27 Eylül 2024 Cuma

AKP’nin meşruiyet krizi ve yeni yasama yılı


AKP iktidarında 23’üncüsü açılacak yasama yılı, 1 Ekim’de başlıyor. AKP, şimdiye dek hiçbir yasama yılına toplumsal meşruiyetini bu denli kaybetmiş olarak girmemişti. 31 Mart’ta uğradığı seçim hezimeti AKP’nin toplum nezdinde meşruiyetinin ne denli zayıflamış olduğunu gösterdi. Gerçi CHP, “normalleşme” adını verdiği girişimle, AKP’ye “can suyu” oldu ve iktidara yönelik meşruiyet krizinin derinleşerek siyasi bir krize dönüşmesini engelledi! Ancak uygulanan ekonomik programın toplumun çok geniş kesimlerinde yarattığı ekonomik ve sosyal sorunlar öyle devasa boyutlara ulaştı ki kolluk güçlerinin şiddeti ve iktidar medyasının manipülasyonlarına rağmen işçilerin, çiftçilerin, kadınların, gençlerin hükümeti protesto sesleri işyerlerinde, sokaklarda, tarım alanlarında yankılanmaya başladı. Ekonomik ve sosyal tahribatın yanı sıra her alanda yaşanan hukuksuzluklar, dış politikadaki tutarsızlıklar (İsrail’le ticaret vb) ve savaş politikaları da AKP iktidarının ve Erdoğan’ın toplum nezdinde güvenilirliğinin, hiç olmadığı kadar sarsılmasına yol açtı.

Otokratik rejimin tüm baskı ve ideolojik aygıtları devreye girmesine rağmen, halkın desteğinin kendilerinden kopmasına engel olamadığı gibi bunun görünürlüğünü de engelleyemeyen AKP için yeni yasama yılı, iktidarını koruyabilmesini sağlayacak düzenlemeleri yapabilmesi için belki de “son şans” olarak görülebilir. Erdoğan ve AKP kurmayları, halkın güvenini ve desteğini yeniden kazanmanın mümkün olmadığını çok iyi biliyor. Bu nedenle -yeni yasama yılı için yapılan hazırlıklara da bakılırsa- halkın sorunlarını çözmek yerine ulusal ve uluslararası sermaye ile ittifak halinde devleti yönettikleri kesimlerin teveccühüne mazhar olmayı tercih edecekleri anlaşılıyor.

AKP sözcülerinin açıklamaları ve iktidar yanlısı medyanın haberlerine göre yeni yasama yılında, geçen yasama yılından kalan Öğretmen Meslek Kanunu (ÖMK) ve 9. Yargı Paketi öncelikli olarak ele alınacak. Anımsanacağı gibi geçen yasama döneminde gündeme getirilen ÖMK’ya, öğretmen örgütleri, hem öğretmenleri siyasi iktidarın tahakkümü altına almak hem de AKP’nin “bilimden uzak, ‘dindar ve kindar nesiller yetiştirmek’ anlayışı üzerine şekillendirilmiş eğitim politikası”nı tedrisata yerleştirmek istediği için karşı çıkmışlardı. 9. Yargı Paketi’ne de özellikle iktidarı eleştirenleri, gerçekleri halka aktaranları engellemek için düşünce ve ifade özgürlüğünün yanı sıra haber alma hakkını ve akademik özgürlükleri tamamen ortadan kaldıran “etki ajanlığı” düzenlemesi nedeniyle karşı çıkılmıştı.

Meclis’in tatil olduğu dönemde AKP, sermaye kesiminin talepleri doğrultusunda hazırlanan Orta Vadeli Program (OVP)’de yer alan hedefleri içeren düzenlemeleri yeni yasama yılında Meclis gündemine getirmek üzere hazırlıklarını yaptı. Bunlardan biri -bu köşede birçok kez değindiğimiz- kamusal emeklilik sistemini tamamen ortadan kaldırarak özelleştirmeyi amaçlayan “emeklilik sisteminin yeniden yapılandırılması”na ilişkindir. Bir diğeri, “yeni nesil çalışma modelleri” adı altında esnek çalışma biçimlerini (uzaktan çalışma, geçici süreli çalışma vb) emek piyasasında yaygınlaştıracak düzenlemelerdir. Öte yandan sermaye ve iktidar çevrelerinde sıkça dillendirilen “657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda iş güvencesi sağlayan hükümlerin kaldırılarak, esnek çalışmanın tüm kamu emekçileri için geçerli hale getirilmesi”nin gündeme alınması da sürpriz olmayacaktır.

Bu arada, yine OVP’de belirlenen hedefler çerçevesinde bir vergi paketi, AKP kurmayları tarafından hazırlanmaktadır. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in “Vergilendirilmeyen alanlardan vergi almayı hedefliyoruz. Hiçbir kazanç kayıt dışı kalmayacak, her şey makul düzeyde vergilendirilecek” sözleriyle açıkladığı pakette önceleri gayrimenkullerin alım satımında gerçek değer üzerinden işlem yapılması, sermaye piyasalarında piyasa bozucu eylemlere yönelik cezaların artırılması ve kripto varlıklardan hizmet bedeli alınması gibi başlıklar olduğu açıklanmıştı. Ancak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamayla borsa ve kripto vergilerinin gündemlerinden düştüğünü duyurdu. Böylece halk, alın teriyle kazandığı üç beş kuruştan, yediği ekmekten içtiği suya kadar yaptığı her harcamadan vergi öderken, paradan para kazananlar yine vergiden muaf tutulmuş oldu. Diğer taraftan muhalif belediyeleri hizmet üretemez hale getirmeyi amaçlayan belediyelerin vergi ve prim borçlarını tahsil etmeyi içeren düzenleme de yine hazırlığı yapılan vergi paketi içinde yer aldı.

Yeni yasama yılının en önemli gündemlerinden biri de hiç kuşkusuz 2025 yılı bütçe görüşmeleri olacaktır. Halk kesimlerine görüşlerini, ihtiyaçlarını dile getirme; muhalefet vekillerine denetleme, hesap sorma olanağı verilmeyen bütçe görüşmelerinde “sermayenin teveccühüne mazhar olmak”, varlık sebebi haline gelen AKP ve iktidar ortakları, OVP’de belirlenen hedefler doğrultusunda hazırlanan, toplumun genel çıkarlarıyla tamamen çelişen bütçeyi yasalaştıracaktır.

“Sivil anayasa” daha önce olduğu gibi yeni yasama yılında da AKP tarafından gündemde tutulacaktır. AKP’nin “sivil anayasa”dan beklentisi, toplumsal meşruiyetini tümüyle kaybetmeden ve bunun kendisini iktidardan düşürecek bir siyasi krize yol açmasına olanak vermeden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adıyla kurduğu otokratik rejimi anayasal güvence altına alarak mutlaklaştırmaktır.

Sözün özü: Toplumsal desteğini kaybetmiş, ayakta kalabilmek için toplumun çıkarlarıyla daha derin çelişkiler içerecek sermaye yanlısı politikaları uygulamak zorunda olan AKP/Saray otokrasisi, 1 Ekim’de açılacak olan yeni yasama yılında yapacağı düzenlemeleri “köprüden önce son çıkış” olarak görmekte ve bunu değerlendirmek istemektedir. Bunda ne kadar başarılı olabileceği, -sırf AKP ve avanesi iktidarda kalabilsin diye- kendisine reva görülen zulme razı olmayanların göstereceği tepkiye bağlıdır. Bu tepki, sadece muhalefet milletvekillerinin ya da sendika yönetimlerinin temsili mücadelesine bırakılamaz; tepkinin sokaklardan, fabrikalardan, plazalardan, okullardan, tarlalardan… yükselecek ve ortaklaşacak sesle gösterilmesi gerekir!


20 Eylül 2024 Cuma

EYT’lileri ‘günah keçisi’ yapmak, emeklilik sistemini özelleştirilmenin yolunu açar mı?

 21 Eylül 2024

Kamusal emeklilik sisteminin tasfiye edilerek özelleştirilmesi, Orta Vadeli Program (OVP) ve 12. Kalkınma Planı’nda öncelikli hedefler arasında yer alıyordu. AKP temsilcileri ve iktidar medyası da bir süredir emeklilik sisteminin sürdürülebilirliği için “sistemin yeniden yapılandırılmasının kaçınılmaz olduğu” propagandasını yapıyor; yeniden yapılandırmanın yasalaşması içinse, 1 Ekim’de başlayacak olan yeni yasama dönemini işaret ediyordu. Ekim ayı yaklaştıkça iktidar cenahının emeklilik sistemine ilişkin propagandası da yoğunlaşmaya başladı.

Bu köşede daha önce kerelerce değindiğimiz gibi iktidar, sahip olduğu medya gücünü kullanarak -ve elbette gerçekleri çarpıtarak- yaptığı propagandayı, “emeklilik sistemindeki sorunların emekli sayısının fazla olmasından kaynaklandığı” algısını yaratmak üzerine oturtmuş durumda. Bu algı operasyonu ise özellikle EYT’liler (emeklilikte yaşa takılanlar) üzerinden yapılıyor. Cumhurbaşkanı’ndan Maliye Bakanı’na, partinin yetkili kişilerinden Erdoğan’ın oğlu Bilal’e kadar AKP’liler sadece emeklilik sistemi değil, ekonomide yaşanan krizin tüm sorumluluğunu EYT düzenlemesine ve bu düzenlemeye dayanarak emekli olanların üzerine yıkıyor. Bunu yaparken de sanki 22 yıldır kendisi tek başına iktidarda değilmiş ve 2023 seçimleri öncesinde bunu bir seçim yatırımı olarak kanunlaştırmamış gibi muhalefeti suçluyor.

Örneğin Mehmet Şimşek, EYT’yi “muhalefetin popülist iteklemesine” bağlıyor. AKP Genel Başkan Yardımcısı Nihat Zeybekçi, EYT ile emeklilik sistemini çok dar bir koridora soktuklarını, kendisinin karşı olmasına rağmen “mevzubahis vatansa gerisi teferruattır” diyerek EYT ile ilgili, olmaması gerekenlerin yapıldığını söylüyor(!) Bu anlaşılması neredeyse imkansız sözü ile Zeybekçi sanırım, seçim kazanmayı “vatan mevzu” olarak görüyor ve bu arada aklınca milliyetçilere de göz kırpmış oluyor!

AKP’nin diğer Genel Başkan Yardımcısı Vedat Demiröz de “Emeklilik sistemini gözden geçirmemiz lazım. EYT çıkarıldıktan sonra tabii sosyal güvenlik sistemi biraz daha karmaşık hale geldi. En kısa zamanda Türkiye’nin bunu tekrar normal, uluslararası düzeyde bir sosyal güvenlik sistemine kavuşturması gerekiyor” ifadesiyle anlamsız cümle kurmakta Zeybekçi’den geri kalmıyor. Zira Demiröz’ün  “normal, uluslararası düzeyde bir sosyal güvenlik sistemi” ile neyi kastettiğini sanırım kendisinden başka anlayan olmamıştır. Demiröz konuşmasında EYT ve emeklilik sisteminin yanı sıra “657 Devlet Memurları Yasası’nda da yeni bir düzenleme yaparak bizim özel sektörü öne çıkarıp cazip hale getirmemiz lazım” sözleriyle kamu emekçilerinin başta iş güvencesi olmak üzere birçok hakkına saldırı hazırlığı içinde olduklarının da sinyalini vermiş oluyor (Bu konuyu önümüzdeki haftalarda ayrıntısıyla ele alacağız.).

EYT ve emeklilik sistemi üzerine en veciz açıklama şüphesiz Cumhurbaşkanı’nın oğlu olmak dışında bir sıfatı olmadığı halde hemen her konuda hükümet adına görüş beyan eden Bilal Erdoğan’dan geliyor. AKP’nın Kocaeli’de gençlerle düzenlediği bir toplantıda konuşan Bilal Erdoğan, kendisini “ekonomist” olarak tanımlayarak şunları söylüyor: “Gençler EYT ile aldatıldı.’EYT çıksın, bir sürü insan emekli olacak. Onların boşalttığı iş sahalarına gençler girecek’ dendi. Oldu mu öyle bir şey? 42-45 yaşındakiler emekli oldu. Kim ödeyecek onların maaşını? Siz ödeyeceksiniz. Çalıştığınız süre boyunca erken emeklilerin maaşını ödeyeceksiniz. Kandırıldık mı? Kandırıldık. EYT büyük bir felaketti. Bu kirli muhalefet anlayışıyla, siyasetin popülizme zorlanmasıyla bunlar mümkün hale geldi.”

“Ekonomist” Erdoğan’ın -muhalefeti suçladığı absürt kısımları bir yana bırakılırsa-, konuşması -kendi niyetinden bağımsız- çok önemli soruların gündeme gelmesine olanak sağlıyor. Her şeyden önce EYT ile emekli olanların yaş ortalaması, Erdoğan’ın söylediğinden daha yüksek olsa da (48.1) orta yaş grubundakilerden oluşmaktadır ve “bu yaş grubundakilerin emekli olarak iş yaşamından çekilmesi”, üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken bir konudur. Zira 45-55 yaşları, üretim ve hizmet sunum sürecinde hem tecrübe ve bilgi birikiminin hem de çalışma hazzının üst seviyelerde olduğu bir dönemdir. Böyle bir dönemin hemen başında çalışma yaşamından çekilmek emekli olanın rızasıyla olacak bir durum değildir; hele de emekli aylıklarının açlık sınırının yarısına bile ulaşamadığı koşullar düşünülürse…

Çalışma yaşamının en verimli dönemindeki milyonlarca kişinin -son derece düşük bir aylığa razı olarak- emekli olmak istemesinin nedenini açıklamak için öncelikle “çalışma koşulları”na bakmak gerekir. Türkiye, Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC)’un Küresel Hak İhlalleri Raporu’na göre, geçtiğimiz 8 yıl boyunca dünyada çalışma koşullarının en kötü olduğu 10 ülke içinde yer almaktadır. Ayrıca OECD ülkeleri içinde çalışma sürelerinin en uzun, çalışan yoksulluğunun en fazla, iş cinayetlerinin en yüksek olduğu ülkelerin de başında gelmektedir. Böyle bir ülkede emekçilerin ilk fırsatta emek piyasasından çekilmek istemesine şaşırmamak gerekir sanırım.

Bilal Erdoğan’ın konuşmasında dikkate değer diğer bir konu da EYT ile boşalan iş sahalarına gençlerin gireceğinin söylendiği ama bu sözün tutulmadığıdır. Bu sözü veren ve sözünde durmayan muhalefet midir yoksa inşa ettiği otokratik rejimde “uçan kuşa hükmetmekle övünen” AKP iktidarı mıdır? Bu soruyu şimdilik bir yana bırakıp, şu soruya geçelim: “İşlerinde belirli bir kıdeme ulaşıp iş güvencesi,  ücreti ve kıdem tazminatı kıdemi ölçüsünde yükselen emekçilere EYT ile emeklilik yolunun açılması”, emek maliyetlerinin yüksek olmasından rahatsız olan patronların siyasi iktidardan talebi olarak gündeme getirilmiş bir tuzak mıdır? Bu sorunun yanıtı üzerine de düşünmek gerekir bence. Öte yandan “EYT ile boşalan işlere gençlerin alınmaması ile işte kalanların iş yükünün arttırılması ve/veya istihdamın zamana yayılarak, esnek ve güvencesiz koşullarda sağlanacak olması gerçeği”nin de birlikte ele alınarak değerlenlendirilmesi yerinde olacaktır sanırım.

Bilal Erdoğan’ın konuşmasında dikkat çeken bir başka mesele ise “Çalıştığınız süre boyunca, erken emekli olanların maaşını ödeyeceksiniz” sözünün ardında gizlidir. Bu sözle yapılmak istenen, genç emekçileri, ortaya yaşlı emekçilere ve emeklilere karşı kışkırtmak; onları sınıf içi bir çatışmaya tahrik etmektir. Oysa işçi sınıfının en önemli kazanımlarından olan emeklilik, işçi sınıfının nesiller arası dayanışmasını ifade eder ve sadece maddi bir aktarım olmayıp, sınıf bilincinin aktarımında da önemli bir işlevi yerine getirir.

AKP’lilerin hep bir ağızdan sosyal güvenlik sistemi ve ekonomide yaşanan çöküntünün sorumluluğunu emeklilere ve özellikle de EYT’lilerin üzerine atarak 22 yıllık iktidarının günahlarından arınması ve emeklilik sistemini özelleştirmenin yolunu açması mümkün müdür? Bunun yanıtını emeğiyle geçinenlerin emeklilik sisteminin özelleştirilmesine karşı vereceği mücadele belirleyecektir!

13 Eylül 2024 Cuma

12 Eylül’den OVP’ye…

                                14 Eylül 2024

2025-2027 yıllarını kapsayacak olan Orta Vadeli Program (OVP) geçtiğimiz hafta açıklandı. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da OVP, 2023 seçimlerinden sonra uygulamaya konulan ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in adıyla anılan ekonomik programın devamı niteliğinde. Bu bağlamda “uluslararası yatırımların ülkeye çekilmesi” öncelikli hedef olarak belirlenmiş ve buna uygun yapısal düzenlemelerin sürdürülmesi öngörülmüş. Dolayısıyla programda halkın karşı karşıya olduğu ekonomik ve sosyal sorunların çözümüne yönelik bir niyetin sözü bile edilmiyor. Hal böyle olunca programda “yatırımcıların iştahını kabartmak” için yapılacak düzenlemelerin toplumun geniş kesimlerinin yararıyla çelişmesi durumunda AKP/saray iktidarının tercihinin yatırımcılardan yani sermayeden yana olacağı açıkça beyan ediliyor.

AKP’nin sermayenin çıkarlarını toplumun genel çıkarlarına tercih etmesi, Mehmet Şimşek’in ekonomi yönetiminin başına geçmesiyle ya da OVP’lerle ortaya çıkmış bir durum değildir. Türkiye’yi toplumun genel çıkarlarına rağmen sermaye için “cazip” yatırım alanı haline getirmeye yönelik ekonomi politikaları, 24 Ocak 1980’de “Ekonomik İstikrar Tedbirleri” adıyla ilan edilen ve -44. yılını idrak ettiğimiz- 12 Eylül darbesi sayesinde uygulanabilen kararlardan bu yana iktidarların ve dolayısıyla devletin sürekli politikası haline gelmiştir. AKP de 2002 Kasım’ında iktidara ilk kez gelmesinin hemen ardından Erdoğan tarafından açıklanan Acil Eylem Planı ile 24 Ocak’ın mirasını sahiplenerek tercihini sermayenin çıkarlarından yana yapmıştır. 22 yıllık iktidarı boyunca AKP, altyapısını Kemal Derviş’in hazırladığı neoliberal yapısal uyum programını yaşama geçirmeyi amaçlayan Acil Eylem Planı’na sadık kalmıştır ve bugün uygulanmakta olan Şimşek programıyla da bunu sürdürmektedir.

Turgut Özal’ın mimarı olduğu 24 Ocak kararlarının mirasını sahiplenmek, onun yaşama geçirilmesini sağlayan 12 Eylül darbesinin mirasını sahiplenmekle eşdeğerdir. Zira uluslararası kapitalist kurumların (Dünya Bankası, IMF, AB vb.) yönlendirmesiyle şekillenen ekonomik programlar, uygulandığı her ülkede toplumun geniş kesimleri için ekonomik ve sosyal çöküntü anlamına gelir ve toplum üzerinde baskı kurmadan bunun hayata geçirilmesi mümkün olmaz. Arjantin, Şili gibi birçok ülke gibi Türkiye’de de bu baskı düzeni bir askeri darbeyle sağlanmış; anayasal ve yasal düzenlemelerle darbe rejimi kalıcı hale getirilmiştir. 24 Ocak kararları gibi onun devamı niteliğinde olan Derviş’in programı ve AKP’nin Acil Eylem Planı’nı yaşama geçirmek için de -darbe rejimini sürdürerek- demokrasinin tamamen ortadan kaldırıldığı bir baskı ortamını oluşturmak gerekmiştir.

AKP, iktidarının ilk döneminde devletin baskı aygıtlarına fazla ihtiyaç duymadan AB üyelik sürecinde müktesebata uyum gerekçesiyle yaptığı düzenlemelerle özelleştirmeleri, esnek ve güvencesiz çalışma rejimini, kentleri rant alanları haline getiren politikaları yaşama geçirmeyi başardı. Ancak 2010’ların başlarından itibaren bu düzenlemelerin yarattığı ekonomik ve sosyal çöküntü belirgin hale gelince toplumsal hareketlilik de artmaya başladı. Giderek artan işçi eylemleri ve özellikle Gezi Direnişi’yle görünür hale gelen toplumsal tepkiler; çocukların, gençlerin sokak ortasında öldürüldüğü yoğun bir şiddet ortamında bastırılırken 7 Haziran seçimlerinde sandığa yansıyan toplumsal tepki ise Suruç’ta, 10 Ekim’de Ankara’da gerçekleştirilen katliamlarla bastırıldı.

15 Temmuz darbe girişimi gerekçesiyle ilan edilen OHAL düzeninde AKP iktidarı, kendi otokratik düzenini kurarken 12 Eylül darbe rejimini baskının ve şiddetin çok daha yoğunlaştığı ve sistematik hale geldiği bir ileri evreye de taşımış oldu. AKP’nin toplumda yarattığı kutuplaşmalar üzerine inşa ettiği otokratik rejimde ötekileştirmeye karşı çıkan, OVP ile hakkını arayan tüm kesimler şiddetin hedefi haline geldi. Bunun son örnekleri Urfa’da sendikaya üye olmaları nedeniyle işten çıkarıldıkları için iki aya yakın süredir direnen Polonez işçilerinin ve Antep’te emeğinin hakkını alamadığı için bir aya yakın süredir direnen Akcanlar Tekstil işçilerinin devletin kolluk güçlerinden gördüğü baskı ve şiddettir. Geçtiğimiz hafta Hopa’da ranta karşı ormanı korumak için mücadele edenlere açılan ateş sonucu Reşit Kibar’ın yaşamını yitirmesi de yine işçinin ekmeğine, köylünün ağacına karşı, sermayenin çıkarlarını tercih eden AKP iktidarının politikalarının sonucudur.

Sözün özü: OVP’de de açıkça ifade edildiği gibi Şimşek programıyla AKP/saray iktidarı sadece insan emeğini, doğayı, yaşam alanlarını sermayenin sınırsız biçimde sömürmesine olanak sağlamakla kalmıyor; bunu gerçekleştirmek için demokrasiyi, özgürlükleri, insan haklarını ve hukuku ayaklar altına almaktan da geri durmuyor. Diğer bir ifadeyle 24 Ocak ve 12 Eylül darbe rejimi, OVP ile AKP/saray otokrasisinin baskı ve şiddetiyle sürüyor.