31 Ocak 2025 Cuma

Yükselen otoriterliğin ekonomik nedenleri

                            1 Şubat 2025


Belediyelere atanan kayyumlara her gün bir yenisi eklenirken belediye başkanlarına, gazetecilere, eski milletvekillerine, baro yöneticilerine, sokak röportajlarında iktidarı eleştirenlere, sinema oyuncularına,…. soruşturmalar açılıyor, bazıları gözaltına alınıp tutuklanıyor. Önceden Kürtleri, sosyalistleri ve hakkını arayan emekçileri hedef alan baskılar, artık siyasi iktidara karşı ağzını açan herkese, her kesime yönelmiş durumda. Otoriterleşme dozunun bu denli artması, ülkeyi yönetenlerin demokrasinin, özgürlüklerin en ufak kalıntısına bile tahammül edemediklerini gösteriyor.


Toplumun genel çıkarları ile iktidarın politikaları arasındaki çelişkilerin arttığı her dönemde muktedirlerin demokrasiye, özgürlüklere tahammül göster(e)meyip, devletin baskı aygıtlarını halk üzerinde daha fazla kullanması, Türkiye gibi demokrasinin kurumsallaşamadığı ülkelerde sık rastlanan bir durum. Demokrasinin hazmedilememesine neden olan “toplumun çıkarları ile iktidarın politikaları arasındaki çelişkiler” ise genellikle ekonomik nedenlerden kaynaklanıyor. 


Ekonomi ile demokrasi arasındaki bağıntının -sadece Türkiye’de değil belki de dünyadaki- en çarpıcı örneği, 24 Ocak ekonomik kararları ile 12 Eylül faşist darbesidir. Bundan 45 yıl önce “Türkiye ekonomisini borç batağından kurtarmak” gerekçesiyle 24 Ocak 1980’de açıklanan ekonomik istikrar tedbirleri, Türkiye ekonomisinin neoliberal politikalara entegre olmasını ve bu çerçevede yeniden yapılanmasını içermektedir. Kararlar, işçiden çiftçiye, küçük üreticiden esnafa sermaye dışı tüm kesimler için öylesine ağır bir reçete dayatmaktadır ki demokratik bir yönetimle bunu halka kabul ettirmek mümkün değildir. 24 Ocak’tan yaklaşık 8,5 ay sonra 12 Eylül 1980’de “halkın sesini kesmek” için darbe yapan askerler, anayasal düzeni ortadan kaldırarak parlamentoyu lağvetmiş, siyasi partileri kapatmış ve bir dikta rejimi kurmuştur.  Haber alma ve örgütlenme başta olmak üzere tüm hakların ortadan kaldırıldığı darbe rejiminde hukuk tamamen işlevsiz hale gelmiştir. 


12 Eylül darbesinde çoğunluğu sosyalistler ve Kürtler olmak üzere 650 bin kişi göz altına alınmış, cezaevlerinde 300 kişi işkenceyle öldürülmüş, 48 kişi idam edilmiş ve milyonlarca kişi fişlenmiştir. Grevler yasaklanmış, DİSK kapatılmış ve toplu pazarlık sistemi askıya alınmıştır. Bu baskı ve şiddet ortamı sayesinde toplumsal muhalefetin sesi kesilmiş ve 24 Ocak kararları uygulanabilmiştir.     


24 Ocak kararlarının mimarı olan Turgut Özal, kararların ikinci yıldönümünde darbenin ekonomik kararların uygulanabilmesindeki rolünü şu sözlerle ifade etmektedir:  12 Eylül olmasa ekonomik programın neticelerini alamazdık. Vergi kanunları parlamentodan geçmiyordu. Çok şayanı şükrandır ki vergi reformu yapılmıştır. Bunlar olmasaydı bütçeyi denkleştiremezdik.


Darbeci Kenan Evren de anılarında 24 Ocak istikrar programı ile 12 Eylül arasındaki ilişkiyi şöyle anlatmaktadır: “Eğer 24 Ocak kararları denen kararların arkasından 12 Eylül dönemi gelmemiş olsaydı, o tedbirlerin fiyasko ile sonuçlanacağından hiç şüphem yoktu. Böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde o tedbirler meyvesini vermiştir.


Rahmi Koç’un 24 Ocak’ın ikinci yılındaki değerlendirmesi ise şöyledir: “12 Eylül harekatından önce her şeyi demokratik bir sistem altında yapmak zorundaydık. Bu da karar almak, yasa ya da yönetmelik çıkartmak için aylar geçmesini gerektiriyordu… Askeri yönetim altında alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi bir zorunluluk olmadığından çok hızlı hareket edilebiliyor ve üstelik askeri yönetim hata yapsa bile bunu kısa sürede düzeltebiliyor. En önemlisi ise tüm bu işlemler yapılırken politik yaklaşımlar söz konusu olmuyor. Çünkü askeri yönetimin parlamentoda sandalye kaybı ya da seçme kaybı diye bir kaygısı yok…” (Cumhuriyet, 26 Ocak 1982).


1982’de darbeciler, kapitalizmin uluslararası temsilcisi olan kurumların (IMF, Dünya Bankası, OECD vb) talepleri ile yerli ve yabancı sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda 24 Ocak’ta temelleri atılan ekonomi politikalarının devamını sağlamak için toplumun üzerideki baskıları -darbe rejimini- kalıcı hale getirecek bir yeni anayasa yaptı. Bu anayasada belirlenen hükümler çerçevesinde çıkarılan anti demokratik yasalarla 1983’te seçime gidildi ve parlamento yeniden açıldı. Ancak Kürt sorununda benimsenen çatışmacı yaklaşım ve Kürtleri dışlayarak, halklar arasında yaratılan kutuplaşmayla yaratılan olağandışı koşullar gerekçe gösterilerek, yükselme eğilimi gösteren toplumsal hareketler bastırıldı, demokrasi ve özgürlükler engellendi.


AKP, iktidara geldiği 2002’den bu yana 24 Ocak kararlarının devamı olan neoliberal yapısal uyum programını büyük bir sadakatle uyguluyor. İktidarının ilk dönemlerinde AB üyelik sürecinin gereği olarak sunduğu bu politikaların yarattığı sosyal tahribat halk tarafından hissedilmeye başlayınca AKP, otoriterliğe sarıldı. 7 Haziran seçimlerinde toplumsal desteği tamamen kaybetmekte olduğunu görünce baskı ve şiddet yoluyla Kasım 2015 seçimlerinde iktidarı elinde tuttu ve 15 Temmuz darbe girişimi gerekçesiyle kendi otoriter rejimini kurarak ekonomik programı güvenceye alma yoluna gitti. Bu nedenle de tıpkı 12 Eylül rejimi gibi AKP’nin kurduğu otokratik rejim de kapitalizmin uluslarası kurumları ile yerli ve yabancı sermayeden tam destek aldı!  


Son günlerde baskı ve şiddetin sosyalistler ve Kürtlerin yanı sıra iktidarla aynı görüşte olmayan tüm kesimlere yönelmesini de “ekonomi-demokrasi bağıntısı” üzerinden değerlendirmek gerekiyor. Zira Mayıs 2023’ten bu yana Mehmet Şimşek tarafından uygulanan ekonomik programın yarattığı açlık, yoksulluk, işsizlik gibi sosyal sorunların giderek toplumun daha geniş kesimlerince hissedilmesi ve bu sorunların geçici olacağına yönelik inancın her geçen gün daha da kaybolması, toplumdan gelecek tepkilerin yükseleceği beklentisini arttırıyor ve muktedirlerin demokrasiye tahammülünü azaltıyor. 


Ülkeyi ve ekonomiyi yönetenler ile sermayenin temsilcileri ileride bir gün Özal, Evren ve Rahmi Koç kadar açık ifade ederler mi bilinmez ama bugün yaşananlar, 45 yıl önce izlediğimiz bir filmin tekrarı gibi. Bu bağlamda şu tespiti yapmak kaçınılmaz oluyor:  Yükselen otoriterliğin ardındaki ekonomik baskı ve şiddeti görmeden ne daha demokratik ne de daha müreffeh bir gelecek için mücadele edilebilir!.  


24 Ocak 2025 Cuma

Facianın failini ararken…

                                 25 Ocak 2025


Depremlerde binalar yıkılıyor; madenlerde göçük, fabrikalarda patlamalar oluyor; trenler raydan çıkıyor, çarpışıyor; sel suları binaları, insanları yutuyor; yurtlar, hastaneler, eğlence merkezleri, oteller yanıyor insanlar ölüyor, hayatlar kararıyor… Yaşamını kaybedenlerden geriye büyük acılar kalıyor. Ateş düştüğü yeri yakıyor ama! Felaketler, katliamlar, acıya uzaktan tanıklık edenlerin hafızasında kısa sürede silinip gidiyor. 50 binden fazla canı kaybettiğimiz, yüzbinlerce insanın halen barınma sorunu yaşadığı depremlerin üzerinden henüz iki yıl bile geçmeden, depremde yitenler de halen barınacak bir çatı altı bulamayanlar da hafızaların derinliklerine çoktan gömüldü. Bu sürede ne sorumlulardan hesap sorulabildi ne de benzer bir depremde yaşanabilecekler için önlemler alındı. Deprem uzmanları bıkmadan usanmadan olabilecek depremler ve yaratacağı felaketler için uyarılar yapıyor ama etkililerin de yetkililerin de umrunda değil!

AKP iktidarında afetlerin felakete, felaketlerin katliamlara dönüştüğü vakalar birbirini izliyor. Güne katliama dönüşmüş yeni bir afetin haberiyle uyanmak ya da günü, her biri önlenebilir felaketlere/facialara öfkelenerek bitirmek, normalimiz haline geldi artık. Ölen sayısı iki elin parmaklarına ulaşmıyorsa iş cinayetlerinden, yangınlardan, trafik kazalarından haberimiz bile olmuyor, olsa da yoğun gündemimiz içinde kayda değer bir yer teşkil etmiyor. Etkili ve yetkililerin umursamaz olmaya iten bu kanıksama halidir belki de ya da “Ben ne yapsam hiçbir sorumlu hesap vermeyecek nasıl olsa” düşüncesidir bu kanıksamanın nedeni, kim bilir?

Deprem, yağmur gibi doğa olaylarını afete, felakete dönüştüren hatalı yapılaşma, düzensiz kentleşme gibi tamamen insan kaynaklı etkenler. Gerekli önlemler alınmadığında yaşananlar, yüzlerce, binlerce insanın yaşamına mâl olan katliamlar haline geliyor. Katliamla sonuçlanan felaketlerin ille doğa olayları olması da gerekmiyor. Gerçekleştiğinde “kaza” olarak adlandırılan pek çok vakanın faciaya yol açacağı bilindiği halde, önlemeye dönük gerekenler yapılmadığı için bu “kaza”ların -taammüden- zemini hazırlanıyor.

Peki, her seferinde sonuçları onlarca, yüzlerce cana mal olacağı bilindiği halde bu faciaları engellemek için önlemlerin alınmamasının nedeni nedir? Yanıt, faillerin akılsız, vurdumduymaz veya vicdansız olmasında mı aranmalı?

Değil elbette! Ne Soma’da 301 işçinin ölümüne neden olan maden sahibinin, ne yaptıkları konutlar on binlerce canın mezarına dönüşen müteahhitlerin ne de Bolu’da 78 kişinin yanarak can verdiği otelin sahiplerinin bir faciaya neden olup insanları öldürmek gibi bir niyeti yoktur elbette. Onların tek gayesi fazla, daha fazla kâr etmek, servetlerine servet katmaktır. Bu gayeye ulaşma yolunda çalıştırdıkları işçilerin de inşa ettikleri evleri satın alanların da otellerinde konaklayanların da yaşamının hiçbir önemi yoktur. Onlar güvenlik önlemleri için yapmaları gereken harcamayı “masraf” olarak görmüş ve en aza düşürmek istemiştir sadece!

Daha fazla kâr etmek için insan yaşamını umursamayacak kadar gözlerini karartmalarının, insanlığa yabancılaşmalarının nedeni içinde var olmaya çalıştıkları “kapitalist sistem”dir. Kapitalizmin yalın hali olan “serbest piyasa”nın tek bir kuralı vardır: En yüksek kârı elde ederek rakipler arasında en birinci olmak! Bu yolda her şey mübahtır.

Bugün birileri tarafından adeta kutsallaştırılan serbest piyasa ekonomisinin insanlığa verdiği zararları sınırlandırmak için yaklaşık yüzyıl önce (sınıf mücadelelerinin ve reel sosyalizmin de tehdidiyle) piyasayı devletin düzenlemesi ve denetlemesi yoluna gidildi. “Sosyal/refah devleti” olarak bilinen bu düzenlemelerle piyasa karşısında insanı koruyacak birtakım kurallar getirildi ve devlet, bu kuralları denetlemekle yükümlü kılındı.

Ancak 70’lerin başında kapitalist dünyada geçerli birikim rejimi haline gelen neoliberalizm, devletin düzenleyici ve denetleyici rolünün ortadan kaldırılarak serbest piyasanın yeniden geçerli hale gelmesini hedefledi. Türkiye, bundan tam 45 yıl önce 24 Ocak 1980’de açıklanan kararlarla neoliberalizmi benimsediğini ilan etti ve 12 Eylül darbesinin yarattığı baskı ortamında bu politikaları uygulamaya başladı. Ancak tüm baskılara rağmen toplumdan gelen itirazlar ve toplumun tepkisini bastıracak bir siyasi iradenin oluş(a)maması nedeniyle neoliberal uygulamalar kurumsallaştırılamadı. Ta ki 2001 krizi ardından Kemal Derviş’in “15 günde 15 yasa” sloganıyla “Güçlü Ekonomiye Geçiş” adı altında neoliberal uyum programının yasal alt yapısını oluşturup, 2002 Kasım’ında AKP’nin iktidara gelerek bu politikaları sadakatle yaşama geçirmesine kadar.

AKP, iktidara gelirken üstlendiği rolü başarıyla(!) yerine getirdi ve 23 yıllık iktidarı boyunca neoliberal politikaları yasal düzenlemelerle ya da KHK’larla kurumsallaştırdı. Bu süreçte kâh AB üyelik sürecinin ardına sığınarak kâh OHAL düzeninde inşa ettiği otokratik düzende kullandığı baskı ve şiddet aygıtlarını kullanarak tepkileri sindirdi ve toplumda zorla rıza üretmeyi becerdi(!) ve neoliberal politikalar uygulanır hale geldi. Devlet de bu çerçevede dönüştü ve piyasayı denetleyerek işçilerin ve tüm yurttaşların -başta yaşam hakkı olmak üzere- tüm haklarını ve hukukunu korumak yerine, bunların sermayenin kâr gayesinin önünde engel oluşturduğu anlayışıyla tüm denetim işlevlerini bir kenara bıraktı. Böylece felaketlerin, katliamların da önü açılmış oldu.

AKP dönemindeki tüm felaket ve katliamlarda olduğu gibi Bolu Kartalkaya’daki otel yangınında da en basit güvenlik önlemlerinin bile neden dikkate alınmadığı ve devletin ilgili kurumlarının neden denetim yapmadığı -yani failin kim olduğu- sorusuna yanıt arayanların, 45 yıl önce 24 Ocak’ta başlayan ve 23 yıldır AKP’nin devletin tüm hücrelerinde geçerli hale getirdiği neoliberal dönüşüm sürecini de göz önünde bulundurmalarını öneririm.

17 Ocak 2025 Cuma

Emekçiler neden çözümün / barışın tarafında olmalı?

                                18 Ocak 2025

AKP/saray iktidarı, asgari ücrette yüzde 30, işçi emeklisi aylığında yüzde 15.75, memur maaşı ve memur emeklisi aylığında 11.54 artış yaparak 2025 yılının en azından ilk yarısı için emekçilerle hesabı kapattı. Buna göre Türkiye’de emekçilerin yarıya yakınının geçim ücreti olan asgari ücret 22 bin 104 TL, asgari işçi emeklisi aylığı 14 bin 469 TL olurken en düşük memur maaşı 45 bin 500 TL, en düşük memur emeklisi aylığı ise 19 bin 616 TL oldu.

İşçi, memur ve emeklilerin yeni aylıkları henüz ellerine geçmeden Büro Emekçileri Sendikası Araştırma Merkezi (BES-AR)’ın açıkladığı 2024 yılının aralık ayı verilerine göre açlık sınırı -dört kişilik bir ailenin sadece gıda harcaması- 30 bin 617 TL olurken buna kira, elektrik, su, sağlık, ulaşım, eğitim gibi temel harcamalar da eklenerek elde edilen yoksulluk sınırı ise 80 bin 940 TL oldu. Tek başına yaşayan bir kişinin yaşam maliyeti ise 41 bin 476 TL’ye ulaştı.

BES-AR’ın yaptığı bu hesaplamalara yılın ilk gününden itibaren yapılan vergi, yol ve köprü, ulaşım, akaryakıt vs zamları dahil değil. Devlet eliyle yapılan zamların en düşüğü 2025 yılında yeniden değerleme oranı olarak belirlenen yüzde 44 civarında. Kiralara yapılacak artış daha önce yüzde 60 olarak belirlenmişti. Bu arada çarşı pazardaki gıda, ilaç, giysi vb temel ihtiyaçların etiketleri ise sürekli artmaya devam ediyor.

Ocak ayı başından bu yana iğneden ipliğe gelen zamları hesaba katmasak bile Ocak ayı sonunda asgari ücretlinin eline geçecek olan para, Aralık 2024 fiyatlarıyla açlık sınırının yüzde 70’ine ancak ulaşırken, bir kişinin yaşam maliyetinin yarısına, yoksulluk sınırının ise dörtte birine ancak ulaşabiliyor. Emeklilerin durumu daha da vahim, işçi emeklilerinin önemli kısmının yaşamını sürdürmek zorunda olduğu en düşük aylık açlık sınırının yarısı, yoksulluk sınırının beşte birine denk geliyor. Memur emeklileri için de durum çok farklı değil. Memur maaşları ise yoksulluk sınırına ancak ulaşabiliyor. Bu durumda bir ailede en az dört asgari ücretli ya da altı işçi emeklisi veya iki memur eve gelir getirmiyorsa o ailenin yoksulluk sınırında bir yaşam seviyesini sağlaması bile mümkün olmuyor.

Daha kötü olan ise, sadece gıda harcamalarının bile büyük kısmını karşılayacak bir gelirden yoksun olan milyonlarca emekçi ve emekli arasından asgari ücretle çalışanların 12 ay boyunca, emekli ve memurların ise yıl ortasına kadar aynı ücretle yaşamlarını sürdürmek zorunda kalacak olması. Zira gerek Ocak ayı başındaki -yukarıda sözünü ettiğimiz- fiyat artışları ve bunun üzerine ekonominin genel gidişatını da dikkate alarak öngörebileceğimiz enflasyon artışlarıyla emekçi kesimlerin yaşam koşulları, önümüzdeki aylarda daha da kötüleşecek.

AKP/saray iktidarı, ücretleri baskılayan, emekçileri açlığa, sefalete sürükleyen ekonomi politikalarına gerekçe olarak, “ücretlerin yüksek enflasyona neden olduğu” iddiasını öne sürüyor. Oysa en kötü koşullarda günde 12-14 saat çalıştırılan emekçilerin evine götüreceği ekmeği, suyu, hastalandığında alacağı ilacı, enflasyonunun nedeni olarak görülürken şirketler kâr rekorları kırıyor; patronlar servetlerine servet katıyor.

Siyasi iktidarın vergiden muaf tuttuğu yetmez gibi halktan topladığı vergileri teşvik olarak aktardığı; işçilerin örgütlenmesini, grevini engellemek için devletin tüm şiddet gücünü kullanarak destek verdiği patronlar ise emekçilerin boğazından, sağlığından kestiği paralarla edindikleri servetle günlerini gün ediyor. Dört asgari ücretlinin, altı emeklinin, iki memurun geliriyle ancak yoksulluk seviyesine ulaşılırken lüks otomobil, lüks yat satışları rekor kırıyor. İktidarın sağladığı olanaklarla emekçinin sırtından edindikleri servetleri nereye harcayacaklarını bilemeyen patronların lüks harcama haberleri ülke sınırlarını aşıyor. Bunlardan en yakın zamanda gözümüze ilişeni, meşhur “beşli çete”nin müstesna üyelerinden Limak Holding’in sahibi Nihat Özdemir’in sipariş ettiği -93 bin 150 asgari ücrete karşılık gelen- 58 milyon dolarlık lüks jet haberi oluyor.

Bir tarafta dünyanın diline destan bir şatafat öbür tarafta emekçilerin ekmek, su, ilaç için yaptığı harcamayı enflasyona neden olarak gösterecek denli toplumdan kopmuş bir rejim… Hakkın, hukukun, demokrasinin kırıntısının bile olduğunu varsaydığımız bir ülkede, ekmeğini alınteriyle kazanan milyonlarca emekçi yaşamını, çocuklarının geleceğini bu adaletsizliğe kolayca teslim eder mi? Elbette hayır! Milyonlarca emekçiyi kendilerini sefalete sürükleyen, sınırsızca sömüren bu düzene rıza göstermeye zorlayan, devletin tüm şiddet aygıtlarını halkı sindirmek için kullanan bir rejime otokrasiden başka ne denilebilir?

AKP, askeri darbe rejimlerini bile kıskandıracak bu otokrasiyi inşa ederken amacı iktidarını idame ettirirken sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda emekçileri de tahakküm altına almaktı. “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen otokrasinin inşa sürecini, Kürt sorununda çözüm masasının devrilip çatışma sürecinin yeniden başlatılmasına gerekçe oluşturan 7 Haziran seçimlerinin ardından yaşananlardan ayrı düşünmek mümkün değildir.

Türkiye’de emekçi kesimlerin tahakküm altına alınması ile Kürt sorununda çatışmacı sürecin kesişmesi sadece 7 Haziran’la başlayan dönemde olmamıştır. 1980’de 12 Eylül darbesi ve 1993’te  Öcalan’ın başlattığı çözüm gayetlerinin berhava edilerek çatışmaların yeniden başladığı süreçte de bu kesişme aleni biçimde ortaya çıkmıştır.

Türkiye’de halklar arasında düşmanlık yaratan söylemler ve çatışma sürecini besleyen eylemler, Kürt halkı kadar Türkiye emekçileri üzerindeki tahakkümü de arttırmıştır. Bugün de müzakere kanallarının açılmasıyla beliren çözüm/barış umudunun sonuçsuz kalması, öncekilere benzer biçimde toplumun tümü üzerinde otoriteyi daha da arttıracak; demokrasiden, adaletten büsbütün uzaklaşılmasına neden olacaktır. Çözümü de içeren bir barış sürecinin bir kez daha sonuçsuz kalmaması ve sefaletin daha da derinleşmemesi için emekçilerin seyirci olmaktan öteye geçerek barışın toplumsallaşmasında rol üstlenmesi ve süreci sahiplenmesi gerekir!



10 Ocak 2025 Cuma

Terörsüz Türkiye(!)

                               11 Ocak 2025

Bahçeli’nin başlattığı ve DEM Parti heyetinin İmralı’yı ve diğer siyasi partileri ziyaretiyle devam eden süreçte iktidar cenahı, “Terörsüz Türkiye”yi hedeflediklerini sıkça vurguluyor. “Terörsüz Türkiye” hedefine katılmamak mümkün değil elbette. Ancak bu hedefe ulaşabilmek için önce “terör”ü tanımlamak, ardından da “terör” olarak ifade edilen durumun nedenlerini sorgulayarak bu nedenleri ortadan kaldırmak gerekiyor.

Terör ve terörizm, üzerinde hemfikir olunamayan muğlak bir kavram. En genel anlamıyla, “kişiler veya devlet dışı grupların siyasi amaçları doğrultusunda oluşturduğu şiddet kullanma tehdidi veya şiddet eylemleri” olarak tanımlanan terörizmin muğlaklığı, terörü tanımlayan kurumların içinde bulundukları koşullardan, algıladıkları tehditlerden veya siyasi bakış açılarının farklılığından kaynaklanır. Bu bağlamda şiddet kullanma tekeline sahip olan devlet aygıtını elinde bulunduranların, kendisine tehdit olarak gördüğü her ideoloji ya da eylemi “terör” olarak tanımlaması da mümkün hale gelebilir (Grev yapan işçilerin ya da eğitim sistemini eleştiren öğrencilerin terörist kabul edilmesi gibi.).

Rejimlerin ya da devlet içi güç dengelerinin değiştiği koşullarda, terörizm konusundaki muğlaklık daha da artar. Örneğin 15 Temmuz darbe girişiminde olduğu gibi devlet içindeki güçlü bir yapı bir anda terör örgütü olarak tanımlanabilir veya insan hakları ihlallerine karşı çıkıp barış talebinde bulunanlar terörle ilişkilendirilerek suçlanabilir. Ya da tersine Suriye’de olduğu gibi pek çok ülkenin terörist olarak kabul ettiği cihadist bir oluşum, mevcut rejimi devirmek için oynadığı rol nedeniyle kendisini terörist olarak tanımlayan devletler tarafından terör listesinden çıkarılarak, meşru kabul edilip itibar görebilir.

Genel tanımlamada terörist olarak kabul edilen failin “kişi ya da devlet dışı gruplar” olması gerektiği belirtilmekle beraber bunun kimi istisnaları da vardır. Sahip olduğu şiddet tekelini uluslararası hukuk sınırlarını aşarak kullanan devletler de “devlet terörizmi” kapsamında değerlendirilerek savaş suçları ya da insan hakları ihlalleri nedeniyle uluslararası mahkemelerde yargılanabilirler. Bunun en yakın örneği Gazze’de soykırım gerçekleştiren İsrail devletidir. Öte yandan iktidar sahiplerinin muhaliflerini şiddet uygulayarak baskı altına almak için doğrudan devlet organlarını kullanmak yerine kontrgerilla türü örgütlenmeleri desteklemesi de “devlet destekli terörizm” olarak tanımlanmakta ve yargılamalara konu olabilmektedir.

Terörizme ilişkin tüm bu kavram kargaşası içinde terör tanımlamasının sınırlarını belirleyecek olan, “demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerin yasalarda yer bulup bulamaması ve elbette söz konusu yasalar uygulanırken ‘hukukun üstünlüğü’ ilkesinin ne ölçüde geçerli olduğu”dur.

“Terörsüz Türkiye” için öncelikle Türkiye’de terörizmin sınırlarını belirleyecek bu koşulların var olup olmadığına bakmak gerekir. Demokrasinin, insan haklarının ve özgürlüklerin teminatı olan basın özgürlüğünün, akademik özgürlüklerin ve örgütlenme hakkının baskı altında olduğu; yasama, yürütme ve yargı erkinin tek elde toplandığı; yargı bağımsızlığının bulunmadığı otoriter bir rejimde muhalif olan her yapı, potansiyel olarak terör örgütü olarak itham edilebilir. Dolayısıyla otoriter rejim aşılıp demokrasi ve özgürlükler tümüyle yaşama geçirilmeden “Terörsüz Türkiye” hedefine ulaşılması mümkün değildir.

Kürt sorununun çözümünde müzakerenin gündemde olduğu bir süreçte “Terörsüz Türkiye”nin hedef olarak ortaya konulması, Kürt sorununun terörle ilişkilendirildiği anlamına gelmektedir. Bu durumda Kürt halkının eşit yurttaşlık çerçevesinde siyasal ve kültürel haklarının tanınması için yürüttüğü mücadelenin neden 40 yıldır sonuçlanamadığı ve onbinlerce cana mal olan bir çatışma sürecine dönüştüğüne bakmak gerekir. Evrensel hukuk kapsamında temel insan hakları norm ve standartları içinde çözülebilecek bir sorunu; birbirine düşmanlaştırdığı halkların büyük bedeller ödemesine neden olan politikaları ve bu politikaların müsebbiplerini sorgulamadan; güvenlikçi bir anlayışta ısrar ederek de yine “Terörsüz Türkiye” hedefine ulaşmak mümkün olmayacaktır.

“Terörsüz Türkiye”yi hedefleyenler bu hedeflerinde samimi ise öncelikle otokratik rejimden kurtulmalı ve demokrasinin, özgürlüklerin önü açılmalıdır. Ardından da yıllardır sürdürdürülen halklar arasında kutuplaşma yaratarak, milliyetçilik ve şovenizm üzerinden iktidarı idame ettirme anlayışına son verilmelidir. Ve nihayet Kürt halkının temel insan haklarının gereği olan talepleri karşılanmalı ve barışın toplumsallaşmasına olanak tanınmalıdır! Tüm bunların gerçekleşmesi için çaba harcamadan barıştan, çözümden, terörün son bulmasından söz etmek laf-ı güzaftır!


3 Ocak 2025 Cuma

Çözüme ‘İstemezük!’ denilebilir mi?

                                 4 Ocak 2025                                 

Halkları arasında barışı sağlayamayan otoriter rejimler, yüzbinlerce cana mal olan kıyımların, milyonların göç etmek zorunda kaldığı yerinden edişlerin, yıllarca süren iç savaşların ardından birer birer yıkılıyor. Toplumsal barışı sağlamak yerine halklar arasında kutuplaşma yaratarak varlığını sürdürmeye çalışan rejimlerin yıkıntısı altında kalan sadece diktatörler olmuyor. Yıkılan diktatörlüklerin ardından halklar arasındaki kutuplaşmayı ortadan kaldıracak demokratik rejimler kurulamıyor; aksine var olandan daha despot ve hatta Suriye’de olduğu gibi insani hiçbir değeri tanımayan -emperyalist güçlerin güdümünde- Cihatçılardan devşirme gruplar yönetime getiriliyor.

Emperyalizmin dizayn ettiği oyunun yeni piyonları olarak yönetime getirilen otokratlar, toplumsal barışı sağlamak bir tarafa din, mezhep, etnik köken üzerinden halklar arasındaki ayrışmayı daha da derinleştiriyor. Afganistan, Irak, Mısır, Lübnan, Libya, Suriye ve diğer birçok Ortadoğu ve Afrika ülkesinde karşımıza çıkan bu tablo gösteriyor ki emperyalizmin kurdurduğu otokrat rejimlere teslim olmamanın tek yolu halklar arasında barışı sağlamaktan geçiyor. Toplumsal barış sağlanmadan halklar arasında ayrımcılığa son verip eşit yurttaşlık temelinde laik, demokratik bir hukuk devleti inşa etmek mümkün değil.

Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut anayasası, toplumsal barışın en temel ilkesi olan “laik, demokratik bir hukuk devleti” olma vasfını içermekle birlikte, İttihat ve Terakki’den alınan mirasın devamı olarak ulus devletleşme sürecinden bu yana -kapitalizmin dönüşüm dinamiklerine bağlı olarak kimi değişimlere uğrasa da- “milli” olma prensibini Sünni-Türklük üzerine kurmuş; bunun dışında kalan ırk, din ve mezheplere yönelik ayrımcılığa dayanan milliyetçiliği müesses nizamın en temel ilkelerinden biri haline getirmiştir. Böylece 20. yy başlarından itibaren Misak-ı Milli sınırları içinde yer alan halklar (Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Aleviler vd) ayrımcılığa uğramış, varlıkları inkâr edilmiş ve hatta imha edilmeye çalışılmıştır.

Sünni-Türklük prensibine dayanan müesses nizamın varlığı, toplumsal barışı engellediği gibi Türkiye anayasasında yer vermesine rağmen ne laik ne demokratik ne de hukuk devleti olma vasfını tam anlamıyla yerine getirememiştir.

Bahçeli’nin 1 Ekim’de başlattığı ve DEM Parti heyetinin İmralı’daki görüşmesiyle devam eden süreç, “Devletin yüzyılı aşkın süredir müesses nizamı haline gelmiş olan prensibi değişiyor mu?” sorusunu da beraberinde getirmektedir. Bu sorunun sebebi, süreci başlatan Bahçeli’nin Sünni-Türklüğe dayanan milliyetçiliği bayrak edinmiş olan MHP’nin lideri olmasından kaynaklanmaktadır. Daha düne kadar Kürtlerin siyasal ve kültürel haklarını tanımayan, barış sözcüğünü dillendirenleri “vatan haini” olarak itham eden Bahçeli’deki bu ani değişimin ne kadar samimi olduğu konusunda tereddütler vardır. Özellikle 2012-2015 arasındaki müzakere sürecine karşı tavrı ve 7 Haziran seçimleri sonrası AKP ile ittifak kurarak iktidarı yeniden elde etmek için ülkenin “cehenneme” çevrilmesi ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adıyla kurulan otokratik rejime verdiği katkı düşünüldüğünde, bu tereddütlere hak vermemek mümkün değildir. Benzer tereddütler, elbette Erdoğan için de geçerlidir.

Ancak Suriye’de son dönemde yaşanan -yazının başında sözünü ettiğimiz- gelişmelerin de gösterdiği gibi içinde yer aldığımız coğrafyada halklar arasında yaratılan ayrımcılık ve kutuplaşma üzerinden bir egemenlik sürdürmek artık mümkün değildir. Dolayısıyla Bahçeli’nin başlattığı, Erdoğan’ın “iç cepheyi güçlendirmek” olarak ifade ettiği bu ani dönüşümün, Kürt halkının taleplerini yerine getirecek ve demokratikleşmenin önünü açacak yeni bir çözüm sürecini başlatmaktan ziyade; müesses nizam haline gelmiş olan Sünni-Türklüğe dayalı “tekçi” zihniyetle yola devam edilemeyeceğinin görülmüş olmasının bir tezahürüdür. Zaruret haline gelmiş olan “tekçi” anlayıştan dönüş için Abdullah Öcalan’ın ve DEM Parti’nin Kürt halkının temsilcisi olarak varlığı ve muhataplığı Türkiye için büyük bir olanaktır.

Bugün iktidarın sahibi olarak Erdoğan ve Bahçeli’nin bu olanağı -daha önce olduğu gibi- heba etmemesini umuyorum. Ama bu arada sürecin sadece iktidar temsilcileriyle yürütülemeyeceğini, barışın mutlaka toplumsallaştırılması gerektiğinin de altını çizmek istiyorum.

Barışın toplumsallaşması şüphesiz devlet/iktidar dışı kurumların da sürece katılımı ile olacaktır. Zira yüzyılı aşkın süredir devlet politikası olarak Sünni-Türkçülüğe dayalı milliyetçilik anlayışının yarattığı düşmanlıkların ortadan kaldırılması kolay değildir. İYİ Parti, Zafer Partisi ve benzerleri MHP’nin “halklar arasında yaratılan kutuplaşma üzerinden var olma” siyasetini vakit kaybetmeden sahiplenme yarışına girmişlerdir.

Öte yandan kendisini sosyal demokrat ve hatta solda tanımlayan kimi siyasetler ve/veya kişiler ise çözüme kategorik olarak karşı olmadıklarını belirtmekle birlikte Kürt sorununun nedenlerini sorgulamadan, kutuplaştırma siyasetinin propaganda söylemlerini ve çatışma sürecinin acılarını gündeme getirmektedir. Bu yaklaşım, -açık olarak ifade etmeseler ya da niyetleri bu olmasa da- mevcut müesses nizamı sürdürme anlamına gelmekte ve toplumsal barışın önünde engel oluşturmaktadır.

Sözün özü: Toplumsal barışı sağlayamayan otokrasilerin birer birer yıkıldığı bir dönemde başlayan süreç, Kürt sorununun çözümünün ötesinde Cumhuriyet’in varlık-yokluk meselesi haline gelmiştir. AKP/MHP otokrasisinin bu sürecin bir tarafı olması birçok haklı kaygıyı beraberinde getirmektedir. Ancak “İstemezük!” diyerek bu sürece karşı olmak, Türkiye halkları için geri dönüşü olmayacak ağır bedelleri de beraberinde getirecektir. Bu nedenle siyasi partilerin, sendikaların, tüm demokratik kitle örgütlerinin ve her bir yurttaşın laik, demokratik bir hukuk devletini inşa etmek için “temkinli bir iyimserlik” içinde bu sürece destek vermesi gerekmektedir!