12/02/2017
Demokratik toplumlarda ulusal gelirler ve giderler üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi toplum adına parlamentoya verilmiştir. Bütçe hakkı olarak da ifade edilen bu yetki, toplumun parlamentoya emanetidir. Her yıl kanun haline getirilen bütçe, siyasi iktidar tarafından uygulanır, parlamento tarafından denetlenir. Dolayısıyla siyasi sorumluluk yürütme ve yasama organlarında yer alan milletvekillerine aittir. Bütçenin nasıl kullanılacağı yani gelirleri oluşturacak kaynakların nereden elde edileceği ve nerelere harcanacağı, siyasi iktidarın benimsediği ekonomi politikalarıyla şekillenir. Örneğin liberal, sosyal demokrat ya da sosyalist partilerin benimsedikleri ekonomi politikalarına göre bütçe tercihleri de farklı olacaktır. Seçimlerde yurttaşlarda buna göre kendileri için en iyisi olduğunu düşündükleri partiye oy verecek ve bütçe hakkını ona teslim edeceklerdir. Sınıflar arası güç dengelerine ve dönemin sermaye birikim rejiminin ihtiyaçlarına göre bütçe tercihleri, toplumun geniş kesimlerinin çıkarlarını gözetebileceği gibi tam tersine toplumun emaneti olan kaynakları bir avuç sermayedara aktaran tercihlerde de bulunabilir.
Doğu Blok’unun dağılıp, dünyanın tek kutuplu hale gelmesiyle beraber, neoliberal politikaların alternatifsiz olduğu iktidar alternatifi olabilecek partiler tarafından kabul edildi ve alternatif politikalar ortaya konulmadı. Böylece ekonomi politikaları ve bütçe tercihlerinin siyaset üzerindeki etkisi silikleşti. Birçok ülkede liberal, sosyal demokrat ve hatta kendisini sosyalist olarak tanımlayan partinin iktidarlarında uyguladıkları neoliberal politikalarla bütçe tercihi sürekli olarak toplumun geniş kesimlerinin aleyhine oluştu. Bu bağlamda halkın sırtına yüklenen vergiler ve özelleştirmelerle elde edilen kaynaklar sermayeye aktarıldı; denetim zayıfladı, yolsuzluklar arttı.
Kapitalist ülkelerin büyük bölümü için geçerli olan bu durumu AKP kendi iktidarını yeniden üretmek üzere “iyi” değerlendirdi. Meclis çoğunluğuna sahip bulunması ve karşısına alternatif ekonomi politikaları getirecek muhalefetin de olmamasından yararlanarak bütçeyi çıkarları doğrultusunda kullandı. Yıllar içinde AKP iktidarı güçlendikçe bütçe tamamen siyaset dışı alana itildi. Bütçe görüşmeleri, Meclis’in de toplumunda üzerinde tartışmadığı adeta bürokratik bir işlem gibi ellerin kaldırılıp indirilerek kabul edildiği ve denetimin zayıfladığı bir hale dönüştü.
KAMU KAYNAKLARINI SERMAYEYE AKTARMAK
Ancak AKP’nin de uygulamakta olduğu neoliberal politikaların toplumun canını yakacak sonuçlar giderek artan biçimde hissedildikçe ve yolsuzluklar çeşitli biçimlerde gündeme geldikçe ekonomi politikalarının bütçe tercihi üzerinden yarattığı eşitsizlikleri toplumun tepkisini çekmeden sürdürmek zor hale gelmeye başladı. Öte yandan vergi ve özelleştirme kaynakları giderek derinleşen krizin sürdürebilmesi için yetersiz kaldı. Bunun üzerine Kamu-Özel İşbirliği vb kamu kaynaklarını sermayeye aktarmak içini yeni yöntemler geliştirildi. Artık sadece mevcut varlıklar değil, gelecek nesilleri de etkileyecek biçimde yerüstü ve yeraltında yer alan tüm varlıklar sermaye için kaynak haline getirilmeye başlandı.
Bu durumun tüm baskılara ve iktidarın güdümündeki medyanın gerçeklerin çarpıtılması için bir propaganda silahı olarak kullanılmasına rağmen toplum tarafından kabullenilmesi mümkün değildi. Baskıların daha da artması ve toplumun bilgi edinme kanallarının tamamen tıkanması gerekiyordu. Böyle bir ortamın sağlanabilmesi daha önce 24 Ocak 1980’deki kararların 12 Eylül darbesiyle uygulanabilir olması gibi, ancak bir darbe ya da o etkiye sahip bir olayla mümkün olabilirdi.
DARBE GİRİŞİMİNİN OLANAK OLARAK KULLANILMASI
İşte, 15 Temmuz darbe girişimi bu olanağı sağladı (ya da olanak olarak kullanıldı). Sonuç itibariyle darbe girişimi gerekçe gösterilen OHAL sayesinde televizyonlar, gazeteler kapatılarak; gazeteciler cezaevlerine gönderilerek toplumun bilgi edinme kanalları tıkandı. Öte yandan muhalefet partilerine, demokratik kitle örgütlerine yönelik baskılarla ve özellikle kamuda işten çıkarma furyasıyla yaratılan korku üzerinden toplumsal muhalefet tamamen susturulmaya çalışıldı. Bu ortamdan yararlanılarak da darbe girişiminin üzerinden henüz iki hafta geçmişken Varlık Fonu’nu içeren yasa tasarısı Meclis’e getirildi ve ne olup ne olmadığı toplum tarafından anlaşılmadan ve Meclis içinden ve dışından da ciddi bir muhalefetle karşılaşmadan yasalaştı ve yürürlüğe girdi.
GELECEK İPOTEK ALTINDA
Varlık Fonu, gerek gelirleri gerekse giderleri hiçbir siyasal ve yasal denetime tabi olmadan tamamen iktidarın keyfi tercihleriyle Türkiye’nin bugünü ve geleceğini sermaye için kaynak haline dönüştürdüğü bir uygulamadır. Bununla parlamento fiilen yok sayılmış, bütçe hakkı ortadan kalkmıştır. Başka bir ifadeyle siyasi iktidar toplumun aklınıza gelebilecek tüm varlıklarına “el koyma” yetkisini elde etmiştir.
Varlık Fonu’nun sermayenin ağzını sulandırmış olduğuna hiç kuşku yoktur. Ana muhalefet partisinin içinden cılız sesler çıksa da esas itibariyle Varlık Fonu’na karşı çıkmamış, bunun nelere mal olacağını topluma anlatmamış ve alternatif hiçbir politika ortaya koymamıştır. Sendikalar da yine aynı şekilde aslında tamamen sınıfsal bir içeriğe sahip olan fon uygulamasını görmezden gelmiştir.
Oysa Varlık Fonu’nu demokrasi ve parlamenter rejim bağlamında anlatılabilirse siyasi tercihi ne olursa olsun tüm halk kesimleri için başlı başına bir “hayır” gerekçesi oluşturacaktır. Referandum süreci Varlık Fonu ve benzeri demokrasi dışı ve toplumu yoksullaştıracak, geleceğini yok edecek uygulamaların anlatılması için de bir fırsat olarak değerlendirilmelidir.