11 Ocak 2013 Cuma

İş cinayetleri ve savaşa karşı mücadele


ÖZGÜRCE
11/01/2013
2013 yılının ilk 10 gününde gerçekleşen iş cinayetlerinde sekizi Kozlu’da maden ocağında olmak üzere inşaatlarda, iş makinelerinin üzerinde ve diğer çalışma alanlarında en az yirmi işçi yaşamını yitirmiştir. İş cinayetleri, evine ekmek götürmek isteyen emekçileri ölümü göze alarak çalışmak zorunda bırakan düzeninin bir sonucudur. 12 Eylül darbesinin işçi sınıfının baskı altına alınmasıyla dayatılan bu düzende emekçiler, işsizlik tehdidi altında sosyal güvence, iş güvencesi ve can güvencesi olmadan çalıştırılmaktadır. Esneklik olarak da ifade edilen bu güvencesiz çalışma düzeni, özellikle AKP’nin iktidarı döneminde sistematik biçimde uygulamaya konulmuş ve yasal düzenlemelerle kural haline getirilmiştir.
2013’ün yine bu ilk günlerinde AKP hükümeti iş cinayetlerinin de nedeni olan esnek çalışma düzenini daha da esnekleştirecek, güvencesizliği daha da yaygınlaştıracak uygulamaları  yeniden gündeme getirmektedir. Çalışma Bakanı tarafından gündeme getirilen bu düzenlemelerden biri daha önce de birçok kez gündeme gelmiş olan kıdem tazminatının fona devredilmesi; diğeri de esnek ve güvencesiz çalışma biçiminin adı olan taşeron çalışmanın yaygınlaştırılmasıdır.
Çalışma Bakanı, gerek kıdem tazminatı gerekse taşeron çalışmaya yönelik düzenlemeleri emekçilerin yararına(imiş) gibi gündeme getirmektedir. Bu bağlamda kıdem tazminatı konusunda -daha önce de birçok kez yaptığı gibi- kıdem tazminatı hakkı sermaye ve devlet tarafından gasp edilen işçileri bu hakka sahip olanlara karşı kullanmaktadır. Böylece kıdem tazminatından yararlananları arttırmak söylemiyle bu hakka sahip olanların da haklarını ellerinden almaya çalışmaktadır.
Taşeron çalışma konusunda da Bakanlık, kıdem tazminatında yaptığı gibi bir yanılsama yaratmak istemektedir. Özellikle Kozlu’daki iş cinayetlerinin taşeronlaşmayla ilişkisinin kamuoyu gündemine gelmesiyle birlikte taşeron işçilerin haklarında ilerleme sağlandığı görüntüsünün altında sığınılarak taşeronlaştırmanın yaygınlaştırılması hedeflenmektedir. Çalışma Bakanlığı’nın gündeme getirdiği düzenlemenin esası, sermaye kesiminin uzunca bir süredir talebi olan İş Kanunu’nun 2. maddesindeki taşeron çalışmayı sınırlandıran hükümlerin ortadan kaldırılarak; taşeronlaşmanın sınırsızca uygulanabilmesidir.
Yılın ilk günlerinde ortaya çıkan tablo göstermiştir ki 2013 emekçiler için yeni bir yıl değil; 24 Ocak kararları ve bu kararları yaşama geçirmek üzere yapılmış olan 12 Eylül darbesinin gerçekleştiği 1980’de bu yana süren “karanlık” yılların devamıdır. Bu karanlık içerisinde Topkapı Şişecam işçilerinin 2012 sonunda başlayan mücadelelerinin sınırlı da olsa başarıyla sonuçlanması küller arasında bir kıvılcım gibidir. Bu kıvılcım sınıfın mücadeleden vazgeçmediğini ve direnirse kazanabileceğini göstermektedir.
2013 yılı başında emekçiler için olumlu bir başka kıvılcım ise Kürt sorunun çözümünde ortaya çıkan iyimser havadır. Her ne kadar emekçilerin çıkarlarıyla Kürt sorunu birbiriyle ilgisiz(miş) gibi gösterilmeye çalışılsa da; 30 yıldır süren savaşın sona ermesi; aynı topraklarda yaşayan aynı tezgâh başında çalışan Kürt ve Türk halklarını ve emekçilerinin birlikte mücadelesini güçlendirecektir. Öte yandan bir halkın kültürel, siyasal ve ekonomik haklarının kısıtlandığı, bir toplumda diğer halkın emekçilerinin, ezilenlerinin haklarına kavuşması beklenemez. Demokrasinin, barışın olmadığı bir toplumda emekçilerin, ezilenlerin payına düşen egemenlerin çıkarı için ya iş cinayetine ya da savaşa kurban edilmek olacaktır. İşte bu nedenle Kürt sorununun çözümü için, emekçiler ve emek örgütleri barıştan, demokrasiden yana tavırlarını açıkça ortaya koymalıdır(!)
2013’ün işçi sınıfı mücadelesinin kıvılcımı ile barışın ve kardeşliğin kıvılcımının birleştiği; Türk, Kürt ve diğer halkların emekçilerinin, ezilenlerinin aydınlığa çıkmak için mücadelelerini yükselttikleri bir yıl olmasını dilerim.  

5 Ocak 2013 Cumartesi

Akademi, Emek Çalışmalarında da Kürtleri Görmüyor..!


Bu yazı Tiroj Dergisi sayı: 60 / Ocak-Şubat 2013'te yayınlanmıştır.


Türkiye’de Kürtlerin ekonomik, siyasal ve kültürel haklarının tanınmamasından kaynaklanan “Kürt sorunu” on yıllardır çözülememiş; ekonomik, siyasi ve insani bir problem halini almıştır. Toplumsal sorunları bilimin ışığında ele alması ve çözüm önerileri üretmesi gereken akademi ise bu süreçte Kürt sorunu konusunda devletin resmi görüşüne paralel bir yaklaşım sergilemiştir. Bu bağlamda, sorunu ortaya çıkartan nedenler yerine sonuçlar üzerinden hareket eden ve Kürtleri asimilasyona zorlayan baskıcı politikalar savunulmuş ya da Kürt sorunu tamamen yok sayılmıştır. Akademinin diğer alanlarında olduğu gibi emek çalışmaları ve sosyal politika alanında yapılan çalışmalarda da Türkiye’nin özellikle son 30 yılda en temel sorunu haline gelen Kürt sorununa karşı yaklaşımı resmi devlet görüşünün sınırlarını aşamamıştır. Oysa 12 Eylül darbesiyle birlikte üzerinde baskı kurulan iki kesim vardır; bunlardan biri işçi sınıfı ve sendikal hareket diğeri de Kürtler ve Kürt siyasal hareketidir. Darbenin baskısını en şiddetli hisseden bu iki kesimin yolları emek çalışmalarının alanını oluşturan ve 1980 sonrasında yeniden yapılanan emek piyasasında buluşmaktadır.

1980’li yıllarla birlikte Türkiye, küreselleşen dünya ekonomisi içinde ucuz emek gücü ile rekabet arayışına girmiştir. Rekabet için hedeflenen kayıt dışı üretimin ve istihdamın hâkim olduğu son derece esnek ve kuralsız bir emek piyasasının oluşmasıdır. Darbe ile işçi sınıfı baskı altına alınarak, emek piyasasında dayatılmaya çalışılan düzene karşı mücadelenin kırılması amaçlamıştır.

Kürtler Göçe Zorlanıyor
Darbe rejimi, bir taraftan örgütlü işçi sınıfı üzerinde baskı kurarken diğer taraftan da oluşturduğu anti-demokratik rejime tehdit olarak gördüğü Kürt hareketini sindirme politikasını yoğunlaştırmıştır. Kürtlerin bu baskılara karşı tepki göstermesi ve mücadeleye girişmesi üzerine ise 30 yıldır devam eden çatışma ortamı doğmuştur. Yaşanan çatışma ortamı ve baskılar zaten ekonomik olarak geri bırakılmış olan Kürt nüfusun yoğun olduğu bölgelerde yaşam olanaklarını daha da sınırlandırmıştır. Bu nedenle Kürtler yaşamlarını sürdürebilecekleri bir gelir elde edebilmek için kendi bölgelerinden çıkıp, yatırımın daha yoğun olduğu ve dolayısıyla emek talebinin yüksek olduğu batı illerine göç etmek zorunda kalmıştır.
Kürtlerin göçe zorlanmalarındaki diğer bir etken de 24 Ocak 1980 kararlarıyla şekillenen ve darbenin kurduğu baskı ortamı içinde uygulanan ekonomi politikalarıdır. Bu politikalar, tarım ve hayvancılığı büyük ölçüde tasfiye edip; tarımda istihdamı azaltarak buradaki nüfusun kentlere ucuz işgücü olarak yönelmesini içermektedir. Ekonominin tarım ve hayvancılığa dayalı olduğu Kürt bölgesi de bu politikalardan ziyadesiyle nasibini almış ve Kürtlerin batıya göçündeki etkenlerden bir diğerini oluşturmuştur. Öte yandan 1990 ve 2000’li yıllar boyunca süren Körfez Savaşı ve Irak Savaşı nedeniyle yaşanan sınır ticareti sorunları da bölgenin ekonomisini olumsuz etkilemiş ve göçün bir başka nedeni olmuştur.
Yaşadıkları baskılar ve uygulanan ekonomi politikalarının sonucu olarak göçe zorlanan Kürtler, çalışma olanağı bulabileceklerini düşündükleri büyük batı illerine doğru yönelmişlerdir.  Bu göçle birlikte kırsal alanda tarımla uğraşan Kürtler, artık kentlerde ücretli emek olarak çalışmak zorundadır. Yaklaşık 30 yıldır devam eden Kürt nüfusun yaşadığı bu hareketlilik, işgücünün yoğun olduğu bölgelerin emek piyasası içinde Kürtlerin varlığı görmezden gelinemez bir büyük kitle haline gelmesine yol açmıştır.

Kürtler için Yeni Bir Ayrımcılık Alanı Daha: Emek Piyasası
Kürtlerin emek piyasası içindeki yoğunluğunun artması, Türkiye Cumhuriyeti kimliği taşımalarına rağmen şimdiye kadar yaşadıkları ayrımcılığın yeni bir boyuta taşınması anlamına da gelmektedir. Kürtler, çalışmak için batı illerine gelene kadar kendi yurtlarında bir halk olarak ayrımcılığa maruz kalırken artık bu ayrımcılığı birey olarak da yaşamaya başlamışlardır.
Emek piyasalarında ayrımcılık; ister cinsiyet, ister ırk, isterse din ya da etnik kökenden kaynaklansın sermaye için emekçiler arasında rekabet yaratarak emeği ucuzlatmanın bir yolu olarak görülmüştür. Türkiye yurttaşı olarak kabul edilmelerine rağmen Kürtlerin emek piyasasında uğradıkları bireysel ayrımcılığı, Kürt halkının ekonomik, siyasal ve kültürel haklarını kullanması engellenerek yürütülen ayrımcılıktan ayırmak mümkün değildir.
Kürtlerin karşı karşıya kaldığı eşitsizlik henüz emek piyasasına girmeden önce başlar. Anadilinde eğitim alamayan ve 6-7 yaşlarından itibaren Türkçe öğrenmeye zorlanan Kürtlerin, anadilinde eğitim alanlar kadar başarılı olması ve emek piyasasında kullanabileceği bir niteliğe sahip olması son derece güçtür. Öte yandan emek piyasasında geçerli olan dil Türkçedir. Gerek emek piyasasına girmeden edinilen nitelik, gerekse emek piyasasında kullanılan dil nedeniyle Kürtler, ayrımcılığa uğrar ve en kötü işlerde çalışmayı kabullenmek zorunda kalır. Bunlar dışında halkları birbirine düşman eden politikaların sonucu olarak Kürt emekçiler gerek işverenler gerekse diğer emekçiler tarafından ötekileştirerek de ayrımcılığa maruz bırakılabilmektedir.
Özellikle son 30 yılda yaşanan ekonomik ve siyasal etkenlerin sonucunda Türkiye emek piyasası içerisinde Kürt emekçilerin yoğunluğu artmıştır. Bununla birlikte Kürt emekçiler anadilde eğitim, bölgesel eşitsizlikler gibi bir dizi ayrımcılık nedeniyle emek piyasası içerisinde işsizlik tehdidini ve sömürüyü en yoğun biçimde yaşayan kesim olmuştur. Emek piyasasının en çok ezilen kesimi olması ve ayrıca milyonlarca Kürt’ün emek piyasasının dışında kalması yoksulluğu en yoğun yaşayan kesimin de Kürtler olduğu gerçeğini ortaya çıkartmaktadır. Ancak tüm bunlar akademide yürütülen çalışma yaşamı ve sosyal politika alanındaki çalışmalarda Kürt’lerin görünürlüğünü sağlayamamıştır. 

Akademi Kürtleri de Ayrımcılığı da Görmüyor.!
Emek piyasasının en fazla sömürüye uğrayan ve sosyal risklerle en yoğun biçimde karşılaşan Kürtlerin akademide görülmemesi yukarıda da belirtildiği gibi akademinin resmi devlet görüşünün dışına çıkamamasının bir sonucudur. 12 Eylül darbe rejiminin ürünü olan YÖK aracılığı ile üniversiteler idari ve akademik özerkliğini büyük ölçüde devlete ve sermayeye devretmiştir. Üniversiteler idari ve akademik olarak devletin, mali olarak ise sermayenin egemenliği altına girmiş kurumlara dönüşmüştür. Bu nedenle devletin resmi ideolojisine tezat oluşturacak konuların araştırılması dahi büyük cesaret gerektirmektedir. Bu cesaretin gösterilmesi durumunda da araştırmanın gerçekleştirilmesi için gerekli mali kaynak bulma sıkıntısı ortaya çıkmaktadır. Zira üniversitede kaynaklar ya doğrudan piyasadan sağlanmakta ya da piyasaya arz edilebilecek çalışmalara yatırım amaçlı kaynak ayrılmaktadır. Dolayısıyla akademide mali sorunlar nedeniyle toplumsal konularda piyasadan bağımsız araştırmalar yapmak son derece güç hale gelmiştir ve Kürtleri görünür kılacak çalışmalar da bundan nasibini almaktadır.
Siyasi ve ekonomik baskıların yanı sıra akademide yürütülen emek çalışmalarında Kürtlerin görülmemesinin diğer bir nedeni de nicel verilerin büyük ölçüde bir devlet kurumu olan Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’in verilerine dayandırılmak zorunda kalınmasıdır. TÜİK, veri toplama aşamasında uyguladığı anketlerde etnik kimliği belirleyecek sorulardan kaçınmakta ve dolayısıyla veri analizlerinde de Kürtleri görmezden gelmektedir. Bu nedenle emek piyasasında Kürtleri gören sınırlı sayıdaki çalışmada da Kürt nüfusun yoğun olduğu bölgelerdeki veriler kullanılmakta bu da büyük çoğunluğu batı illerine yayılmış olan Kürt emekçilerin görünmezliğini ortadan kaldırmamaktadır. Emek çalışmalarında ve istatistiklerde görülmeyen Kürt emekçiler, Türkiye emek piyasasında gerçekleşen ayrımcılığın uluslararası alanda da görülmemesine neden olmaktadır. Bu da Türkiye’nin emek piyasalarında ayrımcılık konusundaki uluslararası mevzuattan doğan yükümlülüklerinden (örneğin ILO’nun 111 sayılı sözleşmesi) kaçmasının bir yolu haline gelmektedir.   

Sonuç Yerine
Türkiye’de 12 Eylül darbesiyle başlayan ve halen geçerli olan ekonomik ve siyasi anlayış; karşısında engel olarak gördüğü Kürtlerin ve emekçilerin baskılanması üzerine kurduğu rejimi sürdürmenin gayreti içindedir. Burada devletin en büyük endişesi; yerinden yurdundan edilip göçe zorlanmış ve ücretli emekçi olmuş milyonlarca Kürt’ün etnik kimliği ile birlikte sınıf kimliğini birleştirmesidir. Zira bu iki kimliğin birleşmesi son 30 yılda baskılanmış olan sınıf hareketiyle Kürtlerin özgürlük ve demokrasi mücadelesinin birleşme olasılığını da güçlendirmektedir. İşte bu endişeler akademik özgürlüğün kullanılamadığı üniversitelerde yürütülen çalışmaları da baskılamaktadır. Böylece toplumsal gerçekliği ortaya çıkartıp, sorunlara çözüm arayışında olması gereken akademi, diğer birçok alanda olduğu gibi emek piyasalarında da Kürt gerçeğini görmezden gelmektedir.

Akademik özgürlük, Türkiye’de yıllardır ezilen Kürtlerin ve emekçilerin özgürlüğünden ayrı düşünülemez. Dolayısıyla Kürt, Türk ve diğer halkların emekçilerinin aralarında yaratılmak istenen tüm ayrımcılıklara ve düşmanlıklara karşı birlikte mücadelesi akademide özgürlüğün de yolunu açacaktır(!)