30 Ağustos 2024 Cuma

‘Aktüeryal denge’ masalı-4: Sendikaların ve muhalefetin kahreden sessizliği!

                                 31 Ağustos 2024

Geçtiğimiz üç hafta boyunca bu köşede, AKP iktidarının Türkiye’de emekçilerin en temel haklarından olan “emeklilik hakkı”nı ortan kaldırmak için “sosyal güvenlik sisteminin yeniden yapılandırılması” adı altında hazırlıklar yaptığına değindik. “‘Aktüeryal denge’ masalı” başlıklı yazı serisinde -emeklilik sistemine kaynak sağlayan çalışanlar (aktif) ile sistemden aylık alanlar (pasif) arasındaki dengeyi ifade eden- “aktüeryal denge”nin iktidar çevrelerinin iddia ettiği gibi sistemden aylık alanların (pasif) fazla olmasından değil “aktif” tarafta olanların düşük olmasından kaynakladığını belirtmiştik. Emeklilik sisteminin “aktif” tarafında yer alanların yetersiz olmasının en önemli nedenlerinin başında ise AKP’nin 22 yıldır uyguladığı -emek sömürüsüne dayanan (düşük ücret, esnek ve güvencesiz çalışma vb)- ekonomi politikalarının -“aktif” tarafı belirleyen- işgücüne ve istihdama katılıma yaptığı olumsuz etkinin geldiğini savunmuştuk. Ama aynı zamanda AKP’nin “aktüeryal denge”yi gündeme getirerek, -Orta Vadeli Program (OVP) ve 12. Kalkınma Planı’nda da yer verildiği gibi- Bireysel Emeklilik Sistemi (BES) ve tamamlayıcı emeklilik sistemi ile emeklilik sisteminin tamamen özelleştirilmesini amaçladığına da dikkat çekmek istemiştik.

Kamusal emeklilik sisteminin tasfiye edilerek sermaye için kâr alanı haline getirilmesini görünür kılmaya çalıştığımız bu süreçte iktidar yanlısı medya tarafından hazırlığı yapılan düzenlemelerin ‘Emeklilik sistemi baştan aşağıya yenileniyor!’, ‘Milyonların hayatı değişecek!’, ‘Emeklilere çift maaş! Yeni sistem devreye girecek’ gibi başlıklarla gündeme getirildiğini gördük. Böylece “emeklilik sisteminin sürdürülebilirliği” gerekçe yapılarak “aktüeryal denge” masalının nasıl yaratıldığına ve bunun kullanılarak kamuoyunu ikna etme çabalarının nasıl artarak sürdürüldüğüne de tanık olduk.

İktidar ve sermaye cenahının bu algı operasyonuna karşın sendikalar, emekten yana olduğunu iddia eden siyasi partiler ve muhalif medyanın çok önemli kısmı, bu temel hakkı ortadan kaldırmaya yönelik, gerçek dışı veriler ve yalanlarla gerekçelendirilmiş propaganda kampanyası karşısında hemen hiçbir tepki göstermedi! Hal böyle olunca emekçiler, hazırlığı yapılan düzenlemelerden -daha önce pek çok kez olduğu gibi- iktidar yanlısı medyanın propagandif yayınları üzerinden, tek taraflı olarak olarak bilgilenmek durumunda kaldı.

Yasama döneminin başlamasına ve hazırlığı yapılan düzenlemelerin yaşama geçirilme sürecinin başlamasına bir ay kala, iktidarın -yandaş medya aracılığıyla- tek taraflı olarak yürüttüğü algı operasyonunun “başarılı” olduğunu şimdiden söyleyebiliriz. Emeklilik hakkını kaybedecek, aylık bağlama oranı düşürüleceği için daha düşük emekli aylığı alacak, emekli olma koşulları daha da zorlaşacak olan milyonlarca çalışan ve emekli, “aktüeryal denge” masalının gerçek olduğuna ve “emeklilik sisteminin sürdürülebilmesi” için iktidarın başka çaresi olmadığına inandırıldı maalesef. İnanmamış olanlar ise sendikalardan, muhalefet partilerinden bir karşı ses çıkmadığı, muhalif bir tavır gösterilmediği için kendilerine dayatılan sürece de karşı koyulamayacağını düşünür hale getirildi; tıpkı zaten açlık sınırının altındaki asgari ücrete “0” zam yapılmasında rıza göstermek zorunda kalmaları gibi…

Bu ahvalde malûm olanı biz şimdiden ilan edelim: 1 Ekim’de başlayacak olan yeni yasama döneminde AKP/saray iktidarı -emeklilik hakkının ortadan kaldırılması başta olmak üzere- emekçilere yönelik saldırı yasalarını Meclis gündemine getirecektir. Meclis’te görüşmeler yapılırken kimi muhalefet milletvekilleri, getirilecek yasa teklifleri aleyhine bir takım beyanlarda bulunacak; DİSK ve KESK Meclis kapısında basın açıklaması yapmaya(!) çalışacak, polis müdahale edecek, arbede yaşanacak, birkaç sendika yöneticisi ya da aktivist coplanacak, belki gözaltına alınacaktır. Ama o sendikaların üyeleri ve muhalefet partilerinin seçmenleri de dahil olmak üzere, halkın büyük kısmının olan bitenden haberi bile olmayacaktır. Böylece emekçiler kendilerinin, çocuklarının ve hatta doğamamış torunlarının ne kaybettiklerini bilemeden yüzlerce yıl sürmüş mücadelelerle elde edilen haklarını yitirecektir! Dolayısıyla toplumun tepkisini çekmemek, olası tepkileri frenlemek için uydurulan birçok masal gibi “aktüeryal denge” masalı da siyasi iktidar ve sermayenin muradına ereceği ama halkın daha fazla sefalete sürükleneceği bir sonla bitecektir.

“Masal” böyle bitmek zorunda mıdır? Elbette hayır! Makus “son”u değiştirmek kesinlikle mümkündür. Ama bunun için önce muhalefetin ve sendikaların bu masalın farkında olması, dahası onu değiştirme isteği ve kararlılığını göstererek, gerçek bir mücadeleyi örgütlemesi gerekir. Sendikaların ve muhalefetin yapması gerekenleri yapmayıp, büründüğü bu “kahreden” sessizlik ve tepkisizlik hali karşısında yine de umudu diri tutmak, direniş azmini kaybetmemek ve belki de değişime bunlardan başlamak gerekiyor!


23 Ağustos 2024 Cuma

‘Aktüeryal denge’ masalı-3: Çalışmak karın doyurmuyorsa kim, neden çalışsın?

                               24 Ağustos 2024

Bu köşede yayımlanan önceki iki yazıda, AKP’nin “sosyal güvenlik sisteminin yeniden yapılandırılması” adı altında kamusal emeklilik hakkını ortadan kaldırmak istediğini, nüfusun giderek yaşlanmasıyla bozulduğunu iddia ettiği “aktüeryal denge”yi de buna gerekçe olarak gösterdiğini belirtmiş; ancak hükümet çevrelerinin bu iddiasının gerçek dışı olduğunu SGK ve TÜİK verilerine dayanarak ortaya koymaya çalışmıştık.

Kısaca anımsatmak gerekirse, SGK kapsamında “aktif” durumda olup, sisteme prim ödeyen sigortalı sayısı 25 milyon 570 bin iken “pasif” durumda olup, sistemden aylık veya gelir alanlar 16 milyon 346 bin kişidir ve bu da aktif/pasif oranının 1.65 civarında olduğunu göstermektedir (Sosyal güvenlik sisteminin Türkiye’de olduğu gibi emekçilerin ödedikleri primlerle finanse edildiği ülkelerde aktif/pasif oranı 2.5’e kadar çıkmaktadır.). Burada “aktüeryal denge” olarak da tanımlanan aktif/pasif dengesinin bozukluğundan söz edilecekse, bunun sebebi “pasif” tarafın yani “emekli aylığı alan sayısının” fazla olması değil, “aktif” olanların sayıca düşük olmasıdır. Bunun temel nedeni ise işgücüne ve istihdama katılımın düşük olmasıdır. TÜİK (Haziran 2024) verilerine göre Türkiye, 54,4’lük işgücüne katılma oranı ile OECD ülkeleri içinde en son sıralarda yer alırken (OECD ortalaması yüzde 61’dir.), yüzde 49,3’lük istihdam oranıyla sonuncu sıradadır (OECD ortalaması yüzde 70’in üzerindedir.).

Bu hafta, geçen iki haftadaki yazının devamı olarak “aktüeryal denge”nin bozulmasında en önemli etken olan işgücüne katılımın (çalışma çağı nüfus -15-64 yaş- içinde bir işte çalışma isteğinde olanlar) neden düşük olduğuna değineceğiz (İstihdamın düşük olmasının nedenlerini ise başka bir yazıya bırakacağız.).

İşgücüne katılımın düşük olmasının nedenlerine değinmeden önce şunu belirtmek gerekir: Kapitalist sistemde (mülkü, serveti olmayanlar için) çalışmak, yaşamı sürdürecek gelir elde etmenin yegane yoludur. Türkiye’de çalışma çağında olup bir işte çalışma isteğinde bulunmayanlar, 30 milyonu aşmaktadır (Bunun 21 milyonu kadın, 9 milyonu erkektir.). TÜİK’in bu verilerine bakarak, Türkiye’de 30 milyon kişinin yaşamını sürdürecek bir gelire ihtiyacı olmadığı için işgücüne katılmadığını söylemek mümkün müdür?

Nüfusunun çok büyük bölümünün yoksulluk ve hatta açlık sınırının altında gelirle yaşadığı bir ülkede insanların ihtiyaçlarının olmadığı, refah içinde yaşadığı için çalışma arzusunda bulunmadıklarını söylemek elbette mümkün değildir. Türkiye’de çalışma arzusunda olmamanın en önemli nedeni refah içinde yaşıyor olmak değil tam tersine, “çalışarak elde edilen gelirin yaşamı sürdürmek için yeterli olmaması”dır!

Türkiye, OECD ülkeleri içinde çalışma sürelerinin en uzun; iş cinayetlerinin, çalışan yoksulluğunun en yüksek, sosyal hakların en zayıf olduğu ülkelerin başında gelmektedir. Öte yandan Türkiye Dünya Sendikalar Konfederasyonu (ITUC)’un Küresel Hak İhlalleri Raporu’na göre dünyada çalışma koşullarının en kötü olduğu 10 ülke içinde yer almaktadır.

Türkiye’de istihdam edilen ücretlilerin yarıdan fazlası, bugün açlık sınırının hayli altında kalan asgari ücret (ya da civarında bir ücret) karşılığında çalıştırılmaktadır. Öte yandan 80’lerden bu yana uygulanan neoliberal politikalarla -başta emeklilik olmak üzere- emekçilerin sosyal haklara ulaşabilmesi, neredeyse olanaksız hale gelmiştir. Çalışma süresinin günde 10-12 saati aştığı, işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerinin olmadığı; bu zor şartlarda gerçekleşen çalışmanın karşılığında alınan ücretle beslenme, barınma gibi en temel ihtiyaçların bile karşılanamadığının yanı sıra iş güvencesi ve sosyal güvenceden de yoksun olunan koşullarda çalışmanın arzu edilmemesi şaşırtıcı değildir. Kaldı ki bir işte çalışmak temel ihtiyaçların yanı sıra bir takım ek maliyetler (ulaşım, giyim, öğle yemeği, kreş vs) de getirmektedir. Dolayısıyla çalışarak ihtiyaçlarını dahi karşılayamayan emekçiler, çalışmanın getireceği bu ek külfete de katlanmak istememekte; çalışmaktan daha “ekonomik” gördüğü için çalışmamayı tercih edebilmektedir.

Bu bağlamda, sosyal haklar ve çalışma standartlarında emekçiler aleyhine yapılan düzenlemeler, onları en kötü koşullarda çalışmaya razı etmediği gibi çalışma arzusundan uzaklaştırmakta ve böylece emeklilik sisteminin aktif tarafını belirleyen işgücüne katılımını da azaltmaktadır. Dolayısıyla sosyal güvenlik sisteminde yapılmak istenen düzenlemelerle, kamusal emeklilik sisteminin tasfiye edilmesinin gerekçesi yapılan “aktüeryal denge”nin -yaratılmak istenen algının aksine- daha da bozulması kaçınılmazdır.

AKP hükümeti, kamusal emeklilik sistemini tasfiye etmenin yanı sıra, emekçilerin haklarına yönelik bir başka saldırının daha hazırlığı içindedir. İktidar/sermaye yanlısı medyadan yansıyan haberlere göre, önümüzdeki kabine toplantısında İş Kanunu’nda yapılacak düzenlemelerle esnek (ve aynı zamanda güvencesiz) çalışma rejiminin yaygınlaşması ve kalıcılaşması gündeme getirilecektir. Bu ise, emekçilerin çalışma arzusunu azaltarak “aktüeryal denge”nin daha da bozulmasında bir başka etken olacaktır.

Sözün özü: Orta Vadeli Program (OVP), 12. Kalkınma Planı gibi belgelerde ve iktidar çevrelerinde emeklilik sisteminin sürdürülebilirliği için gündeme getirilen “aktüeryal denge”nin düzelmesi için kamusal emeklilik hakkını ortadan kaldırmak yerine çalışma arzusunu engelleyen derin sömürü koşullarına son verilmelidir. Bir avuç sermayedarın çıkarları yerine toplumun genel yararı gözetilerek uygulanacak politikalarla insanca çalışma ve yaşama koşulları sağlanırken, işgücüne katılım, istihdam ve ücretlerle birlikte emekçilerin ve emeklilerin refahını arttırmak da mümkün olacaktır.


16 Ağustos 2024 Cuma

‘Aktüeryal denge’ masalı -2

                                17 Ağustos 2024

Geçen hafta bu köşede, AKP’nin önümüzdeki yasama döneminde “sosyal güvenlik sistemini yeniden yapılandırılma” adı altında kamu emeklilik sistemini tasfiye etmeye hazırlandığını, buna gerekçe olarak da -emeklilik sistemine kaynak sağlayan çalışanlar (aktif) ile sistemden aylık alanlar (pasif) arasındaki dengeyi ifade eden- “aktüreyal denge”nin bozulmasını öne sürdüğünü belirtmiştik. Bunun yanı sıra AKP hükümetinin “denge”nin bozulmasını, nüfus artış hızının azalmasına ve yaşlanan nüfusta emekli sayısının artmasına bağladığına; çözüm önerisinin ise emeklilik yaşının yükseltilmesi ve sosyal güvenlik sisteminin özelleştirilerek “pasif” tarafı; çok çocuk yapılmasını telkin ederek de “aktif” tarafı düzenlemekten ibaret olduğuna değinmiştik. Hükümetin bu yaklaşımı karşısında biz de yazımızda “aktüeryal denge”sorununun iddia edildiği gibi “pasif” tarafta yani emekli aylığı alanlardan değil, emeklilik sistemine kaynak sağlayan çalışanlardan yani “aktif” taraftan kaynaklandığını söylemiştik (https://yeniyasamgazetesi6.com/emeklilik-sisteminin-yeniden-yapilanmasi-ve-aktueryal-denge-masali/).

Bu hafta geçen haftaki yazıya devamla “aktüeryal denge”nin “aktif” kısmından kaynaklanan sorunları, TÜİK’in hafta içinde yayımladığı işgücü piyasasına ilişkin verileri de dikkate alarak, değerlendireceğiz. Ama önce Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) Mayıs 2024 istatistiklerine dayanarak  SGK’nın aktif/pasif durumuna ilişkin bilgileri paylaşalım:

SGK kapsamında “aktif” durumda olup, sisteme prim ödeyen sigortalı sayısı 25 milyon 570 bin’dir. Bunların 16 milyon 771 bin’i 4/a kapsamındaki işçiler; 2 milyon 916 bin’i 4/b kapsamındaki kendi hesabına çalışanlar (Bağ-Kur’lular); 3 milyon 641 bin’i 4/c kapsamındaki devlet memurları; geri kalanı ise çırak, stajyer, isteğe bağlı sigortalılar vs’dir. SGK kapsamında “pasif” durumda olup, sistemden aylık veya gelir alanlar ise 16 milyon 346 bin kişidir. Bunlardan 11 milyon 755 bin’i yaşlılık (emekli) aylığı alanlar iken geri kalanı ölüm, malüllük, iş göremezlik vb nedenlerle aylık ve gelir alanlardır.

Bu veriler doğrultusunda aktif/pasif oranı 1.65’dir. Sosyal güvenlik sisteminin Türkiye’de olduğu gibi liberal bir işleyişe sahip olduğu yani emekçilerin ödedikleri primlerle finanse edildiği ülkelerde bu oran 2.5’e kadar yükselmektedir (İdeal oranın 4 olduğunu savunanlar da vardır.). Liberal olan sosyal güvenlik modelimizin “daha sosyal” olup olamayacağı meselesini ayrıca tartışılması gereken bir konu olarak -şimdilik- kenara bırakırsak, mevcut sistemde bir “denge” sorunu olduğu söylenebilir. Bu sorunun nereden kaynaklandığını görebilmek için TÜİK’in geçtiğimiz Pazartesi günü yayımladığı Haziran 2024 verilerine bakmak yeterli olacaktır.

Buna göre Türkiye’de çalışma çağı nüfus (15-64 yaş) 65 milyon 906 bin kişidir. Bunların yüzde 54,4’ü yani 35 milyon 827 bin kişi bir işte çalışma iradesi görerek işgücüne katılırken; çalışma çağında olanların sadece yüzde 49,3’ünü oluşturan 32 milyon 522 bin kişi bir işte istihdam edilmektedir. İşgücüne katılanların yüzde 9,2’sine karşılık gelen 3 milyon 305 bin kişi aradığı halde iş bulamazken; “zamana bağlı eksik istihdam, çalışma potansiyeli olduğu halde işgücüne katılmayan ve işsizlerden oluşan” geniş tanımlı işsizlik oranı ise yüzde 29,2’dir.

Türkiye, 54,4’lük işgücüne katılma oranı ile OECD ülkeleri içinde en son sıralarda yer alırken (OECD ortalaması yüzde 61’dir.), yüzde 49,3’lük istihdam oranıyla sonuncu sıradadır (OECD ortalaması yüzde 70’in üzerindedir). İşsizlik oranı bakımından da yüzde 9,2 ile Türkiye, OECD ülkeleri içinde en kötü durumda olan ülkeler arasındadır (OECD ortalaması yüzde 6 civarı iken ILO’nun 2024 için küresel işsizlik öngörüsü yüzde 4,9’dur.).

Görüldüğü gibi Türkiye’nin sosyal güvenlik sisteminde aktif/pasif dengesinin bozuk olmasının temel sebebi ne nüfus artış oranlarının düşmesi ne de emekli sayısının fazla ya da emekli aylıklarının yüksek olmasıdır. Sorunun temel nedeni işgücüne katılımın ve istihdamın düşük, işsizliğin yüksek olmasıdır. İşgücüne katılım, istihdam ve işsizlik oranları OECD ortalamasında olması ve yanı sıra yüzde 25’leri bulan kayıtdışı istihdamdakilerin sosyal güvenlik sistemi içine dahil edilmesi halinde denge, “ideal” seviyeye gelecektir.

Kaldı ki ücretli çalışanların yarıya yakının ücretini ve sigorta primini belirleyen asgari ücretin açlık sınırının altından -hiç olmazsa- yoksulluk sınırına kadar yükseltilmesi; işverenlerin işçiden kestiği ama devletin işverenden toplamadığı sigorta primlerinin sosyal güvenlik sistemine aktarılması ve sosyal güvenlik havuzunda toplanan paraların rasyonel değerlendirilmesi gibi emekçilerin haklarını ihlal eden tercihlere son verilmesi sistemi ihya etmeye yetecek, emeklilik sistemi nesiller boyunca emeklilerin refahını koruyarak sürdürülebilecektir.

Sosyal güvenlik sisteminde dengeyi sağlamak için bir üst paragrafta yaptığımız öneriler, Türkiye’deki mevcut yasaların ihlal edilerek emekçilerin varolan haklarının verilmemesinden ibarettir. İşgücüne katılımın, istihdamın ve işsizliğin OECD ortalamalarına nasıl getirilebileceği konusu ise iktidarın benimsediği ekonomik program çerçevesinde uygulayacağı politikalara bağlıdır. Bu politikaların neler olabileceğinin ayrıntılarını bir başka yazıya bırakıp, şimdilik şu kadarını söyleyelim: Yatırım iklimini sağlamak için ülkeyi emeğin, doğanın sınırsız sömürüsüne açan, sömürünün üzerini örtmek için halkları birbirine düşmanlaştıran, eğitimde “dindar ve kindar nesiller” yetiştirmeyi amaç edinmiş bir anlayışa son verildiği; üretimin insanın, doğanın ve toplumun varlığı gözetilerek yapıldığı koşullarda bunu sağlamak mümkün olacaktır.

“Aktüeryal denge” masalı, ülkeyi bilimden, akıldan, gerçeklerden uzaklaştıran, çoraklaştıran hurafelerden biridir. 22 yıldır toplumun genel çıkarlarını sermayenin ve kendi siyasi varlığının bekâsı için çiğnemiş bir iktidarın böylesi hurafelerle egemenliğini sürdürmeye çalışmasını anlamak mümkündür. Ancak böyle bir iktidar karşısında bu hurafeleri çürütecek, alternatif politikalar ortaya koyacak bir muhalefetin olmayışını anlamak mümkün değildir!


9 Ağustos 2024 Cuma

Emeklilik sisteminin yeniden yapılanması ve ‘aktüeryal denge’ masalı!

                                 10 Ağustos 2024

AKP iktidarının emeği sınır tanımazca sömüren, halkı yoksullaştıran politikaları hız kesmeden sürüyor. Bir taraftan ücretlerin satın alma gücü askeri darbe dönemlerini bile aratacak ölçüde düşerken, öte yandan halkın sırtındaki yük, insafsızca arttırılan vergilerle daha da ağırlaşıyor. Tüm bunlar yetmez gibi emeklilik hakkını ortadan kaldırmaya yönelik düzenlemelerin hazırlıkları yapılıyor.

Bu köşede sıkça gündeme getirmeye çalıştığım “emeklilik meselesi”, Türkiye’de emeğiyle geçinenlerin en önemli kazanımlarından biridir. Hükümet, bu hakkın ortadan kaldırılmasına yönelik düzenlemeleri davul-zurna eşliğinde getirmeye hazırlanıyor. Geçen yıl yayımlanan Orta Vadeli Program (OVP) ve 12. Kalkınma Planı’yla hazırlığı yapılan düzenlemeler gerekçeleriyle birlikte açıkça duyurulmuştu. AKP sözcüleri ve Erdoğan da bu konuda hazırlık içinde olduklarını defalarca belirtti. Gelin görün ki davul-zurnayla hazırlanılan bu saldırıya karşı ne sendikalardan ne de muhalefetten dişe dokunur bir tepki gelmedi.

Geçtiğimiz günlerde -yeni yasama döneminde Meclis’e getirilmek üzere- bakanlıklar ve AKP’nin ekonomi kurmaylarının sosyal güvenlik sisteminin yeniden yapılandırılmasına ilişkin çalışmalara başlayacağına ilişkin haber, iktidar yanlısı gazetelerde yer aldı. AKP’nin daha önce getirdiği diğer tüm düzenlemelerde olduğu gibi bu konuda verilen haberde de toplumun tepkisine engel olabilmek için gerçekler çarpıtılmakla kalmıyor, halkın yararına bir şey yapılıyor algısı yaratmak amacıyla dikkatler iki nokta üzerine çekilmek isteniyor:

  • Düzenleme yapılmasının kaçınılmaz olduğu
  • Yapılacak düzenlemenin emekçilerinin yararına olacağı.

Emeklilik sisteminde yeniden yapılanmanın kaçınılmaz olduğuna toplumu ikna etmek için kullanılan en önemli gerekçe, “aktüeryal denge”nin bozulduğu yani, ödedikleri primlerle emeklilik sistemine kaynak sağlayan çalışanlar (aktif) ile sistemden aylık alanlar (pasif) arasındaki dengenin bozulmuş olduğudur. Sosyal güvenlik sisteminin yeniden yapılandırılmasında gerekçe olarak “aktüeryal denge”nin bozulmasının kullanılması sadece AKP’ye özgü değildir. Dünya Bankası, Avrupa Birliği, OECD gibi kapitalizmin uluslararası düzenleyici kurumları ve sosyal güvenlik sistemini neoliberal politikalar doğrultusunda düzenleyen diğer birçok ülke de toplumu ikna etmek için bu söylemi kullanmışlardır.

“Aktüeryal dengenin bozulması” söylemiyle ifade edilmek istenen şudur: Türkiye’de doğurganlık oranı hızla azalırken yaşamda kalma süresi ise uzamaktadır. Bu durum, nüfusun yaşlanmasına, beraberinde de emek piyasasında yer alacak ve aynı zamanda emeklilik sisteminin aktif tarafını oluşturacak genç işgücünün azalmasına neden olurken, yaşlılık nedeniyle emek piyasasından çekilerek emeklilik sisteminin pasif tarafında yer alanları arttırmakta ve böylece aktif-pasif dengesi bozulmaktadır. Bu dengenin yeniden sağlanması için AKP’nin (OVP’de, 12. Kalkınma Planı’nda ve diğer açıklamalarında da ifade ettiği) önerisi, emeklilik yaşının yükseltilerek pasif tarafta yer alanların azaltılmasıdır. Aktiflerin yani sisteme kaynak sağlayacak işgücünün arttırılması için önerilen ise -uyguladıkları ekonomik program sayesinde açlığa, sefalete sürüklenmiş olan- halka “Üç-beş çocuk yapın!” telkininden ibarettir.

Çok çocuk yapmanın ekonomik ve sosyal koşullarının olup olmadığını bir yana bıraksak bile daha ana rahmine bile düşmemiş cenininlere bel bağlayarak “aktüeryal denge”yi düzeltme fikrinin ikna etkisinin pek fazla olmayacağı aşikârdır. Dolayısıyla geriye emeklilik yaşının daha da yükseltilmesi kalmaktadır ki bu da -2008’de sosyal güvenlik sisteminin yeniden düzenlenme sürecinde emekçilerin sıkça ifade ettiği gibi- “mezarda emeklilik”ten başka bir anlam taşımaz.

Kısacası, AKP’nin “aktüeryal denge” için önerilerinin emekçileri umutsuzluğa sevk etmek dışında bir anlamı yoktur. Zaten yapılmak istenen de kamusal emeklilik sisteminden umutların kesilmesi ve -OVP ve 12. Kalkınma Planı’nda da yer alan- Bireysel Emeklilik Sigortası (BES), Otomatik Katılım Sistemi (OKS)’yle ‘tamamlayıcı emeklilik sistemi’ ve ‘Tamamlayıcı Uzun Süreli Bakım Sigortası’na yani özel sosyal güvenlik kurumlarına razı olunmasıdır. Özel sosyal güvenlik sistemine katılacak gelire sahip ol(a)mayanlar ise emekliliğe ancak mezarda kavuşabilecek ya da açlık sınırının çok altında bir emeklilik geliriyle sefalet içinde yaşamaya mahkûm olacaklardır.

Peki aktüeryal dengeyi, kamusal emeklilik sistemini ortadan kaldırmadan ve emeklileri sefalete sürüklemeden düzenlemenin yolu yok mudur?

Elbette vardır. Ama bunun için sermayenin değil emekçilerin haklarını önceleyen sınıfsal bir bakış açısı gerekir ki bunun için öncelikle dengeyi bozan nedenler sorgulanmalıdır. Aktüeryal dengeyi bozan -neoliberal bakış açısının ve AKP’nin de savunduğu gibi- emeklilik sisteminin “pasif” tarafı değil “aktif” tarafıdır. Yani hem pasif konumunda olan emeklilerin sayısından önce istihdam edilen “aktif” konumundakilerin neden az olduğu hem de emeklilik sistemine girmesi gereken kaynakların önündeki engeller sorgulanmalıdır.

Emeklilik sisteminin aktif tarafını daha ayrıntılı olarak başka bir yazıda ele almak üzere şimdilik şu kadarını belirtelim: Türkiye’de çalışma çağı nüfusun sadece yarısı (yüzde 50) istihdam edilirken yaklaşık 33 milyon kişiden oluşan diğer yarısı istihdam dışında kalmaktadır. İstihdam edilenlerin dörtte biri (yüzde 25) ise kayıtdışında sigortasız çalıştırılmakta ve sisteme prim ödememektedir. Öte yandan emeklilik sisteminin gelirlerini oluşturan primlerse, -Erdoğan’ın muhalif belediyeleri köşeye sıkıştırma operasyonunda ortaya çıktığı gibi- yıllardır iktidar belediyelerinden ve özellikle yandaş işverenlerden tahsil edilmemiştir.

Sonuç olarak, sadece ücretlilerin değil, kendi hesabına çalışan milyonlarca emekçinin de gelecek güvencesi olan emeklilik hakkının, “aktif” tarafı göz ardı edilen “aktüeryal denge” gerekçe gösterilerek ortadan kaldırılması ve kamusal emeklilik sisteminin bütünüyle özelleştirilmesi istenmektedir. Sendikalar ve muhalefet partilerinin Türkiye emekçilerinin en önemli kazanımlarından olan emeklilik hakkının ortadan kaldırılması karşısındaki körlüğünü ve buna bağlı olarak da sessizliğini anlamak, anlamlandırmak ise mümkün değildir!


2 Ağustos 2024 Cuma

Kürt’e halay yasağının hedefi sadece Kürtler mi?

                                3 Ağustos 2024

Hakkari’de, Aydın’da, Ağrı’da, İstanbul’da, Siirt’te, Diyarbakır’da… Ülkenin dört bir yanında kimi sahilde, kimi düğünde, kimi asker uğurlarken Kürtçe şarkılar eşliğinde halay çeken onlarca kişi önce sosyal medyada hedef gösterildii ardından gözaltına alındı; 20’yi aşkın kişi de tutuklandı. Kürtçe şarkı söylemenin de halay çekmenin de suç olmadığına dair alınmış onlarca yargı kararları bulunmasına rağmen ne oldu da son iki haftadır halay çekmek “suç” haline geldi?

Hukuk devleti olmanın asgari koşullarının uygulandığı bir ülkede böyle bir soru anlamsız olabilir ama Türkiye’de bu soruya “Muktedirin keyfinden sual olunmaz!” ya da “Bu ülkede yasalar Kürtler için hükümsüzdür!” gibi kestirme bir yanıt vermek mümkündür. Ancak bu hukuksuzluğun hedefinin sadece Kürtler olmadığı, bu ülkede yaşayan tüm halklara ama özellikle de ezilen, sömürülen, ötekileştirilenlere de ucunun dokunduğunun artık anlaşılması; bunun için de meselenin biraz kurcalanması gerekir.

Her şeyden önce şunu belirtelim: Kürtçe şarkılar eşliğinde durulan halayın “suç” haline getirilmesi -öncelikle kültürel hegemonya çerçevesinde ele alınarak- Kürt dili ve kültürünü baskılamaya yönelik bir asimilasyon yöntemi olarak değerlendirmelidir. Ancak şunu da gözden kaçırmayalım: Egemen sınıf ve onun temsilcisi olan iktidarlar ırkçılığı/milliyetçiliği, halklar arasında etnik ayrımcılık yaratarak toplum üzerinde tahakküm kurmanın vasıtası olarak kullanırlar. Özellikle de toplumun genel çıkarlarına aykırı politikaların izlendiği dönemlerde bu politikaların yarattığı sosyal sorunların üzerini örtmek, tepkileri engellemek için ırkçılığı/milliyetçiliği körüklerler.

Kapitalizme içkin olan ırkçılığı/milliyetçiliği tahakküm aracı olarak kullanma yaklaşımı, ulus devletleşme sürecinden itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin müesses nizamının temel yapı taşı olmuştur. AKP iktidarı da Cumhuriyetin kuruluş sürecinde benimsenen bu nizamı benimsemiş; izlediği politikaların toplumsal çıkarlarla çeliştiği ve sosyal yıkımın görünür olduğu dönemlerde, “egemen sınıfın ve iktidarının bekâsı için” Kürt halkını ötekileştiren, baskıları arttıran uygulamaları yoğunlaştırarak halklar arasında düşmanlaşmayı alabildiğine körüklemiştir.

AKP iktidarının uyguladığı ekonomik programın son aşamasında bir taraftan emeklilik, sağlık, eğitim gibi halkın geniş kesiminin sahip olduğu temel haklar ortadan kaldırılırken, diğer taraftan ücretle çalışan emekçilerin yarıdan fazlasının geliri olan asgari ücret ve milyonlarca emeklinin aylığı açlık sınırının altında bırakılmıştır. Öte yandan son derece adaletsiz vergi sistemi ile gelirleri enflasyon artışının çok gerisinde kalan yoksul emekçi halkın sırtına bir de vergi yükü bindirilmiştir.

Sosyal haklarını kaybeden, sefalete mahkûm edilen emekçilere reva görülenler bununla da sınırlı değildir. Çalışma rejimi giderek ağırlaşmakta ve buna bağlı olarak iş cinayetlerini de arttırmaktadır. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi’nin verilerine göre 2024 yılının ilk altı ayında en az 878 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiştir. İş cinayetlerinde yaşamını kaybeden işçilerin 33’ü 17 ve daha küçük yaştaki çocuk işçilerdir.

Halka sömürüyü, açlığı, sefaleti dayatan, karnını bile doyurmaya yetmeyecek bir ücret için canını, kanını vermek zorunda bırakan AKP iktidarı diğer taraftan da ormanı, dereyi, denizi, dağı, tepeyi kısacası tüm doğayı sınırsız bir şekilde sermayenin hizmetine sunmaktadır. Böylece tarım, hayvancılık, balıkçılık vb gıda üretimi geri dönülemez biçimde tahrip edilirken, temiz suya, havaya ulaşmak da giderek zorlaşmaktadır.

Öte yandan Ortadoğu’da bölgesel bir savaş olasılığının gün be gün arttığı bir konjonktürde sınırötesini dizayn etmeye yönelik “maceracı” dış politika anlayışı, Türkiye’yi uzun yıllar boyunca içinden çıkılması mümkün olmayacak bir kaosa sürüklemektedir. Zaten ekonomik, siyasi ve sosyal bir kriz içinde olan Türkiye’nin kendi halkları arasında toplumsal barışı sağlamadan içine girmesi muhtemel bir kaos ortamından nasıl etkileneceğini tasavvur etmek bile güçtür.

AKP iktidarında Türkiye, emek sömürüsünden, doğa talanından, savaş ortamından vb yararlanan bir avuç sermayedar, iktidar mensubu ve şürekası dışındaki geniş toplum kesimleri için yaşanması giderek daha güçleşen bir ülke haline gelmektedir. Siyasi iktidarın bu koşulların sürdürülebilir olması için toplum üzerinde mutlak tahakküm kurmaktan başka seçeneği kalmamıştır. Hal böyle olunca da Cumhuriyetin resmi politikası olan ve bugüne kadar AKP’nin de pek çok kez kullandığı “Kürtleri ötekileştirerek, ırkçılığı/milliyetçiliği körükleme oyunu” yeniden uygulamaya konmuş, Kürt halayı “suç” unsuru haline getirilmiş ve yanı sıra trafikte Kürtçe uyarı yazıları da silinmeye başlanmıştır.

“Kürtleri ötekileştirerek, ırkçılığı/milliyetçiliği körükleme oyunu” daha önce uygulayanların işine yaramış, Kürt düşmanlığı üzerinden kışkırtılan milliyetçilik, toplumun genel çıkarlarına aykırı politikalara karşı toplumsal tepkiyi engellemiştir. Tekrarlanmakta olan bu oyunun sonucunun yine aynı olacağı aşikardır; bu durumda Türkiye halklarının gelecekte nasıl bir ülkede yaşayacağını şu soruya verilecek yanıt belirleyecektir: Kürtlerin dilinin, kültürünün baskılanması karşılığında diğer halk kesimleri kendilerine dayatılan, giderek karanlığa gömülen bir Türkiye’de yaşamaya razı mı olacaktır? Yoksa bu kez oyun bozulup herkes kendi ana dilinde halayını çekip, horonunu tepip, zeybeğini oynayıp haklarının mücadelesini yaparak, daha yaşanılır bir gelecek mi inşa edecektir?