28 Şubat 2025 Cuma

Barışa çağrı önemli, ama…

                              1 Mart 2025

Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim’de başlattığı süreç, DEM Parti heyetinin İmralı’dan getirdiği “barışa çağrı” mesajıyla yeni bir aşamaya evrildi. Açıklamayı her iki taraftan da yetersiz bulanlar, eleştirenler oldu doğal olarak. Ama kafalardaki asıl soru şuydu: Taraflar, bu sürecin amacına ulaşması ve kalıcı, demokratik bir barışın tesis edilmesi için üzerlerine düşeni, fiilen yerine getirecekler mi?

Kürt tarafının temsilcileri Öcalan’ın çağrısının arkasında duracaklarını ve üzerlerine düşeni yerine getireceklerini, -çağrı kamuoyu ile paylaşılmadan önce- ifade etmişlerdi zaten. Ancak AKP iktidarından henüz bu yönde bir sinyal gelmedi. Aksine İmralı heyetinin görüştüğü muhalefet partileri ve Kürt temsilciler barış umudunu yükseltecek açıklamalar yaparken; kayyumlar, gözaltılar, tutuklamalar yoğunlaşarak sürdü ve iktidar kanadından yapılan tüm açıklamalara, bırakın barış dilini, kibirli bir üslûp hakimdi.

Hal böyle olunca “demokrasinin, hukukun en temel ilkelerine dahi uymayan bir iktidarın barış konusundaki samimiyeti” de daha fazla sorgulanır oldu. Buna bir de 1993 ve 2015’te yaşanan benzer süreçlerde, barış umudunun acıları daha da derinleştiren çatışmalara dönüşmesi anımsandığında, akıllardaki soru işaretleri yerini şüpheye, kaygıya bıraktı.

Abdullah Öcalan tarafından kaleme alınan ve İmralı heyetinin kamuoyuyla paylaştığı metinde PKK’ye silah bırakma ve kendini feshetme çağrısı yapılırken, “hükümetten beklenen adımlar” konusuna yer verilmediği dikkatlerden kaçmadı. Toplantı sonrasında Sırrı Süreyya Önder’in “Öcalan size iletmemizi istedi” diyerek aktardığı Şüphesiz pratikte silahların bırakılması ve PKK’nin kendini feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir” notu, metinde dikkatimizi çeken eksikliğin nedenini de anlamamızı sağladı. Belli ki hükümet, barışın sağlanması için kendisinden beklenenleri ifade eden bu sözlerin metinde yer almasını istememişti. Oysa Önder’in şifahen aktarmak durumunda kaldığı bu sözler, demokratik barışın sağlanması için yerine getirilmesi gereken zaruri bir koşula işaret ettiği gibi, sürece kaygıyla bakanların birçoğunun aklında olan “Demokrasiden, hukuki alt yapıdan yoksun bir süreçten barış çıkar mı?” sorusuna da yanıt oluyordu.

Çağrı metninin paylaşılmasının ardından AKP Genel Başkanvekili Efkan Ala’nın açıklaması, “Çağrının özü silahların bırakılması ve teröörgütünün kendisini feshetmesidir. Biz sonuca bakarız” şeklinde oldu. Ala’nın “örgüt kendini feshedip, silah bıraktıktan sonra demokratikleşme, hukukun işler hale getirilmesi gibi mevzuları değerlendiririz” anlamına gelen ve hükümetin süreci yokuşa sürme niyetini ortaya koyan bu açıklama, barış sürecine ilişkin kaygıları da doğrular nitelikteydi.

Toplumsal barışın sağlanmasına yönelik kaygıların, şüphelerin odağında olan AKP için şu tespitlerde bulunabiliriz: 22 yıl önce iktidar koltuğuna otururken AKP, kimi misyonlar üstlenmiş ve bunların gereğini yerine getirmeyi taahhüt etmişti. Bunlardan biri uluslararası finans kurumları (IMF, DB gibi) ile yerli ve yabancı sermayenin talebi olan neoliberal yapısal uyum programını Türkiye’de yerleştirmekti. Diğeri ise o dönem Büyük Ortadoğu Projesi olarak adlandırılan Ortadoğu’nun -ABD’nin belirlediği çerçeve doğrultusunda- yeniden yapılanmasında etkin rol almasıydı. AKP bu iki misyonu -kimi ufak tefek sapmalar olduysa da- önemli ölçüde yerine getirdi ve bu sayede 22 yıldır iktidarını korumayı başardı.

Ancak AKP’nin uyguladığı neoliberal politikaların yarattığı tahribatın 2010’ların başlarından itibaren geniş halk kesimlerince hissedilmeye başlaması toplumsal tepkileri de beraberinde getirdi. Önce TEKEL direnişi (2010) ardından da Gezi direnişi (2013) hükümeti sarsan eylemler oldu. 7 Haziran 2015 seçimlerinde ise AKP, toplumsal desteğini tek başına iktidarı kuramayacak ölçüde kaybetti.

İktidarı bırakmak istemeyen AKP, 2013 Newroz’unda Öcalan’ın çağrısıyla kurulan çözüm masasını devirmesinin ardından yaratılan şiddet ortamında zora, korkuya dayanarak, 1 Kasım’da yapılan seçimlerde iktidarını yeniden tahkim etti.

Ancak toplumsal meşruiyeti sorgulanır olan AKP’nin demokrasinin ve hukukun gereklerinin asgari ölçüde uygulandığı koşullarda bile iktidarını sürdürmesi olanaksız hale gelmişti. 15 Temmuz darbe girişimi, otoriter bir rejimin inşa edilebilmesi için olanak yarattı. Bu olanağı iyi değerlendiren AKP, OHAL şartlarında gerçekleşen anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen bir otoriter rejimi kurmuş oldu.

Yasama-yürütme-yargının tek elde toplandığı, basın özgürlüğü, akademik özgürlükler ve örgütlenme özgürlüğü başta olmak üzere tüm hak ve özgürlüklerin kullanılamaz hale geldiği bu yeni rejim, AKP’nin iktidarını daim kılmak için gerekiyordu. Ama otoriter rejim aynı zamanda, AKP’nin misyon edindiği neoliberal politikalar uygulanırken toplumu baskı altında tutmak için de gerekliydi. Bu nedenle AKP iktidarı otoriterleşirken uluslararası kuruluşlar ile yerli ve yabancı sermayenin desteğini almaya devam etti.

Toplumsal meşruiyetini otoriterlikle sağlamaya çalışan iktidar, özellikle Kürtlere yönelik düşmanlaştıran bir dil üzerinden milliyetçiliği körükledi. Kürtlere yönelik hasmane tutum Türkiye topraklarıyla da sınırlı kalmadı; Kuzey Suriye’de Kürt bölgeleri, askeri operasyon alanları haline getirildi. Ancak son dönemde özellikle Suriye ve Filistin’de yaşanan gelişmelerin ardından Ortadoğu’nun yeniden yapılanmasına ilişkin değişen dengeler, Türkiye’nin Kürtlerle barışını zorunlu hale getirdi.

Bugün AKP, iktidara gelirken Ortadoğu’da üstlendiği misyonun gereği olarak Kürtlerle barış masasına oturmak zorunda kalırken aynı zamanda diğer misyonu olan neoliberal politikaları uygulayabilmek için otoriterliğini sürdürmek durumundadır. Kaldı ki otoriterlikten vazgeçerek asgari düzeyde de olsa demokrasinin, hukukun geçerli olduğu bir düzende iktidarı koruyamayacağının da farkındadır. İşte bu nedenle bir taraftan barışa yönelik adımlar atmak mecburiyetinde kalırken diğer taraftan demokrasi ve hukuk düzenine geçmeyi reddetmek ya da bu süreci yokuşa sürmek gibi çelişkili bir durumla karşı karşıyadır.

Sözün özü: AKP iktidarı, özellikle uluslararası konjonktürel nedenlerle -kerhen de olsa- bir barış sürecinin kapısını aralamak zorunda kalmıştır. Bu sürecin sonuca ulaşarak halklar arasında kalıcı, demokratik bir barışın tesis edilmesi, sadece AKP’den -ya da bir başka muktedirden- beklenemez. Zira toplumsal barışı, devletler ya da örgütlerden önce halkların -tüm kaygılarını bir tarafa bırakarak- sahiplenmesi gerekir. Bu bağlamda Öcalan’ın 27 Şubat’ta kamuoyu ile paylaşılan çağrısı, barış için atılmış son derece önemli bir adım olmakla beraber, bu adım ancak halklar barışı ve demokrasiyi sahiplendiği ve mücadeleyi sürdürdüğü ölçüde amacına ulaşacaktır!



21 Şubat 2025 Cuma

BİRTEK SEN, TÜSİAD ve ‘Yeni Türkiye’de demokratikleşme özlemi…

                                   22 Şubat 2025

TÜSİAD’ın 13 Şubat’ta gerçekleştirdiği genel kurulda demokrasinin, hukukun gereklerini yerine getirmediği için hükümetin eleştirildiği saatlerde; Antep’te Başpınar Organize Sanayi Bölgesi’nde işçilerin düşük ücret ve çalışma koşullarına karşı gerçekleştirdiği grev ve direniş, -patronların isteği üzerine- Valilik tarafından engelleniyordu. Polis ve jandarma işçilerin direniş çadırlarını sökerken, grevdeki işçiler işbaşı yapmaya zorlanıyor, işçilerin örgütlü olduğu BİRTEK SEN’in başkanı Mehmet Türkmen gözaltına alınıyordu.

13 Şubat’ı izleyen günlerde her türlü baskıya, engellemeye rağmen işçiler, sendikalarıyla birlikte mücadelede kararlı olduğunu gösterdi. İşçilerin direncinin kırılamayacağının anlaşılmasından olsa gerek, Mehmet Türkmen tamamen yasal çerçeve içinde yürüttüğü sendikacılık faaliyetleri nedeniyle tutukladı. Aynı günlerde hükümetten TÜSİAD’a yönelik tepkilerin dozu yükselmeye başladı ve hükümete yönelik eleştirileri dillendiren TÜSİAD Başkanı Orhan Turan ve Yüksek İstişare Konseyi (YİK) Başkanı Ömer Aras hakkında soruşturma başlatıldı. Geçtiğimiz Çarşamba günü partisinin meclis grup toplantısında konuşan Erdoğan’ın “Yeni Türkiye’de haddinizi bileceksiniz!” çıkışının hemen ardından da haklarında soruşturma açılan TÜSİAD temsilcileri polis eşliğinde ifadeye götürüldü ve yurtdışına çıkış yasağı konularak serbest bırakıldı.

Geçtiğimiz bir haftada yaşananlar, demokrasi özlemi duyanlara bunun nasıl olacağı konusunda önemli ipuçları veriyor.

Her şeyden önce Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC)’un Küresel Hak İhlalleri Raporu’nda yıllardır dünyada sendikal hak ihlallerinin en kötü olduğu 10 ülke içinde yer alan Türkiye’de -doğru araç ve yöntemler kullanıldığında- işçilerin, patronlar ve hükümette korku yaratacak bir mücadeleyi ortaya koyabildikleri görülmüş oldu. Hem de bu mücadeleyi ortaya koyan, plazalarda büroları olan, yöneticilerinin yüzbinlerce lira aylık aldığı, lüks otomobillere bindiği sendikalar değildi. Bu mücadeleyi örgütleyen BİRTEK SEN, patronların ve hükümetin baskılarıyla örgütlenmesi engellendiği için üye sayısı -resmi rakamlara göre- bin işçiyi bile bulmayan (Başpınar direnişine katılan işçi sayısı bile 3 bini geçiyordu), dolayısıyla aidat gelirleri son derece düşük olan bir sendikaydı.

Kasası dolu sendikalar, bürokrasi batağına öyle batmışlardı ki üyeleri için açlık sınırını reva gören toplu sözleşmelere imza atmaktan yüzleri kızarmıyor, yöneticileri koltuklarını riske atmamak için işçinin mücadele direncini kırmaktan geri durmuyordu. Tabela sendikası olmaktan öteye gidemeyen bu yapılar bırakın BİRTEK SEN’le dayanışma içinde olmayı, -kendi sefilliklerini görünür kıldığından olsa gerek- onun uğradığı baskı ve haksızlıklara tepki bile göstermediler.

Geçtiğimiz hafta yaşananların üzerinde düşünülmeyi hak eden bir konu da patron örgütü TÜSİAD’ın, 22 yıllık iktidarında sermayenin temsilciliğini yapmış olan AKP hükümetini demokrasinin yoksunluğu ve hukuk tanımazlığı nedeniyle eleştirmesiydi. Hükümete yönelik eleştiriler haklı olmakla birlikte şunu anımsatmak gerekiyor ki “bir toplumda demokrasi, hak, hukuk gibi değerler, toplumsal ilişkilerin belirlendiği, -alt yapı olarak da tarif edebileceğimiz- üretim sürecinde oluşur ve toplumun diğer alanlarına -üst yapıya- (hukuk, siyaset, eğitim vs) yansır.” Dolayısıyla patronlar eğer demokrasinin olmamasından ve hukuksuzluklardan yakınacaklarsa önce kendi işyerlerinde çalıştırdıkları emekçilerin hakkını, hukukunu ihlal etmeye son vermeleri gerekir!

TÜSİAD kurulduğu 1971 yılından bu yana Türkiye’de siyasetin belirlenmesinde etkin bir rol oynamıştır, ki bu rol demokrasinin gelişmesi, hukukun üstünlüğünün geçerli olması için değil, tam tersine neoliberal düzeni egemen kılarak emek ve doğa sömürüsünü arttırmak için olmuştur. Bu süreçte işçi sınıfını ve toplumsal muhalefeti ezmeyi amaçlayan 12 Eylül darbesini ve darbecilerin getirdiği anti demokratik hukuk düzenini desteklemişlerdir. 12 Eylül’ün ardından 28 Şubat darbesi de 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL de TÜSİAD tarafından desteklenmiştir.

AKP hükümeti ile arasının açıldığı kimi zamanlarda TÜSİAD’ın demokrasi, hukuk, özgürlük gibi kavramlar üzerine yaptığı eleştiriler toplumda heyecan uyandırsa da TÜSİAD’ın burada kastettiği düşünce ve ifade özgürlüğü, sendikal hak ve özgürlükler ya da toplumun geniş kesimlerini ilgilendiren sosyal haklar değildir. TÜSİAD’ın eksik bulduğu için eleştirdiği ya da geliştirilmesini istediği şey, “girişimcilik özgürlüğü ve mülkiyet hakkı”ndan ibarettir ve bunlar toplumun beklentileriyle çelişen haklardır (Örneğin örgütlenme özgürlüğünün engellenmesinin ve grev yasaklarının en önemli gerekçesi, girişimcilik ve mülkiyet hakkının ihlalidir.). Hak ve özgürlükler arasındaki çelişkiler nedeniyle Türkiye giderek otoriterleşirken, eli kolu bağlanan emekçiler sosyal haklarını kaybederek açlığa, yoksulluğa sürüklenmiş, her ay ortalama 150 işçi iş cinayetlerinde can verirken, talepleri her seferinde karşılanan TÜSİAD, yeniden sessizliğe bürünmüştür.

Temsilcileri hakkında soruşturmalar açılan, polislerin arasında ifadeye götürülen TÜSİAD ile AKP arasındaki son çekişmenin de öncekilerden pek farkı yoktur. Maliye Bakanı Şimşek’in adıyla anılan ekonomik program, AKP’nin kadim destekçisi olan Anadolu sermayesi ile uluslararası sermayeye eklemlenenleri temsil eden TÜSİAD arasında çıkar çatışmasına neden olmuştur. IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kurumların belirleyici olduğu Şimşek programına karşı Erdoğan, kadim destekçilerini savunmak durumunda kalmış, TÜSİAD da sesini yükselterek, hükümetin içine de yansıdığı anlaşılan sermaye grupları arası gerilimde baskı gücünü ortaya koymak istemiştir. Erdoğan’ın had bildiren sert açıklamasına ve işin içine yargının da girmiş olmasına rağmen yaşanan gerilimin daha fazla derinleşmeden bir uzlaşma ile sonuçlanması ve TÜSİAD’ın her zamanki sessizliğine yeniden bürünmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

Sözün özü, Türkiye’nin demokratikleşmesinin, bir hukuk devleti haline gelmesinin özlemi içinde olanların üretim sürecinde anti demokratik uygulamalarla, hukuksuzluklarla mücadele eden, bunun için üretimden gelen gücünü kullanmaktan çekinmeyen BİRTEK SEN gibi işçi örgütleri ile Mehmet Türkmen gibi işçi önderlerinin çabalarını görmezden gelirken, emeği daha fazla sömürmek için işçilerine her türlü haksızlığı, hukuksuzluğu yapan; üstelik haddimizi bilmemiz istenen “Yeni Türkiye”nin otoriterleşme sürecinde önemli rolü bulunan TÜSİAD’dan demokrasi, hukuk, özgürlük beklemenin akla, mantığa sığar bir yanı yoktur!


14 Şubat 2025 Cuma

Barış ve demokrasi için siyasi ve ekonomi şiddete karşı olmak…

                                 15 Şubat 2025

Devletin tüm yönetim erkini (yasama, yürütme, yargı) tek elde toplayan, basın özgürlüğü, akademik özgürlükler ve örgütlenme özgürlüğünü ortadan kaldıran muktedir, hem belediyelere kayyum atayarak halkın iradesini tanımıyor hem de keyfi soruşturmalar, gözaltılar, tutuklamalarla hukukun en temel ilkelerini yok sayıyor. Muktedirin halk iradesini ve hukuku tanımayan tavrının sonuçları sadece siyasal hakların engellenmesiyle sınırlı kalmıyor, ekonomik ve sosyal kazanımları da kullanılamaz hale getiriyor. 


Bunun son örneği Antep'te Başpınar Organize Sanayi Bölgesi (OSB)’de yaşandı. OSB’de yer alan 8 ayrı fabrikada 3 binden fazla işçinin düşük ücret ve kötü çalışma koşullarına karşı -yasalar çerçevesinde- gerçekleştirdiği grev ve direnişi engellemek için Antep Valiliği neredeyse OHAL ilan etti. Direnişteki işçilerin çadırları polis ve jandarma tarafından basıldı, çadırlar söküldü, işçiler zorla dağıtıldı, fabrika önüne barikat kurularak işçilerin toplanması engellendi. Bununla da kalınmadı, grev yasaklanarak işçiler, işbaşı yapmaya zorlandı. İşçilerin örgütlü olduğu BİRTEK SEN’in yapmak istediği basın açıklamasına da yine valilik tarafından müdahale edildi. 


Siyasi iktidar sadece hakkını arayan işçilerin eylemlerinde değil, çevre talanına karşı çıkan, yaşam biçimine müdahaleye itiraz eden herkese karşı devletin baskı ve şiddet aygıtlarını sıkça kullanıyor. Devletin baskı ve şiddetine maruz kalmak için mutlaka bir eylem/direniş de gerekmiyor. Dahası baskı ve şiddet sadece devletin baskı aygıtları olarak bilinen kolluk gücü ya da yargı eliyle de yapılmıyor. Toplumun geniş kesimleri için baskının, şiddetin en ağırı ekonomik yollarla gerekleştiriliyor! AKP’nin uyguladığı ekonomik programın toplumda yaratacağı ekonomik ve sosyal tahribatı, gerçekleri çarpıtarak gizlemek ve meşrulaştırmak için kamu kurumlarının hemen hemen tümü kullanıyor. Ekonomik şiddetin aracı olan kurumların başında ise TÜİK ve Merkez Bankası (MB) geliyor.


Asgari ücret, kamu çalışanlarının ücretleri ile emekli aylıklarının belirlenmesinde dikkate alınan TÜİK’in -başta enflasyon olmak üzere- gerçekle örtüşmeyen verileri emekçilerin, emeklilerin enflasyon karşısındaki reel kayıplarının üzerini örterek, hükümetin gelir eşitsizliğini arttıran ve yoksulluğu derinleştiren politikalarını meşrulaştırmış oluyor. 


2025 yılı için ücretlerin belirlenmesinde “hedef enflasyon”un esas alınmasına yönelik kararın ardından MB de üzerinden daha bir ay bile geçmeden revize etmek zorunda kaldığı 2025 yılı enflasyon öngörüsü ile TÜİK gibi ücretlerin enflasyon altında ezilmesine, gelir eşitsizliğinin artmasına ve yoksulluğun derinleşmesine aracılık ediyor.


                        * * *


Patronlar kulübü TÜSİAD’ın geçtiğimiz hafta yaptığı genel kurulda hükümetin kayyum uygulamaları, hukuksuz sorgulama ve tutuklamaları eleştirildi. Kamuoyunda ses getiren bu eleştiriler karşısında AKP temsilcileri TÜSİAD’ı adeta topa tuttu. 


TÜSİAD’ın demokrasi ve hukuku temel alan eleştirilerine katılmamak mümkün değil. Ancak şunu unutmamak gerekiyor ki, TÜSİAD sermaye sınıfını temsil eden bir örgüttür ve değerlendirmelerini kendi sınıf çıkarları doğrultusunda yapar. Bu bağlamda çıkarları çerçevesinde siyasal hak ihlallerine tepki gösterirken halkın çok önemli bir kısmını açlığa, yoksulluğa iten beslenme, barınma gibi en temel ihtiyaçlarını bile karşılamaktan yoksun bıraktığı için “ekonomik şiddet” olarak tanımlayabileceğimiz politikalara karşı herhangi bir eleştiride bulunmaz. Bu nedenle Antep’te ve yurdun birçok yerinde işçilerin hakları için yürüttükleri mücadelelere yönelik olarak devletin uyguladığı baskı ve şiddet de TÜİK ve MB’nin neden olduğu ekonomik şiddet de TÜSİAD’ın tepkisine mahzar olamaz!    


Oysa siyasi şiddetle ekonomik şiddeti birbirinden ayırmak mümkün değildir. Devletin halkın geniş kesimlerine uyguladığı şiddetin siyasi mi ekonomik mi olduğu ya da şiddet aracı olarak yargının mı kolluk gücünün mü veya  TÜİK, MB gibi kurumların mı kullanıldığından bağımsız olarak siyasi, ekonomik ve sosyal hakların yok sayılması, yurttaşlık kavramının da içini boşaltır. Bu durumda demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, eşit yurttaşlık gibi değerler de anlamını yitirir. 


Bu nedenle demokrasi, insan hakları, adalet, eşit yuttaşlık ve tüm bunlar olmadan erişemeyecek olan toplumsal barış, ancak ekonomik ve siyasi şiddetin her ikisine birlikte karşı çıkarak savunulabilir. Dolayısıyla demokrasi ve barış, patron örgütlerinden önce işçi sınıfının, emekçi halkın sahip çıkması gereken değerlerdir.  


7 Şubat 2025 Cuma

UİS (2025-2028): Karnını doyuramayan emekçinin ekonomi politiği

                                8 Şubat 2025

2025-2028 yılları için hazırlanan Ulusal İstihdam Stratejisi (UİS) Erdoğan’ın da katıldığı bir toplantıyla tanıtıldı. 2008’de krizin ardından AKP iktidarı, “işsizliği önlemek” adı altında işgücü piyasalarını neoliberal istihdam politikaları çerçevesinde yeniden yapılandırmaya yönelik birtakım düzenlemeler yapmış, 2014 yılında da 2014-2023 yıllarını kapsayan Ulusal İstihdam Strateji belgesinin ilkini yayımlamıştı. On yıllık dönem için hazırlanan ilk strateji belgesinden farklı olarak tanıtımı yapılan yeni UİS, üç yıllık bir dönemi kapsamakla birlikte amacı ve içeriği bakımından önceki UİS’ten ve istihdam politikalarını içeren -değişik adlarla yayımlanan- diğer paketlerden pek de farklı değil.

2025-2028 için hazırlanan UİS’in gerekçesi ve amacı şu şekilde ifade edilmiş: “Türkiye işgücü piyasasında insana yakışır işleri yaygınlaştırırken, aynı zamanda ekonominin rekabet gücünü ve toplumsal refahı artırmak için planlı, koordineli ve motivasyonu yüksek bir çalışmanın yürütülmesi zorunludur. Bu çerçevede hazırlanan 2025-2028 Ulusal İstihdam Stratejisi, bir yandan işlerin geleceğini gözeten ve istihdamı destekleyen ileriye dönük politikalar geliştirirken, diğer yandan işgücü piyasalarımızdaki yapısal sorunları çözerek istihdam oranını yükseltmeyi amaçlamaktadır.”

Dikkatle okunduğunda anlaşılacağı gibi, neoliberal politikaların toplumsal tahribatını gizlemek için kullanılan tüm metinlerdeki “çelişkili ve aldatıcı ifadeler” bu metinde de yer alıyor. Bunların başında ise “ekonominin rekabet gücünün arttırılması ile insana yakışır işlerin yaygınlaşması ve toplumsal refahın artması”nın bir arada amaçlanması geliyor.

İhracata yönelik üretim ve buna bağlı olarak rekabet gücünün arttırılması, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in adıyla anılan ekonomik programı da şekillendiren temel hedeflerin başında yer alıyor. Ancak Türkiye gibi toplam ihracatı içinde teknolojik ürünlerin payı yüzde 4’e bile ulaşmayan (Türkiye’nin de içinde yer aldığı gelişmekte olan ekonomilerde bu oran yüzde 19 civarındadır.), emek yoğun üretimin ağırlıkta olduğu bir ekonominin rekabet gücünün arttırılması için “emek maliyetini düşürmek” başta olmak üzere yatırımcılara sağlanacak avantajlara (ucuz hammadde, vergi muafiyeti, teşvik, arazi tahsisi vb) bel bağlanıyor.

Emek maliyetinin düşürülmesi; esnek, güvencesiz, örgütsüz ve düşük ücretle istihdama dayalı bir çalışma rejiminin sağlanmasını gerektiriyor. AKP’nin iktidarı boyunca uyguladığı neoliberal istihdam stratejisinin neden olduğu “iş ve sosyal güvencenin bulunmadığı, ücretlerin açık sınırının altında belirlendiği, örgütlenme ve grev hakkının engellendiği, çalışma saatlerinin 12-14 saati aştığı, iş cinayetlerinde dünyada ilk sıralarda yer alınan bir çalışma rejimi” yaratıldı zaten. UİS 2025-2028 ile bu çalışma rejiminin tüm işgücü piyasasına yaygınlaşması amaçlanıyor.

Emeğin sınırsız sömürüsünün hedeflendiği bir programda “insana yakışır iş”ten söz etmenin hiçbir inandırıcılığı yoktur! Öte yandan nüfusun önemli bir kısmının insanlık dışı koşullarda çalışmak ve yaşamak zorunda olduğu, bunun yanı sıra yatırımcılara aktarılacak teşvik ve vergi muafiyetlerinin toplumun üzerine yıkılan vergilerle karşılandığı, sağlık ve eğitim başta olmak üzere kamu hizmetlerinin piyasa koşullarında fiyatlandırılarak halktan tahsil edildiği bir ekonomide “toplumsal refahın arttırılması”ndan söz etmek de ancak edep yoksunluğuyla açıklanabilir.

Erdoğan’ın yeni UİS’in tanıtım toplantısında yaptığı konuşmaki kimi sözleri en az strateji belgesindeki ifadeler kadar gerçeklikten uzak ve ironiktir. Erdoğan’ın gençlere çalışmanın nimetlerinden ve zaruretinden söz ederken verdiği veciz örneklerden günümüz koşullarında en ironik olanı sanırım “Emek olmadan yemek olmaz.” atasözüdür. Bu söz son derece ironiktir zira zatıalilerinin iktidarı sayesinde asgari ücretliler, yarı zamanlı çalışanlar, stajyerler ve emekliler açlık sınırının altında bir ücrete mahkum edilerek beslenme, barınma gibi ihtiyaçlarını bile

Erdoğan’ın diğer bir ironik ifadesi de çalışmayı adeta kutsarken”bilgi, tecrübe ve iş ahlakı”nın da bu süreçte esaslı bir yer teşkil ettiğini vurgulamasıdır. Kamuda iltimasın ayyuka çıktığı, AKP/MHP ile cemaat ve tarikatları arkasına almayanların sahip olduğu bilgi ve tecrübe ne olursa olsun işe alınmadığı, bu nedenle binlerce gencin yaşamını sürdürebilmek için yurtdışına gitmek zorunda kaldığı, sınavda yüksek puan almalarına rağmen mülakatta elenen kimi gençlerin geleceksizlik kaygısıyla canına kıydığı, torpilli liyakatsizler tarafından verilen hizmetlerin ise son derece niteliksiz olduğu koşullarda “bilgi ve tecrübe” gibi kavramlardan söz edecek son kişilerin bu iktidarın sahipleri olması gerekmez mi? İş ahlakı konusunda da emekçileri ahlaksızca sömüren patronlar karşısında, emekçilerden iş ahlakı beklemenin ne kadar ahlaki olduğunu da ayrıca sorgulamak yerinde olur sanırım.

Neoliberal devlet için sermaye kesiminin taleplerini karşılamak, toplumun geniş kesimlerinin refahı ve ihtiyaçlarını gözetmekten daha önceliklidir. AKP iktidarı, UİS 2025-2028 ile Şimşek programına da paralel olarak, neoliberal devletin temel görevlerinden olan yatırım iklimini oluşturmak için -işsizliği tehdit olarak kullanarak- emekçilerin esnek, güvencesiz, örgütsüz ve düşük ücretle çalışmaya rıza göstereceği bir çalışma rejimini yaygınlaştırmayı ve kalıcı hale getirmeyi hedeflemektedir. Bunu yaparken de her zaman olduğu gibi gerçekleri çarpıtarak, son derece aldatıcı söz oyunlarıyla emekçilerden gelmesi muhtemel tepkileri önlemenin gayreti içindedir. Emekçiler “özne” oldukları bilinciyle hareket ederek kendilerini nesneleştirenlere karşı çıkmadıkça; sendikaların, akademinin ve muhalefetin umursamaz tavrı devam ettikçe AKP’nin bu gayretinin amacına bir kez daha ulaşması ve daha fazla emekçinin yemeksiz (aç) kalması kaçınılmaz olacaktır!