21 Kasım 2014 Cuma

Meclis Soma Raporu’nda, çözüm yok aklama var…

ÖZGÜRCE
21/11/2014

Meclis Soma Araştırma Komisyonu taslak raporunu hazırladı. Mayıs ayında 301 işçinin ölümüyle sonuçlanan, Türkiye’nin en büyük işçi katliamı için kurulan komisyondan beklenti;  katliamda sorumluların açığa çıkartılması ve bu katliama neden olan üretim sistemi, denetim mekanizmaları ve çalışma düzeninden kaynaklanan sorunların çözümü için öneriler getirmesiydi. Birçok kişi ve kurumla görüşülerek hazırlandığı anlaşılan raporda Eynez kömür işletmesinde yaşanan katliamın nedeni olarak rödovans, taşeronluk, denetim eksiklikleri gibi yerinde tespitlerde bulunulmuş. Ancak bunlar, işletmenin maliyetlerini ucuzlatarak daha fazla kâr etmesi ve hükümetin kalkınma hedefine ulaşmasını içeren “ekonomik gereklilik” ile ilişkilendirilerek, katliamın nedenleri adeta mazur gösterilmek istenmiş.
Öte yandan katliama neden olan üretim, denetim ve çalışma düzeninden kaynaklanan yanlışların, eksiklerin, ihmallerin sorumluları tanımlanmamış. Yani ne üretim zorlamasına yol açan, rödovans sistemini uygulayan Enerji Bakanlığı ne de işçileri güvencesiz hale getirerek “ölümüne” çalışmaya rıza göstermelerine neden olan ve denetim görevini yerine getirmeyen Çalışma Bakanlığı sorumlu olarak gösterilmiş. Böylece hükümetin ve bakanların sorumlulukları örtbas edilmeye çalışılmış.
Raporda taşeronluk sistemini temize çıkartmak için özel bir gayret sarf edildiği anlaşılıyor. Bu bağlamda uzmanlık alt işverenliği, kapasite alt işverenliği ve ekonomik alt işverenliği olmak üzere üç farklı taşeronluk tanımlanmış. Bunlardan uzmanlık ve kapasite alt işverenliği olumlu olarak gösterilirken ekonomik alt işverenliğin işverenin maliyeti düşürmeyi ve işçileri sendikasızlaştırmayı amaçladığı vurgulanarak olumsuz olduğu varsayımında bulunulmuş. Böylece iyi taşeronluk - kötü taşeronluk varmış gibi bir algı yaratarak; iş güvencesini ortadan kaldıran, işçiyi en kötü koşullarda çalışmaya zorlayan taşeronluk sistemi aklanmak istenmiş. Öte yandan raporda taşeronluk sisteminin katliama neden olan etkenlerden biri olduğu birçok kez ifade edilmişken, çözüm olarak taşeronluk sisteminin kaldırılması savunulacağına "işçilerin sertifikalandırılması" gibi ilgisiz bir öneride bulunulmuş.
Raporda dikkat çeken önemli diğer bir konu da patronların ve hükümetin sürekli olarak kullandığı terminolojiye sadık kalınmış olmasıdır. İş cinayetlerinin "iş güvenliği kültürünün olmaması" ve "eğitim eksikliği"ne dayandırılması bunun en açık örneğidir. Raporda yer alan düşük maliyet, yüksek kâr, sürdürülebilir kalkınma için iş güvenliğinin ihmal edildiği tespitleriyle taban tabana zıt olan bu gerekçeler, aynı zamanda raporun içsel çelişkilerine de bir örnektir. Patronların emek maliyetini düşürerek daha fazla kâr elde etmesi; hükümetin de yüksek büyüme ve sürdürülebilir kalkınma gerekçesine zemin hazırlaması, kültür eksikliği ya da eğitimsizlik olarak değerlendirilemez. Rapor burada yine toplum ve emekçilerin yararını değil, sermayeyi, hükümeti ve kapitalist düzeni koruyup kollamayı amaçlamıştır. Benzer şekilde Türkiye’nin iş kazalarında Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü sırada yer almasına değinildikten sonra bunun gerekçesi olarak “mesleki etik” ilkelerine uyulmaması gösterilerek, kâr hırsına dayanan sömürü koşullarının üzeri örtülmeye çalışılmıştır.
Raporun “benzer kazaların yaşanmaması için neler yapmalı” başlıklı bölümünde, raporda da tespit edilen üretim sistemi ve çalışma düzeninden kaynaklanan nedenleri ortadan kaldırmak yerine, kâr ve kalkınma kıskacında var olan durumun toplumda fazlaca tepki oluşturmayacak biçimde sürdürülebilirliğine yöneliktir. Patronları iş güvenliği tedbirleri almaya teşvik etmek, madencilerin özel şirketlerce sigorta ettirilmesi gibi işçi katliamlarını sermayeye yeni birikim alanları açmanın fırsatı olarak gören yaklaşımlar, Başbakanın geçtiğimiz hafta açıkladığı iş güvenliği paketiyle birebir örtüşmektedir.
Sözün özü: Meclis Soma Araştırma Komisyonu taslak raporu, bir takım doğru tespitleri içermekle birlikte işçi katliamlarının temel nedenini oluşturan üretim sistemi ve çalışma düzenini değiştirecek herhangi bir önermede bulunmamakta, patronların ve hükümetin sorumluluğunu örtbas etmeye çalışmaktadır. Sermayenin çıkarları ve hükümetin politikalarının etkisi altında kalınarak hazırlandığı anlaşılan bu rapor emekçilerin, toplumun beklentilerine yanıt vermekten ve iş cinayetlerine çözüm olmaktan uzaktır. 

14 Kasım 2014 Cuma

Kader…




ÖZGÜRCE
14/11/2014

Öğrencilerin, hocalarının ardından konuşması, yazması olağandır; ama bir hocanın, öğrencisini sonsuzluğa uğurlayıp, ardından konuşması, yazması hiç de olağan değildir. Maalesef çocuklara, gençlere, kıymanın olağan hale geldiği bir ülkede yaşıyoruz. Uğur Kaymaz, Berkin Elvan, Medeni Yıldırım, Ali İsmail Korkmaz, Mert Değirmenci ve daha niceleri; son olarak ise Kader Ortakaya…

Diğer çocukları, gençleri ancak canlarına kıyıldıktan sonra tanıyabilmiştim. Kader ise benim öğrencimdi. Son olarak, katledilişinden bir hafta önce görüşmüştük. Haftalardır Suruç’taydı, heyecanla Suruç’ta tanık olduğu mücadeleyi anlattı, tekrar Suruç’a döneceğini söylerken gözlerinin içi parlıyordu. Burs almak için referans mektubu istedi, sanıyorum bu tür işlerini halletmek için kısa bir süreliğine gelmişti İstanbul’a (Ölümünden sonra yayınlanan, ailesine yazmış olduğu mektuptan burs parasını annesinin ilaçları için kullandığı anlaşılıyor). Çok uzun sohbet edemedik, bir süre önce Kobanê’de IŞİD tarafından öldürülen Abdülaziz Ürselendi için yapılacak anma toplantısına katılmak üzere ayrıldı yanımdan.

Kader, tekstil işçisiyken, üniversiteyi kazanmış emekçi bir ailenin çocuğuydu. Sosyoloji bölümünden mezun olduktan sonra hem Kalkınma İktisadı hem de Çalışma Ekonomisi yüksek lisans programlarından dersler alıyordu. Ama öğrencilikle yetinmiyordu Kader, bir taraftan siyasi çalışmalar yürütüyor, diğer taraftan da İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisinin ve HDK Emek Komisyonunun çalışmalarına katılıyordu. Bu yıl tez çalışmasına başlayacaktı ve tezi, “İş cinayetlerinin ekonomi politiği” üzerineydi (Arkadaşlarının kolektif bir çalışmayla Kader’in tezini bitirmek istediklerini büyük bir mutlulukla öğrendim).
 
Kader, ailesine yazdığı mektupta mücadelesinin amacını şu sözlerle ifade ediyordu: “Ben istiyorum ki bütün insanlar özgür ve eşit bir şekilde yaşasın. Hiç kimse bir lokma ekmek, başını sokacak bir ev için ömrü boyunca sömürülmesin. Bunların olabilmesi için de savaşmak ve mücadele etmek gerekiyor.” Kader, emek sömürüsünün olmadığı, özgür, demokratik bir düzen özlemiyle yürüttüğü mücadelede sadece teorik çalışmalar yapmakla yetinmemiş, pratik mücadelenin de içinde doğrudan yer almıştı. Bu nedenle hemen tüm işçi direnişlerinde, 1 Mayıslarda, Gezi direnişinde ve devamındaki tüm mücadelelerin içinde Kader’i görmek mümkündü.

Kader, gerçek bir sosyalistti. Sömürünün son bulması, işçi sınıfının özgürlüğü için sınıf perspektifiyle yürütülecek bir mücadelenin kaçınılmaz olduğuna inanıyordu. Ama aynı zamanda bu mücadelenin enternasyonal bir anlayışla yürütülmesi ve ezilen, sömürülen, inkar edilen halkların mücadeleleriyle ortaklaştırılması gerektiğini de biliyordu. Kobanê’de IŞİD barbarlığına karşı toprağını, onurunu korumak için yaşamlarını ortaya koyarak mücadele eden Kürt yoldaşlarının yanında olmak istemesinin nedeni de buydu.

Tüm gençler gibi Kader’in de önüne egemenlere biat etmesi, bireysel çıkarlarının peşinde koşturması ve sistemin yeniden üretilmesine hizmet vermesi şartıyla bol tüketim yapabileceği şaşalı bir dünyaya ulaşabilme “hayali” konmuştu. Kader, vadedilen kişisel çıkarlar karşılığında insanlığı, emeği, doğayı sömüren, halkları birbirine düşürerek egemenliğini sürdüren bu sistemin çanağına su taşımayı reddetti. Düzenin kendisine karşı çıkanlara yönelik tehditleri, baskıları da Kader’e diz çöktürtemedi. O tüm bunları bir yana bırakarak doğru bildiği yola; sömürüye, barbarlığa karşı mücadele yoluna gitti.

Eğer bu ülkede çok daha fazla genç onun gibi kendisine, topluma yabancılaşmayı reddedebilseydi ve eğer bu toplum, ancak -kimi zaman marjinal, kimi zaman Vandal, kimi zaman da terörist ilan edilen- bu gençlerin mücadeleleriyle özgürlüğe, aydınlığa, refaha çıkabileceğini bilseydi ve onlara destek olsaydı; o zaman ne Kader’in ne de diğer gençlerin canına kıyılırdı.

Kader’in öldürülmesinin Kader gibi düşünen ve düşündüklerini yaşama geçiren diğer gençlere gözdağı vermeyi amaçladığını düşünüyorum. Ancak Kader’in ardından Türkiye’nin dört bir yanında pek çok gencin onun mücadelesini sürdüreceklerini haykırmasına tanık oldukça gözdağı verme niyetinin ters teptiğini görüyorum. Her geçen gün daha fazla genç, sistemin hayali vaatlerle yönlendirdiği düzenin sınırları içerisine sıkışmayı, kendi çıkarlarını toplumun çıkarları önünde tutmayı reddediyor. Toplumun da artık gençlerine, çocuklarına kıymayı alışkanlık haline getirmiş bir düzende daha fazla karanlığa boğulacağını bilmesi ve bu karanlıktan kurtulabilmek için özgür ve demokratik bir toplum özlemiyle mücadele eden gençlere ve onların mücadelesine sahip çıkması gerekiyor.

7 Kasım 2014 Cuma

İşçi cinayetlerine karşı mücadele, ama nasıl?

ÖZGÜRCE
07/11/2014

Katliam halini alan toplu iş cinayetleri arka arkaya gelince, akıllara hemen bu iş cinayetlerinin nasıl önlenebileceği sorusu geliyor ve iş cinayetlerine karşı hangi taleplerin yükseltilmesi gerektiği üzerine kafa yorulmaya başlıyor. İşçi katliamı en son hangi sektörde olmuşsa genellikle o sektördeki çalışma biçimleri sorgulanıyor. Madende bir katliam olmuşsa madenler, inşaatta katliam olmuşsa inşaatlar ya da mevsimlik işçiler katledilmişse mevsimlik işçilik üzerinde duruluyor. Katliamın sorumlusu olarak görülen patron, devlet, siyasi iktidar ve yasal mevzuat masaya yatırılıyor. Kimi partiler, meslek odaları ya da sayısı bir ikiyi geçmeyen sendika (Sendikaların çoğu iş cinayetleriyle ilgilenmezler) söz konusu katliam üzerine raporlar hazırlıyor, taleplerini kamuoyuyla paylaşıyor ve illa ki “Bu işin peşini bırakmayacağız” açıklamaları yapıyor. Katliamın üzerinden belirli bir süre (Katliamın büyüklüğüne göre değişir) geçtikten sonra raporlar da talepler de takipçi olma sözleri de unutulup gidiyor; ta ki yeni bir katliamın haberi gelene kadar…

Oysa toplu halde olmasa da iş cinayetleri, her gün en az 5-6 işçinin yaşamını almaya devam ediyor. Toplumun bir bölümü basının yansıtmaması ve gündemine almaması nedeniyle iş cinayetlerinden bihaber; yanında, yakınında birisinin başına gelmemişse iş cinayetini dert edinmiyor. Emekçileri ve dolayısıyla iş cinayetlerini dert edinenlerin önemli kısmı ise bir süre sonra bu cinayetleri kanıksamaya başlıyor, vaka-i adiyeden görüyor ve toplu olarak gerçekleşmedikçe tepki bile göstermiyor, gündemine almıyor.   
İş cinayetleri, nedenlerini ortadan kaldıracak bir mücadele iradesi ortaya konulmadan, sadece toplu ölümler olduğunda refleks gösterilerek çözülebilecek bir sorun değildir. Türkiye’nin iş cinayetlerinde dünya sıralamasının en önlerinde olmasını, demokrasi düzeyinin göstergesi olarak da okumak gerekir. Evet, iş cinayetleri demokrasinin göstergesidir; üretim sürecinde (işyerinde) ve buna bağlı olarak toplumsal yaşamda demokrasi sağlanmışsa seri iş cinayetleri yaşanmaz. İş cinayetlerinin kurbanı olan işçilerin hemen tümü çalıştıkları koşullarda başlarına böyle bir olayın geleceğini bilmelerine rağmen -bazılarının iddia ettiği gibi cehaletten değil- işsiz kalmak korkusuyla ses çıkartamamakta ölümü göze alarak çalışmaya mecbur kalmaktadır. İşçiler, bu dayatma karşısında güvenceli ve güvenli çalışabilmek için örgütlenmek istediklerinde veya sokağa çıkıp seslerini duyurmaya çalıştıklarında ise devletin şiddetiyle karşılaşmaktadır. Yani patronlar işçiyi sınırsız biçimde sömürebilsin diye devlet, işçilerin yaşam haklarını dahi savunmalarına izin vermeyerek işçinin elini kolunu bağlamaktadır.İşte bu despot düzen değişmediği sürece iş cinayetleri önlenemeyecek, despotizme karşı demokrasi mücadelesi içerisinde yer almayanların iş cinayetlerini önlemek konusunda söylediklerinin, yaptıklarının da hiçbir hükmü olmayacaktır.
Türkiye’de demokrasi sorununu uygulanan ekonomik politikalardan ayrı düşünmek mümkün değildir. Türkiye’de demokrasiye indirilen en büyük darbe 12 Eylül’dür. 12 Eylül darbesi, 24 Ocak (1980) karalarıyla tercih edilen neoliberal ekonomi politikalarını yaşama geçirmek için gerçekleştirilmiştir ve 34 yıldır bu politikaların uygulanabilmesi için darbe rejimi sürdürülmektedir. AKP, 12 yıllık iktidarı döneminde darbe rejiminin despotizmini daha da ileriye taşımış ve emekçiler üzerinde kurduğu baskı sayesinde neoliberal politikaları “başarıyla” uygulayabilmiştir. Bunun sonucu olarak da 12 yıllık AKP döneminde
 -belirlenebildiği kadarıyla- 14 bin 500 dolayında işçi, ekmeği için çalışırken iş cinayetlerinin kurbanı olmuştur.
Madem ki iş cinayetleri demokrasi yoksunluğunun bir sonucudur; o halde bu cinayetleri engelleyebilmek için her şeyden önce Türkiye’de demokrasi mücadelesini yükseltmek gerekir. Demokrasi, toplumsal sınıflar arasındaki güç dengesine bağlıdır. Kapitalist toplum düzeninde işçi sınıfı güçlü bir mücadele ortaya koymadıkça demokrasi sağlanamaz. Zira işçileri ölümüne çalışmaya zorlayan despotizm, sermaye sınıfının emekçiler üzerinde tahakküm kurma çabasının bir sonucudur. Bu tahakkümü kırarak demokratik bir düzene ulaşmak için ise ancak sınıf perspektifli bir mücadele gerekir. Diğer bir söyleyişle neoliberal politikalara (Kimi liberal sol ve sosyal demokratların savunduğu gibi kapitalizme karşı olmadan sadece neoliberalizme karşı olmak büyük bir çelişkidir) ve onun dayattığı üretim sistemi ve istihdam politikalarına karşı olunamaz. Örneğin CHP Genel Başkan Yardımcısı Selin Sayek Böke’nin de açıkladığı gibi AKP’nin ekonomi politikalarının mimarı olan Kemal Derviş’in politikalarını savunan bir yaklaşımla, ne demokrasi bir adım ileri götürülebilir ne de iş cinayetleri önlenebilir.
Sonuçları sınıflar arası güç ilişkilerini etkilemekle birlikte demokrasi yoksunluğu sadece sınıfsal nedenlere değil ırk, din, dil, cinsiyet ayrımcılığı gibi nedenlerle de ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla iş cinayetlerini önlemeyi sağlayacak bir demokrasi için ayrımcılığı tümden ortadan kaldıracak bütünlüklü bir mücadele gerekir. Örneğin Kürt halkının, Alevilerin, kadınları uğradıkları ayrımcılığa karşı yürütülen mücadeleler görmezden gelinerek ölümüne çalışmaya karşı emekçilerin seslerini yükseltebilecekleri demokratik bir ortam sağlanamaz.
Sözün özü: İş cinayetleri, patronların devlet aygıtını da kullanarak emekçiler üzerinde tahakküm kurmak üzere oluşturduğu despot düzenin sonucudur. İş cinayetlerinin önlenebilmesi her şeyden önce bu despotizme son vererek demokrasiyi egemen kılacak bir mücadeleyi gerektirir. Ancak başarıya ulaşabilmesi için bu mücadelenin sınıf perspektifiyle ve ideolojik tutarlılıkla yürütülmesi esastır.