18 Mart 2011 Cuma

İnsanlığın Nükleer Santrallerle (ya da Kapitalizmle) İmtihanı

18/03/2011

ÖZGÜRCE



Arap ülkelerindeki halk isyanlarının domino etkisinden söz ederken Japonya’da doğanın isyanını karşımızda bulduk…

Önce büyük bir deprem ardından tsunami onun ardından da nükleer felaket…

Ve korku filmlerini andıran bu üçleme ardından da Japon insanının kabusa dönen yaşamı…

Oysa Japonya için tüm bu hikaye başlarken beklentiler ne kadar da farklıydı…

Japon halkı 1945 yılının Ağustosunda bugünküne benzer bir felaketle karşılaşmıştı. Ancak o zaman felaketin kaynağı doğa değil, ABD’ydi. Hiroşima ve Nagazaki’ye iki atom bombası atan ABD, 100 binden fazla insanı öldürmüş, yüz binlerce insanın da sakat kalmasına neden olmuştu.

Japonya, kapitalist sistem içinde büyümek, zenginleşmek ve kendisini tüm dünyaya kabul ettirmek amacıyla -yaşadığı felaketin nedeni olan ABD’nin de yönlendirmesiyle- yeni bir üretim sisteminin geliştirilmesine ev sahipliği yaptı. Daha sonra yalın üretim veya Japon üretim modeli denilen bu sistemde amaç en düşük maliyetle en yüksek verimliliğin sağlanmasıydı. Japon işçisinin olağanüstü fedakarlığı ve çalışkanlığı sayesinde emeğin en üst düzeyde sömürüsüne dayanan bu sistem başarıya ulaştı. Japon mucizesi olarak adlandırılan bu sistemle üretilen ürünler piyasada üstünlük sağlarken, Japon ekonomisi de hızla büyümeye başladı. Emeğin ve doğanın daha fazla sömürüsüne dayanan Japon üretim modeli, 1970’lerde krize giren kapitalizm için bir kurtarıcı olarak görüldü ve tüm dünyada uygulanmaya başladı.

Japonya, II. Dünya Savaşı’nda aldığı yenilginin de vermiş olduğu hırsla kapitalist ekonomide üstün olma yarışında dünyanın ikinci büyük ekonomisi olacak kadar önemli başarı elde etti. Ancak emeğin ve doğanın sömürüsüne dayanan bu başarı, 1990’lı yıllardan sonra yaşanan krizlerle birlikte sekteye uğradı. Böylece Japon mucizesini gerçekleştiren Japon emekçiler işsizleşmeye, iş ve sosyal güvencelerini kaybetmeye ve yoksullaşmaya başladı. Japonya işçi sınıfının mücadeleci bir örgütlenmeden yoksun olması tüm bu koşullar karşısında ortaya çıkması gereken tepkiyi engelledi.

Kendisine yönelik sömürü karşısında doğa, Japon emekçisi kadar suskun kalmadı…

Bilindiği gibi Japonya, fay hatlarının en yoğun olduğu ve deprem riskinin en yüksek olduğu ülkedir. Ancak Japonya, kapitalist ekonominin kurallarına uygun biçimde rekabette öne çıkayım derken sadece emek sömürüsü üzerinden maliyetleri düşürme yoluna gitmemiş, üretim için gerekli olan enerjiyi de en düşük maliyetle elde etmeye çalışmıştır. Bu bağlamda Japonya, sahip olduğu teknolojiye güvenerek adeta doğaya meydan okumuş ve zaten her biçimde doğa ve insan için tehdit oluşturan nükleer enerji santrallerini kurmuştur. Ve işte doğa, daha fazla kâr, daha fazla zenginlik hırsıyla kendisine meydan okuyan Japonya’nın son 60 yılda gerçekleştirdiği “mucize”yi birkaç gün içinde silip atmıştır. Bugün deprem ve tsunamiden ölen on binlerce kişi yanında milyonlarca Japon ve Japonya’ya komşu ülke insanı nükleer santralin yaydığı radyasyon nedeniyle ölüm tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Japonya’nın kapitalizmin kurallarına uymak çabasıyla yaşadığı acıların daha da derinleştiği bugünlerde Türkiye Hükümeti, inatla nükleer enerji santrali kurma programını sürdürmektedir. Bu inadın gerekçesi çok tanıdıktır. Nükleer santrallerle daha ucuza elektrik sağlanarak maliyetler düşürülecek ve böylece kârlar artabilecektir. Yani Mersin Akkuyu’da ve Sinop’ta yapılması planlanan nükleer santrallerle on milyonlarca insanın yaşamının tehlikeye atılmasının tek gerekçesi daha fazla, çok daha fazla kâr hırsıdır…

Şimdi merak edilen şudur: Milyonlarca insan, bir grup sermayedarın daha fazla kâr etmeleri uğruna kendilerinin ve gelecek nesillerinin yaşamının tehlikeye atılmasına karşı mı çıkacaktır yoksa Japonlar gibi sessiz kalacak ve sıranın kendilerine gelmesini mi bekleyecektir?

Sinop ve Akkuyu’da santral kurulmasına karşı özellikle bu yörede yaşayanların yürüttükleri mücadeleler varıdır. Ancak bu son derece yetersizdir. Türkiye’nin her neresinde olursa olsun nükleer santrallere karşı topyekün mücadele yürütmek gerekir. Bu arada emek sömürüsünün de doğa sömürüsünün de kaynağının kapitalizm olduğu da unutulmamalıdır. Bu nedenle emek mücadelesinin de doğa mücadelesinin de hedefi kapitalizm olmalı ve mücadele bu hedefte birleştirilmelidir. Bu bağlamda emek mücadelesinin içerisinde bulunan herkes ve her örgüt (sendikalar, meslek odaları, siyasi partiler vs) başta nükleer santraller ve HES’ler olmak üzere doğaya yönelik sömürüye karşı mücadele içerisinde de yer almalıdır.

Sözün özü: Üretimi insan ihtiyaçlarını karşılama amacından çıkartıp kârın kaynağı haline getiren kapitalizm, emeği de doğayı da sömürmekte ve bunu yaparken Japonya’da olduğu gibi hızla insanlığın sonunu da hazırlamaktadır. Dolayısıyla kapitalizmle mücadele artık insanlığın var olma mücadelesi haline gelmiştir. Bu mücadelenin sonucunda ya insanlık kazanacaktır ya da -yerküreyle birlikte- insanlık kaybedecektir…

Hiç yorum yok: