17 Ocak 2025 Cuma

Emekçiler neden çözümün / barışın tarafında olmalı?

                                18 Ocak 2025

AKP/saray iktidarı, asgari ücrette yüzde 30, işçi emeklisi aylığında yüzde 15.75, memur maaşı ve memur emeklisi aylığında 11.54 artış yaparak 2025 yılının en azından ilk yarısı için emekçilerle hesabı kapattı. Buna göre Türkiye’de emekçilerin yarıya yakınının geçim ücreti olan asgari ücret 22 bin 104 TL, asgari işçi emeklisi aylığı 14 bin 469 TL olurken en düşük memur maaşı 45 bin 500 TL, en düşük memur emeklisi aylığı ise 19 bin 616 TL oldu.

İşçi, memur ve emeklilerin yeni aylıkları henüz ellerine geçmeden Büro Emekçileri Sendikası Araştırma Merkezi (BES-AR)’ın açıkladığı 2024 yılının aralık ayı verilerine göre açlık sınırı -dört kişilik bir ailenin sadece gıda harcaması- 30 bin 617 TL olurken buna kira, elektrik, su, sağlık, ulaşım, eğitim gibi temel harcamalar da eklenerek elde edilen yoksulluk sınırı ise 80 bin 940 TL oldu. Tek başına yaşayan bir kişinin yaşam maliyeti ise 41 bin 476 TL’ye ulaştı.

BES-AR’ın yaptığı bu hesaplamalara yılın ilk gününden itibaren yapılan vergi, yol ve köprü, ulaşım, akaryakıt vs zamları dahil değil. Devlet eliyle yapılan zamların en düşüğü 2025 yılında yeniden değerleme oranı olarak belirlenen yüzde 44 civarında. Kiralara yapılacak artış daha önce yüzde 60 olarak belirlenmişti. Bu arada çarşı pazardaki gıda, ilaç, giysi vb temel ihtiyaçların etiketleri ise sürekli artmaya devam ediyor.

Ocak ayı başından bu yana iğneden ipliğe gelen zamları hesaba katmasak bile Ocak ayı sonunda asgari ücretlinin eline geçecek olan para, Aralık 2024 fiyatlarıyla açlık sınırının yüzde 70’ine ancak ulaşırken, bir kişinin yaşam maliyetinin yarısına, yoksulluk sınırının ise dörtte birine ancak ulaşabiliyor. Emeklilerin durumu daha da vahim, işçi emeklilerinin önemli kısmının yaşamını sürdürmek zorunda olduğu en düşük aylık açlık sınırının yarısı, yoksulluk sınırının beşte birine denk geliyor. Memur emeklileri için de durum çok farklı değil. Memur maaşları ise yoksulluk sınırına ancak ulaşabiliyor. Bu durumda bir ailede en az dört asgari ücretli ya da altı işçi emeklisi veya iki memur eve gelir getirmiyorsa o ailenin yoksulluk sınırında bir yaşam seviyesini sağlaması bile mümkün olmuyor.

Daha kötü olan ise, sadece gıda harcamalarının bile büyük kısmını karşılayacak bir gelirden yoksun olan milyonlarca emekçi ve emekli arasından asgari ücretle çalışanların 12 ay boyunca, emekli ve memurların ise yıl ortasına kadar aynı ücretle yaşamlarını sürdürmek zorunda kalacak olması. Zira gerek Ocak ayı başındaki -yukarıda sözünü ettiğimiz- fiyat artışları ve bunun üzerine ekonominin genel gidişatını da dikkate alarak öngörebileceğimiz enflasyon artışlarıyla emekçi kesimlerin yaşam koşulları, önümüzdeki aylarda daha da kötüleşecek.

AKP/saray iktidarı, ücretleri baskılayan, emekçileri açlığa, sefalete sürükleyen ekonomi politikalarına gerekçe olarak, “ücretlerin yüksek enflasyona neden olduğu” iddiasını öne sürüyor. Oysa en kötü koşullarda günde 12-14 saat çalıştırılan emekçilerin evine götüreceği ekmeği, suyu, hastalandığında alacağı ilacı, enflasyonunun nedeni olarak görülürken şirketler kâr rekorları kırıyor; patronlar servetlerine servet katıyor.

Siyasi iktidarın vergiden muaf tuttuğu yetmez gibi halktan topladığı vergileri teşvik olarak aktardığı; işçilerin örgütlenmesini, grevini engellemek için devletin tüm şiddet gücünü kullanarak destek verdiği patronlar ise emekçilerin boğazından, sağlığından kestiği paralarla edindikleri servetle günlerini gün ediyor. Dört asgari ücretlinin, altı emeklinin, iki memurun geliriyle ancak yoksulluk seviyesine ulaşılırken lüks otomobil, lüks yat satışları rekor kırıyor. İktidarın sağladığı olanaklarla emekçinin sırtından edindikleri servetleri nereye harcayacaklarını bilemeyen patronların lüks harcama haberleri ülke sınırlarını aşıyor. Bunlardan en yakın zamanda gözümüze ilişeni, meşhur “beşli çete”nin müstesna üyelerinden Limak Holding’in sahibi Nihat Özdemir’in sipariş ettiği -93 bin 150 asgari ücrete karşılık gelen- 58 milyon dolarlık lüks jet haberi oluyor.

Bir tarafta dünyanın diline destan bir şatafat öbür tarafta emekçilerin ekmek, su, ilaç için yaptığı harcamayı enflasyona neden olarak gösterecek denli toplumdan kopmuş bir rejim… Hakkın, hukukun, demokrasinin kırıntısının bile olduğunu varsaydığımız bir ülkede, ekmeğini alınteriyle kazanan milyonlarca emekçi yaşamını, çocuklarının geleceğini bu adaletsizliğe kolayca teslim eder mi? Elbette hayır! Milyonlarca emekçiyi kendilerini sefalete sürükleyen, sınırsızca sömüren bu düzene rıza göstermeye zorlayan, devletin tüm şiddet aygıtlarını halkı sindirmek için kullanan bir rejime otokrasiden başka ne denilebilir?

AKP, askeri darbe rejimlerini bile kıskandıracak bu otokrasiyi inşa ederken amacı iktidarını idame ettirirken sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda emekçileri de tahakküm altına almaktı. “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen otokrasinin inşa sürecini, Kürt sorununda çözüm masasının devrilip çatışma sürecinin yeniden başlatılmasına gerekçe oluşturan 7 Haziran seçimlerinin ardından yaşananlardan ayrı düşünmek mümkün değildir.

Türkiye’de emekçi kesimlerin tahakküm altına alınması ile Kürt sorununda çatışmacı sürecin kesişmesi sadece 7 Haziran’la başlayan dönemde olmamıştır. 1980’de 12 Eylül darbesi ve 1993’te  Öcalan’ın başlattığı çözüm gayetlerinin berhava edilerek çatışmaların yeniden başladığı süreçte de bu kesişme aleni biçimde ortaya çıkmıştır.

Türkiye’de halklar arasında düşmanlık yaratan söylemler ve çatışma sürecini besleyen eylemler, Kürt halkı kadar Türkiye emekçileri üzerindeki tahakkümü de arttırmıştır. Bugün de müzakere kanallarının açılmasıyla beliren çözüm/barış umudunun sonuçsuz kalması, öncekilere benzer biçimde toplumun tümü üzerinde otoriteyi daha da arttıracak; demokrasiden, adaletten büsbütün uzaklaşılmasına neden olacaktır. Çözümü de içeren bir barış sürecinin bir kez daha sonuçsuz kalmaması ve sefaletin daha da derinleşmemesi için emekçilerin seyirci olmaktan öteye geçerek barışın toplumsallaşmasında rol üstlenmesi ve süreci sahiplenmesi gerekir!



10 Ocak 2025 Cuma

Terörsüz Türkiye(!)

                               11 Ocak 2025

Bahçeli’nin başlattığı ve DEM Parti heyetinin İmralı’yı ve diğer siyasi partileri ziyaretiyle devam eden süreçte iktidar cenahı, “Terörsüz Türkiye”yi hedeflediklerini sıkça vurguluyor. “Terörsüz Türkiye” hedefine katılmamak mümkün değil elbette. Ancak bu hedefe ulaşabilmek için önce “terör”ü tanımlamak, ardından da “terör” olarak ifade edilen durumun nedenlerini sorgulayarak bu nedenleri ortadan kaldırmak gerekiyor.

Terör ve terörizm, üzerinde hemfikir olunamayan muğlak bir kavram. En genel anlamıyla, “kişiler veya devlet dışı grupların siyasi amaçları doğrultusunda oluşturduğu şiddet kullanma tehdidi veya şiddet eylemleri” olarak tanımlanan terörizmin muğlaklığı, terörü tanımlayan kurumların içinde bulundukları koşullardan, algıladıkları tehditlerden veya siyasi bakış açılarının farklılığından kaynaklanır. Bu bağlamda şiddet kullanma tekeline sahip olan devlet aygıtını elinde bulunduranların, kendisine tehdit olarak gördüğü her ideoloji ya da eylemi “terör” olarak tanımlaması da mümkün hale gelebilir (Grev yapan işçilerin ya da eğitim sistemini eleştiren öğrencilerin terörist kabul edilmesi gibi.).

Rejimlerin ya da devlet içi güç dengelerinin değiştiği koşullarda, terörizm konusundaki muğlaklık daha da artar. Örneğin 15 Temmuz darbe girişiminde olduğu gibi devlet içindeki güçlü bir yapı bir anda terör örgütü olarak tanımlanabilir veya insan hakları ihlallerine karşı çıkıp barış talebinde bulunanlar terörle ilişkilendirilerek suçlanabilir. Ya da tersine Suriye’de olduğu gibi pek çok ülkenin terörist olarak kabul ettiği cihadist bir oluşum, mevcut rejimi devirmek için oynadığı rol nedeniyle kendisini terörist olarak tanımlayan devletler tarafından terör listesinden çıkarılarak, meşru kabul edilip itibar görebilir.

Genel tanımlamada terörist olarak kabul edilen failin “kişi ya da devlet dışı gruplar” olması gerektiği belirtilmekle beraber bunun kimi istisnaları da vardır. Sahip olduğu şiddet tekelini uluslararası hukuk sınırlarını aşarak kullanan devletler de “devlet terörizmi” kapsamında değerlendirilerek savaş suçları ya da insan hakları ihlalleri nedeniyle uluslararası mahkemelerde yargılanabilirler. Bunun en yakın örneği Gazze’de soykırım gerçekleştiren İsrail devletidir. Öte yandan iktidar sahiplerinin muhaliflerini şiddet uygulayarak baskı altına almak için doğrudan devlet organlarını kullanmak yerine kontrgerilla türü örgütlenmeleri desteklemesi de “devlet destekli terörizm” olarak tanımlanmakta ve yargılamalara konu olabilmektedir.

Terörizme ilişkin tüm bu kavram kargaşası içinde terör tanımlamasının sınırlarını belirleyecek olan, “demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerin yasalarda yer bulup bulamaması ve elbette söz konusu yasalar uygulanırken ‘hukukun üstünlüğü’ ilkesinin ne ölçüde geçerli olduğu”dur.

“Terörsüz Türkiye” için öncelikle Türkiye’de terörizmin sınırlarını belirleyecek bu koşulların var olup olmadığına bakmak gerekir. Demokrasinin, insan haklarının ve özgürlüklerin teminatı olan basın özgürlüğünün, akademik özgürlüklerin ve örgütlenme hakkının baskı altında olduğu; yasama, yürütme ve yargı erkinin tek elde toplandığı; yargı bağımsızlığının bulunmadığı otoriter bir rejimde muhalif olan her yapı, potansiyel olarak terör örgütü olarak itham edilebilir. Dolayısıyla otoriter rejim aşılıp demokrasi ve özgürlükler tümüyle yaşama geçirilmeden “Terörsüz Türkiye” hedefine ulaşılması mümkün değildir.

Kürt sorununun çözümünde müzakerenin gündemde olduğu bir süreçte “Terörsüz Türkiye”nin hedef olarak ortaya konulması, Kürt sorununun terörle ilişkilendirildiği anlamına gelmektedir. Bu durumda Kürt halkının eşit yurttaşlık çerçevesinde siyasal ve kültürel haklarının tanınması için yürüttüğü mücadelenin neden 40 yıldır sonuçlanamadığı ve onbinlerce cana mal olan bir çatışma sürecine dönüştüğüne bakmak gerekir. Evrensel hukuk kapsamında temel insan hakları norm ve standartları içinde çözülebilecek bir sorunu; birbirine düşmanlaştırdığı halkların büyük bedeller ödemesine neden olan politikaları ve bu politikaların müsebbiplerini sorgulamadan; güvenlikçi bir anlayışta ısrar ederek de yine “Terörsüz Türkiye” hedefine ulaşmak mümkün olmayacaktır.

“Terörsüz Türkiye”yi hedefleyenler bu hedeflerinde samimi ise öncelikle otokratik rejimden kurtulmalı ve demokrasinin, özgürlüklerin önü açılmalıdır. Ardından da yıllardır sürdürdürülen halklar arasında kutuplaşma yaratarak, milliyetçilik ve şovenizm üzerinden iktidarı idame ettirme anlayışına son verilmelidir. Ve nihayet Kürt halkının temel insan haklarının gereği olan talepleri karşılanmalı ve barışın toplumsallaşmasına olanak tanınmalıdır! Tüm bunların gerçekleşmesi için çaba harcamadan barıştan, çözümden, terörün son bulmasından söz etmek laf-ı güzaftır!


3 Ocak 2025 Cuma

Çözüme ‘İstemezük!’ denilebilir mi?

                                 4 Ocak 2025                                 

Halkları arasında barışı sağlayamayan otoriter rejimler, yüzbinlerce cana mal olan kıyımların, milyonların göç etmek zorunda kaldığı yerinden edişlerin, yıllarca süren iç savaşların ardından birer birer yıkılıyor. Toplumsal barışı sağlamak yerine halklar arasında kutuplaşma yaratarak varlığını sürdürmeye çalışan rejimlerin yıkıntısı altında kalan sadece diktatörler olmuyor. Yıkılan diktatörlüklerin ardından halklar arasındaki kutuplaşmayı ortadan kaldıracak demokratik rejimler kurulamıyor; aksine var olandan daha despot ve hatta Suriye’de olduğu gibi insani hiçbir değeri tanımayan -emperyalist güçlerin güdümünde- Cihatçılardan devşirme gruplar yönetime getiriliyor.

Emperyalizmin dizayn ettiği oyunun yeni piyonları olarak yönetime getirilen otokratlar, toplumsal barışı sağlamak bir tarafa din, mezhep, etnik köken üzerinden halklar arasındaki ayrışmayı daha da derinleştiriyor. Afganistan, Irak, Mısır, Lübnan, Libya, Suriye ve diğer birçok Ortadoğu ve Afrika ülkesinde karşımıza çıkan bu tablo gösteriyor ki emperyalizmin kurdurduğu otokrat rejimlere teslim olmamanın tek yolu halklar arasında barışı sağlamaktan geçiyor. Toplumsal barış sağlanmadan halklar arasında ayrımcılığa son verip eşit yurttaşlık temelinde laik, demokratik bir hukuk devleti inşa etmek mümkün değil.

Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut anayasası, toplumsal barışın en temel ilkesi olan “laik, demokratik bir hukuk devleti” olma vasfını içermekle birlikte, İttihat ve Terakki’den alınan mirasın devamı olarak ulus devletleşme sürecinden bu yana -kapitalizmin dönüşüm dinamiklerine bağlı olarak kimi değişimlere uğrasa da- “milli” olma prensibini Sünni-Türklük üzerine kurmuş; bunun dışında kalan ırk, din ve mezheplere yönelik ayrımcılığa dayanan milliyetçiliği müesses nizamın en temel ilkelerinden biri haline getirmiştir. Böylece 20. yy başlarından itibaren Misak-ı Milli sınırları içinde yer alan halklar (Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Aleviler vd) ayrımcılığa uğramış, varlıkları inkâr edilmiş ve hatta imha edilmeye çalışılmıştır.

Sünni-Türklük prensibine dayanan müesses nizamın varlığı, toplumsal barışı engellediği gibi Türkiye anayasasında yer vermesine rağmen ne laik ne demokratik ne de hukuk devleti olma vasfını tam anlamıyla yerine getirememiştir.

Bahçeli’nin 1 Ekim’de başlattığı ve DEM Parti heyetinin İmralı’daki görüşmesiyle devam eden süreç, “Devletin yüzyılı aşkın süredir müesses nizamı haline gelmiş olan prensibi değişiyor mu?” sorusunu da beraberinde getirmektedir. Bu sorunun sebebi, süreci başlatan Bahçeli’nin Sünni-Türklüğe dayanan milliyetçiliği bayrak edinmiş olan MHP’nin lideri olmasından kaynaklanmaktadır. Daha düne kadar Kürtlerin siyasal ve kültürel haklarını tanımayan, barış sözcüğünü dillendirenleri “vatan haini” olarak itham eden Bahçeli’deki bu ani değişimin ne kadar samimi olduğu konusunda tereddütler vardır. Özellikle 2012-2015 arasındaki müzakere sürecine karşı tavrı ve 7 Haziran seçimleri sonrası AKP ile ittifak kurarak iktidarı yeniden elde etmek için ülkenin “cehenneme” çevrilmesi ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adıyla kurulan otokratik rejime verdiği katkı düşünüldüğünde, bu tereddütlere hak vermemek mümkün değildir. Benzer tereddütler, elbette Erdoğan için de geçerlidir.

Ancak Suriye’de son dönemde yaşanan -yazının başında sözünü ettiğimiz- gelişmelerin de gösterdiği gibi içinde yer aldığımız coğrafyada halklar arasında yaratılan ayrımcılık ve kutuplaşma üzerinden bir egemenlik sürdürmek artık mümkün değildir. Dolayısıyla Bahçeli’nin başlattığı, Erdoğan’ın “iç cepheyi güçlendirmek” olarak ifade ettiği bu ani dönüşümün, Kürt halkının taleplerini yerine getirecek ve demokratikleşmenin önünü açacak yeni bir çözüm sürecini başlatmaktan ziyade; müesses nizam haline gelmiş olan Sünni-Türklüğe dayalı “tekçi” zihniyetle yola devam edilemeyeceğinin görülmüş olmasının bir tezahürüdür. Zaruret haline gelmiş olan “tekçi” anlayıştan dönüş için Abdullah Öcalan’ın ve DEM Parti’nin Kürt halkının temsilcisi olarak varlığı ve muhataplığı Türkiye için büyük bir olanaktır.

Bugün iktidarın sahibi olarak Erdoğan ve Bahçeli’nin bu olanağı -daha önce olduğu gibi- heba etmemesini umuyorum. Ama bu arada sürecin sadece iktidar temsilcileriyle yürütülemeyeceğini, barışın mutlaka toplumsallaştırılması gerektiğinin de altını çizmek istiyorum.

Barışın toplumsallaşması şüphesiz devlet/iktidar dışı kurumların da sürece katılımı ile olacaktır. Zira yüzyılı aşkın süredir devlet politikası olarak Sünni-Türkçülüğe dayalı milliyetçilik anlayışının yarattığı düşmanlıkların ortadan kaldırılması kolay değildir. İYİ Parti, Zafer Partisi ve benzerleri MHP’nin “halklar arasında yaratılan kutuplaşma üzerinden var olma” siyasetini vakit kaybetmeden sahiplenme yarışına girmişlerdir.

Öte yandan kendisini sosyal demokrat ve hatta solda tanımlayan kimi siyasetler ve/veya kişiler ise çözüme kategorik olarak karşı olmadıklarını belirtmekle birlikte Kürt sorununun nedenlerini sorgulamadan, kutuplaştırma siyasetinin propaganda söylemlerini ve çatışma sürecinin acılarını gündeme getirmektedir. Bu yaklaşım, -açık olarak ifade etmeseler ya da niyetleri bu olmasa da- mevcut müesses nizamı sürdürme anlamına gelmekte ve toplumsal barışın önünde engel oluşturmaktadır.

Sözün özü: Toplumsal barışı sağlayamayan otokrasilerin birer birer yıkıldığı bir dönemde başlayan süreç, Kürt sorununun çözümünün ötesinde Cumhuriyet’in varlık-yokluk meselesi haline gelmiştir. AKP/MHP otokrasisinin bu sürecin bir tarafı olması birçok haklı kaygıyı beraberinde getirmektedir. Ancak “İstemezük!” diyerek bu sürece karşı olmak, Türkiye halkları için geri dönüşü olmayacak ağır bedelleri de beraberinde getirecektir. Bu nedenle siyasi partilerin, sendikaların, tüm demokratik kitle örgütlerinin ve her bir yurttaşın laik, demokratik bir hukuk devletini inşa etmek için “temkinli bir iyimserlik” içinde bu sürece destek vermesi gerekmektedir!