sınıfının en temel haklarından biri olan emeklilik hakkı, siyasi iktidara biat etme koşuluna bağlı olan yardım mekanizmasına dönüşecektir. Öte yandan Bireysel Emeklilik Sigortası (BES)’nın zorunlu hale getirilerek yaygınlaştırılması, Otomatik Katılım Sistemi (OKS)’yle tamamlayıcı emeklilik sistemi’nin kurulması ve Tamamlayıcı Uzun Süreli Bakım Sigortası’nın devreye girmesine çalışılacaktır.

Emeklilik hakkının ortadan kaldırılmasına yönelik dönüşüm 90’lı yıllarda başlamış; AKP döneminde uygulanan neoliberal yapısal uyum programı ile kamusal emeklilik sisteminin işlevsizleştirilerek, tasfiye edilme süreci hız kazanmıştır. Hükümet yeni yasama döneminde kamusal emeklilik sistemine son noktayı koymayı hedeflemektedir. Bu hedefe ulaşıldığı taktirde, emekli aylığı ile geçimin olanaksız hale gelmesi nedeniyle orta ve üst gelir grubunda olanlar, kamu emeklilik sistemi ile emekli olduklarında mevcut yaşam standartlarını devam ettiremeyecekleri için özel sigorta şirketleri ve/veya tamamlayıcı emeklilik sistemi üzerinden emekli olmaya çalışacaktır. Elde ettiği gelirle ancak geçimini sağlayabilen (ya da geçimini bile sağlayamayan), özel emeklilik sigortasına pay ayıramayan milyonlarca düşük gelirli ise sosyal yardıma muhtaç hale düşecek ve -siyasi iktidara biat etmenin karşılığında- yaşamını sefalet sınırlarında sürdürmeye çalışacaktır.

Netice itibariyle, Erdoğan’ın yaptığı algı operasyonuyla zemini hazırlanan emeklilik sistemindeki köklü değişim, sadece emeklilere değil tüm emekçilerin ve -BAĞKUR’lu- serbest çalışanların haklarına yönelik bir saldırıdır. Bu saldırı, emeklileri açlığa mahkûm etmekle kalmayıp, halen çalışmakta olanları ve gelecekte emek piyasasına girecekleri de hedeflemektedir. Dolayısıyla bu saldırı sadece emekli örgütlerinin mücadelesi ya da emeklilerin seçim sandığındaki tepkisiyle durdurulamaz! Bunun için tüm emekçilerin, sendikaların, meslek örgütlerinin ve muhalefet partilerinin bu “saldırı”ya karşı örgütlenerek ortak bir mücadele yürütmesi gerekir.


19 Temmuz 2024 Cuma

Erken seçim çözüm mü?

                                 20 Temmuz 2024

Yoksulluk, bölgesel eşitsizlikler, sağlık-eğitim sorunları, savaş politikaları, doğa talanı, emek sömürüsü, kayyumlar, hukuksuzluklar, sınırlanan özgürlükler… Tüm bu sorunlar erken bir seçimle çözülebilir mi?

Toplumun çeşitli kesimlerinde “Sorunların kaynağı AKP iktidarıdır, AKP giderse sorun çözülür!” anlayışı giderek kabul görüyor. Beraberinde de “erken seçim” isteği daha sık ve daha yüksek tonda seslendiriliyor. Erken seçim denilince de akla ilk gelen, “yapılacak bir erken seçimle AKP iktidarından kurtulmak mümkün mü?” sorusu oluyor. Bu soruya yanıt ararken AKP’nin yargıdan orduya, emniyetten hazineye kadar tüm devlet olanaklarını halen elinde bulundurduğunu ve ayrıca mevcut seçim sisteminin de son derece adaletsiz olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu koşullarda AKP’nin iktidarda kalmak için tüm olanakları sonuna kadar(!) kullanacağından da kimsenin şüphesi olacağını sanmıyorum.

Devleti partinin devleti haline getirmiş, tüm yetkiyi partinin başındakine vermiş otokratik bir rejimde seçimle bir iktidar değişikliğinin olabilmesinin yegane koşulu, “iktidarın yarattığı ve çöz(e)mediği sorunların altında ezilen halkın haksızlığın, hukuksuzluğun, doğa katliamlarının, emek sömürüsünün, ayrımcılığın, asimilasyonun olduğu her yerde tepkisini ortaya koyması”dır. Elbette bu tepkinin örgütlü olmasının yanı sıra, halkın beklentilerini karşılayacak ve onları temsil etme yetisine sahip, güçlü bir siyasi iradenin de varlığı gereklidir.

Erken seçim talebinin en önemli dayanağı, son yerel seçimde AKP-MHP iktidar ittifakının sandıkta güç kaybederken, CHP’nin oyunu önemli ölçüde arttırmış olmasıdır. Seçimde ortaya çıkan bu sonuç, CHP’yi aynı zamanda en güçlü iktidar adayı haline de getirmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, yerel seçimde elde ettiği başarı, “CHP’nin halkın beklentilerini karşılayarak sorunlarını çözecek alternatif bir seçenek haline geldiği” anlamına gelmez. Zira son seçimde CHP’nin yükselişi, toplumun sorunlarına çözüm üretmiş olmasından değil, merkezi idarede ve yerel yönetimlerde halkın artık AKP’yi görmek istememesinden kaynaklanmıştır. Daha açık bir ifadeyle, CHP’yi seçimlerde birinci parti yapan “ehveni şer” oylardır ve muhtemel bir erken seçimde aynı sonucun tekrarlanmasının ve CHP’nin tek başına iktidar olabilme ihtimalinin pek de yüksek olduğu söylenemez.

Bunun en önemli nedeni yukarıda da belirttiğimiz gibi CHP’nin toplumun temel sorunlarını çözecek bir perspektife sahip olmamasıdır. Türkiye’de tüm sorunların kökenini oluşturan iki temel mesele, ekonomi politikalarının yarattığı sosyal sorunlar ve Kürt sorununun demokratik yollarla çözümüdür. AKP’nin 22 yıllık iktidarı döneminde ana muhalefet partisi olan CHP’nin, sosyal sorunların ana kaynağı olan neoliberal ekonomi politikalarına karşı ve Kürt sorununun demokratik çözümüne yönelik -toplumu ikna edecek- herhangi bir alternatif ortaya koy(a)maması bir yana, AKP iktidarının uzun ömürlü olması ve otokratik bir rejimin inşa edilmesinde önemli payı olmuştur.

Olası bir erken seçimde halkın, ülkeyi yönetme yetkisini vererek tek başına iktidara getirme olasılığı son derece zayıf olan CHP’nin seçim ittifakı ya da bir koalisyonla iktidara gelebileceği düşünülebilir. Bu durumda da ittifakın ya da koalisyonun kiminle yapılacağı önemli bir soru/sorun olarak ortaya çıkacaktır. 2023 seçimlerinde kapalı kapılar ardında milliyetçi, hatta ırkçı partilerle yaptığı pazarlıklar düşünüldüğünde; CHP’nin “demokrasiden, özgürlüklerden, doğa talanı ve emek sömürüsünden yana söylemlerinin sözde kaldığı pratiğe geçmediği” rahatlıkla söylenebilir.

Gerçi “Son kurultayda gerçekleşen ‘değişim’ sonrasında oluşan parti yönetimi önceki yönetimin hatalarını tekrarlamaz” düşüncesinde olanlar vardır mutlaka. Ancak CHP’nin devletin kurucu partisi olarak, “devletin kurulu düzeni”nin dışına çıkmasının mümkün olmamasının ve “devletin bekâsı” adına demokrasiden, barıştan, özgürlüklerden kolayca vazgeçilebiliyor olmasının bir yönetim hatası olmaktan çok; partinin değişmez ilkelerinin gereği olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir. Bu nedenle yeni parti yönetiminden de farklı bir anlayış (örneğin DEM Parti ile koalisyon kurmak gibi) beklemek gerçekçi değildir.

Bu arada CHP’nin halkın geniş kesimlerinde de destek bulan “erken seçim” söylemi ile toplumsal sorunlar karşısındaki icraatı arasındaki çelişkiyi de vurgulamak gerekir: AKP iktidarını kendi istediği koşullar oluşmadan bir erken seçim kararı almaya zorlamanın -neredeyse- tek yolu, halkın tepkisinin örgütlü, “aktif” bir eylemliliğe dönüşmesinden geçer. Otokratik rejimlerde iktidar hedefi olan partilerin amacına ulaşabilmesi için halkın demokratik tepkisiyle oluşan rüzgarı arkasına almaktan başka seçeneği yoktur. Oysa erken seçimi dilinden düşürmeyen CHP, halkı sokaklardan uzak tutup tepkisini -evde ışık açıp kapamak gibi- pasif eylemlerle sınırlandırmak istemekte ve daha önce pek çok kez olduğu gibi, çözümün adresi olarak yine seçim sandığını göstermektedir. CHP bu tavrıyla bırakın AKP’yi erken seçime zorlamayı, iktidarın ömrünün daha da uzamasına katkı sunmaktadır.

Sözün özü: Halkın, boğuşmak zorunda bırakıldığı sorunlara çözüm için, kurulu düzenin temsilcisi partilerden ve “erken seçim” sandığından medet ummak yerine; örgütlü ve birleşik bir mücadeleyle tepkisini ortaya koyması gerekir!


12 Temmuz 2024 Cuma

ÖMK sadece öğretmenlerin meselesi mi?

                                   13 Temmuz 2024

AKP/MHP iktidarı, öğretmenlerin tüm itirazlarına rağmen, daha önce Anayasa Mahkemesi (AYM)’nden dönen Öğretmen Meslek Kanunu (ÖMK)’nu yeniden Meclis’e getirdi. Bugüne kadar öğretmenlerin haklarını, görev ve sorumluluklarını düzenleyen bir yasanın olmaması büyük bir eksiklikti. Ancak bu eksikliğin giderilmesi için hazırlanacak bir yasanın, öğretmenlerin ve öğretmen örgütlerinin içinde yer almadığı, anti demokratik bir süreç içinde hazırlanıp dayatılması kabul edilemezdi. Bu yüzden Öğretmenlik Mesleği Kanun teklifi Meclis Genel Kurulu’nda getirildiği gün, öğretmenler de sendikalarıyla birlikte Meclis’te ve Milli Eğitim Bakanlığı önünde tepkilerini dile getirmek istedilerler. Fakat polis şiddetine maruz kaldılar, içlerinden bazıları göz altına alındı.


Böylece bir kez daha görüldü ki, iktidarını sürdürebilmesi için uygulamak durumunda olduğu politikalar ile toplumun genel çıkarları arasındaki açı büyüdükçe AKP, otoriteliğe daha fazla sarılmaktadır. Bu arada OHAL düzeni içinde otokratik bir rejim inşa edilmesine olanak sağlayan 15 Temmuz darbe girişiminin iktidarın en tepesi tarafından neden “Allah’ın lütfu” olarak nitelediği de aradan geçen 8 yılın ardından çok daha iyi anlaşılmış oldu. 


Sadece yasaları değil yeni anayasayı da toplum kesimlerinin demokratik katılımı olmadan, oldu bittiye getirerek çıkarmak isteyen AKP, eğitimde başladığı ve önemli yol kat ettiği dönüşümü bekâ meselesi olarak görüyor. ÖMK da hükümet tarafından bu çerçevede değerlendiriliyor ve bu uğurda ne AYM’nin kararını çiğnemekten ne de meslekleri için çıkarılacak bir yasaya müdahil olarak fikir beyan etmek isteyen öğretmenlere şiddet kullanmaktan sakınmıyor.


Peki AKP, “yangından mal kaçırırcasına” Meclis’ten geçirip, yasalaşmasına çalıştığı ÖMK ile neyi amaçlıyor? Öğretmenler bu kanun teklifine neden karşı çıkıyor?


AKP’nin eğitim politikası, “piyasanın talep ettiği nitelikte ve piyasa değerlerini içselleştirmiş işgücü ve devletin ideolojisine uygun vatandaşlar yetiştirmek” hedefine odaklanmış durumda. 22 yıllık iktidarı boyunca AKP’nin eğitim sisteminde yaptığı düzenlemeler (eğitimde toplam kalite yönetimi, 4+4+4 sistemi, özel okulların teşvik edilmesi, MESEM, ÇEDES vb) de bu hedefe sadık kalınarak  gerçekleştirildi. Ancak tüm bu düzenlemelerin yaşama geçirilebilmesi için “öğretmenlerin ikna edilmesi ya da öğretmenlerin denetim altına alınarak, zorla bu eğitim anlayışının gereklerini yerine getirmelerinin sağlanması” gerekiyor. 


Mecliste görüşmeleri süren ÖMK, AKP’nin bu muradını yerine getirmeyi amaçlıyor. Bu bağlamda yasa teklifinde yer alan Milli Eğitim Akademisi ile siyasi iktidarın eğitim politikası öğretmenlere empoze edilirken, bu politikalara uyum sağlamayanların(!) elenerek mesleğe alınmaması öngörülüyor. Öte yandan “uzman öğretmen, başöğretmen vb” rütbelerle ayrıştırılan öğretmenler, Bakanlığın belirlediği kriterler üzerinden ücret ve kadro kaygısıyla yarış içine sokuluyor. Sözleşmeli, ücretli öğretmenlik gibi güvencesiz istihdam biçimleri sürerken; biat etmeyen kadrolu öğretmenlerin öğretmenlik dışındaki kadrolarda görevlendirilebilmesinin yolu açılıyor. Özetle siyasi iktidar, ÖMK ile mesleğe atanma sürecinden itibaren öğretmenleri denetim altına alarak, politikalarının birer neferi hale getirmeyi hedefliyor. 


Öğretmenlerin ÖMK teklifine karşı çıkmalarında iki temel neden öne çıkıyor. Bunlardan biri “öğretmenlerin kendi emeğine yabancılaştırılmak istenmesine karşı direnme refleksi”dir. Zira ÖMK ile öğretmenlerin denetim altına alınarak, istihdam ve ücret baskısı ile üzerlerinde tahakküm kurulması amaçlanmaktadır; emek gücü üzerinde oluşacak bu tahakküm, diğer tüm emekçiler gibi öğretmenlerin de kendi emeği üzerindeki iradesini kıracak ve onları adeta köleleştirecektir. Dolayısıyla öğretmenlerin ÖMK’na karşı direnişi, siyasi iktidarın tahakkümü altına girmemek ve kendi emeklerine yabancılaşmamak içindir (Burada hatırlatmak gerekir ki; emekçilerin sermayenin ve devletin tahakkümüne karşı mücadelesi aynı zamanda işçi sınıfının mücadele tarihidir ve Türkiye’de öğretmenler, Osmanlıdan bu yana sınıf bilinci ve örgütlü mücadele direnci en yüksek emekçi kesim olagelmiştir.). 

Öğretmenlerin ÖMK teklifine karşı çıkmalarının diğer nedeni ise tamamen toplumsal kaygılarla ilgilidir. AKP’nin yerleştirmeye çalıştığı eğitim sistemi, sermayeye ve siyasi iktidara biat etmesi için hurafelerle sarmalanmış, bilimden uzak,  düşünmeyen, sorgulamayan; Erdoğan’ın ifadesiyle “dindar ve kindar nesiller yetiştirmek” üzerine şekillenmiştir. Böyle bir eğitim sisteminde yetişen nesillerle Türkiye’nin barışa, refaha ulaşması bir yana giderek daha fazla krizin, kaosun içine süklenemesi kaçınılmazdır ki 22 yıllık AKP dönemi bu savın bunun açık ispatıdır; öğretmenler de bunun en yakın tanığıdır. İşte bu nedenle öğretmenler, kendi emeklerine yabancılaşmaya karşı çıkmanın yanı sıra; toplumu sömürünün, gerciliğin kucağına itecek bu sürecin bir parçası haline gelmek istemedikleri için -devletin şiddettine maruz kalmak pahasına- ÖMK’ya karşı çıkmaktadır.  


Eğitim, bir toplumun geleceğini belirlemesi bakımından son derece önemlidir. Ancak eğitim sistemi üzerinden oynanan oyunlar ne sadece öğretmenlerin sorunudur ne de sadece onların mücadelesiyle engellenebilir. Kendileri, çocukları ve ülkenin geleceğini dert edinen herkes ve tüm demokratik kitle örgütleri, getirilmek istenen eğitim sistemine ve ÖMK’ya karşı öğretmenlerin yanında olmalıdır!


5 Temmuz 2024 Cuma

Ücretler daha ne kadar düşer?

6 Temmuz 2024


Mehmet Şimşek’in uyguladığı ekonomik program, dünyada 1970’lerin, Türkiye’de 1980’lerin başından beri uygulanan neoliberal politikaların devamı niteliğindedir. Neoliberal politikalar, 1940’ların sonundan 70’lerin başına kadar kapitalist ülkelerde uygulanan ve devletin “talep”i (yani halkın satınalma gücünü) arttırmaya yönelik politikalarının (Keynesyen politikalar) yerine “arz”ı yani sermayeyi destekleyerek üretim maliyetlerini düşürmeyi hedefler. Bu hedefler doğrultusunda kapitalist devletler, küreselleşme sürecinde diğer ülkelerle rekabet edebilmeyi gerekçe göstererek hammadde ve enerji kaynaklarını en ucuza sağlamak için savaşları ve doğa talanını göze alırken, emeğin en ucuza sağlanacağı koşulları oluşturmayı da kendine görev edinir.

24 Ocak 1980 kararlarıyla küreselleşme sürecine katılan Türkiye, 44 yıldır ucuz emek gücü ile küresel rekabet içinde kendisine yer edinmeye çalışmaktadır. 12 Eylül’de kurulan ve 44 yıldır işçi sınıfı hareketini -ve beraberinde diğer toplumsal hareketleri- baskı altına alan darbe rejimi ile Türkiye’nin ulusal ve uluslararası sermaye için “ucuz emek cenneti” haline getirilmesi amaçlanmıştır. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC)’un her yıl yayımladığı Küresel Haklar Endeksi’nde Türkiye’nin 8 yıldır üst üste hak ihlallerinin en fazla olduğu ve çalışmanın en kötü olduğu on ülke içinde yer almasına; OECD ülkeleri içinde gelir eşitsizliğinin ve çalışan yoksulluğunun en yüksek olduğuna ilişkin verilere bakılırsa, bu amaca önemli ölçüde ulaşıldığı söylenebilir.

Siyasi iktidar, Türkiye’nin emekçiler için dünyanın en kötü ülkelerinden biri olmasından herhangi bir rahatsızlık duymak bir yana, bunu sürdürmeye niyetli görünüyor. Şimşek’in “ücret ve sosyal hakları içeren emek maliyetlerini en düşük seviyeye düşürmeyi” amaçlayan ekonomi programına uygun olarak hükümet, yılın ikinci yarısı için emekçilerin yarıdan fazlasının geliri olan asgari ücrette hiçbir düzenleme yapmadı. Böylece asgari ücret reel olarak, yılın ilk altı ayındaki enflasyon oranı üzerinden hesaplandığında TÜİK verilerine göre yüzde 24,73, ENAGrup verilerine göre ise yüzde 41,16 oranında gerilerken asgari ücretle geçinmeye çalışan milyonlarca emekçi, Haziran ayında Büro Emekçileri Sendikası Araştırma Merkezi (BES-AR)’a göre 25 bin 374 TL, Türk İş’e göre 18 bin 978 TL olan açlık sınırının altında kalan 17 bin TL ile yıl sonuna kadar yaşamaya mahkum edilmiş oldu.

Kamu emekçileri ve emeklilerin aylıkları ise -gerçek fiyat artışlarıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, siyasi iktidarın direktiflerine göre açıklanan- TÜİK’in verileri esas alınarak düzenlendi. Buna göre yüzde 19,3 artış yapılan memur ve memur emeklilerinin reel ücretleri, TÜİK verilerine göre yüzde 5,4, ENAGrub’un -gerçeğe daha yakın- verilerine göre ise yüzde 21,86 gerilemiş oldu. Bağkur ve işçi emeklilerinin ise büyük bölümünün aylıklarında bir düzenleme yapılmadığı için onlar da daha yılın altıncı ayında açlık sınırının yarısını bile bulmayan 10 bin TL civarındaki ücretlerle yıl sonuna kadar geçinmek zorunda bırakıldı.

Ücretler genel seviyesi, sınıflar arası güç mücadelesinde dengelerin nasıl oluştuğunun en açık göstergesi olarak kabul edilebilir. Buna göre, açlık sınırının altındaki ücretlerin altı ayda yüzde 40’ı aşan enflasyon karşısında arttırılmaması, “emekçilerin beslenme ve barınma gibi en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamayacakları bir ücretle çalıştırılmaları” anlamına gelir. Kölelik koşullarının bile çok gerisine düşen bu sefalet hali, Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin neredeyse “yok hükmünde” olduğunun da bir göstergesi gibidir!

Yazının başlığı da olan “Ücretler daha ne kadar düşer?” sorusunun yanıtına gelirsek:

Sermaye ve onu temsil eden iktidarlar için emek maliyetlerini ve başta da ücretleri düşürmenin sınırı yoktur. Burjuvazi, sermaye birikimini sağlayarak kapitalizmi sürdürebilmek için karşısında bir direnç görene kadar ücretleri düşürüp kârları daha da arttırmaya çalışır. Dolayısıyla insanca koşullarda çalışmak ve yaşamak için sermayeden ve siyasi iktidarlardan medet ummak son derece anlamsız, boş bir hayaldir sadece. Sermayenin ücret ve diğer sosyal haklardan oluşan emek maliyetini düşürme arzusu devam edecek; siyasi iktidar (bu bugün AKP, yarın başka bir düzen partisi olabilir) da arz yönlü politikalarla sermayenin bu arzusunu yerine getirmek için var gücüyle çabalayacaktır. Ta ki emekçiler ırk, dil, din vs nedenlerle kendi arasında yaratılan ayrıştırma ablukasını aşıp, sınıf bilinciyle örgütlenerek, üretimden gelen gücünü harekete geçirene kadar!