Bu yazı Tiroj Dergisi sayı: 60 / Ocak-Şubat 2013'te yayınlanmıştır.
Türkiye’de Kürtlerin
ekonomik, siyasal ve kültürel haklarının tanınmamasından kaynaklanan “Kürt
sorunu” on yıllardır çözülememiş; ekonomik, siyasi ve insani bir problem halini
almıştır. Toplumsal sorunları bilimin ışığında ele alması ve çözüm önerileri
üretmesi gereken akademi ise bu süreçte Kürt sorunu konusunda devletin resmi
görüşüne paralel bir yaklaşım sergilemiştir. Bu bağlamda, sorunu ortaya
çıkartan nedenler yerine sonuçlar üzerinden hareket eden ve Kürtleri asimilasyona
zorlayan baskıcı politikalar savunulmuş ya da Kürt sorunu tamamen yok
sayılmıştır. Akademinin diğer alanlarında olduğu gibi emek çalışmaları ve
sosyal politika alanında yapılan çalışmalarda da Türkiye’nin özellikle son 30
yılda en temel sorunu haline gelen Kürt sorununa karşı yaklaşımı resmi devlet
görüşünün sınırlarını aşamamıştır. Oysa 12 Eylül darbesiyle birlikte üzerinde
baskı kurulan iki kesim vardır; bunlardan biri işçi sınıfı ve sendikal hareket
diğeri de Kürtler ve Kürt siyasal hareketidir. Darbenin baskısını en şiddetli
hisseden bu iki kesimin yolları emek çalışmalarının alanını oluşturan ve 1980
sonrasında yeniden yapılanan emek piyasasında buluşmaktadır.
1980’li yıllarla birlikte Türkiye,
küreselleşen dünya ekonomisi içinde ucuz emek gücü ile rekabet arayışına
girmiştir. Rekabet için hedeflenen kayıt dışı üretimin ve istihdamın hâkim
olduğu son derece esnek ve kuralsız bir emek piyasasının oluşmasıdır. Darbe ile
işçi sınıfı baskı altına alınarak, emek piyasasında dayatılmaya çalışılan
düzene karşı mücadelenin kırılması amaçlamıştır.
Kürtler
Göçe Zorlanıyor
Darbe rejimi, bir taraftan
örgütlü işçi sınıfı üzerinde baskı kurarken diğer taraftan da oluşturduğu
anti-demokratik rejime tehdit olarak gördüğü Kürt hareketini sindirme
politikasını yoğunlaştırmıştır. Kürtlerin bu baskılara karşı tepki göstermesi
ve mücadeleye girişmesi üzerine ise 30 yıldır devam eden çatışma ortamı doğmuştur.
Yaşanan çatışma ortamı ve baskılar zaten ekonomik olarak geri bırakılmış olan
Kürt nüfusun yoğun olduğu bölgelerde yaşam olanaklarını daha da
sınırlandırmıştır. Bu nedenle Kürtler yaşamlarını sürdürebilecekleri bir gelir
elde edebilmek için kendi bölgelerinden çıkıp, yatırımın daha yoğun olduğu ve
dolayısıyla emek talebinin yüksek olduğu batı illerine göç etmek zorunda
kalmıştır.
Kürtlerin göçe
zorlanmalarındaki diğer bir etken de 24 Ocak 1980 kararlarıyla şekillenen ve darbenin
kurduğu baskı ortamı içinde uygulanan ekonomi politikalarıdır. Bu politikalar,
tarım ve hayvancılığı büyük ölçüde tasfiye edip; tarımda istihdamı azaltarak
buradaki nüfusun kentlere ucuz işgücü olarak yönelmesini içermektedir.
Ekonominin tarım ve hayvancılığa dayalı olduğu Kürt bölgesi de bu
politikalardan ziyadesiyle nasibini almış ve Kürtlerin batıya göçündeki
etkenlerden bir diğerini oluşturmuştur. Öte yandan 1990 ve 2000’li yıllar
boyunca süren Körfez Savaşı ve Irak Savaşı nedeniyle yaşanan sınır ticareti
sorunları da bölgenin ekonomisini olumsuz etkilemiş ve göçün bir başka nedeni
olmuştur.
Yaşadıkları baskılar ve uygulanan
ekonomi politikalarının sonucu olarak göçe zorlanan Kürtler, çalışma olanağı
bulabileceklerini düşündükleri büyük batı illerine doğru yönelmişlerdir. Bu göçle birlikte kırsal alanda tarımla
uğraşan Kürtler, artık kentlerde ücretli emek olarak çalışmak zorundadır. Yaklaşık
30 yıldır devam eden Kürt nüfusun yaşadığı bu hareketlilik, işgücünün yoğun
olduğu bölgelerin emek piyasası içinde Kürtlerin varlığı görmezden gelinemez
bir büyük kitle haline gelmesine yol açmıştır.
Kürtler
için Yeni Bir Ayrımcılık Alanı Daha: Emek Piyasası
Kürtlerin emek piyasası
içindeki yoğunluğunun artması, Türkiye Cumhuriyeti kimliği taşımalarına rağmen
şimdiye kadar yaşadıkları ayrımcılığın yeni bir boyuta taşınması anlamına da
gelmektedir. Kürtler, çalışmak için batı illerine gelene kadar kendi
yurtlarında bir halk olarak ayrımcılığa maruz kalırken artık bu ayrımcılığı
birey olarak da yaşamaya başlamışlardır.
Emek piyasalarında
ayrımcılık; ister cinsiyet, ister ırk, isterse din ya da etnik kökenden
kaynaklansın sermaye için emekçiler arasında rekabet yaratarak emeği
ucuzlatmanın bir yolu olarak görülmüştür. Türkiye yurttaşı olarak kabul
edilmelerine rağmen Kürtlerin emek piyasasında uğradıkları bireysel
ayrımcılığı, Kürt halkının ekonomik, siyasal ve kültürel haklarını kullanması
engellenerek yürütülen ayrımcılıktan ayırmak mümkün değildir.
Kürtlerin karşı karşıya
kaldığı eşitsizlik henüz emek piyasasına girmeden önce başlar. Anadilinde
eğitim alamayan ve 6-7 yaşlarından itibaren Türkçe öğrenmeye zorlanan
Kürtlerin, anadilinde eğitim alanlar kadar başarılı olması ve emek piyasasında
kullanabileceği bir niteliğe sahip olması son derece güçtür. Öte yandan emek
piyasasında geçerli olan dil Türkçedir. Gerek emek piyasasına girmeden edinilen
nitelik, gerekse emek piyasasında kullanılan dil nedeniyle Kürtler, ayrımcılığa
uğrar ve en kötü işlerde çalışmayı kabullenmek zorunda kalır. Bunlar dışında
halkları birbirine düşman eden politikaların sonucu olarak Kürt emekçiler gerek
işverenler gerekse diğer emekçiler tarafından ötekileştirerek de ayrımcılığa
maruz bırakılabilmektedir.
Özellikle son 30 yılda yaşanan ekonomik ve siyasal
etkenlerin sonucunda Türkiye emek piyasası içerisinde Kürt emekçilerin
yoğunluğu artmıştır. Bununla birlikte Kürt emekçiler anadilde eğitim, bölgesel
eşitsizlikler gibi bir dizi ayrımcılık nedeniyle emek piyasası içerisinde işsizlik
tehdidini ve sömürüyü en yoğun biçimde yaşayan kesim olmuştur. Emek piyasasının
en çok ezilen kesimi olması ve ayrıca milyonlarca Kürt’ün emek piyasasının
dışında kalması yoksulluğu en yoğun yaşayan kesimin de Kürtler olduğu gerçeğini
ortaya çıkartmaktadır. Ancak tüm bunlar akademide yürütülen çalışma yaşamı ve
sosyal politika alanındaki çalışmalarda Kürt’lerin görünürlüğünü
sağlayamamıştır.
Akademi
Kürtleri de Ayrımcılığı da Görmüyor.!
Emek piyasasının en fazla sömürüye uğrayan ve sosyal
risklerle en yoğun biçimde karşılaşan Kürtlerin akademide görülmemesi yukarıda
da belirtildiği gibi akademinin resmi devlet görüşünün dışına çıkamamasının bir
sonucudur. 12 Eylül darbe rejiminin ürünü olan YÖK aracılığı ile üniversiteler
idari ve akademik özerkliğini büyük ölçüde devlete ve sermayeye devretmiştir.
Üniversiteler idari ve akademik olarak devletin, mali olarak ise sermayenin
egemenliği altına girmiş kurumlara dönüşmüştür. Bu nedenle devletin resmi
ideolojisine tezat oluşturacak konuların araştırılması dahi büyük cesaret
gerektirmektedir. Bu cesaretin gösterilmesi durumunda da araştırmanın
gerçekleştirilmesi için gerekli mali kaynak bulma sıkıntısı ortaya çıkmaktadır.
Zira üniversitede kaynaklar ya doğrudan piyasadan sağlanmakta ya da piyasaya
arz edilebilecek çalışmalara yatırım amaçlı kaynak ayrılmaktadır. Dolayısıyla akademide
mali sorunlar nedeniyle toplumsal konularda piyasadan bağımsız araştırmalar
yapmak son derece güç hale gelmiştir ve Kürtleri görünür kılacak çalışmalar da
bundan nasibini almaktadır.
Siyasi ve ekonomik baskıların yanı sıra akademide
yürütülen emek çalışmalarında Kürtlerin görülmemesinin diğer bir nedeni de
nicel verilerin büyük ölçüde bir devlet kurumu olan Türkiye İstatistik Kurumu
(TÜİK)’in verilerine dayandırılmak zorunda kalınmasıdır. TÜİK, veri toplama
aşamasında uyguladığı anketlerde etnik kimliği belirleyecek sorulardan
kaçınmakta ve dolayısıyla veri analizlerinde de Kürtleri görmezden gelmektedir.
Bu nedenle emek piyasasında Kürtleri gören sınırlı sayıdaki çalışmada da Kürt nüfusun
yoğun olduğu bölgelerdeki veriler kullanılmakta bu da büyük çoğunluğu batı
illerine yayılmış olan Kürt emekçilerin görünmezliğini ortadan
kaldırmamaktadır. Emek çalışmalarında ve istatistiklerde görülmeyen Kürt
emekçiler, Türkiye emek piyasasında gerçekleşen ayrımcılığın uluslararası
alanda da görülmemesine neden olmaktadır. Bu da Türkiye’nin emek piyasalarında
ayrımcılık konusundaki uluslararası mevzuattan doğan yükümlülüklerinden
(örneğin ILO’nun 111 sayılı sözleşmesi) kaçmasının bir yolu haline gelmektedir.
Sonuç Yerine
Türkiye’de 12 Eylül darbesiyle başlayan ve halen
geçerli olan ekonomik ve siyasi anlayış; karşısında engel olarak gördüğü
Kürtlerin ve emekçilerin baskılanması üzerine kurduğu rejimi sürdürmenin
gayreti içindedir. Burada devletin en büyük endişesi; yerinden yurdundan edilip
göçe zorlanmış ve ücretli emekçi olmuş milyonlarca Kürt’ün etnik kimliği ile
birlikte sınıf kimliğini birleştirmesidir. Zira bu iki kimliğin birleşmesi son
30 yılda baskılanmış olan sınıf hareketiyle Kürtlerin özgürlük ve demokrasi
mücadelesinin birleşme olasılığını da güçlendirmektedir. İşte bu endişeler
akademik özgürlüğün kullanılamadığı üniversitelerde yürütülen çalışmaları da
baskılamaktadır. Böylece toplumsal gerçekliği ortaya çıkartıp, sorunlara çözüm
arayışında olması gereken akademi, diğer birçok alanda olduğu gibi emek
piyasalarında da Kürt gerçeğini görmezden gelmektedir.
Akademik özgürlük, Türkiye’de yıllardır ezilen
Kürtlerin ve emekçilerin özgürlüğünden ayrı düşünülemez. Dolayısıyla Kürt, Türk
ve diğer halkların emekçilerinin aralarında yaratılmak istenen tüm
ayrımcılıklara ve düşmanlıklara karşı birlikte mücadelesi akademide özgürlüğün
de yolunu açacaktır(!)