
1970’lerin
başında sermayenin aşırı değerlenmesi ve yükselen sabit
sermaye yatırımlarının yeterli artık değer üretmemesi
nedeniyle kapitalizm krize girdi. Kapitalizmin bu krizine çözüm
olarak neoliberaller, kârlar üzerinde baskı yapan sosyal/refah
devletinin ortadan kaldırılması ve devletin sermayeyi desteklemesi
gerektiğini savunuyorlardı. Ayrıca uluslararası pazar
genişletilmeli; artık değeri yükseltmek üzere ucuz emek alanları
bulunmalı; emek sürecinde verimliliği arttırmak üzere yeni
örgütlenme biçimleri ve teknoloji geliştirilmeliydi.
Neoliberalizmin
krize çözüm olarak önerisi, işçi sınıfının örgütlü
mücadelesiyle elde edilen ve Fordist birikim rejiminde kurumsallaşan
ve emekçilere görece güvenceli çalışma ve yaşam olanağı
sağlayan çalışma rejimini ve sosyal hakları hedef aldı. İşgücü
maliyetlerini azaltarak, kapitalizmin krizini aşılabileceği savına
dayanan neoliberal politikalar, kapitalizmin karar alıcı ve
uygulayıcıları tarafından da benimsendi. Ancak emekçilerin
ekonomik, sosyal haklarının güvencesi olan sendikalar, emekçileri
örgütsüzleştiren ve güvencesizleştiren neoliberal politikaların
önünde engel olarak görülüyordu.
Fordist
üretim sisteminin düzenli çalışma rejimi ve talep yönlü
politikaların geçerli olduğu II. Dünya Savaş’ı sonrasında
uzlaşının aracı haline gelen sendikaların faaliyetleri,
sosyalist akımlara tevessül etmeyip, -Dünya Hür Sendikalar
Konfederasyonu (ICFTU)’nun temsil ettiği- “soğuk savaş
sendikacılığı” sınırlarında kaldığı sürece sermaye ve
devletler tarafından desteklendi. Bu süreçte sendikalar, sınıf
perspektifinden ve mücadeleden daha da uzaklaşmış, bürokratik
bir yapıya bürünerek adeta kapitalist üretim sisteminin aygıtları
haline dönüştü. Ama aynı zamanda da sendikalar, bu dönemde
nicel olarak büyüdü, işçi sınıfı içinde temsiliyeti yüksek,
toplu pazarlık sistemi sayesinde üretim sürecine müdahale
olanağına sahip, siyasal alanda etkili örgütler haline geldi.
Sistemle bütünleşmiş de olsa sendikaların örgütlü gücü,
üretim süreci ve siyasal alandaki etkisi neoliberalizmin
emekçilerin bu dönemde gelişen kazanımlarını hedef alan
politikaları engelleyecek bir etken olarak görülüyordu.
Neoliberalizmin önündeki sendika engelini
ortadan kaldırmak için işçi sınıfının
kendi içinde
rekabetinin
arttırılması,
emek gücü üzerindeki denetimin
yoğunlaştırılarak
sendikal
örgütlülüğün
zayıflatması yolu
benimsendi.
Kapitalist
üretim sisteminin ortaya çıkmasından beri emeği denetim altına
almanın en bilindik yöntemi, üretim ve emek süreçlerinin
esnekleştirilerek emekçilerin güvencesiz hale getirilmesidir.
Sermaye, iş ve sosyal güvenceden yoksun bıraktığı emekçiler
üzerinde kolaylıkla tahakküm kurabilir. 19. yüzyıl boyunca işçi
sınıfının emeğin sermayenin denetiminden kurtulmak için
mücadelesi, üretim sürecinin esnekliğini ve emekçilerin
güvencesizliğini sınırlanmıştır. 20. yüzyıl başında
Fordizm’le geliştirilen yeni emek denetim mekanizması sayesinde
emekçilerin örgütlenme hakkı ve güvenceli çalışma talepleri
karşılanırken, nisbi artıdeğeri (emek verimliliğini) arttıran
üretim-yönetim modeliyle sermaye birikimi sağlanabilmiştir.
1970’lerle beraber üretim ve emek süreçlerinin yeniden
esnekleştirilmesi, işçi sınıfının nicel ve nitel olarak
ayrışması ve Fordist dönemdeki örgütlenmenin fiilen zayıflaması
ve çözülmesini amaçlanmıştır. Neoliberal politikalar ve
esnekleşmeyle beraber emek süreçlerinde artan sınıflararası
çelişkiler karşısında kapitalist ülkelerin hemen tümünde
devletin baskı aygıtları sendikal hak ve özgürlükleri
sınırlandırmak üzere devreye sokulmuştur.
1970’li
yıllarlarda uluslararası ticaretin serbestleşmesiyle birlikte
sermayenin önündeki coğrafi engeller kalkmış, üretim süreci
küreselleşmeye başlamıştır. Böylece işçi sınıfı
örgütlülüğünün yüksek olduğu merkez kapitalist ülkelerde
sermaye, üretimin çeşitli aşamalarını -bazı sektörlerde
bütününü- emeğin ucuz olduğu azgelişmiş çevre ülkelere
doğru kaydırmaya başlamıştır. Böylece merkez ülkelerde yüksek
maliyetlerle gerçekleşen üretim, emeğin örgütsüz, ücretlerin
ve sosyal hakların zayıf olduğu, sermayeye birçok ayrıcalığın
sağlandığı çevre ülkelerde son derece düşük maliyetlerle
gerçekleştirilebilir hale gelmiştir.
Üretimle
birlikte emek piyasasının ve sömürünün küreselleştiği bu
süreçte, kapitalist üretimle yeni yeni tanışan çevre ülkelerde
emekgücü ve doğal kaynaklar, “küresel nimetlerden yararlanma”
vaadiyle -bonkörce- uluslararası sermayenin hizmetine sunulmuştur.
Emek talebinin daraldığı merkez ülkelerde ise; “sanayi ötesi
toplum modeline geçildiği ve artık bilişim teknolojilerinin
kullanıldığı, emeğin daha temiz işlerde, daha az süre ile
çalışıp daha refah içinde yaşayacağı” söylemiyle emekçiler
ikna edilmek istenmiştir. İşçi sınıfının tarihsel rolünün
sona erdiği, sınıf perspektifiyle örgütlenmenin ve
mücadelelerinin “çağdışı” olduğu düşüncesi de bu söylem
üzerinden geliştirilmiştir. Sınıf çelişkileri ve sınıf
mücadelesini “çağdışı” ilan eden bu söylem, özellikle
Berlin Duvarı’nın yıkılması sonrasında “tek kutuplu dünya”
mitinin etkisine de kapılan merkez ve çevre ülkelerin sendikaları
ve geniş toplum kesimlerinde itibar görmüştür. İşçi sınıfının
ve sendikaların, bu söyleme itibar etmeyip, küreselleşme
esnekleşme ve bunun ortaya çıkarttığı sonuçlara karşı
mücadeleye girişildiğinde ise baskı aygıtı devreye girmiştir.
Küreselleşme ve neoliberal politikalara emekçi kesimler ister ikna
edilmiş ister baskıyla zorlanmış olsun sonuçta üretim büyük
ölçüde kayıt dışı alana kaymış ve ücretler, iş güvencesi,
sosyal güvence gibi haklar gerilerken, sendikal örgütlülük
zayıflamış ve toplu pazarlık sistemi işlevini önemli ölçüde
yitirmiştir.
Küreselleşmenin
erken sanayileşmiş merkez ülkelerde ortaya çıkarttığı ilk
belirgin sonuç, işsizliktir. Üretimi çevre ülkelere kaydırarak
merkez ülke işçilerini işsiz bırakma tehdidi, işverenlerin
sendikalara karşı kullandığı etkili bir “silah” haline
gelmiştir. Emekçiler arasında yaratılan bu rekabet nedeniyle de
kazanılmış haklar birer birer ortadan kaldırılmıştır.
Böylece, ücretler düşmüş, çalışma süreleri uzamış, iş ve
sosyal güvence sağlayan haklar önemli ölçüde aşınmıştır.
Bir dönem işçi sınıfının çok önemli bölümünü örgütlemiş
olan sendikalar da bu süreçte üyelerini kaybetmeye başlamıştır.
Küreselleşmenin
emekçilerin hakları üzerinde yarattığı tahribat karşısında
uluslararası emek örgütleri de yeterince direnç gösterememiştir.
Dünya Sendikalar Konfederasyonu (ITUC), Avrupa Sendikalar Birliği
(ETUC) gibi uluslararası sendikal örgütler, sermayenin
uluslararası düzeyde emekçiler arası rekabeti arttırmak
üzerinden oluşturduğu tehditler karşısında enternasyonal bir
mücadeleyi örgütlemek yerine sermayeyle uzlaşma (sosyal diyalog)
yolunu tercih etmiştir. Böylece neoliberalizmin önünde en büyük
engel olarak görülen sendikalar, izledikleri uzlaşmacı anlayışla,
emekçilerin kazanımlarını ortadan kaldıran ve sömürüyü
küreselleştiren politikalara engel olmak bir tarafa sosyal diyalog
sisteminin bir “partneri” olarak, bu politikaların destekçisi,
meşrulaştırıcısı olmuştur.
Neoliberalizmle
Uzlaşma Kimi Kurtardı?
1970’lerde
krize çare olarak görülen neoliberalizm, Doğu Bloku’nun
dağılması ve sendikaların da desteğiyle dünya ekonomisinin
hemen tamamında uygulanır hale gelmiştir. 2008 yılına kadar bu
politikaların uygulandığı birçok ülke ve bölge yeni krizlerle
karşı karşıya kalmış; ancak tüm bu krizlerin nedeni ülkelerin
ve bölgesel ekonomilerin uygulamadaki başarısızlığına
bağlanmıştır. 2008’de ise küreselleşme sürecinde birbirine
eklemlenerek bir ağ haline gelmiş olan dünya ekonomisi bir bütün
olarak daralmaya başlamıştır. Artık krizin sorumluluğunu kimi
ülke ve bölgelerde neoliberal politikaları uygulayıcıların
başarısızlığına bağlamak “olanağı” ortadan kalkmış ve
2008 krizi, diğerlerinden farklı olarak “küresel kriz” olarak
tanımlanmıştır. Böylece kapitalizmin bir önceki krizine çözüm
olarak getirilen neoliberalizmin uzun vadede işe yaramadığı da
ortaya çıkmıştır. Ancak sermaye birikiminin önünü açmak için
neoliberalizmin yerine konulacak yeni bir alternatif model
geliştirilememiş, neoliberalizm restore edilerek krizin aşılması
yoluna gidilmiştir.
2008
krizi sonrasında restorasyon amaçlı politikalar, devletin
ekonomide daha etkin biçimde yer almasını öngörmüştür. Ancak
devlete biçilen bu yeni rolün Keynesyen devletle uzaktan yakından
ilgisi yoktur. Devletin buradaki rolü, neoliberalizmin yarattığı
toplumsal tahribatı onaracak sosyal içerikli politikaları içermek
bir tarafa, emek sömürüsünü daha da derinleştirip, yerüstü ve
yeraltı kaynakları sermayeye yeni birikim alanları olarak
aktarmaktan ibarettir.
2008
krizi sonrasında küresel, bölgesel ve sınıflararası
eşitsizliklerin daha da artması, emek sömürüsünün yoğunlaşması
ve doğanın dönüşü olmayacak biçimde tahrip edilmesine karşılık
krizin çözülemediği gibi daha da derinleştiği bizzat
kapitalizmin uluslararası kurumları tarafından ortaya konmaktadır.
Küresel ekonominin yönlendiricisi olan Dünya Bankası (DB),
Uluslararası Para Fonu (IMF), Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği
Örgütü (OECD) gibi örgütler, içinde bulunduğumuz döneme
ilişkin raporlarında, küresel ekonomide işlerin yolunda gitmediği
tespiti üzerinde görüş birliğine varmaktadır. Bu bağlamda,
2016 yılı değerlendirmelerinde ekonomik performans “hayal
kırıklığı” olarak tespit edilirken, 2017 ve 2018 öngörülerinde
ekonomideki kırılganlıklar, olası risklerden duyulan kaygı dile
getirilmektedir. Yani yarım yüzyıl önce kapitalizmi içine
düştüğü krizden çıkartmak için uygulanan ekonomik model, bir
süreliğine sermaye birikiminin önünü açmışsa da kapitalizmi
kriz kıskacından kurtaramamış ve telafisi son derece güç olacak
toplumsal, çevresel ve insani tahribata neden olmuştur.
Küresel
ekonominin yarattığı toplumsal tahribata ilişkin tespitler,
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nün yanı sıra
Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) raporlarında da yer
almaktadır.
Buna
göre küresel ekonominin ortaya çıkarttığı sorunların başında
işsizlik gelmektedir. Üretimin çevre ülkelere kaymasıyla
birlikte tarımda ve geleneksel üretim içinde yer alan yüz
milyonlarca kişi Sanayi Devrimi’nde olduğu gibi topraklarından
ve üretim araçlarından kopartılarak, kentlerde kapitalist
üretimin ücretli emekçileri haline getirilmiştir. Diğer bir
söyleyişle sermaye çevre ülkelere kayarken küresel emek
piyasasında istihdam hacmi artmıştır. Ancak son yıllarda
ekonomik büyümede yavaşlama nedeniyle küresel emek arzını
karşılayacak düzeyde yeni iş yaratılamamıştır. Bu nedenle
önümüzdeki dönemde küresel işsizlik oranın daha da artması
beklenmektedir. ILO’nun Dünyada İstihdam ve Toplumsal Durum –
Eğilimler 2017 raporuna göre 2017’de küresel ölçekteki işsiz
sayısında 3,4 milyonluk bir artış olacak ve toplam işsiz sayısı
201 milyona ulaşacaktır. 2018 yılında işsiz sayısına 2,7
milyon kişinin daha eklenmesi beklenmektedir. Gençler arasında
işsizlik, genel işsizlik oranından belirgin biçimde yüksektir.
Küresel ölçekte işsizlik oranı yüzde 5,8 iken küresel genç
işsizlerin oranı yüzde 13,1 düzeyindedir. Kadın işsizliği de
ortalama işsizlikten fazladır. Örneğin Kuzey Afrika’da işgücüne
katılan kadınların 2017 yılında işsiz kalma olasılıkları
erkeklerin iki katıdır.
Artan
işsizlik, emekçilerin birbirleriyle rekabetini arttırmakta ve daha
düşük ücretle, daha kötü koşullarda çalışmayı
kabullenmelerine yol açmaktadır. Bu nedenle işsizlik oranlarındaki
artış, tüm ülke gruplarında, özellikle de üretimin büyük
bölümünün gerçekleştiği gelişmekte olan ülke ve yükselen
ekonomiler olarak tarif edilen çevre ülkelerde çalışma
koşullarının daha da kötüleştirmektedir. Bu bağlamda
güvencesiz istihdam, uzun sürelerde yoğun çalışma, iş
cinayetleri, meslek hastalıkları, çalışan yoksulluğu ve çocuk
işçiliği küreselleşmenin ortaya çıkarttığı temel sorunlar
haline gelmiştir.
Üretim
ve emek süreçlerinde esnekleşmenin sonucu olarak ortaya çıkan
güvencesiz istihdam, çevre ülkelerde yapısal bir hal almıştır.
Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC)’un Küresel Haklar
Endeksi 2017 raporunda incelenen 137 ülkenin yüzde 60’ında
işçilerin yasal güvence olmadan çalıştırıldıklarını
belirtmektedir. ILO verilerine göre küresel ölçekte güvencesiz
çalışanların oranı yüzde 42,9 (1,4 milyar kişi)’dur. Bu oran
gelişmiş ülkelerde yüzde 10,1, yükselen ekonomilerde yüzde
46,8, gelişmekte olan ülkelerde ise yüzde 78,9’dur. 2017’de
güvencesiz istihdam kapsamında çalışanların sayısının
küresel olarak yılda 11 milyon artması beklenmektedir. Hemen tüm
ülkelerde güvencesiz istihdam biçimleriyle çalışan kadın
sayısı erkeklerden fazladır. Kadın istihdamında evden çalışma
ve ücretsiz aile işçiliğinin yoğun olması, güvencesiz kadın
istihdamının yüksek olmasında önemli bir etkendir. Öte yandan
büyük ölçüde güvencesiz olan esnek istihdam biçimleri (çağrı
üzerine çalışma, kısmi süreli çalışma vs) de kadınlar
arasında yaygındır.
Emekçilerin
iş ve sosyal güvenceden yoksunluğu, baskı ve şiddet kullanılarak
haklarının gasp edilmesiyle kabullenmek zorunda kaldıkları
çalışma koşulları her şeyden önce düşük ücretlerle
çalışmalarına neden olmaktadır. Bu da son derece uzun sürelerde
ve yoğun çalışmaya rağmen emekçileri yoksullaştırmaktadır.
ILO raporuna göre çalışan yoksulluğu, 2016 yılında bir sorun
olarak varlığını sürdürmüştür. Güney Asya’da çalışanların
hemen hemen yarısı ve Sahra Güneyi Afrika’dakilerin üçte ikisi
aşırı ya da orta derecede yoksulluk olarak kabul edilen satın
alma gücü itibarıyla günde 3,10 dolardan az gelirle yaşamak
zorundadır. Çalışan yoksulluğu yükselen ekonomiler olarak tarif
edilen (Çin, Hindistan vb) ülkelerde görece azalırken gelişmekte
olan ülkelerde sağlanan ilerleme istihdamdaki büyümenin gerisinde
kalmaktadır. Bu durumda, günde 3,10 doların altında gelirle
çalışanların sayısının önümüzdeki iki yıl içinde yılda 3
milyon artış göstermesi beklenmektedir.
Emek
piyasasındaki cinsiyet ayrımcılığına bağlı olan ücret
farklılıkları nedeniyle çalışan yoksulluğu kadınlar arasından
daha fazladır. ILO’nun Küresel Ücretler Raporu 2016/17’de
belirtildiği üzere çeşitli ülkelerde eşit ücret
düzenlemelerinde sağlanan ilerlemelere rağmen gelişmişlik düzeyi
en ileri ülkelerde dahi ücret eşitsizlikleri söz konusudur.
Örneğin cinsiyete göre saat başı ücret farklılığı Avrupa
ülkelerinde yaklaşık yüzde 20 iken kimi ülkelerde (Azerbaycan,
Benin vb) yüzde 40’a kadar çıkmaktadır.
Giderek
artan küresel belirsizlikler ve küresel ekonominin yarattığı
sorunlar toplumsal huzursuzluklar ve tepkileri de arttırmıştır.
Sosyal-ekonomik durum karşısında toplumda dile getirilen
hoşnutsuzlukları ülkelere göre değerlendiren ILO, küresel
ölçekte toplumsal huzursuzluğun giderek arttığını ortaya
koymaktadır. ILO’nun hazırladığı toplumsal huzursuzluk
endeksine göre 2015 ile 2016 yılları arasında başta Arap
ülkeleri olmak üzere 11 bölgeden sekizinde toplumsal
huzursuzluklar artmıştır. Bunun nedeni giderek artan göçün de
gerekçesi olan insanca çalışma ve yaşama koşullarının
bulunmamasıdır. 2009 ile 2016 yılları arasında Latin Amerika ve
Karayipler’le birlikte Arap ülkeleri başta olmak üzere çalışmak
için başka ülkelere göç etmek isteyen nüfusta büyük artış
olmuştur.
Küresel
ekonominin yarattığı toplumsal sorunların, kapitalist üretim
sistemiyle küreselleşme sürecinde tanışan, sınıf
mücadelelerinin, sosyal hakların ve demokratik kazanımların
olmadığı ülkelerde yoğunlaştığı görülmektedir. Küresel
üretimin bu ülkelere kaydırılmasının nedeni olan ucuz işgücünü
mümkün kılan da zaten emekçilerin demokratik ve sosyal haklardan
yoksun olmasıdır. Bu ülkelerde giderek yükselen işçi
hareketleri şiddetle bastırılmaktadır. ITUC’un 2017 Küresel
Haklar Endeksi de hak ihlallerinin esnek ve güvencesiz çalışmanın
yoğunlaştığı ülkelerde olduğunu göstermektedir. Raporda hak
ihlallerinin en fazla olduğu on ülke arasına Bangladeş,
Kolombiya, Mısır, Guatemala, Kazakistan, Filipinler, Katar, Güney
Kore ve Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte Türkiye de
bulunmaktadır.
Ülkelerindeki
kötü çalışma ve yaşam koşulları karşısında başka
ülkelerde kendilerine gelecek arayanlar, özellikle çalışma
standartları ve sosyal hakların daha ileri olduğunu düşündükleri
gelişmiş ülkelere göç etmek istemektedir. Ancak demokrasinin ve
insan haklarının beşiği olarak kabul edilen gelişmiş ülkeler
dahi küreselleşme sürecinde kendilerinin de pay sahibi olduğu
koşullardan kurtulmak isteyenlere karşı yasal yollardan göçü
engellemeye yönelik güvenlikçi politikalar uygulamaktadır. Bu da
kaçak yollarla göç etmeye çalışan binlerce göçmenin yaşamına
mal olmaktadır. Birleşmiş Miletler Mülteciler Yüksek
Komiserliği (UNHCR)’nin açıklamalarına göre sadece 2016
yılında büyük çoğunluğu Libya ve Türkiye’den Avrupa
ülkelerine geçmeye çalışan 5 bin göçmen Akdeniz’de boğularak
ölmüştür. Binlerce göçmenin yaşamına mal olan güvenlikçi
politikalar, göçmenlerin işlerini ellerinden alacağını ve
sosyal refahı daha da azaltacağını düşünen merkez ülke
işçileri ve sendikaları tarafından da büyük ölçüde
desteklenmektedir.
Küresel
Ekonominin Kıyısında Türkiye: Darbeden Kaçarken AKP’ye
Tutulmak …
Neoliberal
politikaları 24 Ocak 1980 kararlarıyla benimseyen Türkiye, küresel
ekonomi içerisinde ucuz emek gücüne dayalı üretimle yer almayı
hedeflemişti. Ancak 1980 başında Türkiye’de güçlü bir işçi
sınıfı ve onun yanısıra sosyalistlerden, Kürtlerden,
öğrencilerden oluşan güçlü bir toplumsal muhalefet mevcuttu.
12 Eylül darbesiyle işçi sınıfı ve diğer toplumsal hareketler
baskı altına alınarak, neoliberal politikaların uygulanmasına
engel olacağı düşünülen direnç kırılmak istendi. Bu baskı
ortamı içinde bir taraftan devlet, neoliberal politikalar
doğrultusunda yeniden yapılandırılırken, diğer taraftan emek
piyasası son derece esnek ve kuralsız hale getirildi. Böylece
Türkiye, küresel sermaye için ucuz emek alanı haline gelerek ve
sanayileşmiş ülkelere coğrafi yakınlık avantajını da
kullanarak küresel rekabette üstünlük sağlamaya çalıştı.
Ancak 1990’lı yıllarla birlikte hızla gelişen iletişim ve
ulaşım teknolojisi sayesinde emek piyasası Türkiye’den çok
daha düzensiz, emek maliyeti çok daha düşük olan Asya-Pasifik ve
Kuzey Afrika ülkeleri küresel üretim ağı içerisine girdi.
Böylece Türkiye sadece uluslararası pazarda değil, birçok üründe
kendi iç pazarını dahi bu ülkelere kaptırdı. IMF, DB vb
uluslararası kurumlar, Türkiye’nin sermayeye yeniden “cazip”
bir yatırım alanı haline gelmesi için esnek/güvencesiz ve
kuralsız çalışma rejiminin tüm kurum ve kurallarıyla
yerleşmesini içeren bir Yapısal Uyum Programı (YUP)’nın
uygulamasını istedi. Daha önce de olduğu gibi bu kez de yine
Türkiye’nin küresel koşullara eklemlenmesine bir ekonomik kriz
vesile oldu: 2001 kriziyle beraber ekonomi yönetiminin başına
getirilen Kemal Derviş, “15 günde 15 yasa” sloganıyla 1990’lı
yıllar boyunca koalisyon hükümetlerinin gerçekleştiremediği
YUP’un yasal zeminini oluşturmayı başardı.
YUP,
iki temel hedef üzerinde şekilleniyordu. Birincisi kamu
işletmelerinin ve kamu mallarının özelleştirilerek, kamu
hizmetlerinin piyasalaştırılması ve ekonomi yönetiminin bağımsız
kurullar aracılığıyla piyasaya devredilmesiydi. Burada, toplumun
ekonomi yönetimi üzerindeki söz hakkının ve denetiminin tamamen
piyasaya yani sermayeye devredilmesi; devletin sosyal işlevlerini
terk ederek, tüm toplumsal ilişkileri sermayenin talepleri
doğrultusunda yeniden düzenleyecek bir role bürünmesi ve kamu
işletmelerinin, kamu varlıklarının ve kamu hizmetlerinin sermaye
için kâr alanları haline dönüştürülmesi amaçlanıyordu.
YUP’un diğer hedefi ise Türkiye’de “yatırım ikliminin”
oluşturulması yani, sermayenin daha fazla kâr edebileceği “cazip”
bir ülke haline getirilmesiydi. Emek yoğun üretimin hakîm olduğu
bir ülkenin sermaye için “cazip” hale gelmesi, işçi sınıfının
tüm kazanımlarının ortadan kaldırılarak emek maliyetinin
düşürülmesi yani emek sömürüsünün arttırılmasını
gerektiriyordu.
Derviş’in
altyapısını oluşturduğu neoliberal YUP’un uygulanması, 2002
yılında tek başına iktidara gelen ve iktidarını 15 yıldır
sürdürmekte olan AKP hükümetleri sayesinde kesintisiz olarak
uygulanbilmiştir. İktidara geldiğinde ulusal ve uluslararası
sermayenin AKP’den beklentisi, daha önceki hükümetlerin
gerçekleştiremediği, küresel rekabet koşullarına entegrasyonu
sağlayacak YUP’u yaşama geçirmesidir. AKP, 2002-2007 yılları
arasını kapsayan iktidarının ilk döneminde, 2001 krizi
sonrasında DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin hazırlığını
yaptığı ancak sonuçlandıramadığı düzenlemeleri
gerçekleştirmiştir. Bu konuda ilk önemli icraatı, 12 Eylül
darbecilerinin dahi cesaret edemediği, emekçileri sermaye
karşısında koruyan düzenlemeleri içeren 1475 sayılı İş
Kanunu’nu değiştirmesidir. 2001 yılında Yaşar Okuyan’ın
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olduğu dönemde işçi ve
işveren konfederasyonlarının da dahil olduğu bir komisyon
tarafından hazırlanan ve çalışma rejimini 18. yüzyıl
koşullarına geri döndürerek, Türkiye’yi sermaye için “ucuz
emek cenneti” haline getirmeyi amaçlayan 4857 sayılı yeni İş
Kanunu 2003 yılında AKP tarafından çıkartıldı. İş güvencesi
başta olmak üzere emekçilerin kazanılmış birçok hakkını
ortadan kaldıran bu yasanın parlamento içi muhalefetten ve
sendikalardan büyük bir tepki almadan çıkartmış olması AKP’ye
ulusal ve uluslararası sermayenin güven ve desteğini arttırmış;
emek karşıtı politikaları uygulamak konusunda cesaretlendirdi.
Böylece özelleştirmeler ve piyasalaşma doğrultusunda kamunun
yeniden yapılandırılmasını içeren “reformlar” hızla
gündeme getirildi. Buna karşılık sosyal güvenlik ve sağlık
reformu gibi bir kısım düzenleme ise dönemin Cumhurbaşkanı
A.Necdet Sezer ve Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından reddedildi.
AKP’nin
bu ilk döneminde uluslararası alanda en büyük destekçisi AB
olmuştur. 4857 sayılı İş Kanunu ve reform adı altında
getirilen diğer tüm yasal düzenlemeler, AB müktesebatına uyum
gerekçe gösterilerek yapılmış, Katılım Ortaklığı Belgeleri
ve İlerleme Raporları, YUP’un yaşama geçirmesinde kılavuz
işlevi görmüştür. Öte yandan sendikalar bu süreçte özellikle
ETUC aracılığıyla AB tarafından fonlanan ve sosyal diyalogcu
sendikal anlayışını içeren birçok eğitim ve araştırma
projesi gerçekleştirmiştir. Sendikaların AB ile bu ilişkisi, AB
müktesabatına uyumu sağlamak gerekçesiyle getirilen tüm yasal
düzenlemeler karşısında tepkisini zayıflatmış, güçlü bir
mücadele örgütlenmesine engel olmuştur.
Kophenag
Kriterleri’nde de belirtilen ekonomik hedeflere uygun olarak,
AKP’nin bu ilk döneminde piyasa
ekonomisi, kurum ve kurallarıyla hızla yaşama geçirilmiştir.
Türkiye ekonomisinin büyüme rekoru kırdığı -yüzde
5,9 dolayında büyümüştür- bu
dönemde verimlilik artışı da (2002- 2008 yılları arasında)
yüzde 6,1 dolayında gerçekleşmiş; büyüme ve verimlilik
artışına karşın reel ücretler gerilemiştir. Reel ücretlerdeki
gerileme ücretlerin GSMH içindeki payına da yansımış ve 1999
yılında yüzde 30,7 olan ücretlerin GSMH içindeki payı 2006
yılında 26,2’ye gerilemiştir. Diğer bir söyleyişle ekonomide
pasta büyürken sermaye sınıfı pastadaki payını arttırmış,
ama ücretli kesimin payı 2003 öncesine göre küçülmüştür.
Büyümenin ve verimliliğin arttığı bu dönemde ücretler
azalırken işsizlik de TÜİK verilerine göre yüzde 10’lar
düzeyinde seyretmiş ve kayıt dışı istihdam varlığını
sürdürmüştür.
AKP,
Temmuz 2007 Genel Seçimleri’nden güçlenerek çıktığı gibi
Eylül ayında TBMM’de yapılan seçimde AKP’li Abdullah Gül’ü
de cumhurbaşkanı seçtirmeyi başarmıştır. Böylece neoliberal
YUP’un önünde cumhurbaşkanın veto engeli kalkmıştır.
Cumhurbaşkanlığı’nın sahip olduğu yargıda atama yetkisi ve
2010 Anayasa Referandumu’nda Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu
(HSYK)’nun yapısına hükümetin müdahale olanağının artması,
yargının neoliberal politikaların uygulamasına yargı engelini de
büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Dolayısıyla AKP,
iktidardaki ikinci dönemine yasama organında daha güçlü, yargı
üzerinde daha etkili ve cumhurbaşkanlığı makamını da elinde
bulundurarak girmiştir.
Yasama
organındaki gücü de ele geçirmesi ulusal ve uluslararası
sermaye, uluslararası kapitalist kurumlar ve liberal ekonomi
savunucularının AKP’ye desteğini arttırmıştır. Bu süreçte,
AKP’nin uyguladığı YUP’un mimarı olan Kemal Derviş’in de
içinde yeraldığı CHP’nin muhalefetiyse genellikle uygulanan
politikalara değil, uygulamaların yetersizliğine olmuştur.
Sendikalar ise nicel ve nitel yetersizliklerinin yanı sıra AB ile
ilişkilenmeleri üzerinden emekçilerin haklarını hedef alan
politikalara karşı doğrudan bir mücadele örgütle(ye)memişlerdir.
Küresel
Krize AKP Çözümü: AB Rüyasından OHAL Kabusuna...
Ulusal
ve Uluslararası sermayeden aldığı desteğin yanısıra
cumhurbaşkanı ve yargı engellerini aşmış olarak başladığı
ikinci döneminde AKP, sağlık ve sosyal güvenlik harcamalarını
azaltacak ve sistemi piyasaya açacak olan 5510 sayılı Sosyal
Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) başta olmak üzere
emekçilerin haklarını ortadan kaldırmaya yönelik birçok
düzenlemeyi yaşama geçirmiştir. 2008 yılının ortalarından
itibaren birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ülkede üretim
düşüşleriyle açığa çıkan kriz, Türkiye’yi de
etkilemiştir. Dünyada ekonomilerin küçülmesini ve istihdamın
daralmasıyla birlikte işsizlik artışlarını da beraberinde
getiren 2008 krizinde ekonomisi küçülen ülkelerin başında
kapitalizmin merkez ülkeleri olarak da kabul edilen ABD, Japonya ve
Avrupa Birliği ülkeleri gelmektedir. Bu ülkelerin de üyesi olduğu
OECD ülkeleri 2009 yılında ortalama yüzde 3,3 oranında
küçülürken, azgelişmiş ülkelerde ve özellikle de Çin ve
Hindistan’ın içinde yer aldığı Asya-Pasifik ülkelerinde
ekonomiler önceki yıllara göre daha düşük düzeyde de olsa
büyümelerini devam ettirmiştir. Türkiye, 2009 yılında yüzde
5,8 küçülerek, ekonomisi krizden en çok etkilenen ülkeler
arasında yer almıştır.
2008
kriziyle birlikte ekonomide yaşanan küçülmenin en çarpıcı
etkisi işsizliğin artmasıdır. Gelişmiş ekonomiler ve AB
ülkelerinde, 2007 yılında son 25 yılın en düşük düzeyi olan
yüzde 5,7’ye inen ortalama işsizlik oranı, 2009 Haziran ayında
II. Dünya Savaşı sonrası dönemin en yüksek düzeyi olan yüzde
8,6’ya tırmanmış ve işsiz sayısında 15 milyonluk artış
olmuştur. Türkiye’de de 2001’den beri yüzde 10
seviyelerinde olan işsizlik, 2008 kriziyle birlikte hızla artarak
2009’da yüzde 14’e kadar yükselmiştir. Bu işsizlik oranıyla
Türkiye dünyada işsizliği en yüksek ilk 5 ülke arasına
girmiştir.
AKP
hükümeti 2008 krizine yönelik olarak, önceden olduğu gibi
küresel düzeyde belirlenen politikalar doğrultusunda hareket
etmiştir. Özellikle Kasım 2008’de Washington’da ve Nisan
2009’da Londra’da gerçekleştirilen G20 Zirvelerinde alınan
kararlar diğer kapitalist ülkeler gibi Türkiye’de de hükümetin
kriz politikalarına yön vermiştir. Bu kararlarla bazı kesimlerin
beklediği gibi serbest piyasa anlayışından bir dönüş olmadığı
gibi, tam tersine piyasa ekonomisinin daha da katı biçimde
uygulanmasına geçilmiştir. Ancak krizle birlikte işsizliğin
hemen tüm ülkelerde toplumsal bir sorun haline gelmesi ve işsizlik
sorununun çözümüne yönelik beklentilerin artması nedeniyle
piyasa ekonomisinin gereği olarak uygulanan politikalar “işsizlikle
mücadele” söylemi üzerinden gündeme getirilmiştir.
İşsizlik
sorunun çözümü kriz öncesinde de sendikaların temel
taleplerinden biridir. Hükümetin krize karşı uygulayacağı
istihdam politikalarını “işsizlikle mücadele” adı altında
getirmiş olması karşısında sendikalar, kendi talepleriyle
örtüştüğünü düşündükleri bu politikaları desteklemiştir.
Oysa hükümetin krize karşı getirdiği vergi, kredi ve yatırım
destekleri gibi istihdam politikaları da tamamen toplumsal
kaynakların sermayeye aktarılmasına yöneliktir. Kısmi çalışma
ödeneği; dezavantajlı olarak adlandırılan gençlerin,
kadınların, engellilerin sosyal güvenlik primlerinin devlet
tarafından karşılanması; toplum yararına işler, işbaşı
eğitim programları gibi uygulamalarla geçici ve güvencesiz işler
yaygınlaşmış, “işverenin üzerindeki istihdam yükünü
hafifletmek” adı altında da İşsizlik Sigortası Fonu ve genel
bütçeden sermayeye kaynak aktarılmıştır.
Kriz
sonrası politikalarla beraber 2010 yılından itibaren küresel
ekonomide olduğu gibi Türkiye ekonomisinde de yeniden büyüme
sağlanmış ve işsizlik oranları aşağıya çekilmiştir. Ancak
bunun bedeli yukarıda da belirtildiği gibi, emekçilerin daha
güvencesiz işlere razı olması, sermayenin istihdam ve diğer
maliyetlerinin devlet aracılığıyla topluma yüklenmesi olmuştur.
Kriz politiklarının belirleyici olduğu AKP’nin ikinci döneminde
topluma ödetilen bedelin karşılığında yaratılan beklentiler ve
muhalefetin alternatif politikalar üretememesi, işçi sınıfı
hareketinin zayıflığı 2011 seçimlerinde AKP’yi üçüncü kez
iktidara taşımıştır.
Bedeli
emekçiler başta olmak üzere toplumun geniş kesimlerine ödetilen
kriz sonrası toparlanma dönemi uzun sürmemiştir. 2013 yılından
itibaren küresel ekonomide büyüme yavaşlamış, dünyada artan
siyasi istikrarsızlıklarla beraber ekonomi de daha belirsiz,
kırılgan hale gelmiştir. Diğer birçok ülke gibi Türkiye de
küresel düzeyde gerçekleşen bu olumsuz gelişmelerden nasibini
ziyadesiyle almıştır. Hem küresel rekabette dezavantajları hem
de siyasi gerilimlerin Ortadoğu’da yoğunlaşması ve Türkiye’nin
de bu gerilim ortamı içinde doğrudan yer alması, belirsizlikleri
arttırmıştır. Öte yandan 2011 yılında ekonomide yaşanan
geçici bahar havasının sona ermeye başlaması ve AKP’nin on
yılı aşkın süredir uyguladığı neoliberal politikaların
toplumun geniş kesimleri için olumsuz olan sosyal sonuçlarının
açığa çıkmasının getirdiği güven kaybı, siyasi
belirsizlikleri daha da artmıştır.
7
Haziran 2015 seçimlerinde AKP’nin tek başına iktidar olma
olanağının ortadan kalktığı görülmüştür. AKP’nin mevcut
koşullar içinde iktidarını sürdürebilmesinin yegane yolu,
sermayeye ve ulusları kapitalist kurumları Türkiye’de sermaye
birikimi olanaklarını yeniden canlanlanacağına ikna
edebilmesidir. Ancak sonuçları toplum tarafından hissedilmeye
başlanan politikalar nedeniyle Türkiye nüfusunun çok büyük
bölümünü oluşturan ve 2002’den bu yana AKP’nin oy tabanı da
olan işçi, çiftçi, esnaf, küçük üretici kesimleri ideolojik
olarak ikna etmenin olanağı büyük ölçüde ortadan kalkmıştır.
Geriye kalan tek seçenek, özellikle milliyetçilik üzerinden
toplumda gerilimi arttırmak ve devletin baskı aygıtlarını
kullanarak toplumu, AKP iktidarına mecbur edecek koşulların
yaratılmasıdır. Bu baskı ortamı içerinde Türkiye yeniden
sermaye için “cazip” bir ülke haline getirilebilecektir.
7
Haziran seçimleri sonrasında AKP, iktidarda kalmasının yegane
yolu olan baskı ve gerilim politikasını uygulamaya koymuştur.
Türkiye’nin demokrasinin, insan haklarının en temel ilkelerinden
dahi uzaklaşmasına neden olan koşullar içinde 1 Kasım 2015
seçimlerinde AKP, yeniden tek başına iktidar olanağı
bulabilmiştir. Ancak tüm bu baskı potikalarına rağmen hedeflenen
“cazibe”nin sağlanıp sağlanamayacağı ya da baskının ne
ölçüye ulaşacağı ve ne kadar süreceği konusunda iki etken
önemli olacaktır. Bunlardan birincisi Türkiye’nin küresel
alandaki rakiplerinin durumudur. Türkiye, sermayeye “cazip” hale
gelmek için emeğin ve doğanın ne ölçüde sömürüleceğini
rakiplerine göre belirleyecektir. Bu bağlamda küresel rakiplerin
kendi toplumları üzerinde kurdukları baskının düzeyi,
Türkiye’de de baskının ne ölçülere ulaşacağı konusunda bir
fikir verecektir. Diğer etken ise bu baskılar karşısında
toplumun göstereceği tepkidir. AKP, toplumsal tepkinin düzeyine
göre baskı politikalarının ölçüsünü belirleyecek ya da bu
politikalardan vaz geçmek zorunda kalacaktır. Rekabetin büyük
ölçüde üretim süreci üzerinden gerçekleşmesi ve baskının
doğrudan emek sömürüsünü arttırmaya yönelik olması özellikle
işçi sınıfı ve sendikaların konumunu önemli hale
getirmektedir.
1990’lı
yıllarda Türkiye’nin rakibi olan Çin, Hindistan gibi ülkeler,
son yıllarda ARGE yatırımlarını ve işgücü niteliğini
arttırarak, küresel pazarda katma değeri görece yüksek
teknolojik ürünlerle yer almaya başlamıştır. Oysa Türkiye’de
kaynaklar, teknoloji ve üretken alanlar yerine kısa vadede ekonomik
görünümü düzeltecek inşaat gibi alanlara aktarılmıştır.
Eğitim sisteminde de nitelikli işgücü yetiştirmek yerine siyasi
iktidara biad edecek -Erdoğan’ın ifadesiyle- “dindar ve kindar”
nesillerin yetiştirilmesine yönenilmiştir. Dolayısıyla Türkiye,
küresel pazarda 1980’lerin başlarından bu yana olduğu gibi emek
yoğun sektörlerde ucuz emek üzerinden rekabet etmeyi
sürdürmektedir. Günümüzde bu sektörlerde rakip olarak
Türkiye’nin karşısına çıkan ülkeler demokrasi ve insan
haklarının en zayıf olduğu Kolombia, Bangladeş, Mısır gibi
ülkelerdir. Bu ülkelerle rekabet etmek, Türkiye’de de üretim
maliyetlerini -ki emek yoğun üretimde en önemli maliyet kalemi
emek maliyetidir- bu ülkeler düzeyine çekmek anlamına
gelmektedir.
1980’li
yılların başından bu yana hakim olan darbe rejimi sayesinde
örgütsüzleşen, iş ve sosyal güvencesini kaybederek çalışmanın
en kötü biçimlerine rıza göstermeye zorlanan Türkiye
emekçileri, ellerinde kalan yarım yamalak haklarını da
kaybetmekle karşı karşıyadır. Öte yandan sermayeye “cazip”
ülke olmak için sadece emeğin ucuz olması da yetmemektedir; ucuz
hammadde ve enerjinin de sağlanması gerekir ki bu da yer üstü ve
yer altı doğal kaynaklara ve yaşam alanlarına el konularak
sermayeye sunulmasını içerir. Tüm bunlar için 37 yıldır süren
12 Eylül darbe rejiminin sağladığı anti demokratik koşullar
bile yetersiz kalacaktır. Darbe kalıntısı hukuk düzeninin dahi
ortadan kaldırıldığı otoriter bir düzen ancak, Türkiye’yi
sermaye için cazip bir ülke haline getirecek ve küresel rekabette
kendisine yer bulmasını sağlayacaktır.
15
Temmuz darbe girişiminin ardından OHAL’e dayanılarak getirilen
düzenlemeler, AKP’nin bu darbe girişimini neoliberal YUP’da
bugüne kadar gerçekleştiremediklerini tamamlamanın bir fırsatı
olarak kullandığını göstermiştir. AKP Hükümeti ve işverenler
tarafından zaten sürekli olarak ihlal edilmekte olan işçi hakları
üzerindeki baskılar OHAL gerekçe gösterilerek daha da artmıştır.
OHAL kararı alınmasının hemen ardından birçok işyerinde
sürmekte olan işçi direnişi OHAL gerekçesiyle engellenmeye
çalışılmıştır. Sadece darbe girişiminin sorumlusu olarak
görülen Gülen Cemaati üyeleri değil, barışı ve demokrasiyi
savunan ve bu nedenle AKP iktidarına muhalif olan on binlerce emekçi
hiçbir hukuk kuralı tanınmayarak işlerinden çıkartılmıştır.
Milyonlarca emekçi ise işten çıkartma tehdidi altında siyasi
iktidarın dayatmalarına biat etmek zorunda bırakılmıştır.
İşten çıkartılanların çoğunluğu kamu emekçileridir. Bunun
yanı sıra OHAL gerekçesiyle kapatılan işletmelerde, basın
kuruluşlarında ve kayyum atanan birçok belediyede de aynı
hukuksuzluk içinde emekçiler işten çıkartılmıştır. Kısacası
OHAL, sayısı yüzbinleri aşan emekçiyi işsiz bırakmış ve
diğer emekçileri de işsizlik tehdidi ile en temel haklarını dahi
arayamaz duruma getirmiştir. OHAL’le yaratılan bu baskı
ortamından yararlanılarak, emekçilerden zorla BES (Bireysel
Emeklilik Sigortası) kesintisi yapılmış, kiralık işçilik
düzenlemesi uygulamaya konulmuş, kıdem tazminatı hakkının
ortadan kaldırılması yeniden gündeme getirilmiş, yani çalışma
standartları ve sosyal haklar daha da gerilemiştir. Öte yandan
Suriye’de yaşanan savaşla birlikte derinleşen yabancı göçmen
sorunu da Türkiye emek piyasında bir başka sorun alanı olmuştur.
Böylece OHAL sonrasında emekçilerin satın alma gücü azalırken
güvencesizlik ve işsizlik ve iş cinayetleri artmıştır.
Türkiye’de
Neoliberalizm ve Sendikalar
Sendikaların
neoliberalizm karşısındaki başarısızlığını 20.
yüzyıl başından itibaren izlediği
sendikal anlayışla
ilişkilendirmek gerekir. 19.
yüzyılın sonu 20. yüzyılın hemen başında II. Enternasyonel’de
yaşanan tartışmalarla sosyalist, sosyal demokrat partilerin bir
kısımıyla birlikte sendikal hareketin önemli bir kesimi
Marksizm’le
yollarını ayırmış, kapitalist sistem içinde reformist bir
çizgiyi benimsemiştir. Reformist
çizgi içerisindeki
sendikalar, kapitalizm karşısında devrimci bir mücadele
yürütmek yerine üyelerinin ekonomik hak ve çıkarlarını
korumayı esas alan bürokratik eğilimleri güçlü bir yapıya
bürünmüştür. Bu yapısıyla sendikalar, esnekliğin
sınırlandığı, çalışma rejiminin emekçiler için daha
güvenceli olduğu Fordizmle uzlaşırak bu sistemin bir kurumu
haline gelirken, Fordizmin emeği yabancılaştıran,
değersizleştiren yeni tahakküm yöntemlerini bir sorun olarak
görmemiş, kabullenmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında
sosyal/refah devleti politikaları ve soğuk savaş sendikacılığı,
sendikaların sistemle bütünleşmesini daha da güçlendirmiştir.
Bu süreçte sendikalar, emekçilerde sınıf bilinci oluşturma,
birlik ve dayanışma içinde mücadeleye yöneltme işlevini
kaybetmiştir.
Fordist
dönemde sendikalar nitel olarak zayıflamış, işçi sınıfı
ideolojisinden uzaklaşmış olmasına rağmen üye sayıları
artmış, sınıfın önemli bir kesimini örgütlemiştir.
Kapitalizmi krizden kurtarmak için işçi sınıfının tüm
kazanımlarını ortadan kaldırmayı amaçlayan neoliberalizm,
sendikaların işçi sınıfı içerisindeki bu örgütlülüğünü
kendisine engel olarak görmüştür. Bu engelin ortadan kaldırılması
için 1970’li yıllardan itibaren üretim ve emek süreçleri
yeniden esnekleştirilmiş ve devletin baskı aygıtları işçi
sınıfına karşı kullanılmıştır. 2000’li yıllara
gelindiğinde neoliberal politikalar, sendika engelini önemli ölçüde
aşmıştır. Sınıf mücadelesinin ortaya çıktığı ülkelerde
dahi sendikalar, nicel ve nitel gücünü kaybetmiştir. Kapitalist
emek sömürüsüyle küreselleşme sürecinde tanışan, sınıf
bilincinin ve sendikal örgütlenmenin yok denecek düzeyde olduğu
çevre ülkelerde ise sömürüye karşı gösterilen en küçük
direnç dahi şiddetle bastırılmıştır. Şili, Arjantin, Türkiye
gibi yarı-çevre ülkelerde ise neoliberalizm, askeri darbelerin
sağladığı baskı düzeni içinde topluma kabul ettirilmek
istenmiş, bunda da önemli başarı sağlanmıştır.
Fordist
birikim rejimiyle uzlaşan sendikalar, 1970’lerle birlikte
kendilerini tehdit olarak gören noeliberalizmle de uzlaşma yoluna
gitmiştir. Sendikalar, uzlaşma gerekçesi küresel rekabette kendi
ulusal sermayelerinin çıkarlarıyla işçi sınıfı çıkarlarının
ortaklaştığı inancıdır. Oysa küreselleşme, ulusal sermayeler
arası rekabet görünümünün ardında emekçiler arasında
rekabeti daha da arttırarak işçi sınıfının kazanımlarını
ortadan kaldırmıştır. Neoliberalizmin emekçilerin ekonomik ve
sosyal haklarına yönelik saldırılarını sineye çekmek pahasına
gerçekleşen bu uzlaşı; sermaye küreselleşirken, uluslararası
dayanışmaya en çok ihtiyacın olduğu dönemde işçi sınıfı
hareketini ulusal sınırlar içerisine hapsetmiştir. Böylece hem
merkez hem de çevre ülkelerde emek sömürüsü derinleştiği
gibi, işçi sınıfının mücadele örgütü olması gereken
sendikalara emekçilerin güveni daha da sarsılmıştır.
Türkiye’de
neoliberal politikaların yaşama geçirilebilmesi için
gerçekleştirilen 12 Eylül darbesi doğrudan işçi sınıfını ve
sendikaları hedef almış; darbenin yarattığı baskı ortamı
içinde üretim sistemi ve emek süreçleri esnekleştirilmiş,
devletin sosyal işlevleri ortadan kaldırılmıştır. 1980’li
yıllardan itibaren, Fordist fabrikalardaki üretimin çeşitli
aşamalarının küçük ve orta ölçekli işletmelere
kaydırılmasıyla birlikte, üretim ve istihdamın da önemli bölümü
kayıtdışı alana kaymıştır. Üretimin tüm aşamalarının tek
çatı altında toplandığı ve standart çalışma rejiminin
geçerli olduğu Fordist işletmelerde örgütlenme alışkanlığı
edinmiş olan sendikalar, üretim ve emek süreçlerinde esnek ve
kuralsız çalışmak durumunda kalan işçi sınıfının çok büyük
kesimini görmezden gelmiştir. Bunun en açık örneği 1989 Bahar
eylemleridir. Darbenin ardından ekonomik kayıplarına karşı işçi
sınıfının örgütlü kesimi tarafından gerçekleştirilen Bahar
Eylemleri, kayıtdışı alanda emek piyasasının önemli bölümünü
oluşturan örgütsüz, güvencesiz emekçilerin sorunlarını
kapsamamıştır. Sendikaların gerçekleştirdiği bu eylemler,
darbe rejiminin siyasi yürütücüsü olan ANAP iktidarını sona
erdirecek kadar önemli siyasal sonuçlar doğurmasına rağmen
sendikalar, giderek artan örgütsüz, güvencesiz kesimlerin
güvenini kazanamamıştır.
1989
Bahar Eylemleri’nde sağladığı toplumsal gücü
değerlendiremeyen sendikalar, 1990’lı yıllarda ekonomik krizler
ve artan siyasi gerilim karşısında varlık gösterememiştir.
Bununla birlikte, Bahar Eylemleri’yle elde edilen ekonomik
kazanımlar gibi darbe sonrası demokratik düzenin yeniden
sağlanmasına ilişkin umutlar da kısa zamanda tükenmiştir. 1993
yılında Tansu Çiller’in başbakan olmasıyla birlikte darbe
rejiminin siyasi yürütücülüğünü DYP üstlenmiş, 28 Şubat
sürecinden sonra da bu görev DSP-MHP-ANAP koalisyonuna
devredilmiştir. 2000’li yıllara gelindiğinde Türkiye neoliberal
politikaları tümüyle yaşama geçirememiş ama bu konuda IMF, DB,
Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi uluslararası kurumlarla yaptığı
ikili ve çok taraftlı anlaşmalarda bu politikaları uygulama
taahhüdünde bulunmuştur. Öte yandan küçük işletmecilik,
taşeronluk ve kayıtdışılık sayesinde emek piyasası fiilen
esnekleşmiş ve büyük ölçüde kuralsız hale gelmiştir. 2001
krizi sonrasında Derviş vasıtasıyla neoliberal YUP’un
uygulamaya konduğu dönemde, yukarıda da belirtildiği gibi yine
sendikalar, emekçilerin ortadan kaldırılan hakları için mücadele
yerine 4857 sayılı İş Kanunu’nun yasalaşma sürecinde olduğu
gibi sermaye ve siyasi iktidarla uzlaşmaktan medet ummuştur.
AKP,
15 yıllık iktidarında neoliberal YUP’u uygulamak için 12 Eylül
darbe rejiminin mirasını sahiplenmekle kalmamış, daha da öteye
taşıyarak darbe anayasası ve yasalarının tanıdığı sendikal
hak ve özgürlükleri dahi ihlal etmiştir. Bu dönemde bir taraftan
mücadeleci sendikalar baskı altına alınmış, diğer taraftan
emekçilerin haklarına yönelik saldırıları dahi destekleyen,
meşrulaştıran “yandaş sendikalar” kurdurtulmuştur. Yandaş
olmayan sendikaların üyesi olmak ise neredeyse terör örgütüne
üye olmakla eş tutulmuş, bu sendikalarda örgütlenmek isteyenler
işten atılmış ya da çeşitli baskılarla karşı karşıya
bırakılmıştır. Öte yandan grev hakkının kullanılması da
kimi işkollarında yasayla yasaklanmış, grev yasağı olmayan
işkollarında gerçekleştirilen grevler ise çeşitli gerekçelerle
engellenmiştir.
AKP
dönemindeki baskılar, emekçilerin haklarının ortadan
kaldırılmasına karşında sendikaların etkisiz kalmasında önemli
bir etkendir. Ama daha önemlisi “yandaş” olmayan sendikaların,
emekçilerin güvenini sağlayacak ve onları mücadeleye yöneltecek
perspektiften uzak olmasıdır. Yukarıda değindiğimiz gibi dünyada
sendikaların sahip olduğu uzlaşmacı eğilim, Türkiye’deki
hemen tüm sendikalar için de söz konusudur. Özellikle AB ile
üyelik sürecinde bu uzlaşmacı -sosyal diyalogcu- yaklaşım,
emekçilerin haklarını ortadan kaldıran yasal düzenlemeleri de
meşrulaştırmanın gerekçesi olmuştur. 2008 krizi sonrasında
“işsizlikle mücadele” adı altında esnek ve güvencesiz
çalışmayı yaygınlaştıran, İşsizlik Sigortası Fonu ve genel
bütçeden sermaye kaynak aktaran politikalar karşısında
sendikalar yine etkisiz kalmıştır. Ankara’da 2010 Aralık ayında
başlayan ve 78 gün süren ve AKP döneminin en çok ses getiren
işçi eylemi olan TEKEL direnişinin sona erdirilmesi, sınıf
perspektifinden uzak sendika(cı)ların uzlaşmacı anlayışları en
iyi gösteren örneklerden biridir.
OHAL
Kıskacında Sendikacılık
AKP’nin
neoliberal YUP’da bugüne kadar gerçekleştiremediklerini
tamamlamanın bir fırsatı olarak kullandığı 15 Temmuz darbe
girişiminin ardından, baskılar demokrasinin olmazsa olmaz üç
temel yapısı basın özgürlüğü, akademik özerklik ve
örgütlenme özgürlüğü üzerinde yoğunlaşmıştır. AKP
iktidarına yandaş olmayan basın kuruluşları kapatılarak,
gazeteciler işsiz bırakılarak ya da tutuklanarak basın özgürlüğü
ortadan kaldırılmıştır. Üniversitede özellikle 7 Haziran
seçimleri sonrasında yoğunlaşan insan hakları ihlallerine karşı
çıkan akademisyenler olmak üzere muhalif öğretim elemanları
tasfiye edilmiş; rektörlerin tamamen atamayla belirlendiği bir
düzenleme getirilerek akademik özgürlükler ihlal edilmiştir.
Bunların yanısıra son derece sınırlı haklar çerçevesinde
siyasi iktidarın güdümünde olmadan faaliyet yürütmeye çalışan
sendikalar üzerindeki baskılar daha da artmıştır. Örneğin
KESK’in çağrısıyla gerçekleşen 29 Aralık grevine katıldığı
gerekçesiyle binlerce KESK üyesi hakkında uluslararası
sözleşmeler, Anayasa ve yasalar hiçe sayılarak soruşturma
açılmış, bu soruşturmalar sonucunda kamu emekçilerine açığa
almak dahil olmak üzere çeşitli cezalar verilmiştir. Olağanüstü
hal süresi içinde olan 2017 yılında Asil Çelik grevi, EMİS Grup
Metal grevi, Akbank Grevi, Şişecam grevi ve son olarak da Mefar
Grevi ertelenmiştir. Böylece demokrasinin zaten sağlıklı olarak
işlemediği çalışma yaşamında emekçilerin söz hakkı tamamen
ortadan kalkmıştır.
Yukarıda
da söz ettiğimiz ITUC’un 2017 Küresel Haklar Endeksi, OHAL
öncesi dönemde bile Türkiye’nin dünyada sendikal hak
ihlallerinin en fazla olduğu on ülke arasına yer aldığını
göstermektedir. OHAL sonrası baskılarla birlikte hak ihlalleri
daha artmıştır. 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan Anayasa
Referandumu’yla yasama-yürütme-yargının tek elde toplandığı,
otoriter bir rejim oylanmış ve şaibeli biçimde kabul edilmiştir.
Bu değişiklikle OHAL düzeni “olağan” hale gelirken;
Türkiye’yi sermaye için “cazip” hale getirmek için emek ve
doğa sömürüsünü derinleştirecek tüm düzenlemeler
kalıcılaşmış olmaktadır.
Otoriter
rejimler, sendikaların bugün uzlaşma içinde olduğu kapitalizme
içkindir. Kapitalizmin ideolojik aygıtları toplumu ikna etmekte
yetersiz kaldığında otoriter rejimler devreye girer ve baskı
yoluyla toplumu kapitalizmin dönemsel koşullarına zorla razı
etmeye çalışır. 19. yüzyılda Bonapartizm, 20. yüzyılda
Nazizim, Mussolini Faşizmi ve Türkiye gibi birçok ülkede
gerçekleşen askeri ve sivil darbeler buna örnek olarak
verilebilir. Farklı biçimlerde de olsa otoriter rejimlerin ortak
özelliği işçi sınıfına karşı yapılmış olmasıdır. Bugün
Türkiye’de yükselen otoriterizm, tarihteki bu örneklerden
farksızdır.
Kapitalizme
içkin ve hedefinde de her zaman işçi sınıfı olan otoriterizmle
mücadeleyi sınıf mücadelesinden ayırmak mümkün değildir.
Dolayısıyla sınıf perspektifini kaybetmiş, bürokratik,
uzlaşmacı sendikal anlayışlarla otoriterleşmeyi
engelleyebilmenin de otoriter rejimlere karşı mücadele edebilmenin
de olanağı yoktur. O halde sadece işçi sınıfının hakları
için değil demokrasinin ve insan haklarının tesisi için de sınıf
perspektifine sahip, güçlü, mücadeleci sendikalara gereksinim
vardır. Bunun için sendikaların öncelikle geçmişleriyle
hesaplaşmaları ve yeniden işçi sınıfının mücadele aracı
haline gelebilmelerini sağlayacak bir anlayışa sahip olmaları
gerekir.
Özellikle
sendikaların güç ve güven kaybettiği neoliberal dönüşüm
sürecinde sendikal anlayış meselesi sıkça tartışılmıştır
ve tartışılmaya devvam etmektedir. Bu tartışmalarda genellikle
neoliberalizm karşısında başarısız olan Fordist dönem
sendikaları “geleneksel sendikalar” olarak tanımlanıp
eleştirilmiş ve sınıfın ihtiyaçlarına yanıt vereceği idda
edilen “Toplumsal Hareket
Sendikacılığı”, “Demokratik Toplum Sendikacılığı” ya da
“Çağdaş Sendikacılık” gibi adlarla yeni sendikal anlayışlar
ortaya atılmıştır.
Mevcut
sendikaların yetersizliğini sorgulamak ve yeni arayışlar
içerisinde olmak son derece anlamlıdır. Ancak işçi sınıfın
ihtiyaçlarına yanıt verecek yeni bir sendikal anlayışın ortaya
konulabilmesi için sermaye birikim rejiminin, üretim süreçlerinin
ve başta devlet olmak üzere kapitalist kurumların üstlendiği
roller ile sınıfın öznel ve nesnel yapısının doğru analiz
edilmesi gerekir. Bu bağlamda sanayi ötesi topluma geçildiği,
artık işçi sınıfının kalmadığı ya da güvencesizliğin
kapitalist üretimin bugünkü formuna özgü olduğu gibi
belirlemeler; kapitalist üretim sistemini, kapitalist toplum
modelini ve bunlara karşı yürütülen sınıfı mücadelelerini
tarihselliğinden kopartmaktadır. Örneğin Fordist dönemin
alışkanlıkları içerisinde neoliberalizmin tahribatına yanıt
veremeyen sendikaları “geleneksel” olarak tanımlarken, sadece
işçi sınıfı için değil, daha sonra evrenselleşen insan
hakları konusunda önemli kazanımlar elde eden 19. yüzyılın
sınıf sendikacılığını aynı kefeye koyarak değersizleştirmek
son derece yanlıştır.
Kapitalist
üretim sisteminin emekçileri güvencesizleştirip, onları
birbirleriyle rekabet ettirerek üzerlerinde denetim kurma anlayışı
17. yüzyıldan bu yana değişmemiştir. Değişen sadece kapitalist
üretim sisteminin emek sömürüsünü daha da arttıran yöntem ve
teknikleridir. Dolayısıyla emek süreçlerinde sınıfsal ilişkiler
ve çelişkiler özünde değişmemiştir. Hal böyle olunca sömürüye
karşı mücadelede kullanılacak araç ve yöntemler belirlenirken,
işçi sınıfı mücadelesinin tarihsel süreçte elde ettiği
deneyim ve kazanımları reddeden sendikal anlayışların başarı
şansı olmayacaktır.
Burjuvazinin
otokratik düzeni de içeren emek sömürüsünü arttırmaya yönelik
yöntem ve teknikleri karşısında sendikaların işçi sınıfının
güvenini kazanarak yeniden sınıfın mücadele aracı haline
gelmesi gerekir. Bunun için sendikaların işçi sınıfını
ayrıştırarak kendi arasında rekabetine neden olan ırk, din,
cinsiyet, eğitim seviyesi, yaka rengi gibi ayrımları ortadan
kaldırıp, işçi sınıfının bütününü kapsayacak bir anlayış
benimmelidir. Öte yandan bir sendikanın tarihsel işlevini yerine
getirmesi için olmazsa olmaz ilkesi olan siyasi iktidardan ve
sermayeden bağımsız olması ve sendika içi demokrasiyi sınırsız
biçimde işletmesi gerekir.
Türkiye’de
bugün sendikaların hemen tümü bir biçimde sınıf içi
ayrışmalar konusunda duyarsız kalmakta ya da gereken tepkiyi
göster(e)memektedir. Örneğin göçmen işçiler konusunda hiçbir
sendika göstermelik açıklamalar dışında bir tavır ortaya
koymazken, Kürtlere ve Alevilere yönelik ayrımcılık konusunda
KESK ve DİSK’in bazı sendikaları dışında ortaya bir tavır
koyan sendika yok gibidir. Dahası birçok sendikanın izlemekte
olduğu politika, toplumda bu yönde zaten güçlü olan ırkçı,
şoven, cinsiyetçi eğilimleri daha da güçlendirmektedir.
Türkiye’de
devlet ve işverenden bağımsız olmak bir yana arasına mesafe
koyabilen sendika dahi son derece azdır. Sendikalar sınıf
perspektifinden koptukça, sendika(cı)lar işçi sınıfından da
kopmakta bürokratik bir yapıya bürünmektedir. Gücünü üyesi
olsun ya da olmasın emekçilerden almayan sendika(cı)lar, mücadele
etmeleri gereken işveren ve siyasi iktidarla ilişkilerine dayanarak
kişisel konumlarını korumak istemektedir. İşverenler ve siyasi
iktidarlar da sendika(cı)ların bu zaafiyetlerini işçi sınıfının
gücünü kırmak için kullanmaktadır. Türkiye’de sendikaların
yasayla kurulup, faaliyetlerinin düzenlendiği 1947 yılından bu
yana sendika-siyaset ilişkisi büyük ölçüde bu çerçeve içinde
kurulmuştur. DİSK’i kuran sendikaların Türk İş’ten
ayrılmasında temel nedenlerden biri de “partiler üstü”
söyleminin ardında milliyetçi, muhafazakar iktidarlarla kurulan bu
ilişkidir. 1960’lı, 1970’li yıllarda DİSK büyük ölçüde
bu yaklaşımını sürdürürken, 12 Eylül darbesinin DİSK’le
birlikte faaliyetlerine son verdiği birçok sendika da işveren ve
iktidardan bağımısız bir anlayış içinde olmuştur.
Darbe
sonrasında sendikal faaliyetleri düzenleyen yasalar, sendikaların
merkeziyetçi bir yapı içinde bürokratikleşmesi ve sermaye ile
siyasi iktidara bağımlı hale gelmesini adeta kurumsallaştırmıştır.
Bunun
yanısıra üretimin kayıtdışı alana kayarak esnekleşmesi ve
sendikal örgütlülüğün yoğun olduğu kamu işletmelerinin
özelleştirilmesiyle zayıflayan sendikaların sermaye ve siyasi
iktidara bağımlılığı daha da artmıştır. 1980’li yıllarda
büyük reel ücret kaybına uğrayan işçilerin sendika(cı)lara
baskısı sonucu gerçekleşen 89 Bahar Eylemleri’ni bu konuda
istisna olarak kabul edebiliriz. Bahar Eylemleri’nin de etkisiyle
ANAP’ın iktidardan düşmesiyle birlikte sendikaların milliyetçi,
muhafazakar iktidarlarla ilişkisi eskiden olduğu biçimde devam
etmiştir.
AKP,
Türkiye’de sendikaların siyasi iktidara bağımlılığı üzerine
kurulan sendika-siyaset ilişkisini, daha farklı bir boyuta
taşıyarak sendikaları AKP ile organik ilişki içine sokacak bir
anlayış sergileyerek, “yandaş sendika” olgusunu ortaya
çıkarttı. Böylece uyguladığı emek karşıtı politikalara
sendikalar tarafından tepkinin engellenmesini ve hatta bu
politikaların sendikalar tarafından meşrulaştırılmasını
sağlamayı amaçladı. Çalışma standartları ve sosyal haklar
hızla aşınırken, buna tepki gösteren sendikaların karşısına
rakip olarak çıkartılan “yandaş” sendikalar, AKP’nin
desteğiyle üye sayılarını olağanüstü arttırırken, diğer
sendikalar üzerindeki baskılar arttırılarak, örgütlenmeleri ve
faaliyetleri engellendi.
Emek
ve doğa sömürüsünü dayatan politikalar ve bu politikalar
karşısında işçi sınıfı mücadelesini etkisiz hale getirmek
için otoriterizm, yandaş sendikacılık ve benzeri pekçok yöntem
kapitalist sistemin varlığını sürdürebilmesi için çeşitli
dönemlerde uygulanagelmiştir. İşçi sınıfının ve onun
mücadele araçlarından biri olan sendikaların bu durumda yapması
gereken, diğer mücadele aracı olan sınıf partileriyle birlikte,
sınıfın tüm bileşenlerini, her türlü ayrımcılığı da
ortadan kaldırarak örgütlemektir. Sermayenin ve sömürünün
küreselleştiği bir dönemde bu örgütlenmenin enternasyonel bir
çizgide yürütülmesi kaçınılmazdır.
Kaynakça
ILO
(2017)
World Employment and Social Outlook: Trends 2017
http://www.ilo.org/wcmsp5/groups/public/---dgreports/---dcomm/---publ/documents/publication/wcms_541211.pdf
ILO
(2010) Global Employment Trends: January 2010
http://www.ilo.org/public/libdoc/ilo/P/09332/09332(2010-January).pdf,
indirilme tarihi: 10 Şubat 2010.
ITUC
(2017)
2017
Global
Rights Index “The
World's
Worst
Countrıes
for Workers”
file:///D:/ITUC-%20survey_ra_2017_eng-1.pdf
Müftüoğlu,
Ö. ve Bal, İ.E. (2014a) Üretim Sürecinde “Yeniden Esneklik”
ve Sendikalar”, Müftüoğlu, Ö. ve Koşar, A. Türkiye’de Esnek
Çalışma, İstanbul: Evrensel Basım Yayın
Müftüoğlu,
Ö. (2014b) “Yeniden Esnekliğe Karşı Bir Mücadele Örneği:
TEKEL Direnişi ve Sendikalar Üzerine Yeniden Düşünmek”,
Müftüoğlu, Ö ve Koşar, A. Türkiye’de Esnek Çalışma,
İstanbul: Evrensel Basım Yayın
Müftüoğlu, Ö. (2007) “Kriz ve Sendikalar”, Türkiye’de Sendikal Kriz ve Sendikal Arayışlar, Der. Fikret Sazak, Epos Yayınları, Ankara.
Müftüoğlu,
Ö. (2015) “Esneklik,
Güvencesizlik ve Sendikalar”, Toplum ve Hekim Dergisi,
Mayıs-Haziran
2015 - Cilt: 30 - Sayı: 3
OECD
(2017)
Economic Outlook, June 2017 www.oecd.org/OECDEconomicOutlook
Özgün,
Y. ve Müftüoğlu, Ö. (2010)
“Sınıflar
Arası Mücadelede Yeni Bir Dönemeç: Türkiye’de 2008 Krizi“,
Praksis,
Sayı. 22,
Bahar 2010
TÜİK
(2009), HHİA 2009 Yıllık Sonuçları, Ankara.
UNHCR
(2017), Projected Global Resettlement Needs 2017
http://www.unhcr.org/protection/resettlement/575836267/unhcr-projected-global-resettlement-needs-2017.html
WB
(2017), Global Economic
Prospects, June 2017
https://openknowledge.worldbank.org/bitstream/handle/10986/26800/9781464810244.pdf
WB
(2010), Global
Economic Prospects 2010: Crisis, Finance, and Growth
http://web.worldbank.org/WBSITE/EXTERNAL/EXTDEC/EXTDECPROSPECTS/GEPEXT/EXTGEP2010/0,,contentMDK:22438006~pagePK:64167689~piPK:64167673~theSitePK:6665253,00.html