ÖZGÜRCE
28/09/2012
Türkiye’de örgütlü olmak zor iştir. Özellikle 12 Eylül darbesi sonrasında egemen sisteme muhalif tüm örgütlenmeler (Ki buna anayasal kurum olan sendikalar ve siyasi partiler de dahildir) terör örgütü olarak gösterilmiştir. Bu şekilde sermaye ve çıkarları sermaye ile ortak olan azınlık dışındaki geniş toplum kesimleri apolitikleştirilmeye ve böylece toplumsal muhalefet ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. 1980’li yıllarda toplum üzerinde kurulan baskılar örgütlenmeyi ve muhalefeti engellemeyi başarmıştır. Böylece emekçilerin birçok hakkı gasbedilerek Türkiye’nin küresel rekabet içinde ucuz emek alanı haline gelmesi yönünde önemli bir yol katedilmiştir.
Türkiye sınıf mücadeleleri tarihine, 1989 Bahar Eylemleri olarak geçen süreçte emekçi kesimler ekonomik ve siyasal haklarına yönelen tüm baskılara karşı mücadeleye girişmiştir. Bu mücadelenin bir ayağı işçiler diğer bir ayağı da kamu emekçi hareketidir. Kamu emekçileri yasal düzenlemeler olmamasına karşın “fiili ve meşru mücadele” düşüncesiyle 1995 yılında KESK çatısı altında birleşen bir örgütlenme sürecini başlatmışlardır. 1990’lı yılların ilk yarısında yaşanan siyasal ve ekonomik gelişmeler, işçi sendikalarını mücadeleden uzaklaştırırken, kamu emekçi hareketi toplumsal mücadelenin öncüsü durumuna gelmiştir. Yine 1990’lı yıllarda Kürt sorununun çözümsüzlüğü ve sıcak çatışma ortamı içinde tüm baskılara rağmen kamu emekçi hareketinin oluşturduğu KESK çatısı altında Kürt ve Türk emekçileri bir arada mücadeleye devam etmiştir.
2001 krizi ardından Kemal Derviş’in başlattığı ve 2003 yılından itibaren AKP tarafından etkili biçimde uygulanan neoliberal yapısal uyum programı ile emekçilerin haklarına yönelik saldırılar artmıştır. Bu çerçevede emekçiler için esneklik, güvencesizlik, işsizlik hızla artarken; eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi haklar da ortadan kaldırılmaya başlamıştır. KESK, tüm baskılara rağmen bu saldırılara karşı mücadelede yine ön saflarda yer almaya devam etmiştir. KESK bir taraftan ekonomik ve sosyal haklara yönelik mücadelesini yürütürken diğer taraftan da Kürt ve Türk emekçileri bir çatı altında toplayan bir emek örgütü olarak Kürt sorunu ve demokratikleşme konularında “barışın” tarafı olmaya devam etmiştir.
Haziran 2011 genel seçimlerinde BDP’nin emekten yana sol partilerle girdiği ittifakın başarıyla sonuçlanması iktidarı endişelendirmiş; Kürtlere ve Kürt sorununa dokunanlara yönelik baskılar artmıştır. Zira AKP’nin uyguladığı emek karşıtı ekonomik programa karşı emekçilerden yükselen tepkinin; kültürel hakları için mücadele eden Kürtlerin tepkileriyle birleşmesi egemen siyasete karşı büyük bir güç oluşturacaktır. Bu gücün engellenmesi için Kürt ve Türk emekçilerin bir arada mücadele ettiği her alan bir tehdit olarak görülmeye başlanmıştır. KESK de bu tehdit algısından nasibini almış; KESK üyesi ve yöneticisi olan birçok Kürt emekçi tutuklanmıştır.
4 Ekimde Ankara’da şubat ayında tutuklanan KESK’li kadın emekçilerin duruşmaları görülecektir. Bu dava siyasi bir davadır ve mevcut yargı sistemi içinde bu davanın hukuk yoluyla savunulmasının yetersiz olacağı; toplumsal desteğin de en etkili biçimde kullanılması gerektiği benzer birçok davada görülmüştür. Örneğin Onur Hamzaoğlu’ya Dilovası bölgesinde sanayinin insan sağlığını etkileyen araştırmasını açıkladığı için “şarlatan” diyen Kocaeli Belediye Başkanı yargılanmış ve suçlu bulunmuştur. Öte yandan Kürt sorununa dokunduğu için tutuklanan Büşra Ersanlı ve son olarak da Müge Tuzcuoğlu’nun özgürlüklerine kavuşmasında yine ulusal ve uluslararası düzeyde sağlanan toplumsal dayanışmanın önemli rolü olmuştur.
Bu olumlu örneklerden de yola çıkarak; KESK’li kadın emekçilerin özgürlüklerine kavuşması için toplumsal desteğin mutlaka sağlanması gerekir. Kaldı ki KESK bir mücadele örgütüdür ve bu emekçiler kadın ve Kürt olmalarının yanı sıra KESK’li yani sendikalı oldukları için tutuklanmışlardır. KESK’li olmak, sendikalı olmak özgürlüklerin kısıtlanması için bir gerekçe oluşturuyorsa bu tüm KESK’lilerin ve tüm sendikalıların özgürlüğünün kısıtlanması anlamına gelir. Dolayısıyla 4 Ekimde sadece tutuklular değil tüm KESK üyeleri ve Türkiye sendikal hareketi yargılanacaktır. Bu nedenle sendikal hareketi etkisizleştirmeye ve Kürt-Türk emekçileri ayrıştırma gayretlerine de inat yargılanan KESK’lilerin ve onların davalarının sahiplenmesi gerekir. Aksi halde Türkiye’de emek ve demokrasi mücadelesini yürütmenin koşulları tamamen ortadan kalkacaktır. Bu durumda da Türklüğüne Kürtlüğüne bakılmadan tüm emekçiler demir parmaklıklar içinde ya da dışında özgürlüğünü kaybetmiş olacaktır!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder