27 Aralık 2024 Cuma

Asgari ücretin meşruiyet sorunu…

                                 28 Aralık 2024

2025 yılında geçerli olacak asgari ücreti belirleyenler, asgari ücretin hem miktarının hem de belirleme yönteminin meşru olmadığını bildikleri içindir ki yeni asgari ücreti -yangından mal kaçırırcasına- bir akşam ansızın açıklayarak oldu bittiye getirdiler.

Evet, milyonlarca emekçinin önümüzdeki yıl boyunca yaşama koşullarını belirleyecek olan asgari ücretin miktarı meşru değildir! Çünkü işçi sınıfının mücadeleleri sonucunda elde edilen evrensel bir hak olan asgari ücretin amacı, emeğinin karşılığını alabilmek için örgütlenme ve mücadele olanağı bulamayan emekçilerin yaşamlarını sürdürebilecekleri en az ücreti belirlemektir. Bu konuda Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nün 1919 tarihli kuruluş yasasında “yeterli yaşam koşullarını sağlayacak bir ücretin güvence altına alınması” ifadesine yer verilirken; 1944 tarihli Philadelphia Bildirgesi’nde “bir işte çalışan ve korunmaya muhtaç olan kimselere asgari yaşam koşulları sağlayacak bir ücret verilmesi”nin önemi vurgulanmıştır. Türkiye’de halen geçerli olan Asgari Ücret Yönetmeliği’nde de asgari ücret, “işçilere normal bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını, günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücret” olarak tanımlanmaktadır.

Oysa 2025 yılı için 22 bin 104 TL olarak açıklanan asgari ücret, uluslararası normlara da ulusal mevzuata da aykırıdır. Zira dünyada enflasyonun en yüksek olduğu ülkelerin başında gelen Türkiye’de belirlenen yeni asgari ücret, işçilerin zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden karşılayacak şekilde arttırılmadığı gibi ücretler reel olarak düşürülmüştür! Bu bağlamda geçtiğimiz yıl belirlenen asgari ücretin Ocak 2024’teki alım gücünün 2025’te reel olarak artması ya da en azından korunması gerekirken, alım gücü azalmıştır. Dolayısıyla ulusal ve uluslararası normlara göre emekçilerin asgari geçim seviyesini güvenceye alması gereken devlet, asgari ücret uygulamasını, “sermayenin emeği daha fazla sömürmesi” için kullanmıştır. Böylece ücretli çalışanların yarıya yakınının asgari ücretle geçindiği, geri kalanların da ücretlerinin doğrudan ya da dolaylı olarak asgari ücretten etkilendiği Türkiye’de devlet, milyonlarca emekçinin yoksullaşmasının ve hatta -asgari ücretle geçinmek zorunda kalanların- açlığa, sefalete sürüklenmesinin doğrudan faili haline gelmiştir.

Sadece 2025 yılı için belirlenen asgari ücretin miktarı değil, asgari ücretin belirlenme yöntemi de uluslararası normlara ve ulusal mevzuata aykırıdır. ILO’nun 131 sayılı Asgari Ücret Tespit Sözleşmesi’ne göre; asgari ücret, devlet temsilcilerinin yanı sıra işçi ve işveren örgütlerinin eşitlik temelinde katılımlarıyla oluşacak bir komisyon tarafından belirlenmelidir. Ulusal mevzuatı belirleyen Asgari Ücret Yönetmeliği’nde Asgari Ücret Tespit Komisyonu, -ILO’nun 131 sayılı sözleşmesine de uygun olarak- devlet kurumlarından beş temsilcinin yanı sıra en fazla üyeye sahip işçi ve işveren konfederasyonlarından beşer temsilcinin katılımıyla oluşur. Komisyon, en az on üyenin katılımı ile toplanır ve oy çokluğu ile karar verir.

2025’te geçerli olacak asgari ücret, 24 Aralık akşam saat 20.30’da -öncesinde Komisyon toplantısı olduğu bilgisi basına ve kamuoyuna verilmeden- Asgari Ücret Tespit Komisyonu adına Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan tarafından açıklamıştır. Türk İş, Bakan’ın bu açıklamasından dakikalar önce, apar topar yapılan Komisyon toplantısına katılmadığını duyurmuştur.

Geçtiğimiz hafta Türk-İş Genel Başkan Yardımcısı Ramazan Ağar’ın açıklamalarından Komisyon’un daha önce yaptığı üç toplantıda tarafların herhangi bir rakam telaffuz etmediklerini öğrenmiş, biz de bu köşede konu üzerine bir değerlendirmede bulunmuştuk. Komisyon’un ilk üç toplantısında herhangi bir rakam ortaya konmadığına ve son toplantıda da Türk İş yer almadığına göre 2025 yılı asgari ücreti, yaşamını asgari ücretle sürdürmek durumunda olan milyonlarca emekçinin iradesi -şeklen de olsa- temsil edilmeden, işveren temsilcileri ile devlet adına Komisyon’da yer alan AKP/Saray iktidarının temsilcileri tarafından belirlenmiştir.

Yeni asgari ücretin meşruiyet sorunu, sadece emekçilerin iradesinin yok sayılması ya da belirlenen miktarın emekçileri açlığa, sefalete mahkum etmesinden de kaynaklanmış değildir. Belirlenecek asgari ücretin hesaplamasında kullanılan enflasyon oranı yıllardır olduğu gibi yine TÜİK’in gerçek dışı verileriyle düşük gösterilmiştir. Öte yandan devlet, -otokratik bir rejime yakışır biçimde- tüm ideolojik ve baskı aygıtlarını kullanarak emekçilerin örgütlenmesini ve grev başta olmak üzere mücadele yollarını engellemiştir. Sendikal hak ve özgürlüklerin engellenmesiyle işçi sınıfı, kendi öz örgütleri olması gerekirken sermayenin ve siyasi iktidarın aparatı haline gelen “sendika müsveddeleri” tarafından temsil edilmek zorunda bırakılmıştır.

Sonuç olarak,“yeterli yaşam koşullarını sağlayacak bir ücretin güvence altına alınması”nı amaçlayan asgari ücret, sermayenin çıkarlarını temsil eden AKP/Saray iktidarının devlet aygıtını -diğer birçok alanda olduğu gibi- hukuk ve ahlâk dışı yolları da kullanmasıyla emeği daha fazla sömürmenin aracı haline dönüşmüştür. Daha önceki yıllarda belirlenen pek çok asgari ücret gibi hukuki ve ahlâki zemini bulunmayan yeni asgari ücretin de meşruiyeti yoktur! Meşruiyeti olmayan asgari ücretin hükmünün olup olmayacağını, emekçilerin kendilerini açlığa, sefalete mahkum eden asgari ücrete karşı, -tüm engellemere rağmen- yürütecekleri mücadele belirleyecektir.


20 Aralık 2024 Cuma

Türk İş, pazarlık mı yapıyor sadaka mı istiyor?

21 Aralık 2024

Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun Perşembe günü yapılan üçüncü toplantısından da sonuç çıkmadı. Ancak toplantı sonrasında Türk-İş Genel Başkan Yardımcısı Ramazan Ağar’ın açıklamaları Komisyon’un işleyişi, Türk İş’in komisyondaki işlevi ve önümüzdeki hafta yapılacak son toplantıdan çıkacak sonuç ve daha fazlası hakkında fikir vermek için yeterliydi. 


Her şeyden önce Türk-İş Genel Başkan Yardımcısı’nın son toplantının akabinde yaptığı açıklamada altını çizerek ifade ettiği "Komisyon toplantısında rakam olarak yine hiçbir şey gündeme gelmedi.” sözleri, tarafların zaten bu toplantıda sonuç almak gibi bir niyetleri olmadığını ortaya koyuyordu. Günlerdir 2025 yılında asgari ücretin ne kadar olması gerektiği üzerine birçok rakam ortaya atılıp kamuoyunda tartışılırken yeni asgari ücreti belirlemesi beklenen Komisyon’da üç toplantıdır herhangi bir rakamın telaffuz edilmemesi, Komisyon’un ücret pazarlığı yapmak yerine bir ortaoyunu sahnelendiğini gösteriyor!   


Oysa ulusal düzeyde asgari ücretin belirlenmesi bir ülkede yapılan en üst düzeyli toplu pazarlıktır. Hele ki Türkiye gibi ücretli çalışanların yaklaşık yarısının asgari ücret ve ona yakın bir ücret aldığı, geri kalanın çok önemli bölümünün ise ücreti, sigorta primi ve kıdem tazminatının asgari ücret esas alınarak belirlendiği düşünüldüğünde… Buna bir de ücretlilerin bakmakla yükümlü oldukları eklenirse, asgari ücret pazarlığının etkilediği kitle ve bunun toplumsal önemi daha iyi görülebilir. 


Bunun anlamı şudur: Asgari Ücret Tespit Komisyonu adıyla kurulan masada, Türkiye nüfusunun yüzde 75-80 gibi büyük çoğunluğunun sofrasına kaç dilim ekmek koyacağının, nasıl bir evde oturacağının, sağlığı ve çocuğunun eğitimi için ne kadar harcama yapıp ne kadar hizmet alabileceğinin kısacası, yaşamın tümünü etkileyecek bir gelirin pazarlığının yapılması gerekir. Bu pazarlıkta on milyonlarca emekçi ve ailesini temsil eden Türk İş’ten de üzerindeki sorumluluğun bilinciyle hareket etmesini beklemek tüm emekçilerin hakkıdır. 


Türk İş’in kendisinden beklenen sorumluluğu ne ölçüde yerine getirmekte olduğunu anlamak için Ağar’ın üçüncü toplantı sonrası yaptığı açıklamanın bütününe bakmak yeterlidir. Ağar, yukarıda alıntıladığımız konuşmasının devamında şunları söylemektedir: “Biz para talep eden tarafız, dolayısıyla para verenler ve hükümetimiz bir rakam söylesin ki biz de ona göre tavrımızı alalım. Görüşlerimizi sunduk, gerçekleşen enflasyonu söyledik. Bu ülkede yaşayan 8 milyon civarında asgari ücretli arkadaşlarımız bir nebze olsun ihtiyaçlarını karşılayabilsin diye konuştuk. Bu söylediklerimizden zaten hemen hemen bir rakam çıkıyor. Önümüzdeki hafta hem rakam hem sonuç gelir diye düşünüyoruz. Temennimiz milletin kabul edebileceği bir ücret getirmeleridir.”


Ağar’ın sözleri gösteriyor ki, Komisyon’da işçilerin, emekçilerin alın terinin karşılığının ve insanca yaşam hakkının pazarlığını yapması gereken Türk İş, bunu yapmak yerine emekçilerin ihtiyaçlarını “bir nebze” karşılayabilmelerini talep ederek ya da işveren ve iktidardan milletin kabul edebileceği bir ücret artışını uygun görmesini ‘temenni’ ederek, kendisini adeta “sadaka dileyen” bir konuma düşürmüştür.   


Gerçi, Ağar’ın bu açıklamasının hemen ardından -asgari ücret konusunda bir rakam telaffuz etmediği için eleştirilen- Türk İş’in Genel Başkanı Ergün Atalay, Asgari Ücret Tespit Komisyonu’na katılan işçilerin önerdiği yüzde 45 enflasyon oranı ve üzerine yüzde 20 refah payı eklenerek asgari ücretin 29 bin 583 TL olmasına yönelik öneriyi, Türk İş’in teklifi olarak Komisyon’a ileteceklerini açıklamıştır. Ancak Atalay’ın işçilerden gelen baskının yarattığı mecburiyetten açıkladığı her halinden belli olan bu teklifi, Ağar’ın sözlerinde ifadesini bulan Türk İş’in on milyonlarca emekçinin sorumluluğunu üstlenmediği ve ulusal düzeyde bir toplu sözleşme olan “asgari ücret pazarlığını sadaka talebine indirgediği" gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.   


En çok üyeye sahip işçi örgütü olan Türk İş’in düştüğü bu durum, Türkiye işçi hareketi için son derece hazindir. Ancak bunun tüm sorumluluğunun sadece Türk İş’e ya da Türk İş’in mevcut yönetiminin üzerine yüklenemeyeceğini; birkaç istisna dışında Türkiye’de faaliyet yürüten sendikaların da Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) ya da Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) vb uluslararası sendikal örgütlerin de gerek sendikal anlayışları gerekse eylemlilikleri bakımından Türk İş’ten pek farklı olmadığını da söylemeden geçmeyelim. 


Sendikaların tarafı oldukları toplu pazarlıkta gücünü belirleyen etkenlerin başında “örgütlülükleri” gelir. Örgütlülüğün sadece bir işyerinde ya da belirli bir sektörde yüksek olması yeterli değildir, -özellikle Türk İş gibi ulusal düzeyde toplu pazarlıklara taraf olan- sendikaların işçi sınıfının tümünü kapsaması gerekir. Öte yandan sendikaların gücünü belirleyen sadece üye sayıları da değildir; işçilerin sınıf bilincine ne ölçüde vakıf olduğu da son derece önemlidir. Bu nedenle sendikaların örgütlenmenin yanı sıra burjuvazi karşısında işçi sınıfının -üretimden gelen gücünü kullanarak- tarihi dönüştürme yetisi ve gücüne sahip yegane sınıf olduğu bilincine ulaşmasını sağlayacak bir işlev de görmesi gerekir. Bunların yanı sıra sendikalar, sınıf bilinciyle hareket eden işçi sınıfının mücadelesine de öncülük etmek durumundadır. Tüm bu vasıflara sahip olabilmesi için ise sendikalar, her şeyden önce sermaye ile iktidardan bağımsız olmalı ve sendika içinde demokrasiyi sağlamalıdır. 


Türk İş ve sendika sıfatı taşıyan diğer birçok oluşum, toplu pazarlıkta emekçilerin haklarını ve çıkarlarını savunmak için gerekli olan işlevlerin hemen hemen hiçbirine sahip değildir. Dolayısıyla yasal olarak sendika sıfatını kullansalar bile bu oluşumların sınıf mücadelesine bir katkısı olmadığı gibi kendilerinden beklenen sorumluluğu yerine getirmek bir yana; emekçileri sömüren, yoksullaştıran, açlığa, işsizliğe iten, iş cinayetlerinde yaşamlarını yitirmelerine neden olan uygulamaları “uzlaşma” adı altında meşrulaştırırlar. Bundan cesaret alan sermaye ve siyasi iktidar da sınıfsal güdüleriyle emekçiler üzerinde kurduğu hegemonyayı daha da güçlendirecek dayatmalarda bulunur. Grev yasakları, hakkını arayan işçilere yönelik şiddet ve baskı, sağlık ve sosyal güvenlik başta olmak üzere, kazanılmış hakların ortadan kaldırılması, ücretlerin açlık sınırı altında bırakılması ve yanı sıra çevreyi talan eden projeler, savaş politikaları, kentlerin rant alanına dönüştürülmesi, kaynakların sermayeye aktırılması bu dayatmalardan bazılarıdır.


Bugün AKP iktidarı, işçi sınıfının en önemli mücadele aracı olan grevi yasaklayarak fiilen ortadan kaldırmaya ve diğer tüm saldırı politikalarını uygulamaya cesaret edebiliyorsa bunda toplu pazarlığı “sadaka dileme” seviyesine düşüren sendikaların önemli payı vardır. Dolayısıyla asgari ücretin ne kadar olacağı ya da grev yasaklarının nasıl aşılacağı, sendikaların ve işçi sınıfı hareketinin içinde bulunduğu durumdan ayrı düşünülemez.     

13 Aralık 2024 Cuma

Mesele Suriye’nin özgürleşmesi mi küresel ekonomiye entegrasyonu mu?


Esad’ın ülkeyi terk etmesi ve HTŞ’nin Şam’ı teslim almasıyla birlikte bir diktatörlük daha yıkılmış oldu. Halkını baskıyla yöneten tüm otoriter rejimler gibi 61 yıllık Esad rejimi de er ya da geç yıkılmaya mahkumdu ve yıkıldı. Bu yıkıntıdan geriye alt yapısı, ekonomisi ve en önemlisi toplumsal yapısı çökmüş, kültürel varlığı tahrip edilmiş bir ülke kaldı. Suriye’de otokratik rejimin yıkılması; yıllardır baskı altında ezilen, 13 yıldır süren iç savaşta yüzbinlerce canını kaybeden, milyonların göç etmek zorunda kaldığı halklar için sevindiricidir elbette.

Ancak şunu da unutmamak gerekir: Otokratik rejimlerin yıkılması, bunların yerine her zaman daha demokratik bir rejimin kurulacağı anlamına gelmez. Demokratik bir rejim ancak o ülke halklarının gerçekleştireceği toplumsal hareketlerin sonrasında oluşabilir. Oysa diktatörlükler, halk üzerinde kurduğu baskı ile muhalif hareketlerin oluşmasına ve mücadelesine olanak vermez. Bu nedenle tıpkı İran, Mısır, Tunus, Irak, Libya vb olduğu gibi yıkılan diktatörlüklerin yerine ancak eskisini aratmayacak otoriter rejimler kurulabilir.

Suriye’deki durum saydığımız bu ülkelerden farklı değildir; Esad’ı deviren HTŞ, ezilen Suriye halklarını içeren bir hareket değildir. Rejimin anahtarlarını 13 gün gibi son derece kısa bir sürede teslim alan ve yeni rejimi inşa etmesi beklenen HTŞ, emperyalist güçlerin güdümünde kurulmuş, eğitilip, donatılmış ve terörist olarak kabul edilen bir hareketten devşirilen -eli kanlı- cihatçılardan oluşan bir yapıdır. Sakallarını kestikleri ya da takım elbise giydikleri için bu devşirme cihatçıların kuracağı rejimden halka barış, refah, huzur getirmesini beklemek aşırı iyimserlik -hatta saflık- olur! Keza Şam’ın yönetimini devralan ve kurulacak hükümette söz sahibi olacağı anlaşılan kişiler, Taliban’a benzemeyecekleri ve halklar arasında ayrımcılık yapmayacakları yönünde mesajlar verse de yeni rejimin şeriata dayalı olacağını da açıkça beyan etmektedirler.

Suriye gibi birçok farklı din, mezhep ve etnik kökenden halkların oluşturduğu bir ülkeyi şer’i hukukla yönetme niyeti bile başlı başına yeni rejimde demokrasiden, özgürlüklerden, eşit yurttaşlıktan söz edilemeyeceğini göstermektedir. Laik, demokratik bir rejim kurma iradesi ortaya koyamayan ülkelerin toplumsal barışı ve dolayısıyla istikrarı, huzuru ve refahı temin etmesi de mümkün değildir. Hal böyle olunca, Suriye’nin de halkın ihtiyaçlarına göre değil Ortadoğu üzerinden paylaşım mücadelesi yürüten emperyalist güçlerin çıkarlarına göre yeniden dizayn edilmesi kaçınılmaz olmaktadır.

Serbestiyet haber sitesinin 10 Aralık’ta Reuters’a dayanarak verdiği habere göre, Şam Ticaret Odaları Başkanı Bassel Hamwi, “Suriye’nin yeni hükümetinin, iş dünyası liderleriyle görüştüğünü, yeni dönemde ‘serbest piyasa modelini benimseneceğini’ belirtmiş ve ülkenin ‘küresel ekonomiye entegre edileceği’ sözünü verdiğini” açıklamıştır (https://serbestiyet.com/featured/htsden-suriyede-serbest-piyasa-ekonomisi-ve-kuresel-ekonomiye-entegrasyon-sozu-190488/). Daha hükümet bile resmen kurulmadan uluslararası sermayeye verilen bu söz, Suriye’de yeni rejimin önümüzdeki süreçte izleyeceği yönü de ortaya koymaktadır.

Suriye’de yaşanan savaş, yıkılan ve onun yerine kurulan rejim… Tüm bunların sadece Suriye’ye özgü olmayıp, Ortadoğu’nun tümünü içeren bir projenin parçası olduğu Cumhuriyet Gazetesi’nde Barış Terkoğlu’nun 12 Aralık’ta yayınlanan makalesinde söz ettiği “Levant Entegrasyonunun Ekonomik Faydalarının Tahmini” başlıklı rapor ile de tasdik edilmektedir. ABD ordusu için çalışmalar yapan düşünce kuruluşu Rand Corporation tarafından beş yıl önce hazırlanan bu raporda; Mısır’dan başlayarak İsrail, Filistin, Ürdün, Lübnan, Irak, Suriye ve nihayet Türkiye’yi içeren -Akdeniz’in doğusu olarak da tarif edilen- “Levant” bölgesinin Serbest Ticaret Anlaşması ile yan yana getirilmesi öngörülmektedir (https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/baris-terkoglu/yeni-ortadogu-projesi-esbaskani-2278337).

Terkoğlu’nun dikkat çektiği rapor son derece önemlidir ve Ortadoğu’nun yakın tarihi de bu raporda yer verilen perspektifle örtüşmektedir. Bu bağlamda Ortadoğu, 20. yüzyıl başlarında gerçekleşen birinci paylaşım savaşından bu yana emperyalizmin güdümünde olmuş, kimi zaman darbelerle kimi zaman isyanlar, iç çatışmalar ve savaşlarla emperyalizmin çıkarlarına göre dizayn edilmeye çalışılmış bir coğrafyadır. Türkiye ve Mısır, askeri darbelerle kurulan otokratik rejimler sayesinde 80’lerden itibaren küreselleşen kapitalist üretim sistemine dahil olurken, diğer Ortadoğu ülkelerinde entegrasyon istendiği ölçüde gerçekleştirilememiştir.

Doğu Bloku’nun çözülmesiyle birlikte Doğu Bloku’na yakın olan ülkelerden önce Irak’ta Saddam rejimi yıkılmış ve yerine emperyalizmin güdümünde yeni bir rejim kurulmuştur. ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki temsilcisi olan İsrail’in özellikle 7 Ekim 2023’te Hamas’ın başlattığı saldırılar üzerine Gazze’de gerçekleştirdiği soykırım ve işgal; ardından Lübnan’a yönelik saldırılar ile Hizbullah ve Hamas gibi İslami örgütlerin yanı sıra İran’ın da bölgedeki etkisinin kırılması, bu bölgelerin emperyalizmin çıkarlarına uygun hale gelmesinde önemli bir aşama olmuştur. Ve nihayet Suriye’de 2011’de başlayan ve 13 yıl süren iç savaşın sonucunda yıkılan Esad rejiminin yerine emperyalizmin çıkarlarına hizmet edecek yeni bir rejim kurulmaktadır (Ürdün’de yönetim zaten emperyalizmin çıkarlarına karşı bir tavır sergilemediği için -savaş, iç çatışma, darbe vb-yeniden yapılanma hamlelerinin dışında kalmıştır.).

Sonuç olarak, Suriye’de Esad rejiminin yıkılması ve İsrail’in Filistin ve Lübnan’ı hedef alan saldırılarıyla birlikte Terkoğlu’nun gündeme getirdiği raporda söz edilen “Levant” bölgesindeki tüm eksikler tamamlanmıştır. Böylece Ortadoğu, yeraltı ve yer üstü kaynaklarının yanı sıra üretim ve ticaret alanı olarak da sermaye birikimine sağlayacağı katkı ile kapitalizmin içinde bulunduğu krizi aşması için yeni fırsatlar sunacak hale getirilmiştir.

Kapitalizmin sürdürülebilmesi için yaratılan bu fırsatın bedelini bugüne kadar savaşlarda ölen, sakat kalan, yerini yurdunu geride bırakıp göç eden, açlığa, sefalete sürüklenen Ortadoğu halkları ödemiştir. Emperyalist ülkelerin kurmaya çalıştığı yeni düzende, halkların -otoriter rejimlerin baskısı altında- karınlarını bile doyuramayacakları ücretler karşılığında dahil edilecekleri üretim sürecinde terini ve kanını dökerek bu bedeli ödemeye devam etmesi istenmektedir. Halkların nesillerdir süren savaşın, sömürünün yarattığı acılara son vererek özgürleşmesi için, önce kendi aralarında barışı sağlaması sonra da emperyalizme ve onun maşası olan otokratik rejimlere karşı ortak bir mücadeleye girişmesinden başka bir yol olduğunu düşünmüyorum.